Şimdi Gönül Köprülerini Onarma Zamanı!

Dünyada olduğu gibi, Türkiye tarihinde de bazı parti liderleri belirli yönleriyle öne çıkar ve tanımlanır. Mesela, merhum Adnan Menderes için demokrasiye geçiş dönemi kahramanı ve mazlumu diyebiliriz. İstibdat döneminde yasaklanan Ezan-ı Şerifin aslına uygun okunmasını sağlayarak din ve vicdan özgürlüğü destanı yazmış oldu. Bedelini canıyla ödediği hizmetleriyle, Milletin gönlünden çıkmayacak bir konumda yer aldı.

Mesela Merhum Turgut Özal, piyasanın dışarıya da açılması ve serbest ticarete geçişle öne çıktı. Merhum Necmettin Erbakan’ın, kalkınma hamleleri ve milli sanayinin hamisi olarak attığı tohumların meyvelerini hep birlikte izliyor ve faydalanıyoruz.

Sanıyorum yıllar sonra, Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı tanımlamak isteyenler için, en fazla öne çıkan yönleri şehirlerin imarı ile devasa ulaşım ve altyapı yatırımları olacaktır. Hatta bu niteliğinin yansımalarını destek verdiğimiz ülkelerde bile görebiliyoruz.

Devlet adamlarının, tamamlamaya çalıştıkları görev listelerine yoğunlaşırken, istemeden de olsa ihmal ve hatta mağdur ettikleri kesimler de var elbette!

Yatırım ve teknolojiye yönelirken; ülkenin temel dinamiği olan aile kurumunu zayıflatan mevzuat ve uygulamaların, medeniyet kodlarımıza açıkça ters kaldığı görülse dahi yürürlüğe konduğunu, aile yıkımını hızlandıran ve bir türlü milli hüviyetine kavuşamayan eğitim sisteminin, adeta nesilleri öğüterek aslına ve değerlerine yabancı sıkıntılı bireyler ürettiğini izliyoruz dehşete kapılarak! Gelişen teknolojik atmosfer ve eğitim adına yapılan dayatmalar, zorlaşan hayat şartları nedeniyle her ikisi de çalışmak zorunda bırakılan ebeveynler yüzünden, ailenin çocuklar üzerinde kalıcı yetiştirme etkileri ve otoriteleri dramatik seviyelere düştü! Aile yuvaları şahsiyet ve asalet timsali evlat yetiştirme becerisini kaybetti. Birbirinin kopyası gibi bencil, şuursuz, değerlerine düşman, nefsine ve medyaya esir olmuş haz odaklı yaşayan kolaylık düşkünü tembel bireyler üretme çiftliklerine döndü!

Millet olarak sürdürülebilir değerler zincirini sağlam tutmadan, mefkuremizi geleceğe başarıyla aktarmamız ve yaşatmamız mümkün değildir! İhmal edilen ilk ve en önemli husus budur! Münevver dostlarımızın ve aile yıkımı faciasına maruz kalmış insanlarımızın acıyla fark ettiği bu sorunu çözmek ve manevi değerlerimizle kurulan köprülerimizi onarmak için, samimi bir gayret ile kurtarma projeleri üretmenin zamanı çoktan geldi ve geçiyor bile!

Bir diğer önemli sorun da maddi haksızlıklar ve mağduriyetler nedeniyle kalbi kırılan, devletine ve liderlerine küsen geniş halk yığınlarıdır. Bu mağdurları her kesimden görebilirsiniz. Fikir ve düşünceleri farklı olsa da Emeklilikte Yaşa Takılma  (EYT) noktasında buluşan milyonlarca insanımız var! Bütün işçi emeklileri 5510 sayılı kanunla zulme dönüşen Aylık Bağlama Oranları (ABO) kabusuyla tanışıyor daha ilk maaşlarında! Gelecek nesillerin de bu kanunu çıkaranları hayırla yad etmeyeceklerine kesin garanti verebilirim!

Süresiz nafaka ile kadınlar lehine haksız ve aşırı ayrımcılıklar yapan mevzuatımız da aileye olan saldırıların maddi unsurları arasında bulunuyor. Hepsi birleşince, aile kurmak için resmi nikah yapmanın erkekler için sonucu, tıpkı Kara Dul denilen dişisi tarafından yenileceğini bile bile yaklaşan erkek örümceğin haline benziyor!

TÜİK’in dosta düşmana güven vermeyen enflasyon hesaplarıyla, her dönemde reel satın alma gücü kar gibi eriyen çalışanların, doğrudan veya dolaylı vergilerle boğulması yüzünden, değil yatırım yapmak, günlük ihtiyaçları karşılamak bile çok zorlaşmaya başladı! Son dönemde yapılan asgari ücretin vergiden muaf tutulması gibi hafifletici uygulamaları alkışlıyor,  altın veya dolar bazında satınalma gücünün tekrar kriz öncesi dönemlere çıkarılmasını veya maaşların hakkaniyetli seviyelere taşınmasını talep ediyoruz.

Manevi bağlarına saldırılan, maddi imkanları giderek daraltılan halkın başına, bir de sayıları 10 milyonu bulan başıboş köpek terörü bela edildi! Türkiye’de bisiklet sürmek, kuryelik yapmak, yalnız başına parklarda koşmak veya çocukları okuluna yayan göndermek, korku filminden beter bir krize dönüştü! Hemen her gün başıboş köpeklerin neden olduğu ölüm, yaralanma veya trafik kazalarını duymaktan bıktık! Hayatından ümit kesilen komadaki vatandaşı için, yurt dışına uçak ambulans gönderebilecek kadar naif ve kudretli davranan devletimizin, gencecik yavruların başıboş köpeklerin dişleri arasında parçalanmalarına sessiz ve etkisiz kalmasını anlayamıyoruz!

Elbette başka ve önemli sorunlar da vardır. Ancak, örneklerini verdiğimiz bu maddi ve manevi sorunların ivedilikle çözülmesi, anayasal teminat altındaki can ve mal emniyetinin tesis edilmesi beklenmeden sağlanmalıdır. Bunlar yapılırsa emin olun halkın mutluluğu ve huzuru artacak, devletine ve liderlerine olan muhabbeti çoğalacaktır! Seçimler, halkın duygusal ikliminin ve siyasiler nezdinde muhasebesinin yansımasıdır. Seçim odaklı kısa vadeli samimiyetsiz yaklaşımlardan ziyade, halkın huzuru ve refahı esaslı projeler hayata geçirilirse, seçimlere yansımaları da elbette olumlu olacaktır!

Özetle, şimdiye kadar açık ara önde giden altyapı yatırımları ve inşaat şirketlerini ihya çalışmalarının biraz da olsa kafi görülerek, halkın doğrudan ve acil sorunlarına yönelinmesini, yıkılmaya yüz tutan gönül köprülerinin onarılmasını istiyoruz. Halkın vakti de bitiyor, sabrı da! Gönül köprülerini onarmak için hemen şimdi değilse, ya ne zaman?




Tasması Olmayan Her Köpek Başıboştur!

Son yıllarda halkımızın başına bela olan başıboş köpek sorunuyla da boğuşmak zorunda kalıyoruz. Bu sorunun bir çığ gibi büyümesinde, sıradan vatandaştan en üst devlet yöneticisine varıncaya kadar hepimizin ayrı ve ortak sorumluluğu var. Bir kısmı masum hayvan sevgisine dayalı görünse de işin içinde büyük bir ihmal, çıkarcılık, insan düşmanlığı, sapkın çizgilere ulaşan hayvanperestlik, sosyal huzurun ve geleneksel değerlerin aşınmasını isteyen karanlık çevreler ve hatta terör örgütlerinin parmak izlerini çok net görebiliyoruz!

Konuyu farklı mecralara çekmeden, yasal zemin ve bilimsel gerçekler üzerinden işlemek istiyorum.

Başıboş köpek nedir? Çok net şekilde boynunda bir tasma olmadan halka açık sokaklarda, parklarda veya arazilerde  dolaşan her köpek başıboştur! Sahipli veya sahipsiz olabilir. Sahipli olsa da tasması ve hatta yasaklı türlerde ağızlığı olmadığı takdirde o an için bu köpekler de başıboştur. Çünkü ne yapacağı kestirilemez. Kime saldıracağı ve ne kadar zarar verebileceği bilinemez. Köpekler kemik parçalayabilen dişleri ile canlı bir silah gibidir! Bu silahın kullanılması farklı amaçlar için ya sahibinin emri ile veya kendi güdüleriyle devreye girer.

İstanbul Barosunun 20 Haziran 2022’de düzenlediği kurultayda yasaklı ırklar hakkında sunum yapan Veteriner Prof. Dr. Ebru YALÇIN, köpeklerde 17 çeşit agresyon (saldırganlık) olduğunu söylüyor! Köpek savunucularının sanki bütün sorunları çözen sihirli bir işlem gibi reklam yapıp savundukları KISIRLAŞTIRMA ile sadece bir saldırganlık türü önlenebilir. Geriye kalan 16 çeşit saldırganlık için ne yapılacak denildiğine ise kör ve sağır rolüne bürünüyorlar!

Saldırgan köpeklerin sadece kısırlaştırma işlemi yapılarak 10-15 günlük bir nekahet (Buna da rehabilitasyon diyorlar! Sanki köpeğe psikolojik telkin verilerek huyu kökünden değiştiriliyormuş gibi.) süresinden sonra tekrar alındığı yere BAŞIBOŞ bırakılması; tıpkı saldırgan olduğu için 17 dişinden birisinin çekilip alındığı yere bırakılması gibi saçma, bilimsel temelsiz ve insan hayatıyla kumar oynanan tehlikeli bir yöntemdir. Üstelik hayvan vücudundan sökülen üreme sisteminin hayvanın davranışını kötü etkilediği, saldırganlığı önlemediği gibi arttırdığını belirten bilimsel çalışmalar ve makaleler de mevcutken, tek başına kısırlaştırma işleminde ısrar edilmesi iyi niyetle açıklanamaz!

