Yaşadığımız İslam Bizi Hesap Gününde Kurtarır mı?

Lafa gelince, büyük bir çoğunluğumuz

Elhamdülillah Müslümanım

diyerek; hem kendimizle hafiften övünüyor,

hem de Müslümanlar zümresinden sayılarak, inşallah kurtuluşa erecekler arasında olduğumuzun umuduyla,

bir güvenlik ve esenlik duygusunu yaşıyor.

Müslümanım demekle iş bitmiyor ki!

Müslümanca yaşayabiliyor muyuz?

Yaşadığımız İslam, gerçek İslam niteliklerini taşıyor mu?

Temel naslarından koparılmış ve beşeri sistemlerin keyfi kadar uygulanmaya mahkum edilmiş bu haliyle, Allah’ın emrini ve Peygamber aleyhisselamın kavlini karşılıyor mu?

İman ettiğimiz Kur’an-ı Kerim’de, Yüce Allah “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat/56) şeklinde buyuruyor. Bizlerde Müslüman olarak İla-yı Kelimetullah  ile, yani Allah’ın hükmünü yaymak ve yüceltmekle yükümlü olduğumuzu biliyor ve görev kabul ediyoruz.

Peki öyle mi yapıyor ve yaşıyoruz?!

Daha da kötüsü, yapamadıklarımızın ve yaşayamadıklarımızın hiç olmazsa sancısını hissederek, derdiyle dertleniyor muyuz?

Belki de en kötüsü ve tehlikelisi, yaşadığımız çarpık durumu normalinde  ötesinde, ideal İslam zannederek, üstelik pazarlamasını yapmaya da kalkmıyor muyuz?

Bizlere normal durumu hatırlatanlara ise, deli muamelesi yaparak nereye gittiğimizi zannediyoruz?

Rabbimiz de, Tekvir Suresi 26. Ayet-i Kerimesinde hepimize soruyor zaten:

Nereye gidiyorsunuz?

Sorunumuzu doğru teşhis edebilmek için, acizane tespitlerimi arz edeyim:

Allah’a karşı olan kulluk vazifelerimiz 3 temel daire içinde şekilleniyor. Bu dairelerin birbirlerine etkileri olmakla beraber, belirgin çizgilerle ayrılabilecek yapıyı da gösteriyorlar.

En içte ve merkezde, doğrudan nefsimizle birlikte ve en muktedir olabildiğimiz kulluk halkamız var. Hemen her konuda karar alıp uygulayabildiğimiz, nefsimize olan hakimiyetimiz ölçüsünde takvaya sahip olabildiğimiz yeri kastediyorum. Namaz kılmak, oruç tutmak, haramdan kaçınmak, meşru ve faydalı işlere yönelip hayra çalışmak gibi.

İkinci halkada, sorumluluğumuz altında olan veya sorumluluğu altında yaşadığımız en yakın aile ve akrabalarımız geliyor. Onlarla birlikte olan yaşantımızda, İslami değerleri koruyup gözeterek yaşamanın zorlukları olsa da, nefsimizden sonra en çok etkileyebildiğimiz çevre olduğu için, gücümüz ve etkimiz oranında sorumlu tutuluyoruz. Aile büyüklerinin helal rızık getirmesi, eğitim, barınma, evlendirme ve iyiliği emredip kötülükten sakındırması gibi.

Üçüncü halkada toplumsal rolümüz ve Allah’ın muradını toplumsal uygulamalara yansıtmamız değerlendiriliyor. Toplu ibadet ve sorumluluklar, sosyal adalet ve dayanışma, kamu hukuku bu halkada oluşuyor.

Balığın baştan kokması misali,

bizler kendi nefsimizde zaaf göstermeye devam ettikçe,

tıpkı göle atılan taş gibi, yansımaları dalga dalga etrafa yayılıyor,

önce aile yapımız fesada maruz kalıyor,

sonra toplumsal dinamiklerimiz sarsılıyor ve başkalaşmış tuhaf bir cemiyete dönüşüyoruz.

Toplumsal yaşantımızda İslam’dan vazgeçeli çok oldu,

sembolik ritueller düzeyinde ve suya sabuna dokunmayan etkinlikler ve değerler dışında,

İslami hayat tarihte nostalji, bugün için söylendiğinde ise ütopya ilan edilir hale geldi.

