Irkçılık, Menfi Milliyetçilik ve Haksız Hemşericilik Üzerine

Yeryüzünde gelmiş geçmiş kavimlerin içinde en koyu ırkçılık ve ayrımcılık yapanlar Yahudilerdir. Yahudilik onlara göre bir dinden ziyade bir ırkı ve soyu temsil eder. Haşa, Hz Havva ile Mel’un Şeytan’ın birleşmesinden dünyaya geldiğini savundukları Kabil’i gerçek ataları kabul ederler. Kabil’in babası kabul ettikleri Şeytanı Yahudiler bizim inandığımız gibi kötü görmeyip, Nur’u Ziya ismiyle tanımlayıp üstün yaradılışlı, ilim sahibi bir melek olarak bildiklerinden, ateşten yaratılmış olan kendilerini, topraktan yaratılan Hz Adem’den ve neslinden daha üstün bir seviyede görürler. Onlara göre sadece Yahudiler insandır. Hz. Adem’in soyundan gelenler ise onlara hizmet için yaratılmış olan hayvandan bir derece yukarıdaki hizmetçiler sayılan “Goim”lerdir. İşte yeryüzündeki savaşların, katliamların, fitnelerin en büyük kaynağı bu sapkın inançtakiler ile onların Masonlar gibi özel örgütlenmiş uşaklarıdır.

Yahudiler için Goimlerin canlarının ve mallarının hiçbir değeri olmadığından, her şey onların hakkı sayıldığından, fırsat bulduklarında Filistin’deki katliamlar ve işgaller gibi açıktan alçakça saldırarak, normal zamanlarda da bulundukları ülkelerde ticareti ve parayı ele geçirip, gizli yöntemlerle servet toplayıp kendi amaçları için kullanarak gücü elde tutmaya çalışırlar. Aslında onlar Şeytana ve Paraya taparlar. Allah’u Teala bütün insanlığı onların şerlerinden korusun. Bu konuyu en başta yazmamın temel nedeni tarih boyunca milliyetçilik ve bölücülük akımlarının arkasında onların veya uşaklarının yer alması, insanları birbirine düşürerek fırsatçılık yapmalarıdır. Dünya tarihine yön veren bütün akımların ve ülkelerin içinde aktif şekilde bulunmuşlardır. Yönetemediklerinde ise Büyük Osmanlı Hakanı Sultan Abdülhamit’e yaptıkları gibi isyanla ve gizli tertiplerle yok etmişlerdir.

En son gelen ve diğerlerinin aksine bizzat Allah’ın korumasıyla orijinal kalan Kutsal Kitabımız Kur’anı Kerim ile birlikte İslam dini ve onun Peygamberi Hz. Muhammed (S.A.S) Efendimiz bütün Mü’minlerin kardeş olduğunu ilan ederek sorunların kökünden çözülmesini sağlamıştır. En güzel çözüm budur. Rengi, dili, ırkı, cinsi ne olursa olsun bütün Mü’minler kardeşlik hukukuna göre muamele görmelidir. Yani canları ve malları dokunulmaz ve saygınlıkla korunması gerekir. Elbette kişiler mensubu oldukları aileleri gibi olan kavimlerini sevmeli ve güzel hasletleriyle övünmelidir. Bu sevme ve övünmenin de doğal olarak bir sınırı olmalıdır. Diğer kavimlere üstünlük iddiasının sırf mensubiyetten kaynaklandığı ve kan milliyetçiliğinin yapıldığı nokta Allah’ın ve Resulünün lanetlediği noktadır. İnsanlar ancak amelleri ve takvaları ölçüsünce üstün olabilirler. İslam dinine neredeyse 1000 yıldır bayraktarlık etmiş Türk kavmine mensup olmak dinsizce yaşayan birisine fayda etmeyeceği gibi, İslam düşmanı bir kavim olan Yahudilikten dönüp hakkıyla İslam’a yönelen birisi de hor görülüp dışlanmayacak, kardeş bilinecektir.  Mahşer gününde de ameline göre Allah’ın mükafatına nail olacaktır İnşallah.