Köpek yemi rantçılarının, yüzde 80’i ithalata dayalı yüz milyonlarca dolara ulaşan sömürü kaynaklarının sürmesi için kontrolsüz üremeyi teşvik ettiği, bütün başıboş köpeklerin aynı anda toplanarak kısırlaştırma ameliyatına alınmalarının teknik, ekonomik ve insan kaynağı açısından mümkün olmadığı bir durumda, kısırlaştırmanın nüfus kontrolünü hızla sağlayacağını iddia etmek için; ya ileri derecede saf, ya rant kapısını koruyan ikiyüzlü çıkarcı veya bu topluma ve insanlara düşmanlık için her şeyi mubah gören hainlerden olmak gerekir!

Köpekler, binlerce yıl önce kurt sürülerinden ayırarak insani hizmetler için evcilleştirdiğimiz vahşi kökenli hayvanlardır. Evcilleşen köpeklerin yaşam alanı sahiplerinin yanıdır. Bir sahibi olmadığında veya kontrolü kaybedildiğinde, başıboş kalan köpekler anlık olarak veya zaman içinde vahşileşip öngörülemeyen saldırılarda bulunabilir. Bu yüzden sürekli kapalı bir bahçe gibi alanda veya tasmaları ile sahiplerinin yanında bulunmaları gerekir. Çoban köpekleri gibi özel eğitimli olanlar müstesna, açık arazilerde dolaşmaları da aynı şekilde tehlikelidir. Yıllardır Veterinerlik Fakültelerinde Öğretim Üyeliği ve Dekanlık yapan Veteriner Prof. Dr. Orhan ÖZBEY, geçtiğimiz gün bir twitter sohbet odasında köpeklerin doğal yaşam alanlarının sahiplerinin evi ve bahçesi olduğunu, rastgele insanlarla birlikte karışık yaşamalarının hem güvenlik hem de sağlık yönünden tehlikeli bulunduğunu, köpeklerin 50’den fazla hastalık etkenini taşıyarak insanlara bulaştırdığını, Kuduz hastalığının bunlar içinde en tehlikelisi olduğunu çok net ifade etti.

Sağlık Bakanlığı, Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü, Zoonetik ve Vektörel Hastalıkları Dairesi Başkanlığı internet sayfasına baktığımızda, özellikle köpeklerin başrolde olduğu Kuduz ve Kist Hidatik hastalıklarına dair verilere ulaşıyoruz. Kuduz şüpheli temas (saldırı) sayısının 2019 yılında 308.7087’ye fırladığını Pandemi etkisiyle biraz gerileyip 2021’de 250.375’e çıktığını izliyoruz. Her bir kuduz şüphesinde kişiye 4 doz kuduz aşısı yapılmak zorunda olduğu için, yıllık Kuduz Aşısı ithalatımızın 1,5 Milyon doz civarında olduğunu biliyoruz! Üstelik 2 yaşındayken evinin balkonunda başıboş köpek tarafından ısırılan Ali Asaf bebek gibi bazı vakalarda, Kuduz aşısı yapılsa bile işe yaramadığını ve Kuduzdan acılar içinde ölümlerin gerçekleşebildiğini de unutmayalım!

Kuduzdan söz açılmışken Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından, 5996 sayılı Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Kanununa dayanarak 012 yılında çıkarılan “Kuduz Hastalığından Korunma ve Kuduz Hastalığı İle Mücadele Yönetmeliği”  Önleyici Tedbirler başlığı altında:

MADDE 10 – (1) Hayvan sahipleri hastalıkla mücadele amacıyla Yetkili Otorite tarafından yazılı olarak bildirilen talimatları yerine getirmekle yükümlüdür. Hastalığın önlenmesi amacıyla hayvan sahipleri tarafından aşağıdaki tedbirler alınır:

a) Hayvan sahipleri hayvanlarını hiçbir şekilde terk edemezler. Hayvan sahipleri hayvanlarının diğer hayvanlarla ya da insanlar ile kontrolsüz bir şekilde temasını engelleyecek tedbirleri almak ve şüpheli temasları il ve ilçe müdürlüklerine bildirmekle yükümlüdür.

b) Çeşitli nedenler ile hayvan bakmaktan vazgeçenler ya da hayvanlarına bakamayacak hale gelenler durumlarını belediyeler ve bakımevlerine bildirmekle yükümlüdür. Bu kişilerin hayvanları bakımevleri, gönüllü kuruluşlar veya belediyeler tarafından yeniden sahiplendirilmek ya da koruma altına alınmak zorundadır.

c) Köpek sahipleri; aşılamayacak yükseklikte çit veya duvar benzeri engellerle sınırlanmış halde bulunan köpekler, avda olan av köpekleri ile sürüleri koruyan çoban köpekleri istisna olmak üzere köpeklerinin serbestçe dolaşmalarına izin veremezler, tasma ve kayış benzeri sınırlayıcı bir önlem almaksızın köpeklerini dolaştıramazlar.” hükümleri açıkça yazılıdır!

Sahipli köpeklerin dahi tasmasız dolaştırılmaları tehlikeli ve yasak olarak tanımlanmışken, sokaklarımızı fiilen işgal eden ve 10 milyona yakın olduğu bilinen başıboş köpeklerin, serbestçe dolaşmalarının normal olduğunu hangi akıl ve vicdan sahibi insan iddia edebilir veya savunabilir?

5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunun 6. maddesinde yer alan “Sahipsiz veya güçten düşmüş hayvanların en hızlı şekilde yerel yönetimlerce kurulan veya izin verilen hayvan bakımevlerine götürülmesi zorunludur. Bu hayvanların öncelikle söz konusu merkezlerde oluşturulacak müşahede yerlerinde tutulması sağlanır. Müşahede yerlerinde kısırlaştırılan, aşılanan ve rehabilite edilen hayvanların kaydedildikten sonra öncelikle alındıkları ortama bırakılmaları esastır.” ibaresi bütün insan ve hayvan sağlığı bilimine, diğer kanun ve mevzuatlara aykırı olarak hatalı çıkmıştır! Meclisimiz, köpek istismarcılarının baskı ve dayatmalarının etkisinde kalarak, insan ve hayvan sağlığını, emniyet ve güvenlik esaslarını, önceki mevzuatın genel ruhunu ve medeniyetimizin değerlerini yok saymıştır! Bu hatanın acilen giderilmesi gereklidir. Ancak, bu hatalı madde bile başta belediyeler olmak üzere, Merkezi ve Yerel idarelerin halkın sağlığı ve güvenliği için gerekli tedbirleri ihmal etmesine asla yeterli bir gerekçe olamaz! Esastır kelimesi varsayılan değer anlamındadır. Kesin zorunluluk yoktur! Belediyelerin, Sayın Cumhurbaşkanımızın açık talimatına uyarak derhal bütün başıboş köpekleri toplamaları ve özel yaşam alanlarında, konforu ve güvenliği sağlanmış gelişmiş barınaklarda tutmaları şart ve gereklidir. Meydana gelen her saldırı ve hastalık olayından belediyeler ve yerel mülki idareler doğrudan sorumludur! Köpeklerin işlediği veya neden olduğu cinayetlerin ortağıdır! Yargıda bulunan adalet ve vicdan sahibi Hakimlerimizin bu konuda gereken hassasiyeti göstereceğine eminiz!

Tekrar başa dönecek olursak; sokaklarımızı, parklarımızı, plajlarımızı, ormanlarımızı resmen işgal eden başıboş köpekler ve sahibi tarafından tasmasız bırakılan köpekler insanlar ve diğer hayvanlar için açık bir tehdit ve tehlike kaynağıdır. Bu köpekler genelde ev içinde beslenmeyen kangal kırması büyük ve ağır güçlü hayvanlardır. Zaten küçük ve zayıf olanları kendileri saldırıp öldürerek yok etmektedir. Ticari olarak üretilip satılan köpekler genelde küçük ve sahibine aşırı bağımlı cinslerdir. Bunların dışında üretimi yasak olmasına rağmen gizlice üretilip satılan köpek ırklarından sokağa atılanlar da nadiren de olsa bulunmaktadır. Kanun ve yönetmeliklerde açıkça görüldüğü üzere başıboş köpeklerden ilk etapta belediyeler sorumludur ve kanunen sahipleri olarak işlem görürler. Başıboş köpeklerin saldırıp öldürdüğü, yaraladığı, kazaya neden olduğu her vakada Belediyeler suç ortağı olarak sorumludur! Sahipli köpeklerin karıştığı saldırılarda para ve hapis cezalarının sahiplerine  rücu etmesi gibi, başıboş köpeklerin karıştığı olaylarda da Belediyelere adli-idari işlem yapılmalıdır. Vatandaşımızın sabrı ve sessizliği kötüye yorumlanarak bu açık görev ihmaline ve tehlikeli umarsızlığa derhal son verilmelidir!

Toplumun bilinçlenmesine katkı sağlayan, mazlum ve mağdurların sesi olan Sevilay Yılman, Süleyman Özışık, Fuat Uğur, Cüneyt Özdemir, Mehmet Ali Önel gibi gazetecilere, Yıldız Tilbe, Yeşim Salkım gibi sanatçılara, Jahrein gibi medya ünlülerine, bilimin namusunu ve insan sağlığını bütün dayatmalara rağmen üstün tutan Prof. Dr. Orhan Özbay gibi hocalarımıza, her türlü çirkefliğe karşı mazlumların yanında gönüllü duran Av. Devrim Koçak, Dr. Av. Ahmet Keşli gibi hukukçulara, Büyükelçi Serdar Kılıç ve RTÜK Başkan Yardımcısı Dr. İbrahim Uslu gibi kıymetli bürokratlara, evladının acısını içine gömerek başka Mahra’ların köpeklere av olmaması için çırpınan ve Güvenli Sokaklar Derneğini kuran Derya-Murat Pınar çiftine, bu sorunu dile getiren isimli/isimsiz kahramanlara ve medya kuruluşlarına teşekkür ediyor, en derin saygı ve sevgilerimi paylaşıyorum. Allah hayırlı işlerinizden razı olsun! Başımızdakilere de acilen gereğini yapacak dirayet ve feraset nasip etsin!