Ailemizde İslami hayat can çekişiyor!

Çünkü yoğun saldırı altında.

Şeytan ve şeytanın en etkili askerleri TV, sosyal medya, moda, trend, internet vb süslü isimlerle gelip zehrini kusuyor 7 gün 24 saat durmadan.

Erkekleşen kadınlar ve kadınlaşan erkekler arasında, herkesten başkalaşan çocuklarımızı çoktan ele geçirmişler de haberimiz yok.

Geriye, her fırsatta azmaya namzet olan nefsiyle mücadele edebilmek için baş başa bile kalamayan,

çünkü etrafı kuşatılmış ve İslam’a dair ne varsa zor gösterilmiş zamane Müslümanları kalıyor.

İnandığı gibi yaşamayan Müslüman, yaşadığı gibi inanmaya başlıyor.

Allah’ın ve Resulünün hayata dair emirlerinin büyük bir kısmını görmezden geldiğimiz gibi, haddimizi çok aşan, mahşerdeki hesabı da korkunç olacak işleri yapmaktan geri durmuyoruz.

Buyurun size bir örnek:

Vakıflar, İslam’ın en köklü müesseselerinden birisidir. Sadece Allah rızası için kurulmuş hizmet, sosyal dayanışma ve hayır kurumlarıdır.

Faiz ise, Allah’ın ve Peygamberinin şiddetle lanetlediği ve Bakara Suresi 278. ayetinde de ifade edildiği üzere, faizcilere karşı Allah ve Resulünün savaş açtığı pis bir iştir.

Peki biz ne yaptık?

Osmanlı’dan miras kalan vakıflardan; satılan, işgal edilen veya talan edilenlerin dışında ayakta kalabilenlerin kaynaklarıyla Vakıflar Bankasını kurduk.

Yani, Allah rızası için kurulan vakıfların imkanlarını kullanarak, Allah’a ve Resulüne savaş açan en büyük faiz merkezlerinden birisi haline getirdik.

Bundan daha büyük bir manevi cinayet olabilir mi?

Hristiyan Batı ülkelerinden devşirilen kanunlarla yaşamaya zorlanıyoruz. Bu yüzden en büyük günahların aleni işlenilmesinde bir sorun görülmediği gibi, kumar ve faiz gibi haramları kurumsal işletmeler haline getirmişiz.

Domuzu resmen kasaplık hayvan ilan etmişiz, daha ne olsun!

İslam sadece bireysel ibadetler ölçüsünde yaşanabiliyor, İslamın hayata dair esasları gündemimizden çıkalı çok olmuş.

Birileri gerçeği hatırlatmaya kalktığında ise rahatımız bozuluyor,

zorumuza gidiyor,

buz gibi gerçekler karşısında titreyip kendimize geleceğimize,

inkar ve karalama yoluna giderek sadece kendimizi kandırıyoruz.

Ahiret ve hesap günü zannettiğimizden çok daha yakındır.

Ölüm her an ensemizde ve dünya imtihanı her an sona erebilecek durumdadır.

Cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değildir.

(Bediüzzaman Said Nursi)

Kendi nefsimden kaynaklanan günah ve sorumluluklarımı az çok biliyor ve ümit ile korku arasında yaşıyorum zaten.

Beni asıl endişelendiren konu, İslam’ın geçersiz kılındığı, İslami değerlerin ve kurumların yerle bir edildiği bu halden payıma düşen hissenin, ne kadar büyük ve hesabının da korkunç olabileceğidir.

Geçmiş kavimlerin ayrı ayrı helak edilmelerine neden olan her bir günah ve haramların,

günümüzde alenen, toplu halde, hayasızca yapılmasından dolayı,

payımıza düşen azaptan ancak Allah’a sığınırız.  Yoksa halimiz nice olur?

Allah kulunu imtihan eder de, kulları bu kadar ölçüsüz ve kayıtsız davranarak,

Allah’ın sabrını ve merhametini imtihan etmeye cür’et edebilir mi?

Cahil cesur olur derler. Bizler hem cahil, hem de nefsimize zulmedenlerden olduk.