Kendi adıma söylemek gerekirse, dünyanın sorunlu ve inançsız kavimleri ve ülkeleri içinde değil de, Türkiye‘de Müslüman bir ailede  dünyaya gelip yaşamayı nasip eden Allah’a çok şükrediyorum. Selahattin-i Eyyubi gibi İslam kahramanlarının torunu olmaktan, İslam’a çok büyük hizmetleri olup bizatihi Peygamber övgüsüne mazhar olan Türk kavminin içinde yaşamaktan mutluluk ve onur duyuyorum. 6 Yüzyıl kadar süren Osmanlı İmparatorluğu ve öncesindeki Selçuklular ve diğer Beyliklerle beraber Anadolu‘yu  vatan bilip kardeşçe birlikte yaşadık. Türk’üyle, Kürd’üyle, Arab’ıyla, Acem’iyle, Çerkez’iyle kısaca İslam ailesinin her üyesiyle  kader birliği yapıp İslam Ümmeti olmanın genişliğini ve rahatlığını, özgürlüğünü ve hoşgörüsünü tadarak geldik. Şimdi ise zoraki söylenen veya dağa taşa yazılan “Ne mutlu Türküm diyene”, “Bir Türk Dünyaya bedeldir”, “Varlığım Türk varlığına armağan olsun.” gibi ifadeler bize ait olmayan kökü gayri müslim fitne akımlarından başka bir şey değildir. Gerçek yakın tarihimizi biraz araştıranlar Osmanlının son dönemlerinden itibaren yıkıcı ve bölücü milliyetçilik akımlarının önce bağlı devletlerde, sonra Türkler, Kürtler ve hatta Araplar içinde nasıl çıkarılıp kışkırtıldığını, bütün bunların arkasındaki İngiliz oyunlarını ve perde arkasındaki Yahudi – Mason beyin takımını görecektir. Cumhuriyetin ilk yıllarında çocukların kafataslarını ölçecek kadar ileri giden yapılardaki gizli açık Yahudi ve mason parmağını anlayacaktır. Sadece birer örnek olması açısından Haim Nahum  ve Agop Dilaçar isimlerini araştırmanızı ve tarihimizdeki etkilerini incelemenizi tavsiye ederim. Ümmet olup büyük bir ailenin şerefli bir mensubu olmak varken, menfi milliyetçilik yapıp küçük bir odaya razı olmak ve lanet riskini üstlenmek nedendir? Ümmet olmak bizi birbirimize bağlayan mayadır, çimentodur, harçtır. Ailesi Muş‘tan gelip İstanbul‘da doğmuş ve yine ailesi Sinop‘tan gelip İstanbul’da doğmuş bir Hanım ile evlenmiş kişi olarak, ırka dayalı kafatasçı Türk Milliyetçiliğini de, Kürt Milliyetçiliğini de lanetliyor ve kabul etmiyorum.

Kanayan başka bir yaramızda, haksız ve yersiz hemşeri kayırmacılığıdır.  Ehliyet ve liyakat esasını gözetmeksizin yapılan atamalar, koltuk çıkmalar, haksız kazanç kapılarını açmalar gibi pek çok uygulamasını en vahşi şekilde görüyor ve yaşıyoruz. İnsanlarımızın kendilerini geliştirmek ve hakkınca bir yerlere gelmek için gösterdiği çabaya rağmen, sırf birileri ile aynı memleketten olduğu için haksızca öne alınanlar yüzünden toplumdaki ahlak anlayışı da, geleceğe olan güven duygusu da, toplumsal barışta zarar görüyor. Fırsat eşitliğinin olmadığı yerde adalet, huzur ve güven duygusu da yer almaz. Bugün Türkiye’de dönemsel olarak Bakan seviyesindeki görevler nedeniyle bütün teşkilatın baştan sona etkilendiği yapılaşmaları da  gördük, her dönem ve her kurumda  oluşan Karadenizlilik, Doğululuk vb. yapılaşmasını da. Bölgesel mikro milliyetçilik akımlarının bazıları her zaman, bazıları da zaman zaman ülke ve kurumların yönetiminde söz sahibi oluyor. Hepsi ehliyetsiz veya liyakatsizdir demiyorum ama onlardan başka kimse yokmuş gibi ve bazıları gerçekten hak etmediği halde yapılan bu olağan üstü hemşeri dayanışması gerçekten huzur bozucu ve güven sarsıcı etkiler yapıyor. Sorumluluk üstlenenlerin daha iyi çalışabilecekleri yönetici kadrolar ve ekipler kurmasını anlayışla ve saygıyla karşılıyorum. Ama otoparkçısından, şoförüne kadar silmece yaparcasına hemşerileri doldurma gayretini normal bulmuyor ve eleştiriyorum. Aynı şehirden olmasına rağmen ilçe düzeyinde hemşericilik yapanlarla, Alevi – Sünni mezhep ayrımcılığında bulunanların ise şirazeden çıkmış kişiler olduğunu beyan ediyorum. İşini namusuyla ve hakkını vererek yapan, gerekli eğitim ve becerilere sahip kişileri korumak ve haksız uygulamalardan sakındırmak iman ve ahlak sahibi her yöneticinin görev ve sorumluluğu içindedir.