 

Dr. Ercan Özçelik
Eğitimci-Yazar
Güvenli Sokaklar Derneği  İstanbul Temsilcisi

 

 

Kaynaklar:

Prof. Dr. Ebru Yalçın: Köpeklerdeki 17 Çeşit Agresyon (Saldırganlık) 

Prof. Dr. Orhan ÖZBEY: Köpeklerin Doğal Yaşam alanları ve Yaydıkları Hastalıklar

Kuduz İstatistikleri: https://hsgm.saglik.gov.tr/tr/zoonotikvektorel-kuduz/istatistik

Ali Asaf Bebek Haberi: Başıboş köpeğin saldırdığı Ali Asaf bebek Kuduzdan hayatını kaybetti

Kuduz Yönetmeliği: https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2012/01/20120118-3.htm




Ani Ölümleri Neden Sorgulamıyor ve Araştırmıyoruz?

Hayatımızın son 3 yılı olağanüstü küresel bir salgın, yani pandemi dönemiyle geçti. Tarihi vesikalarda okuduğumuz, Avrupa kıtasını kasıp kavuran veba salgını gibi önemli olayları dahi gölgesinde bırakacak kadar geniş kapsamlı bir süreçti. Çünkü insanlığın en hareketli olduğu, seyahat ve iletişimin en yoğun olduğu zamanlardayız. Çin’in bir şehrinde başladığı söylenen salgın hastalığın, kısa sürede dünya turnesine çıkabilmesi normal kabul ediliyor artık.

Her insan gibi benim de bu pandemi konusunda kişisel görüş ve tespitlerim var elbet. Ancak görevim ve konumum gereği en azından nötr kalmam gerekiyor. Bu yazımda, her vatandaşın dikkatini çeken kalp krizi odaklı ani ölümlerin sıklığının nedenlerini öğrenme ihtiyacımıza vurgu yapmak istiyorum. Çünkü artık neredeyse sıradanlaşmaya başlayan bu ani ve özellikle genç ölümlerin anormalliğini fark etmek için sağlık personeli olmaya bile gerek yok!

Özellikle enflasyon konulu rapor ve tespitleri son derece şüpheli ve sorunlu olarak görülse de TÜİK’in istatistik anlamda özgünlüğü ve resmi yetkinliği ortadadır. Ölüm istatistikleri için baktığımızda son verilerin 2018 yılına ait olduğunu görüyoruz. TÜİK dışında sağlık verilerinde diğer bir veri kaynağımız da Sağlık Bakanlığı web sitesidir. Sağlık Bakanlığının yayınladığı “Sağlık İstatistikleri Yıllığı” da 2019 yılında kalmıştır.

2020 ve 2021 yılı ölüm istatistikleri son derece kritik olduğu halde açıklanmaması araştırmacılar ve kamuoyu açısından şüpheli ve güven kaybedici bir yaklaşımdır. Öyle ki, hemen her kesimden kalp krizi nedenli yaşlı veya genç ölümlerin dikkatleri çekecek frekanslarda (sıklık) seyretmesinin doğurduğu karanlık alan yüzünden, aşı veya ilaç uygulamaları açısından haklı veya haksız yorumlar ve teoriler kurulmasına neden olmaktadır.

Google Akademik üzerinden pandemi sonrası ölüm nedenleri hakkında bilimsel makale araştırması yaptığımda sadece 1 adet ve 2020 yılının ilk aylarını kapsayan çalışma gördüm. Veri kısıtlılığı ve aşılama gibi uygulamaların henüz yerleşmemiş olması nedeniyle  bu çalışma yeterli ve kapsamlı değildi. Covid-19 gibi özel bir etkene bağlı olmaksızın tüm ölümlerin irdelenmesi ve 2019 yılına göre anlamlı bir düzeyde ölüm nedenleri açısından bir değişikliğin olup olmadığının tespiti gerekir.

Araştırmacıların ve kamuoyunun merakla beklediği 2020 ve 2021 ölüm istatistikleri açıklanana kadar son veriler üzerinden durum tespiti yapmaya çalışalım.

TÜİK verilerine göre Türkiye’deki toplam ölüm nedenlerinin 2017 ve 2018 yılı dağılımını aşağıdaki tablodan görebiliriz. Kalp Krizinin de yer aldığı dolaşım sistemi hastalıklarının 2018’de bir miktar azalarak %38,4 şeklinde tespit edildiğini anlıyoruz. Kanser ve diğer nedenler de sırasıyla verilmiş. Hemen altındaki şekilde ise Sağlık Bakanlığı verilerine göre 2019 yılı değerlerini gayet şık bir grafikte izliyoruz. Dolaşım sistemine bağlı ölümlerin azalma trendinin sürerek %37 bandına geldiğini, bir diğer önemli ölüm nedeni olan kanser hastalıklarının da %18 seviyesinde olduğunu anlıyoruz. Acaba bu verilerin 2020 ve 2021 değerleri nedir? Bilmek istiyoruz!

Ölüm nedenlerinin dağılımı, 2017, 2018 (TÜİK)

Ölüm nedenlerinin OECD ülkelerindeki oranlarıyla karşılaştırdığımızda kansere bağlı ölümlerin Türkiye’de %6 oranında daha az görüldüğü belli oluyor. Bu veriler tam gerçeğe uygun mu, kayıt eksiği veya hatası var mı diye sormak gerekli olsa da, alkol ve beslenme alışkanlığı, doğal beslenme, sağlıklı çevre gibi nedenlerle ülkemiz lehine doğruluğuna yürekten inanmak isteriz. Öte yandan OECD ülkelerine göre %7 oranında fazla seyreden Dolaşım Sistemine bağlı ölümler hakkında teyakkuza geçmemiz gerektiği de açıktır.

Sağlıklı bilgi ve şeffaflığın olmadığı yerlerde provokasyon, şaibe, komplo ve suistimal gibi istenmeyen gelişmelerin yaşanacağı açıktır. Özellikle genç ölümleri açısından baş şüpheli olarak işaret edilen mRNA  aşıları hakkında haksız olabilecek yargıların yerleşmesini önlemek ve devletin sağlık politikalarına olan güveni yüksek tutmak açısından, adeta salgın gibi hissedilen kalp krizine bağlı ölümlerin ciddiyetle araştırılmasını ve kamuoyuyla paylaşılmasını talep ediyoruz. Üniversitelerimizin bu konudaki suskunluğu da rahatsız edici bir durumdur. Pandemi sürecine dahil olan Bill Gates gibi geçmişi ve projeleri şaibeli kişi ve kuruluşların rahatsız edici söylem ve tavırları da olağan şüpheleri körükleyen bir durumdur. Bu vesile ile DSÖ’nün de güvenilmez kurumların başında geldiğini, etik olmayan fon kaynakları ve çelişkili kararları ile bu gerçeğin gizlenemez noktaya ulaştığını belirtmek zorundayım.

Bize başkalarından hayır yok! Yetişmiş değerlerimizi ve yetişmekte olan gencecik fidan gibi neslimizi tehdit eden bu ani kalp krizi ile ölüm dalgasını aydınlatmak ve mümkün olan her tedbiri almak konusunda Sayın Cumhurbaşkanımızın da farklı düşünmediğine eminim. Belki de her konuda olduğu gibi bu ölümlerin araştırılması için de kendisinden TALİMAT bekliyorlardır! Sayın Cumhurbaşkanımızın bu talimatı vermesini saygılarımızla arz ve talep ederiz.

Dr. Ercan ÖZÇELİK

Kaynaklar:

TÜİK Ölüm İstatistikleri Bülteni: https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Olum-Nedeni-Istatistikleri-2018-30626

Sağlık İstatistikleri Yıllığı 2020: https://dosyasb.saglik.gov.tr/Eklenti/43399,siy2020-tur-26052022pdf.pdf?0




USPUM Ne Yapmaya Çalışıyor?

Ulusal Stratejiler ve Politikalar Üretme Merkezi yani kısaca USPUM’u, Muhammed Taha Gergerlioğlu’nun liderliğinde bir platform ve vatan-millet sevdasıyla dertliler grubu olarak başlayan, daha sonra resmi dernek tesciliyle kurumsal yapısını sağlamlaştıran bir düşünce kuruluşu olarak tanımlayabiliriz.

Taha beyle tanıştığım 2011 yılından itibaren, modern zamanların dervişi tanımına uyan halim selim ve babacan tavırları, mütebessim, mütevazi ve mutedil halleri, anormal derecede geniş çevresi ile zaten tek başına kurumsal bir şahsiyet olduğuna inanmış ve güvenmiştim. Daha sonra etki alanının sadece Türkiye ile sınırlı kalmadığını, Avrupa bölgesinde ve Arap coğrafyasında da hissedilen bir ağırlığının olduğunu memnuniyetle müşahede ettim. Almanya’da Türkiye için çalıştığı iddiasıyla yaşadığı zorluklar da kendi çapında tarihsel bir olaydır. Yaşadığı olaylar, aldığı eğitim ve terbiyenin sonucu olarak büyük resmi görmüş ve sorunlardan kurtuluşun sistematik düzenleme ile aşılabileceğini görmüş nadir mütefekkirlerimizdendir. Bu halini bütün röportaj ve yayınlarda kolayca fark edebilirsiniz. Hep sistem der, mefkure der, uygulaması kolay, önemli olan stratejik kararları almaktır der.

USPUM vesilesiyle Taha beyin sosyal derinliğini, etki ve erişim genişliğini, ülke sınırlarını aşarak kadim coğrafyamızla olan güçlü bağlarını da tanımaya başladım. Beni en çok heyecanlandıran konulardan birisi, günlük hayatımızda pek buluşamadığımız, temasımız olduğunda ise basma kalıp yargılarımız nedeniyle yasak savar gibi sınırlı iletişimde kaldığımız toplum kesimlerini tanımak ve aslında ne kadar çok ortak ilgi ve kaygı alanlarımız olduğunu fark etmektir. USPUM, potasında iyi niyet, birlik, beraberlik, hakka ve adalete hizmet, değerlerimizi yüceltmek gibi giysileri kuşanınca, neredeyse hepimiz aynı renklere büründük! Artık nereli olduğumuzun, hangi kavimden geldiğimizin, hangi ideolojik altyapıdan yetiştiğimizin, hangi meslekten olduğumuzun falan pek bir önemi kalmadı. İnsani değerlerde buluştuk. Dilimizle hep söylediğimiz, ama içi boş romantik bir söylemde bıraktığımız ümmet kardeşliğini, fiilen tecrübe ederek iliklerimize kadar hissetme imkanımız oldu. Farklılıklarla yaşama kültürünü ve saygınlığını, değerlerimizin bütünlüğüne zarar vermeden, aslımızı inkar ve rencide etmeden sürdürebilmenin pratiğini yaşadık. Ortadan neyi götürebileceğini değil, neyi tamamlayarak harika eserlerin çıkabileceğini sorgulayan ve gayrette yarışan insanlarla tanıştık. Muhabbeti ve sabrı olan gönüllü devam etti, hasbi olmak yerine hesabi davranmayı düşünen veya mazereti olan da kendiliğinden ayrıldı gitti.