Allah’ım;

Sen bizleri gerçek hidayete erdir, kendisine ve nesline zulüm edenlerden ayır.

Bizleri ve yöneticilerimizi doğrulukta birleştir, haram işlerden uzaklaştır.

Sen’in ve Sevgili Resulünün hükmünü her yerde kaim eylemeyi nasip et.

Amin…

 

 

Görsel kaynağı:

https://www.theatlantic.com/photo/2017/12/2017-the-year-in-volcanic-activity/548273/




Medeniyet Konforumuzun Kahramanları: Hizmet Sektörü

Hayatımızı kuşatan her alanda, hizmet sektörünün nimetlerinden yararlanıyoruz. Bizlere, medeniyetin konforunu gerçek anlamda yaşatanların önemli bir kısmını da, hizmet sektörü oluşturuyor. Teknolojiyi, makineleri, malları ve hizmetleri bizlere ulaştıran, doğrudan veya dolaylı kullanımla faydalandıran, kendi kendimize çözemeyeceğimiz sorun ve ihtiyaçlarımızı gideren kesim, yine hizmet sektörü oluyor.

Günlük yaşantımızda, hizmet sektörünün kurumsal uygulamalarından (güvenlik, sağlık, eğitim gibi) genellikle kamu kaynakları sayesinde yararlanıyoruz. Tercihli ve doğrudan ödemeli kişisel hizmetler ise, hayatımıza renk ve değer katan, huzur ve mutluluğa yol açan etkiler sunuyor. Kuaförlük, berberlik, terzilik gibi kişiye özel, ücretli hizmetlerden bahsediyorum. Bu tip hizmetlerin kendilerine olduğu kadar, hizmetleri sunan emektarlarına karşı da bir bağlılık ve güven ilişkisi kurularak, yıllarca devam edilebiliyor. Mesela, güzel bir saç tıraşının verdiği tazelenme, huzur ve öz güven duyguları kıymetli şeylerdendir. Stresten uzaklaşmamıza, kendimizi mutlu ve değerli hissetmemize yardımcı olur. Hanımefendilerin, bunaldıkları zamanlarda soluğu kuaförlerde almaları da, çok iyi bilinen vakıalar arasındadır. Hizmet sunumu ve alımı sırasında yaşadığımız sosyal etkileşimlerin, yakın çevremizle sosyal bağlarımızı güçlendirmesi kadar, psikolojik terapi, danışmanlık ve istişare gibi bireysel faydaları da olur.

Yüksek nitelikli, özel eğitim ve beceri isteyen sağlık ve eğitim gibi meslekler ile, riskleri oldukça yüksek olan fakat, toplum yararına yapılması gereken güvenlik gibi hizmet dalı mensuplarının, genel olarak saygınlıklarına uygun toplumsal muamele gördüklerini ve imkan dahilinde maddi karşılıklarını da aldıklarını söyleyebiliriz. Bu ifademle; her şeyin yolunda gittiğini, gelir dağılımının tam adaletli olduğunu, saydığım ve benzeri nitelikli hizmet mensuplarının hakkettiği maddi karşılık ve saygınlığı en üst düzeyde görebildiklerini iddia etmiyorum. Sadece diğer hizmet gruplarına göre daha etkili ve korunaklı bir yapıda olabildiklerini söylemeye çalışıyorum.

Birde, doğrudan ücretini ödemediğimiz, dolaylı yollardan finansmanına katıldığımız, temel hizmet alanlarında çalışan insanlarımız var. İşte bu yazımla, haklarını teslim etmeye çalıştığım, önemlerini ve değerlerini vurgulamak istediğim kahramanlar onlardır. Binalarımızın önlerini ve sokaklarımızı süpüren, çöplerimizi yaz-kış durmadan taşıyıp kaldıran, bulunduğumuz veya gittiğimiz mekanların yaşanabilir ve ferah durumda olmasını sağlayan, sistemlerin bakımlarını yaparak çalışır durumda tutan, mekanlarımızı ısıtan, bize medeniyetin konforunu gerçek anlamda yaşatan kahramanlarımız. Umuma açık bir yerde, ihtiyaç duyduğunuz anda gittiğiniz WC’nin; tertemiz, havalandırılıp kötü kokulardan arınmış, tuvalet kağıdı ve diğer eksikleri tamamlanmış ve sanki o  gün ilk defa siz kullanıyormuşsunuz  gibi olması, küçük ama çok önemli bir mutluluk kaynağı değil midir? Okullarımızı temizleyip çocuklarımıza sağlıklı ortamlar sağlayanlar, hastanelerimizi temiz  ve bakımlı tutarak insani beklentilerimizi karşılayanlar, camilerimizi havadar ve nezih kılarak huşu ile ibadet edebileceğimiz imkanları sunanlar, alış veriş merkezlerinde ışıltılı ferah mekanların hep aynı düzen ve temizlik içinde kalmasını sağlayanlar, gizli kahramanlarımız değil midir?