Allah-u  Teala İslam Milletimizi ve Devletimizi en başta İslam düşmanlarından, ırkçılardan, fitnecilerden, bölücülerden, haksız iş yapan hırslı kişilerden korusun ve muhafaza etsin. Zalimlere fırsat vermesin. Bizleri de en güzel kardeşlik şuuru ile birlikte yaşayabilenlerden eylesin. Amin.

Kaynaklar:

  1. http://www.ahaber.com.tr/webtv/videoizle/desifre–31102014
  2. http://gercekler.tumblr.com/post/30795543818/ger%C3%A7ek-yahudilik-ve-satanist-yahudiler



İdam cezası geri gelmeli, hem de hemen!

Öncelikle şunu açıkça belirtmek gerekir: Bizleri ve kâinattaki her şeyi yoktan var eden, bizim için bütün nimetleri sınırsızca sunan ve karşılığında sadece kul olmanın şuurunda bulunmamızı isteyen Yüce Allah (C.C)’tan daha merhametlisi yoktur. O’nun sınırsız şefkatinden bir zerre verdiği annelerin, evlatları için nasıl mücadele ettiklerini ve gerektiğinde canlarını çekinmeden feda ettiklerini her yerde ve her zaman görebiliyoruz. Bizleri yaratan Allah’ın bizler için uygun gördüğü kurallardan uzaklaştığımız ölçüde zelil ve beter bir hayatı yaşadığımızı, sosyal dokumuzun bozulduğunu görmemek için ya ahmak ya da şeytanla hemhal olmuş bir nefse sahip olmak gerekir.

Her şeyi emaneten kullandığımız bu dünyada, başkalarına verilen can emanetine kastetmenin ne büyük bir cüret olduğunun en güzel ifadesinde “…. her kim bir nefsi, bir nefis mukabili veya yer yüzünde bir fesadı olmaksızın öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur, kim de bir adamın hayatını kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur…” (Maide Suresi/32)  İlahi hükmü açıkça yer alıyor. Hz. Âdem (A.S)’den itibaren bütün Peygamberlere gelen vahiylerde yer alan emirlerden birisinin “haksız yere insan öldürmeme” olduğu herkesin malumudur.

İnsanlığın başından bugüne kadar oluşan doğal hukuk normlarından birisi de Mütekabiliyet (karşılıklılık) değil midir? Hatta bu kural devletlerarası hukuk normlarından birisi haline gelmedi mi? Mesela, bugünlerde kötü niyetli Suriye yönetiminden sınırlarımıza bir mermi veya bomba geldiğinde anında karşılık veren bir Ordumuz yok mu? Mal çalan malıyla, can alan canıyla öder. Meğerki herkes tarafından meşru görülebilecek bir nedeni veya zarureti olmasın. Ya da mağdur olan taraf bütün delillere rağmen bir fidye karşılığı olsun veya olmasın ceza talebinden vazgeçip mücrimi (suçluyu) affetsin. Toplumda her birey kendi başına adalet tecelli ettiremez ama adaleti tecelli ettirme yetkisine sahip olanların verdikleri kararlar insanların vicdanlarında karşılık bulacak ve hiç olmazsa biraz tatmin edecek bir etki yapmadıkça, resmen ve zoraki olarak kabul edilmiş görülse bile asla saygı duyulmayacak ve yürek yangınlarını söndürecek alternatif çareler aranacaktır. Çocuk katili ve tecavüzcülerin hapishanede şişlenerek öldürüleceklerini ummak gibi…

2009 yılında Ramazan Bayramını hepimize zehir eden bir olay yaşadık. Kayseri’de şeker toplamak için komşularını ziyaret eden biri erkek 3 küçük yavrumuz bir sapık tarafından zorla alıkonuldu, tecavüz edildi ve hunharca katledilerek uzak bir yerde gömüldü. 18 ay boyunca yapılan aramalar ve soruşturmalar sonucunda yakalanan sapık katil cezaevine konuldu. Yavruları katledilen 2 annenin yürek yangınını hapis cezası söndürür mü? Ellerine geçse paramparça edecek kadar hınçla dolan ailelerin sükût bulması nasıl sağlanır? Ancak kısasa kısas ile. O yüzden “ “Ey akıl sahipleri, sizin için kısasta hayat vardır…(Bakara/179)” diyen Rabbimizin fermanına en kısa sürede yeniden uymamız gerekir. Azgın katillere hak ettikleri cezalar verilmediği gibi, siyasi çıkarlar uğruna zaman zaman çıkarılan aflarla ortalığa tekrar salıverilmeleri mağdur yakınları için hakaretin ve aşağılamanın daniskası değil midir? Bir katili ancak maktulun yakınları affedebilir. Devletin dahi böyle bir yetkisi olamaz. Kişi veya kurumlar kendisine karşı işlenen ve mağdur edildiği konularda inisiyatif gösterip davasından vazgeçebilir. Hatta kamu hakkı ve düzeni söz konusu olduğunda kişi davasından vazgeçse bile kamu adına davanın devam ettirildiğini görüyoruz.