Ehli Beyt Ocaklarımızın tarihi ve kültürel zenginliğini, Ahi teşkilatlarımızın kadim esnaflık ve insanlık öğretilerini, Roman vatandaşlarımızın katıksız gönül zenginliğini, sağ veya sol geçmişten gelse de kutsallarımıza göz bebeği gibi değer vermede birleşen aydınlarımızı, akademik camiada yürek kabartan başarılı hocalarımızı, devletin çeşitli birim ve kademelerinde hizmeti bulunan bürokrat büyüklerimizi, sanayi ve ticaret kollarında değer üreten girişimcilerimizi, hülasa neredeyse her kesimden dostlarımızı ve gönüldaşlarımızı tanıma ve birlikte hayra hizmet için çalışma imkanına kavuştuk.

Sorunlarımızı tartıştık, çözümler için beyin fırtınaları yaptık. Birbirimizi eğittik. Uzmanlık gerektiren alanlarda yetkin dostlarımızı seminerlerde misafir ettik ve onlar üzerinden tarihe notlar düştük. Makam ve yetki sahiplerinin çalışmalarına ışık tutacak projeksiyonlar, raporlar ve vizyon analizleri hazırladık. Güzel işlerin ardında yatan isimsiz kahramanlardan olmak bile yetti bizlerin mutluluğuna. Çünkü kazanan Milletimiz, Devletimiz ve kardeşçe yaşamaya ant içtiğimiz Ümmetimiz oldu. Tıpkı Libya etkinliklerimiz gibi, tıpkı Suriye ve sınır bölgelerinde çalışmalarımız gibi.

Bazen sanal ortamda, bazen USPUM ofisinde buluştuk. Strateji gereği yurt içinde buluştuğumuz etkinlikler yaptık. Toplum kesimleri arasında sevgi ve iletişim köprüsü olduk. Gayretimizi taze tutacak saha çalışmaları yaptık. Sahanın nabzını duyması gerekenlere taşıdık.

Sözün özü USPUM olarak mefkuremizin ardında olduk ve gerçekleşmesi için fiili duada bulunduk. Bölünme ve ayrılıkta gazap, birleşme ve hayırda dayanışmada rahmet olduğuna inandık. Güzel işleri hiç çekinmeden alkışladık, yanlışları göstermekle kalmayıp düzeltmek için yollar ve projeler hazırladık. Bu çalışmaların hepsinde Taha beyin varlığı, benzemezleri birleştiren ve güzellikte özleştiren bir çimento gibi oldu. Demir ve taşın sırt sırta verip sağlam durmasını sağlayan harç gibi tevazuyla çalışan yumuşak güç rolünü oynadı.

USPUM tek güzel veya iyi kalmayı değil, en güzeller ve iyiler arasında bulunmayı, hayırda yarışmayı tatlı rekabette başarıyı önceler. Ülkemiz, olağanüstü kıymetli ve stratejik değerli bir coğrafyada varlığını sürdürme ve geliştirme mücadelesi verirken, daha fazla düşünce kuruluşlarının yetişmesini, toplum, ümmet ve insanlık yararına projelerin siyasi partiler üstü bir duyarlılıkla çalışmalarını önemsiyor ve destekliyoruz. Günlük siyasete kapılmadan, siyasi partilere taraf veya karşı olmadan, doğruların yanında duran, ülkemize zararlı yanlışların düzeltilmesi için çalışan bir düşünce kuruluşudur USPUM.

Kısa, orta ve uzun vadeli hedeflerinin tanımlanabilmesi için dileyen kurum ve kuruluşlara özel danışmanlık hizmetlerinin de verilebilmesi gereklidir. Her araştırma projesi ve sorunlarda kök neden analizleri, aynı zamanda uzmanlık eğitimleri için doğal birer eğitim fırsatlarıdır. USPUM’un bir başka amacı da ülkenin entelektüel insan kaynağı sermayesine yeni değerler kazandırmaktır. USPUM’da olmak, USPUM’la çalışmak çok güzel bir fırsat ve mutluluktur!




#BaşıboşKöpek Terörünün Sorumlusu Belediyelerdir!

Terör ifadesinin, kendisini hayvansever olarak niteleyen kişileri çok rahatsız ettiğini biliyorum. Ancak, ne yazık ki insanların başıboş köpekler yüzünden yaşadığı korku ve dehşet atmosferinin tam karşılığını terör kelimesi veriyor! TDK sözlüğüne göre, terör Fransızca kökenli ve “yıldırı” anlamına geliyor.

Bugün baktığımızda, sayıları 10 milyon civarına ulaşan başıboş köpeklerin, çocuklar, yaşlılar, engelliler, kadınlar başta olmak üzere insanlar için sokakları ve açık arazileri, parkları, ormanları tamamen sağlıksız ve güvensiz ortamlara çevirdiğini, kendilerinden başka bütün canlıların varlığını tehdit ettiğini, çeteleşerek vahşi kurtlar gibi av partileri yaptığını, kuduz, kist hidatik, delibaş hastalığı gibi çok sayıda hastalığı taşıyıp bulaştırdığını dehşetle görüyoruz. Her gün köpek saldırısıyla parçalanan çocuklarımızın, köpekten kaçarken araba altında ezilen insanlarımızın, köpeklerce telef edilen kümes veya küçükbaş hayvanlarımızın haberlerini okuyoruz. Bu yaşananlar terör değilse nedir? İnsanlar çoluk çocuğunu güvenle okula gönderemiyorsa, özel sitelerin içinde bile emniyette hissetmiyorsa, parklara, ağaçlık alanlara günün herhangi bir saatinde spor veya dinlenme için gidemiyorsa, yani bütün bunları yapmaktan korkup YILMIŞ ise, başıboş köpek terörüne boyun eğmiş demektir!

Kötü niyetli insanların işleyebileceği suçları bahane ederek, köpeklerin neden olduğu vahşete kimse kılıf uydurmasın! İnsanlar suç işlediğinde mutlaka karşılığını görüyorlar,  haklarında işlem yapılıyor para veya hapis cezasıyla karşılaşıyorlar. Keşke katiller için de Allah’ın hükmü olan kısas yani idam cezası gelse! İnsanların arasındaki adalet tartışmaları, köpek terörüne meşrutiyet kazandırmaz! Bunu yapanlar, savunacakları haklı bir şey olmadığı için konuyu çarpıtan vicdansız ve kronik insan düşmanlarıdır.

3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu, terör tanımını şöyle yapmış:
Madde 1– (Değişik birinci fıkra: 15/7/2003-4928/20 md.) Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasî, hukukî, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir.”

5237 sayılı Türk Ceza Kanununda, “Kamu Barışına Karşı Suçlar bölümünde“, “Halk arasında korku ve panik yaratmak amacıyla tehdit” başlığı altında:
Madde 213- (1) Halk arasında endişe, korku ve panik yaratmak amacıyla hayat, sağlık, vücut veya cinsel dokunulmazlık ya da malvarlığı bakımından alenen tehditte bulunan kişi, iki yıldan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” hükmü yer alıyor. Başıboş köpekler, burada sayılan ve kalınlaştırdığım suç unsurlarının faili  olmakta ancak, yasal sorumlulukları olmadığı için mağdurlarının sıkıntısı katlanarak sürmektedir.

Türk Ceza Kanununda “Topluma Karşı Suçlar” bölümünde “Genel Tehlike Yaratan Suçlar, Genel güvenliğin kasten tehlikeye sokulması” başlığı da vardır.
Madde 170- (1) Kişilerin hayatı, sağlığı veya malvarlığı bakımından tehlikeli olacak biçimde ya da kişilerde korku, kaygı veya panik yaratabilecek tarzda; a) Yangın çıkaran, b) Bina çökmesine, toprak kaymasına, çığ düşmesine, sel veya taşkına neden olan, c) Silahla ateş eden veya patlayıcı madde kullanan, Kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” Burada suç olarak sayılan hayata, sağlığa ve malvarlığına karşı korku, kaygı ve panik hallerinin tamamını, başıboş köpek terörüne maruz kalan insanlar da yaşıyor! Fiziksel ve duygusal yaralanma, hastalık bulaşması, motor/bisiklet ve araçlarının zarar görmesi sıkça yaşanan, yaşanmadığında bile korku ve kaygı nedeniyle güvensizliğe ve huzursuzluğa yol açan bir gerçektir.

İnsanlarımız köpekler yüzünden can ve mal güvenliği endişesine kapıldıklarında, savunma amacıyla köpeklere karşı fiziksel müdahaleye girdiğinde bundan sorumlu tutulamaz! Çocuğunu veya evcil hayvanlarını vahşi köpeklerin dişlerinden kurtarmaya çalışırken ve sonrasında yapacakları müdahaleyi kötü gösteren vicdansızların aksine, kanunlarımız meşru müdafaayı kabul ediyor ve suç saymıyor! TCK “Cebir ve şiddet, korkutma ve tehdit” başlığı altında;
Madde 28- (1) Karşı koyamayacağı veya kurtulamayacağı cebir ve şiddet veya muhakkak ve ağır bir korkutma veya tehdit sonucu suç işleyen kimseye ceza verilmez. Bu gibi hallerde cebir ve şiddet, korkutma ve tehdidi kullanan kişi suçun faili sayılır.” Hükmü vardır. Hiç kimsenin, saldırgan köpeğe karşı mücadele ederken şiddet uygulamak zorunda kalan mağdurları kınamaya hakkı yoktur! Kınama yapılacaksa sahipli köpeklerin veya sahipsiz köpeklerin sahibi kabul edilen belediyelerin kınanması gerekir.