Her gün yanlarından geçip gittiğimiz, yoklarmış gibi görmezden gelebildiğimiz bu kahramanların farkında olalım. Onlara, yaptıkları basit gibi görülen ama çok değerli işlerini sevgiyle, mutlulukla yapabilmeleri için, gerekli moral ve motivasyon kaynakları olalım. Tebessümle söylenen bir merhaba, kolay gelsin, eline sağlık, teşekkür ederim gibi minnet ve sevgi sözcüklerinin bize maliyeti sıfır, kazancı ise paha biçilmez olacaktır. Genelde düşük gelir, ağır iş sarmalında hayat mücadelesi veren bu insanlarımıza, en azından manen destek olalım. İnsana yaraşır ve medeni şartlarda yaşamamızın sürekliliğinde onların çok büyük emeği oldu ve olmaya da devam ediyor. Onlara işlerinde yardımcı ve kolaylayıcı olalım, mümkün olduğu kadar duyarlı davranarak gereksiz zahmet vermeyelim.

Merak ederek, Diyanetin web sitesinden Rabbimizin Kelamı Kur’anı Kerim’de “hizmet” ifadesinin kaç yerde geçtiğini sorguladığımda 22 sonucunu aldım. O ayetlerden birisi de  Casiye Suresi 13. ayeti “Göklerdeki ve yerdeki her şeyi kendi katından (bir nimet olarak) sizin hizmetinize verendir. Elbette bunda düşünen bir toplum için deliller vardır.” Yani bir yönüyle, hizmet  sağlayıcıları Rabbimizin insanlığa nimet olarak verdiği hizmetlerin sebepleri arasına girdiği için, kutsal bir görevi de ifa etmiş oluyorlar. Allah’ın takdirinin ve nimetlerinin uygulayıcıları arasında yer almakta, ayrı bir şeref ve onur kaynağıdır. Biricik Önderimiz ve Dünya-Ahiret Rehberimiz Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) en çok bilinen hadis-i şeriflerinden birisi de ” İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.   değil midir?

İnsanlarımıza faydalı hizmetler üreten kahramanlarımızın farkında olalım, emeklerini takdir ve teşekkürle karşılayalım. Eleştirilerimizi zaten cömertçe yapmaktan pek geri kalmıyoruz. Bari, takdir ve teşekkür cimrilerinden olmayalım. Bu yazımı, küçük bir vefa ve minnet borcu olarak, hizmet sektörünün emektar kahramanlarına adıyorum. Allah-u Teala cümlesinden razı olsun vesselam…




Yeter Artık! Daha Fazla Domuz Yemek İstemiyoruz!

TAKDİM

Yazımın başlığı oldukça itici ve korkunç değil mi? Acı ama gerçek bu! Hepimiz öyle veya böyle, domuz veya domuz katkılı ürünleri yiyip-içiyor, giyinip kuşanıyoruz maalesef. Rabbimiz kurtarsın, bilip bilmeden yediğimiz bu melanetten bizleri muhafaza etsin. Sözde dualarımız öyle de, fiili duamız yani davranışlarımızda öyle mi? Oy vererek kendimize yönetici yaptıklarımız, gereken duyarlılığı gösteriyor mu? Daha da önemlisi, bizler yöneticilerimizi bu konuda yeterince uyarıp denetliyor muyuz? Yoksa hem ağlarım, hem giderim diyen gelinlerin sessiz kabulü gibi ve tıpkı faizle iç içe yaşamaya alıştığımız gibi, zinayı suç olmaktan çıkardığımız gibi daha bir çok konuda, Allah’ın ve Peygamberinin açıkça lanetlediği fiilleri işlemeye devam edecek kadar cesur muyuz!?