Kobani meselesini bahane edip ülkemizi tekrar savaş alanına çevirmek isteyen ve onlarca masumu katleden aşağılık şehir eşkıyalarının yaptıklarından sonra yakalansalar bile hapiste rahatça dinleneceklerini bilmek hepimizi deliye çeviriyor. Fakir fukaraya et dağıtmak için evinden ayrılan 16 yaşındaki Yasin BÖRÜ’ye topluca işkence edip bıçaklayan, 3. kattan aşağı atan, üzerinden araba ile geçip en sonunda başını taşla ezen hayvandan daha aşağılık sefil ve soysuzların yaptıkları yanlarına kar mı kalacak? Mazlumun dini ve milleti sorgulanamaz. Dünyanın her yerinde haksız yere öldürülen insanların yaşadıkları acılar önemli ve saygıya değerdir. Maalesef en çok zayi edilen ve hayatları söndürülen mazlumlar İslam coğrafyasından çıkıyor. Bugün terörle İslam kelimesi birlikte anılmaya çalışılsa da, gelmiş geçmiş en büyük katliamları Hristiyanlar, Yahudiler, Bolşevik Dinsizler, Budistler v.b. yapmıştır ve yapmaya da devam ediyorlar. Katlettikleri Müslüman kemiklerinden Kilise inşa edecek kadar vahşileşen Avrupa medeniyetinin bugün bizlere insan hakları adı altında dayatmalarda bulunması karanlık ve kanlı yüzlerini örtmeye yetmez. Avrupa tarihi kan, savaş ve sömürge ile yoğrulmuştur. İdam cezasının kaldırılması için bahane edilen AB normlarını kabul etmiyor ve saygı duymuyorum.

Adaletin hızlı ve etkili düzeyde sağlanması kaçınılmaz bir ihtiyaç ve toplum huzuru için gerekli bir sorumluluktur. Kendi hayatımdan örnek vermek gerekirse; evime girilmesi ve bina kapımızın çalınması ile sonuçlanan 3 hırsızlık olayında mağdur oldum. Hırsızlar yakalanamadı. Çocuklarım bir maganda sürücünün neden olduğu kazada yaralandı ve kalıcı yara izlerini ömür boyu taşıyacaklar. Aradan geçen 5 aya ve şikayetçi olmamıza rağmen henüz davası bile açılamadı. Bir yakınım Üsküdar’da korkunç bir kaza sonucu bir kolunu kaybetti, kafa kırığı ve beyin zedelenmesi ile yoğun bakımda günlerce komada hayat mücadelesi verdi. 2013 yılı Ocak ayında meydana gelen olay için bugüne kadar sadece bir kez duruşma yapılabildi ve daha ne kadar süreceği de belli değil. Şükürler olsun ki bir tecavüz veya cinayet konusu olmamasına rağmen bizleri bu kadar üzen, yavaşlığı ve etkisizliği nedeniyle hayal kırıklığına uğratan hak arama mücadelemiz gerçekten cinayet gibi hayati bir konuda olsaydı ne yapardık, nasıl yaşardık düşünemiyorum bile. Evladını, eşini, anne veya babasını haksız bir cinayetle kaybedenlerin yaşadığı ıstırabı anlamak veya tarif etmek yalan olur.

Allah’ın yarattığı her can kutsal ve saygıya değer olarak yaşamalıdır. Başka canlara kastetmediği veya toplumda fitne ve fesada yol açacak vatan hainliği gibi büyük suçlara, çocuk tecavüzü gibi aşağılık eylemlere kalkışılmadığı sürece herkes canından emin olarak yaşayabilmelidir. Her şeye rağmen, can aldığı takdirde can vereceğini bilen divaneler elbette çıkacaktır ama bu kadar çok ve pervasız değil. Adalette  merhamet olmaz düsturu ile en yakın zamanda İdam cezasının tekrar yürürlüğe girmesini talep ediyor ve fırsat bulduğum her platformda savunacağımı ifade ediyorum.