Belediyeler sahipsiz köpek teröründen niçin sorumludur?

5393 sayılı Belediye Kanununda, Belediye Başkanının görev ve yetkilerini sıralayan 38.madde içinde “m) Belde halkının huzur, esenlik, sağlık ve mutluluğu için gereken önlemleri almak.” ibaresi bulunur. Belediyenin kolluk gücü sayılan Zabıtaların görev ve yetkileri için “Madde 51- Belediye zabıtası, beldede esenlik, huzur, sağlık ve düzenin sağlanmasıyla görevli olup bu amaçla, belediye meclisi tarafından alınan ve belediye zabıtası tarafından yerine getirilmesi gereken emir ve yasaklarla bunlara uymayanlar hakkında mevzuatta öngörülen ceza ve diğer yaptırımları uygular.” ibareleri vardır. Yani yetkili olduğu sınırlar içinde halkın sağlığını ve huzurunu tehdit eden olaylara müdahale etmek belediye başkanlarının ve belediye kolluk gücü olan zabıtaların görevleri arasındadır.

Belediye Zabıta Yönetmeliğinde sağlık, çevre ve hayvanlarla ilgili görev ve sorumluluklar ayrıntılı olarak işlenmiş ve hem Belediye Kanununa hem de 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanuna atıflar yapılarak yetkileri tanımlanmıştır.

5199 sayılı kanunun 4.maddesinde “j) Yerel yönetimlerin, gönüllü kuruluşlarla işbirliği içerisinde, sahipsiz ve güçten düşmüş hayvanların korunması için hayvan bakımevleri ve hastaneler kurarak onların bakımlarını ve tedavilerini sağlamaları ve eğitim çalışmaları yapmaları esastır.” bendi bulunuyor. Yani kanun açıkça sahipsiz hayvanların sahibi yerel yönetimler yani belediyelerdir diyor!

6.maddesinde “Sahipsiz hayvanların korunması, bakılması ve gözetimi için yürürlükteki mevzuat hükümleri çerçevesinde, yerel yönetimler yetki ve sorumluluklarına ilişkin düzenlemeler ile çevreye olabilecek olumsuz etkilerini gidermeye yönelik tedbirler, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı ile eşgüdüm sağlanarak, diğer ilgili kuruluşların da görüşü alınmak suretiyle Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenir.” Paragrafı içinde yine belediye sorumluluğu vurgulanıyor.

Bu paragraftan sonra gelen “Sahipsiz veya güçten düşmüş hayvanların en hızlı şekilde yerel yönetimlerce kurulan veya izin verilen hayvan bakımevlerine götürülmesi zorunludur. Bu hayvanların öncelikle söz konusu merkezlerde oluşturulacak müşahede yerlerinde tutulması sağlanır.”   cümlesi ile sahipsiz hayvanların belediye tarafından bakılması yine hatırlatılıyor. Ancak devamında gelen “Müşahede yerlerinde kısırlaştırılan, aşılanan ve rehabilite edilen hayvanların kaydedildikten sonra  öncelikle alındıkları ortama bırakılmaları esastır.” cümlesi yasaların genel yapısına ve belediyelerin sorumluluklarına aykırı şekilde yanlış anlaşılan bir yaklaşım ile sanki belediyelerin sadece kısırlaştırma ve tedavi amaçlı olarak sahipsiz hayvanları toplayacağı ve sonrasında aldığı yere mutlaka geri bırakmak zorunda olacağı propagandası yapılıyor. Bu cümle ilk olarak hayvanları alınan yere bırakma konusunda kesinlik içermiyor!

Kanun “esastır” derken aksine bir mani, şikayet, zarar veya tehlike yoksa yerine geri bırakmayı tavsiye ediyor. Bu tavsiyenin emir gibi algılandığını, vatandaş sahipsiz köpeklerden şikayetçi olsa bile tekrar zorla aynı yere bırakıldığını veya belediyelerin bazı kişilerin baskısı nedeniyle böyle davranmak zorunda kaldığını da görüyoruz. Daha kolay ve ucuz olduğu için bu yolu kasıtlı tercih eden, barınak yerleri kurmaktan kaçınan belediyelerin sayısı da az değil!  Nitekim, sağlıklı barınak sahibi belediyelerin neredeyse beşte bir oranında azınlıkta kaldığını öğreniyoruz.

Belediyelerin sahipsiz köpeklerin zararlı sonuçlarından maddi ve manevi olarak zarar gören, şikayetçi olan vatandaşa karşı kanunlar nezdinde sorumluluğunu 5199 sayılı kanunda geçen “öncelikle alındıkları ortama bırakılmaları esastır” ibaresi kaldırmaz! Halkın sağlığı ve güvenliği açısından belediyeler sahipsiz hayvanlardan tam sorumludur! Çünkü sahipsiz görülen hayvanların yasal sahibi belediyelerdir! Sahipli hayvanların neden olduğu zarar ve ziyandan sorumlu olmaları gibi belediyeler de sahipsiz hayvanlardan tam sorumludur!

Sahipsiz köpeklerin doğrudan saldırıp parçalayarak, korkutup kovalarken kazaya uğratarak insanlarımızın ölümüne ve yaralanmasına neden olduğunu, belediyelerin ve Valiliklerin vah vah demekten başka etkili iş yapmayarak görevden kaçındığını, sayın Cumhurbaşkanımızın açık talimatına rağmen sokaklardan toplanmadığını hep birlikte üzülerek takip ediyoruz. İnsanlarımız adeta vahşi orman kanunları içinde yaşamaya zorlanıyor. Milletin çözüm için yetki verip Ankara’ya gönderdiği iktidar Milletvekili köpek saldırısında ağaç gibi durun diye tuhaf ve alaycı tavsiyelerde bulunuyor. İktidar tıpkı feministlere teslim olduğu gibi bir grup hayvansever görünümlü insan düşmanı azınlığın tahakkümüne boyun eğmiş gibi davranıyor. Yabancı devletler vatandaşlarını ülkemizdeki başıboş köpek terörüne karşı uyaran bültenler yayınlıyor. Modern zamanlarda ilkel bir korku ve dehşeti kabul etmeye, arada sırada köpeklere kurban verip normal görmeye zorlanıyoruz!

Sahipsiz köpeklerin doğrudan faili ve taşıyıcısı olduğu çok sayıda hastalık vardır. Bunlardan örnekler vererek belediyelerin sorumluluğu bağlamında konuyu kapatmak istiyorum:

Sağlık Bakanlığı belgelerine göre Kuduz hastalığı %91 oranında köpeklerden bulaşır. Aşısız köpeklerin gelişi güzel üremesi, diğer kuduz olmuş köpeklerden veya doğada yaşayan ve kuduz hastalığını taşıyan kurt, çakal, tilki gibi hayvanlarla temaslarında hastalığı kaparak insanlara ve evcil hayvanlara bulaştırmaları gibi geniş etkileri vardır. Türkiye’de 2021 yılında 250.375 kuduz şüpheli temas vakası kayıtlanmıştır. Sağlık kuruluşuna gelmeyenler hariçtir. Günlük ortalama 685 vaka olmuştur. Bu vakaların her birisi için en az 4 doz kuduz aşısı yapılmak zorunda olduğundan, 2021 yılında uygulanan kuduz aşısı sayısı 1.000.100 doza ulaşmıştır.

Kuduz Hastalığından Korunma ve Kuduzla Mücadele Yönetmeliği 5996 ve 639 sayılı kanunlara dayalı olarak çıkarılmıştır. Bu yönetmeliğin kuduzdan korunma ile ilgili aşılama bölümündeki 9. madde içinde yer alan “Sahipli ya da sahipsiz tüm kedi ve köpeklerin yılda bir defa hastalığa karşı aşılanması ile aşı kayıtlarının tutulması zorunludur… a) Üç aydan büyük köpek ve kedi sahipleri hayvanlarını yılda bir defa hastalığa karşı aşılatmakla yükümlüdür…  b) Belediye sorumluluk alanındaki veya muhtarların yazılı talebi üzerine köylerdeki üç aydan büyük sahipsiz köpek ve kedilerin belediye veteriner hekimleri tarafından yılda bir defa aşılanması, aşılananların işaretlemesi (mikroçip uygulaması, küpeleme ve benzeri) ve kayıt altına alınması zorunludur… c) Bakımevlerinde bulunan üç aydan büyük köpek ve kedilerin bakımevi sorumlu veteriner hekimi tarafından hastalığa karşı aşılanması zorunludur.”  ibarelerinden anlaşıldığı üzere sahipsiz kedi ve köpeklerin tamamının toplanıp aşılanması Belediyelerin zorunlu görevidir.