Allah-u Teala, biz kullarına verdiği sayısız nimetleriyle bütün ihtiyaçlarımızı meşru yollardan giderebileceğimiz bir atmosfer yaratmıştır.  “Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerin helâl ve temiz olanlarından yiyin! Şeytanın izinden yürümeyin. Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır.” (el-Bakara 2/168 ve  172; el-A‘râf 7/157; el-Mü’minûn 23/51). Yasaklanan şeyler genellikle zararlı ve aşırılık içeren madde veya haller şeklinde karşımıza çıkıyor. Bir Müslüman için, açıkça zararını görmese bile, sırf Allah ve Resulü emrettiği için bir şeyden kaçınmak, inancının gereğidir. Cuma namazı vaktinde, işini gücünü bırakıp ibadete gitmesi gibi. Kaçındığı şeyin aynı zamanda zararlı olduğunu görmesi de, İlahi bir lütuf ve güzellik olarak şuurunu arttırır, daha iyi bir insan ve Müslüman olabilmesi için teşvik eder. Domuz ve alkolden kaçınmak gibi.

İSLAMDA DOMUZUN HÜKMÜ

Domuzun, İslamda tamamıyla yasaklanmış bir hayvan türü olduğunu ve Kur’anı Kerim’de açıkça belirtildiğini görüyoruz. “Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı” (el-Bakara 2/173; en-Nahl 16/115; ayrıca bk. el-Mâide 5/3; el-En‘âm 6/145).

Yenilmesi Müslümanlara açıkça haram kılınanlar;
1. Ölmüş hayvanlar (leş hükmündekiler)
2. Kan ve kandan yapılan yiyecekler
3. Domuz ve domuz ürünleri
4. Allah’ın adı anılarak kesilmeyen veya Allah’tan başka bir şeyin adına kesilen her türlü hayvan (koyun ve dana bile olsa)

Kur’ân-ı Kerîm’de etinin haram olduğu belirtilen tek hayvan domuzdur. Et yiyen diğer yırtıcı hayvanlarla ilgili yasak ise sünnet ve içtihada dayanmaktadır. Domuz, Müslümanlar için hukuken değer taşıyan (mütekavvim) mallardan değildir. Ayrıca şarabın, leşin, domuzun ve putların satımının haram olduğunu ifade eden sahih hadisler mevcuttur (Buhârî, “Büyû”, 102, 112; Müslim, “Müsâkat”, 71; Ebû Dâvûd, “Büyû”, 64). Bu hadislere dayanarak İslam hukukçuları domuzun alım satımının haram olduğuna hükmetmişlerdir. Domuzun hiç bir ürünü, endüstriyel işlemlerden geçmiş olsa bile kullanılamaz.

Domuzla ilgili önemli bir konuda, A’raf Suresinde de (162-165) anlatıldığı üzere, Kudüs yakınlarındaki “Eyle” beldesinde yaşayan  Yahudi kavminin Cumartesi günleri balık avlamaları açıkça yasaklandığı halde, önce hile yolu ile balıkları havuzlarda hapsedip Pazar günleri toplayarak, sonra da açıktan ve fütursuzca Cumartesi günleri bolca balık avlayarak Allah’ın emir ve yasaklarını çiğnemeleri sonucu, bir gece kudreti sonsuz Rabbimizin “ol” demesiyle maymunlara dönüşmesidir. Konuyla ilgili diğer Ayet-i Kerimelerden birisi de  Maide Suresi 60. Ayetidir: “De ki: “Allah katında cezası bundan daha kötü olanı size haber vereyim mi? Onlar, Allah’ın lânetlediği ve gazap ettiği, bir kısmını maymunlara ve domuzlara çevirdiği, tâguta tapan kimselerdir. İşte bunlar, yeri daha kötü olanlar ve doğru yoldan daha fazla sapmış bulunanlardır.”