Yönetmeliğin, kuduzdan korunmak için Önleyici Tedbirler  başlığı altındaki 10. Maddesinde  “a) Hayvan sahipleri hayvanlarını hiçbir şekilde terk edemezler… b) Çeşitli nedenler ile hayvan bakmaktan vazgeçenler ya da hayvanlarına bakamayacak hale gelenler durumlarını belediyeler ve bakımevlerine bildirmekle yükümlüdür. Bu kişilerin hayvanları bakımevleri, gönüllü kuruluşlar veya belediyeler tarafından yeniden sahiplendirilmek ya da koruma altına alınmak zorundadır. c)Köpek sahipleri; aşılamayacak yükseklikte çit veya duvar benzeri engellerle sınırlanmış halde bulunan köpekler, avda olan av köpekleri ile sürüleri koruyan çoban köpekleri istisna olmak üzere köpeklerinin serbestçe dolaşmalarına izin veremezler, tasma ve kayış benzeri sınırlayıcı bir önlem almaksızın köpeklerini dolaştıramazlar. (2) Belediyeler ve muhtarlıklar hastalıkla mücadele amacıyla Bakanlık ile il ve ilçe müdürlükleri tarafından yazılı olarak bildirilen talimatları yerine getirmekle, şüpheli hayvanları müşahede altına almak amacı ile kullanılacak müşahede yerlerini önceden hazırlamakla yükümlüdür. Ayrıca aşağıda belirtilen önlemleri alırlar: a) Belediyeler gönüllü kuruluşlar ve muhtarlıklar ile işbirliği içerisinde bakımevleri kurmak, sahipsiz hayvanları hastalığa karşı korumak ve sahipsiz hayvan sayısını kontrol altına almakla yükümlüdür… d) Kısırlaştırılmayan ve hastalığa karşı aşılanmayan hayvanlar bakımevlerinden salınamaz, alındıkları ortama geri bırakılamaz.” Bu maddelerin tamamı ilgili kanunlara dayanarak belediyelerin sorumluluklarını tekrar tekrar hatırlatıyor. Sahipli hayvanlarda öncelikli sorumlu elbette sahipleridir. Sahipli köpeklerin bile sokaklarda tasmasız dolaştırılması, alçak çitli yerlerde beslenmesi yasaklanmışken, sahipsiz hayvanların başıboş şekilde sürüleşmesi, sokaklarda terör estirmesi diğer kedi ve küçük hayvanların varlığını tehdit etmesi nasıl hoş görülebilir? Köpekler bu şekilde milyonlara varacak kadar serbestçe üreyip sokakları işgal etmişse, baş sorumlusu kanun ve yönetmeliklerde yazılı da açık emirlere rağmen görevlerini yapmayan belediyelerdir!

Sadece kuduz hastalığı ile mücadele için bu kadar önlem alınmışken, köpeklerin neden olduğu kist hidatik, delibaş hastalığı gibi diğer hastalıklar açısından da dikkatli olunması gerektiği açık değil midir? Tarım ve Orman Bakanlığının, küçükbaş ve büyükbaş hayvancılıkla ilgili bütün kılavuzlarında başıboş köpeklerin hayvancılık yapılan meralardan, işletmelerden kesinlikle uzak tutulması şiddetle önerilirken, insanlar için kurulan şehirlerde başıboş dolaşmalarına göz yummamızı nasıl beklersiniz? Devletin ve yerel yönetimlerin vatandaşın sağlığını, güvenliğini ve esenliğini koruması, tehditleri bertaraf etmesi temel görevleri arasındadır. Başıboş köpekler konusunda, tepeden tırnağa bütün devlet mekanizması sınıfta kalmış, sorunun bu kadar büyümesine seyirci durarak görevini ağır şekilde ihmal etmiştir!

Başıboş köpekler için ne yapılması gerekir?

 1-Öncelikle bütün belediyelerin kendi sınırları içindeki sokaklar ve açık arazilerdekiler dahil, tüm sahipsiz köpekleri toplaması, etrafı yüksek çitlerle çevrili yeterli büyüklükte arsa veya arazilerde barındırmaya alması şarttır. Bu tesisleri kendileri yapabilecekleri gibi, arsa ve yer göstererek gönüllü şahıs veya derneklerin de kurmaları belediye veterinerlik kontrolü şartıyla sağlanabilir. Kısırlaştırılmış dahi olsa köpeklerin saldırganlığı tam olarak önlenemez, açık alanlarda çeteleşen köpeklerin kısır da olsa vahşileştiği bilinmektedir. Sokaklarda başıboş köpek olmaz, olamaz! Bu konuda pazarlık ve ihmal kabul edilemez!

2-Toplanan köpeklerin derhal dişi ve erkek olarak ayrı bölümlere alınmalı ve tekrar birleşerek üremeleri önlenmelidir.

3-Aşırı derecede hastalıklı, çok saldırgan ve diğerlerine de zarar veren, kalıcı felç gibi ağır sakatlıklar yüzünden sağlıklı yaşama konforu kalmayan köpeklerin en acısız şekilde uyutulmaları veteriner kararı ve nezaretiyle 5996 sayılı kanunun 9.maddesinde sayılan esaslar dahilinde sağlanmalıdır.

4-Barınağa alınan köpeklerin standart aşılama ve kayıtlama işlemleri yapıldıktan sonra belediye web sitesinde açılacak bir sayfa ile sahiplendirmek üzere ilan edilmeleri, isteyenlerin bizzat gelerek görebilmeleri sağlanmalıdır. Sahiplenen köpeklerin teslim edilmeden önce kısırlaştırılması şart olmalıdır. Sahiplenmeyen köpeklerin barınakta kalırken kısırlaştırılmaları konusunda fayda/maliyet esasına göre davranılması esastır. Ayrı bölümlerde tutulan hayvanlar kısırlaştırılmadan da bakımlarına devam edilebilir. Sayısal çokluk, maliyet ve personel azlığı nedeniyle böyle bir yol izlenebilir.

5-Şehirlerde ve açık arazilerde köpek beslemelerinin yapılması yasaklanmalı ve ağır cezalar ile caydırıcı olunmalıdır. Hayvansever kişi ve STK’ların, belediye tarafından kurulan veya belediye gözetiminde özel şahıs veya derneklerce kurulan barınaklarda kalan köpeklere bakım ve mama desteğinde bulunmalarına izin verilmeli, teşvik edilmelidir. Resmi kayıt ve kontrol dışında hiçbir barınağın kurulmasına ve köpeklerin çıkar amaçlı istismar edilmesine fırsat verilmemelidir. Barınakların köpek sayısına göre belirlenen kapalı ve açık alan gibi asgari ölçüleri ve diğer bakım standartları yönerge ve tebliğler ile uygulamaya zorlanmalıdır.

6-Ticari değeri yüksek olan özel cins köpeklerin başta olmak üzere, kayıtsız ve sağlıksız ortamlarda üretimlerinin yapılmasına internet veya fiziksel mekanlarda satışa sunulmasına yönelik yasaklar, yüksek cezalar ve zorlukla alınabilen özel ruhsatlar eşliğinde mani olunmalıdır.

Türkiye, başıboş köpek terörüne, köpek sevgisini duygusal ve ekonomik olarak istismar eden çevrelere boyun eğecek kadar aciz ve çaresiz değildir. Köpek sorununa karşı iki tarafın da rahatsız edici radikal söylemlerine kulak asmadan, insan hayatını, sağlığını ve güvenliğini önceleyen, hayvanların refahını savunan ve kollayan bir yaklaşımla bu sorunu çözmemiz gerekir. Her geçen gün sorunun boyutları büyüdükçe makul ve masum çözüm yolları daralacak, herkesin üzüleceği acı kararların alınma zorunluluğu yaklaşacaktır. Konuyu iyice kangren olmadan, daha fazla insanımızı kurban vermeden çözelim! Belediyelerimizin bu kadar tembel ve ilgisiz kaldığı, yanlış yorumlanan bir kanun cümlesine bakarak görevini savsakladığı yeter değil mi?

Dr. Ercan ÖZÇELİK
Sağlık Yönetimi PhD
Yerel Yönetimler Uzmanı




Devletimizi, Kendi Yumruğu ile Nakavt Ettirmeyelim!

Devlet kendi yumruğu ile nakavt olur mu? Tabii ki olmaması lazım! Ama bu sonuca götüren uygulamaları ve buna karşı akılcı çözümleri de gördük yakın tarihimizde. Mesela, 28 Şubat döneminin ideolojik görüntülü, soygun amaçlı post modern darbesinin yapılma nedenleri arasında, rahmetli Başbakan Necmettin Erbakan ve ekibinin havuz sistemi gibi mükemmel çözümü de vardı. Çünkü şer odaklarının soygun hesaplarını bozmuş, kendi yumruğumuzla nakavt olmamıza karşı çıkmıştı. Kamu kurumları, işletme ihtiyaçları için gereken parayı özel bankalardan yüksek faizle almak zorunda kalıyor, bankalar da bu devlet kurumlarına yine devletin diğer kurumlarından topladıkları mevduatlar üzerinden borç vererek, devletin parasını devlete geri satıp hesapsız karlar elde ediyorlardı. Bu soygun düzenini durduran, havuz sistemi ile devletin parasını devlet için kullandıran Erbakan ve ekibini alaşağı etmeselerdi, belki de bir daha asla aynı tezgâhı kuramayacaklardı. Kader hükmünü icra eyledi, bizler acziyetimizle seyretmek ve sonuçlarına katlanmak zorunda kaldık.

Bugün de benzer bir soygun düzenini kesintisiz yaşıyoruz! Ulaşabildiğim verilere göre, en son 2020 yılında kamu kurum ve kuruluşlarının elinde 113 Bin kadar motorlu taşıt bulunuyormuş. Söylenen rakamın aşağı yukarı aynı kaldığını varsayalım. Günümüz şartlarında ücretli otoyol ve köprülerin sayısında ve trafik kaynakları içindeki oranında önemli bir yükselme olduğunu biliyoruz. Kamu araçları ne yapıyor? Her kurum ve kuruluşun kendi özel bütçesi olduğu için genellikle acil durum veya vip konuklar gibi özel şartlar olmadıkça paralı yol ve köprü geçişlerini kullanmaktan kaçınıyor ediyor veya en ucuz tarifeli olanı tercih ediyorlar! Çünkü kurum ve kuruluş yöneticileri kendilerine tahsis edilen kısıtlı bütçeyi aşmak istemiyorlar.

Kamu kurum ve kuruluşlarına ait araçların, parasız veya eski düşük tarifeli geçişleri kullanmaları devletin daha fazla yakıt giderine, aracın ve personelin daha uzun yolculuk nedeniyle zaman israfına, araçların aşınmasına, halkın kullandığı yollardaki trafiğin artmasına, terör ve sabotaj gibi olumsuzluklara daha fazla maruz kalma riskine yol açıyor. Yani toplam fayda ve maliyet kalemlerine bakacak olursak, devlet kendi yaptırdığı yol ve geçişleri bile kullanmaktan aciz kalıyor.

Öte yandan, kamu araçları paralı yol ve geçişleri kullanmasa da dengesizce verilen geçiş garantileri nedeniyle hazinemizden yapılan fark ödemeleri de kesintisiz devam ediyor!

Garabete bakar mısınız? Geçiş farkını eksiksiz ödemeye devam eden de Devlet, bütçeleri yetmediği için araçlarını paralı yol ve geçişlere sokamayan da Devlet! İki taraflı kanama hızla devam ediyor. Hiç olmazsa bir tarafı durdurmak mümkün değil mi?

Yüce Allah, bizlere hitaben çok sayıda ayet-i kerime içinde “Hâla aklınızı kullanmıyor musunuz?“(Al-i İmran/65), “Hiç düşünmez misiniz?“(Hud/51), “Hâla akıllanmaz mısınız?” (Enbiya/10) diye seslenmiştir. Edinilmiş tecrübelerimizden neden yararlanmıyoruz? Geçmişteki havuz sistemi gibi merkezi bir çözümü kamu araçları için de uygulamak, kolay ve etkili bir yöntem olacaktır.

​Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı altında Kamu Araçları Genel Müdürlüğü şeklinde bir teşkilat kurularak, kamu kurum ve kuruluşlarına ait bütün araçların burada veritabanının tutulması, her türlü otoyol ve köprü geçişlerinde tanınacak merkezi “Kamu HGS” kartı tahsislerinin yapılması, paralı geçişlerinin doğrudan bu genel müdürlük tarafına fatura edilerek kendi bütçesinden ödenmesi doğru olacaktır. Bu şekilde kurum ve kuruluşların sırf bütçe baskısı yüzünden aşırı yakıt ve zaman kaybına uğramaları, araç ve personel verimliliğinden mahrum kalmaları önlenmiş olacaktır. Ayrıca, hazine zaten eksik kalan geçiş garantilerini ödediği için, aynı hizmetin birisi alınmasa da çifte bedel ödeme yükünden kurtulacaktır. Kamu araçları içinde elbette askeri, hassas, gizli görevli vb. niteliklerde olanlar da vardır. Kurulacak Kamu Araçları Genel Müdürlüğü bünyesinde her kritik kurumdan birer temsilci ataması ile kayıt ve işlemlerin güvenliği bilişim teknolojileri eşliğinde sağlanabilir.

Başlangıçta paralı otoyol ve geçişler için merkezi bütçe ve kontrol amacıyla kurulan bu teşkilatın, zaman içinde gelişerek kamu araç filosunu işletmeye yetkili gelişmiş bir pozisyona gelmesi de sağlanabilir. Bu gelişim sonucu Kamu Araçları Genel Müdürlüğü sayesinde kamu taşıt filosunun verimli kullanımı, değişim ve yenileme yönetimi, ihtiyaç analizi ve diğer giderlerin takibi yapılarak israf uygulamalarının önüne geçileceği gibi, taşıt alımlarında standart model ve işlevler gibi kontroller de yapılabilir. Olması gereken şey bir kanun düzenlemesi ile Kamu Araçları Genel Müdürlüğünü kurmak, paralı geçiş yönetimini vermek ve diğer rolleri için çalışmak hususunda Cumhurbaşkanlığına gerekli yetkileri tanımlamaktır. Elbette bu teşkilatın sağlam ve dirayetli bir ekiple kurulması, yeni sorunlara yol açmayacak kontrol mekanizmalarının da hazırlanması gereklidir.

Önermek bizden, tevfik Allah’tan, faydalı bulursa uygulamak Sayın Cumhurbaşkanımızdan olsun!




Sana Gelsin!

Sana Gelsin!

Gül yüzlü sevdiceğim, huzurum sensin,
Hakkındır, en güzel güller sana gelsin!
Gönlüme sürur, yuvama ışık verensin,
Beklediğin müjdeler, önce sana gelsin!

Şu fakirhaneme fit olup, talim edensin,
Cennette en güzel köşkler, sana gelsin!
Ömrünü ailemize,  hesapsız verensin,
Ücretin eksiksiz, mahşerde sana gelsin!

Feminizm fitnesine, karşı gelensin,
Mazlumların duası, önce sana gelsin!
Şerlilerin davetine, icap etmeyensin,
Rabbimin ihsanı, dilerim sana gelsin!

Mezara kadar ilim, peşinde gidensin,
Rabbimizden ilmin sırları, sana gelsin!
İlmiyle amel etmeye, niyetlenensin,
Salih amelin artsın, sevabı sana gelsin!

Dr. Ercan Özçelik
21.05.2022-İstanbul

 




#Sessizİstila: Gerçek mi, Proje mi, Paranoya mı?

Bugün yani 3 Mayıs 2022 Salı tarihinde, internet tabanlı sosyal mecralarda mükemmel organize edilmiş bir kampanyayla uyandık. Tag denilen ana etiketleri #Sessizİstila’nın etrafında konumlanan youtube videoları, bunlardan türetilmiş kısa kliplerle twitter mesajları yayınlanırken hepsi de birbirini destekleyen  #şirinevler, Arap, #florya, #MulteciİSTEMİYORUM, #afgan, #bağcılar, #Suriyeli, #mecidiyeköy, #karşıyaka, #3mayısTürkçülerGünü, Türklüğümü  gibi destek taglarıyla birlikte Türkiye gündemini resmen işgal ettiler. Büyük ve derin hazırlık gerektiren bir oyunun ilk sahnesini perdeye aktardıklarını gördük!

Youtube’da yayınlanan Sessiz İstila isimli videonun, 3 Mayıs Türkçüler Günü ile eşleştirmesi yapılarak, milliyetçi damarların da katılımıyla etki alanının büyümesi hedeflenmiş. Videoyu izleyince oluşan fikir ve tespitlerimi sizlerle de paylaşmak için bu yazıyı derledim.

Tıpkı Feminizm ve hastalık seviyesine yükselen #BaşıboşKöpek seviciliği gibi, göçmenlere karşı kronik düşmanlığın da dış mihraklarda planlanarak, yerli ve gönüllü oyuncular tarafından sahnelenen yeni bir fitne projesi olduğu açıktır.

Türkiye bir yandan kendi sınırları içinde hapis kalırken, diğer yandan dengesiz, düzensiz ve kontrolsüz göç almaya devam ettiği sürece,  bu “Sessiz İstila” filminde gösterilen felaketin  gerçekleşme olasılığının yükseldiği de bir vakıadır! Hükumetin kontrolünden, sistematik ölçekleme ve dengeli yaygınlaştırma becerisinden sıyrıldığı anlaşılan, düzensiz göçmen ve sığınmacı dalgalarının, bu kötü senaryonun sahiciliğini ve gerçekleşme paranoyasını beslediği de kabul etmemiz gereken bir durumdur.

Okyanus ötesinden veya Sibirya steplerinden gelerek, kadim İslam coğrafyamızda siyasi ve idari yapıları düzenleme cüretini gösteren, külfetini de üstlenen sömürgeci ülkelere karşı, bizlerin her zamankinden daha hızlı ve keskin bir tavırla bu topraklarda istikrarın tesisine çalışmamız, gerekirse kibirleşen patolojik gururlarımızı ve çıkar hesaplarımızı da bir tarafa bırakarak, geleceğimiz ve güvenliğimiz odaklı yapıcı görüşmelere kapı açmamız, artık zorunlu bir şart haline gelmiştir!

Ama bu süreç, sahaya sadece asker yığmakla veya kuru kuruya görüşmelerle yürütülecek gibi değildir. Pınarın başını sağlama almadıktan sonra, akan suyun etrafını istediğiniz kadar tahkim edin, önemli bir anlamı ve faydası olmaz! Akan suya en büyük zarar kaynağında verilir! Türkiye’nin, ilk önce kendi pınar başını temizlemesi ve güvene alması lazımdır. Bunun için suyumuzu zehirleyen, elimizi kolumuzu bağlayan, kimyamızı bozan, içildiğinde şifa yerine hastalığa neden olan bütün sözleşmelerden, batıl ve aslımıza zararlı kanunlardan, fitneci STK’lardan ve bunlara her türlü kaynak aktaran mecralardan kurtulmak, arınmak, kendi vatanımızda kâmil anlamda özgürlüğe kavuşmamız gerekir.

Daha eğitim sistemini bile ABD işgalinden kurtaramayan, bütün Vali ve Kaymakam adaylarını dil eğitimi adı altında zorunlu olarak İngiltere’ye aylarca gönderip beyinlerinin uyumlandırılmasını sağlayan bizler, hangi özgür irademizle İslam coğrafyasında birliğe ve beraberliğe çalışabiliriz? ABD ve İngiltere’nin hizmetkârlığına soyunduğu büyük İsrail projesine karşı, yerli ve yeterli yetiştiremediğimiz siyaset ve bürokrasi erbabıyla mı mücadele edeceğiz?

Türkiye, elleri ve kolları prangalarla bağlanmış, beyni uyuşturulmuş, kasları gereksiz efor yaptıran elektro şoklarla yorulup yıpratılmış bir dev gibidir. Ne zaman kendini toparlar gibi olsa askeri darbeler, FETÖ gibi yapılanmalar, PKK vb. terör örgütleri, Gezi eylemleri gibi yıkıcı planlı projeler ile tekrar diz çöktürülmesi, kendi derdine düşüp gerilemesi istenmiştir. İngiliz sömürge zihniyetinin kuruluşunu doğrudan etkilediği Türkiye için kendi yöneticilerine, “-Türkiye’ye ağaç gibi davranın, güçlenip serpildiğinde budayıp zayıflatın, kurumaya döndüğünde sulayıp canlandırın!” stratejik talimatı verdikleri bilinen politikalarıdır. “Sessiz İstila” adıyla sahnelenen bu son oyun, sadece yeni bir pranga, yeni bir iç çatışma, yeni bir kin ve nefret projesidir. Kürt-Türk, Alevi-Sünni, Dindar-Seküler vb. eski senaryolar, Kemal Sunal filmleri gibi aşırı tekrara girdiğinden, en sadık izleyicisi olan halk tarafında bile kabak tadı verdiği için, etkisiz kalıyor, masrafına ve zahmetine artık değmiyordu. Patlama yapacak, kitleleri etkileyecek yeni heyecanlar gerekiyordu. Türkiye ve İslam düşmanlarının şeytani aklı, bizimkilerden bir kısmının beceriksiz ve basiretsiz süreç yönetimi sayesinde, sıfır kilometre araç gibi gıcır gıcır bir fitnemiz daha var artık! Hazırlanan filmlerindeki profesyonellik ve eşzamanlı kamuoyu çalışmaları da bunu çok net gösteriyor!