Konu oldukça açık ve net olduğu için, İslami hükümle ilgili kısmını bu kadarla bırakıyorum. Kısaca Yahudilikte de domuzun kesinlikle yasaklandığını, Hristiyanlıkta ise başlangıçta yasaklandığını, sevilmeyip horlandığını ancak, Hristiyanlığın daha kolay yayılmasını isteyen Pavlus tarafından yazılan “çarşıda satılan her şeyin yenebileceği” lafıyla meşrulaştırıldığını söyleyebiliriz. Dileyen kaynaklardan ayrıntılı olarak inceleyebilir.

Aşağıdaki videoda, Müslüman olmayan bir bilim insanının, neden domuz yenilmemesi gerektiğiyle ilgili, çok anlamlı bir konuşması var. Domuzların, aslında ne kadar sağlıksız ve tehlikeli olduğunu, Allah-u Teala’nın  pislikten ve hastalıklardan korunmamız için bizlere yasakladığını burada da görüyoruz.

 

DOMUZ ÜRETİMİ VE TÜKETİMİ NEDEN TERCİH EDİLİYOR?

 Domuz ve domuz ürünleri ile ilgili verileri, mümkün olduğu kadar batılı kaynaklardan, yani domuzları besleyip her şekilde kullanmaya özen gösterenlerden toparlamaya çalıştım. Domuza muhalefet edenler arasında yine batılı bilim adamları ve PETA gibi vejeteryan organizasyonlarının verilerini de inceledim.

Domuz ve domuz ürünlerinin tercih edilmesinin en önemli nedeni maliyet uygunluğu, yani ekonomik olmasıdır. Kısaca domuzların önemli özelliklerini sıralarsak;

  • Dişi domuzlar 170 ila 220 gün civarında doğurganlık çağına giriyor.
  • Domuzların gebeliği 114 gün kadar sürüyor. Yani istenirse bir domuzdan yılda 3 batın yavru alınıyor.
  • Domuzlar bir batında  12-13 civarında yavru verebiliyor.
  • Doğumda 1-1,5  kilo civarında olan yavrular, iyi bir beslenmeyle 4 aylık olduğunda 130 kiloyu geçerek, kesilmek üzere mezbahalara gönderiliyor.

Gördüğünüz gibi; koyun, keçi ve büyükbaş hayvanlardan hiç birisi, hızlı üreme ve büyüme açısından domuzla rekabet edemez. Üstelik, domuzlar cam dışında her şeyi, ama her şeyi yiyebilecek mahluklardır. Yavruları da dahil, her türlü hayvan leşini ve atık maddeleri yiyerek beslenebiliyorlar.

        Hollandalı yazar Christien Meindertsma,  tek bir domuzdan ne kadar ürün çeşidi çıktığını araştırmış, tam 3 yıl boyunca. Sonunda araştırmasını kitap halinde yayınlamış ve macerasını TED platformunda anlatmış. Türkçe alt yazılı videosu aşağıda. Domuzdan sağlanan maddelerin, tam 185 ayrı ürünün yapımında kullanıldığını tespit etmiş. Kendisi domuzlara hayranlık duyarak anlatıyor ama, ben izledikçe dehşet içinde kaldım. Meğerse her bir yanımız, evlerimiz ve mutfaklarımız domuzla işgal edilmiş bile!

DOMUZLARDA ZULÜM ALTINDA

 Sonsuz ve sınırsız kar hırsıyla gözleri dönmüş, vahşi kapitalist insanların ve firmaların yaptıklarını görünce, tiksindiğimiz domuzlara da acımak ve üzülmek zorunda kalıyoruz. Allah’ın kendince uygun gördüğü hikmetlere binaen, hem insanlara ve doğaya belki bir nevi çöp arabası gibi hizmet etmek, hem de sağladığı faydaların yanı sıra, zararlarıyla da bir imtihan kaynağı olmak üzere, yaratıp yer yüzünde var ettiği domuzların olağan getirilerini dahi yetersiz görüp, daha fazla kar elde etmek için, resmen işkence altında besleyip büyütüyorlar.

Tıpkı, sözüm ona modern üretim ve mezbaha sistemlerinde zulüm gören milyonlarca kümes hayvanları, büyükbaş ve küçükbaş hayvanların çile yolculuğu gibi, domuzlarda insafsız uygulamalardan payını alıyor.

Yavrularını henüz 10 günlük iken annelerinden ayırarak, anestezi yapmadan vahşice erkeklerin testislerini kopartıp iğdiş ediyorlar. Kulaklarını ve kuyruklarını kesiyorlar. Dişlerini söküyorlar. Sırf daha hızlı büyüsünler ve birbirlerini yemeye başlamasınlar diye.

Damızlık seçtiklerini, daracık ve sadece yatabilecekleri uzunlukta demir kafeslerde 3-4 yıl boyunca hareketsiz tutuyorlar. Sürekli yavrulayıp çoğalmaları için. İşkence gibi başlayıp devam eden kısa hayatları, zalimane uygulamalarla birlikte en sonunda mezbahada sona eriyor.

DÜNYA’DA DOMUZ ÜRETİMİ 

 Dünyada Domuz üretimi ile ilgili bulabildiğim en güncel verileri, Amerikan domuz üretim ve değerleme örgütünün sitesinden aldım. Kaynaklarda site bağlantısı da yer alıyor.  2017 yılında Dünya genelinde 103.894 Milyon Ton domuz eti ve domuz ürünü elde edilmiş.

Çin, Amerika ve Avrupa‘nın dünyadaki toplam domuz üretiminin yaklaşık %85‘ini sağladığını görüyoruz.

        Avrupa birliğinin resmi sitesindeki istatistik veritabanından aldığım tablolardan, aşağıdaki grafiği oluşturdum. Yukarıdaki Amerikan verisiyle arasındaki fark, mezbaha dışında kesilen hayvanlardan kaynaklanıyor. Önemli bir fark olmadığı için dikkate almadım. Gördüğünüz gibi, 2016 yılında Avrupa genelinde üretilen 32,19 milyon ton kırmızı etin %73’ü domuzdan elde edilmiş! Benzer durumun aynı şekilde devam ettiğini söylememize gerek yoktur sanırım.

TÜRKİYE’DE DOMUZ ÜRETİMİ 

Ülkemizdeki domuz üreticiliği hakkında araştırma yaptığımızda, kısaca şöyle bir tablo ile karşılaşıyoruz: 2000’li yıllara kadar bu alanda tam bir rahatlık ve boşvermişlik durumu yaşanmış. Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde kurulan ve farklı kaynaklara göre sayısı 30 ila 90 arasında bulunan Domuz çiftliklerinde yıllarca denetleme yapılmadan domuz üretilmiş. Bu domuzların etleri, ucuza mal edilen salam, sucuk ve sosisler olarak veya toplu tüketim yerlerine el altından satılarak kullanılmış. Bir kısmı turist ve gayri Müslimlere domuz eti olarak temin edilmiş. 2006 yılı civarında çıkarılan yönetmelikler ve daha sıkı takiplerle, açıktan domuz yetiştiren çiftliklerin büyük bir kısmı şartları yetersiz bulunarak kapatılmış. Ülke genelinde resmi izinle çalışan 2-3 domuz çiftliği ve Antalya’da ruhsatlı bir domuz mezbahası kaldığı anlaşılmıştır. Halen, gizlice üretilen veya avcılar tarafından vurularak satılan yabani domuzlardan çıkan etlerin, miktarları hakkında sağlıklı bir bilgi olmadığı ancak, beklenenden çok fazla olduğu söylenmektedir.

2008 yılında İngiliz BBC televizyonu tarafından ülkemizde yapılan çekim ve röportajın videosunu aşağıda paylaşıyorum. İzleyince rahatsız olduğum şeyleri de söylemezsem içimde büyük dert olacak:

1- Sanki, 2002 yılına kadar Türkiye’nin domuzlarla bir alıp veremediği olmamış ve gayet rahat üretiliyormuş gibi söylenmesi beni çok ürküttü. Geçmişte neler ve ne kadar pis şeyler yedirmişler bizlere.