Amacı aynı, yöntemi yeni ve farklı olan bu yeni kampanyayı da gördükten sonra,  artık şuna karar vermemiz lazım: Başkalarının yazıp çizdiği senaryolarda daha ne kadar figüran, kahraman, mağdur, sömürülen veya uyutulan cahiller gibi atanmış rolleri oynayacağız? Senaryo değişince filmin sonu ve amacı da değişir mi sanıyoruz? Silkelenip kendimize gelmemiz için daha ne kadar canımızın yanması, kaynaklarımızın heba olması gerekiyor?

İçimizdeki hainler ve ahmaklar yüzünden helak edilmemek ortak duamız olsun ama; bizler de fiili çalışmamızla hain ve beceriksizler üreten bozuk sistemlerimizi ıslah edelim, uyduruktan değil essahtan yerli ve milli insanlarımız ile özümüze ve ceddimize yaraşır çalışmalar yapalım. Allah yardımcımız olsun, halkımıza ve yöneticilerimize birlik, beraberlik, dirayet, feraset ve afiyet versin. Amin!




İstanbul Sözleşmesinin Davası Bile Facia!

28 Nisan 2022 tarihinde, ülkemiz için önemli bir olaya şahitlik ettik. Danıştay 10. Dairesinde Hükumetin İstanbul Sözleşmesinden çekilme kararına karşı açılan davanın ilk duruşması yapıldı.

Zaten imza edilerek girilmesi en başta büyük bir hata olan İstanbul Sözleşmesinin, ülkemizde meydana getirdiği sosyal ve kültürel yıkımın nihayet farkına varan Hükumetimiz, çıkarmış olduğu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile çekilme iradesini göstermişti. Girişi siyasi kararla olan sözleşmeden çıkışın da siyasi bir kararla olması doğaldı. Vatandaş da bunu istiyor ve dahası olarak, bu sözleşmenin dayattığı şekilde kanunlarımıza giren diğer maddelerin de temizlenmesini bekliyordu. Sadece sözleşmeden çekilmenin pratik bir anlamı olmamıştı.

Aile düşmanı yasa ve uygulamalarda zerre kadar düzelme olmadığı halde, şeddeli feminist ve değerlerimize düşman gruplar ile STK gibi yapılanmaların bu çekilme kararını kabullenemediğini ve Danıştay nezdinde dava açıldığını gördük. Acı olan şey, batıl da olsa davaları için birbirine kenetlenen feminist çevrelerden gelen 1.000 kadar gönüllü kadın avukatın duruşmaya katılmasına karşılık, Hükumetin haklı tavrını desteklemek için gönüllü veya görevli gibi gelmiş avukatların birkaç kişiyi geçmemesiydi. Feminist avukatlar büyük bir baskı yaparak mahkemeyi sağlıklı çalışamaz duruma getirmeyi ve Savcı’yı da etkileyerek Hükumet aleyhine mütalaa vermesini sağladılar. İçeriden avukatları, sosyal medyadan taraftarları, adeta canlı yayın yaparak resim ve konuşma bilgilerini sürekli paylaştılar. Danıştay Savcısının, halkın değerlerini ve halkın oylarıyla yetkilendirilmiş olan siyasi iradesini yok sayan, hatalı bulan tavrına katılmak ve onaylamak mümkün değil elbette. Mahkeme Başkanlığının sağduyulu, değerlerimize ve kültürümüze muvafık bir karar alacağını umuyor ve bekliyoruz.

Danıştay’daki duruşmanın bitmesinin ardından, akşam saatlerinde twitter gündemine bakarken, “1000 kadın avukat Danıştay’da destan yazdı” başlıklı bir sohbet odasının açıldığını gördüm. Merak ederek katıldım. Kısa bir süre sonra sağ olsunlar bana da söz hakkı verdiler. Sanıyorum İstanbul Sözleşmesinin lehine konuşmamı bekliyorlardı. Daha en başında bu sözleşmeye karşı olduğumu açık ve dürüst şekilde söyleyince bir anda kendimi yaylım ateşi gibi sözlerin içinde buldum! Neden karşı olduğumu soruyor, ama açıklamama fırsat vermiyorlardı.

İstanbul sözleşmesi hakkında çok sayıda yazı yayınlamış ve araştırma yapmış birisi olarak, genel kanaatlerimi değil de çalışmalarımdan teknik madde bilgileri ile konuşmak istedim. Onu da kabul etmediler. Israrla neden karşı olduğumu sorduklarında açıklamaya çalıştığım hususlar kısaca şunlardı:

 İstanbul Sözleşmesi aile birliğini, eşlerin aile içindeki görevlerini ve çocukları üzerindeki terbiye yetkisini tanımıyor! 0-18 yaş arası kız çocuklarını ve genç kızları kadın kabul ederek, ailenin doğal etki alanından çıkarıyor. Çocukları, cinsel yönelimleri dâhil her konuda bağımsız kararlar alabilen bireyler olarak gösteriyor.

 İstanbul Sözleşmesine göre her türlü birliktelik şekli “domestic” denilen mekân ortaklığı üzerinden tıpkı normal aile formatı gibi meşru ve eşdeğer kabul ediliyor. Yani LGBTQI+ yelpazesindeki bütün sapkınlık formları aile gibi olağan, korunmaya ve desteklenmeye değer görülüyor.

 Kadına karşı şiddet kavramını olağanüstü geniş tutarak erkeğin yapacağı her davranışı bir şiddet eylemi olarak tanımlamaya yol açıyor. Ekonomik, fiziksel, cinsel, psikolojik şiddet adıyla toplumsal cinsiyete dayalı bütün davranışları isterlerse bu kapsama alıyorlar.

Cinsel sapkınlıkları bireysel tercih ve yaşantının üzerine taşıyıp topluma dayatan, sapkınlığın reklamını yapan, dini ve kültürel değerlerimize saldıran ve geçmiş yıllarda yaşandığı gibi, Ramazan ayında Taksim’de “Recep’le Şaban’ın aşkına Ramazan ne karışır?” yazılı hayâsız, ahlaksız ve dinsiz pankartları açtıran fitnelere neden oluyor demeye çalıştım.

Sohbet odasında yükselen bağrışlar, ithamlar, hakarete varan ifadeler sayesinde, ne kadar özgürlükçü ve demokrat (!) oldukları da belli oldu. Yukarıda açıkladığım şeyleri konuşurken, kendi kafalarında ürettikleri hezeyanları da sanki ben söylemişim gibi dikte etmeye çalıştılar. Söylemediğim saçma sapan yorumlarını bana mal etmeye kalktılar.

Ben, ailenin çocuklarını terbiye hakkı ve yetkisi yok sayılıyor diyorum. Onlar ise, -Ne yani çocuğunu rahat rahat dövemeyeceksin diye mi terbiye hakkın engelleniyor? Diyorlar. O kadar sığ ve önyargılı düşünüyorlar ki terbiye denilince akıllarına sadece fiziksel şiddet geliyor! Çocuğu terbiyenin yolu sadece dayaktan geçer sanıyorlar.

Terbiye mevzusunu açıklıyorum. Bu sefer de -Senin kızın lezbiyen olmaya karar verirse ne yapacaksın? Diye garip ve hep cinsel sapkınlık odaklı konuşmaya çalışıyorlar. Bir başkası, şiddet tanımlamasının yanlışlığını söylediğim için, evlilikte eşler arası cinsel taleplerle ilgili garip sözlerde ve iddialarda bulunuyor. Uğultu halinde tahammülsüz aşağılamalar ve yargılamalar savruluyor. Üstelik PhD yapmış doktorası varmış, nasıl insanmış vs. saydırıyorlar. Bir ara densizce yükselen bir erkek sesinin -Sen doktor olamazsın!  Senin unvanını geri alıyorum!” dediğini duydum. -Hadi oradan terbiyesiz, doktoramı sen mi verdin ki geri alacaksın? Dedim ama muhatabım kimdi, neciydi onu bile anlamadım. Sonunda bağrışmalar içinde mikrofonumu kapattılar ve beni kendilerince susturdular. Bu vesileyle İstanbul Sözleşmesinin ve davasının, sandığımızdan çok daha önemli ve kritik bir konu olduğunu bir kez daha anladım.

İslam ve insanlık düşmanı şeytaniler cinsiyetsiz toplumun, aile ve namus kavramlarının yok edildiği sefih toplulukların yayılmasını istediği için boş durmuyorlar! Aile kurumunun temel taşları olan kadını aileden kopararak, erkeği öteleyip etkisiz ve değersiz konuma düşürerek, çocuğu da gereksiz ve zahmetli bir yük haline getirerek hedeflerine ulaşmak istiyorlar.

İstanbul Sözleşmesi ve ondan önce başımıza bela edilen CEDAW sözleşmesi gibi belgelerde, herkesin makul bulabileceği insani bazı gerekçeler bulunabilir. İyi gibi görülen bu gerekçeler, kötü niyetli zehirli maddelerin hazmını kolaylaştıran ve gözlerden kaçıran kılıf şeklinde kullanılıyor. Müslümanlar feraset ve dirayetle bakmak, gösterilmeyeni fark etmek, ifsat ve fitne odaklarını tıkamak zorundadır. Bizlere düşen görev, dışarıdan yapılan yıkıcı dayatmalara fırsat vermeden, sorunlarımızı kendi kadim değerlerimiz ışığında tespit etmek ve tedaviye yönelmektir. Bir ilaç ne kadar iyi olursa olsun, her hastalığa şifa nedeni değildir. Yanlış ilaç, şifa değil hastalık ve zehirlenme kaynağı olabilir. İstanbul Sözleşmesinin kendisi kadar davası da bir fitne ve bela sebebi olmuştur. Bu davanın hayırlısıyla sonuçlanarak lanetlik sözleşmenin  tarihin çöplüğüne gitmesini, geride bıraktığı 6284 yasası gibi zehirli atıkların da mevzuatımızdan en kısa sürede temizlenmesini bekliyor ve Hükumetimizden talep ediyoruz.