2-  Domuz üretenler ve spiker, Türkiye’nin AB’ye girebilmek için diğer hayvanlarla beraber domuzların da yasal zemine eklendiğini, ama pratikte domuzcuların zora koşularak kapanmaya itildiğini iddia ediyorlar. Beni asıl üzen görüntü ise, İstanbul İl Tarım Müdürlüğünü temsil eden kişinin sözlerinde sergilediği “bizim domuzla ve domuzcularla bir sorunumuz yok, onlar gerekli şartları sağlasın yeter” sözlerinde ortaya konulan eziklik ve İslam toplumu adına yaşatılan zavallılıktır. Sözde İslam Dünyasının lider ülkesiyiz ama, ismi ve kendi batasıca Avrupa Birliği’nin hoşuna gitmesi için, lanetlik hayvan domuzu da kasaplık hayvanlar arasına ekleme zilletliğini hep birlikte yaşıyoruz artık. “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı.“(Bakara 177) ve “Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki (bu hükme uyarak) korunursunuz.” (Bakara 178) Diyerek, bize huzurun ve adaletin yolunu emreden Rabbimizin dediğini yapmadık, Avrupa’ya uyum olsun diye idamı kaldırdık. Şimdi ise; çocuklarımızın canını ve namusunu kirleten sapıkları, vahşice cinayet işleyen gözü dönmüşleri ve 15 Temmuz‘da olduğu gibi, hem cinayet işleyen hem de vatanımıza hıyanetlik eden alçakları, sadece hapiste beslemek zorunda kalıyoruz! Ayasofya’yı müze yaptık, atamız Fatih Sultan Mehmet Han‘ın bedduaları ve lanetiyle kendimizi kıyamete kadar zalimlerden eyledik. Modern hayata aykırı, Avrupa’da yasak değil diyerek, zinayı suç olmaktan çıkardık, aile yapımızın altına dinamit koymuş olduk. Ne namus hakkı aranır oldu, ne de evliliklerin ömrü ve bir değeri kaldı. Ezcümle, kahir ekseriyeti Müslüman bir toplumun manevi değerleri yok sayılmadan, Allah’ın lanetlediği domuzu bizde lanetliyor ve gıda cinsinden görmüyoruz diyemez miyiz? Azınlık ve ateistlerin domuz yeme hakkı ne olacak diye, kimse domuzluk yapmasın. İlla domuz yiyeceğim, ben Müslümanlardan değilim diyenlerin, domuz yemesine izin ve imkan verilecek düzenlemenin yapılabileceğini, domuz gibi biliyorlar aslında.

3- İstanbul’da açık kalan son domuz kasabı tanıtımıyla röportaj yaptıkları Lazari Kozmaoğlu isimli herifin, “Vallah alamazsak, bu işi bırakıcaz.”  şeklinde, sözüne Allah’ın adıyla başlaması çok zoruma gitti. İnancımıza göre lanetlik bir iş yapan bu adamın, Allah’ın adını işiyle birlikte anması ne kadar çirkin ve sefilce bir haldir. Allah cezasını versin inşallah…

Avrupa Birliğine uyum çalışmaları içinde, mevzuatımızda bu pis hayvana da “kasaplık hayvan” statüsü verilerek meşrulaştırılmıştır.

TÜRK GIDA KODEKSİ ÇİĞ KIRMIZI ET VE HAZIRLANMIŞ KIRMIZI ET KARIŞIMLARI TEBLİĞİ (TEBLİĞ NO: 2006/31)

 MADDE 4 – (1) Bu Tebliğ’ de geçen;
a) Kasaplık hayvan: Büyükbaş, küçükbaş hayvanlar ve diğer kasaplık hayvanları,

b) Büyükbaş hayvan: Sığır, manda ve deveyi,

c) Küçükbaş hayvan: Koyun ve keçiyi,

ç) Diğer kasaplık hayvanlar: Domuz, yaban domuzu, at ve tavşanı,

Başka bir yönetmeliğimizde ise bu durumla çelişen ve sözde domuz kullanımını engellemeye çalışan maddeler konulmuş:
TÜRK GIDA KODEKSİ GIDA KATKI MADDELERİ YÖNETMELİĞİ (2013)

MADDE 6 (1) Bu Yönetmelik hükümleri ile uyumlu olmayan bir gıda katkı maddesi veya bu gıda katkı maddesini içeren bir gıda piyasaya arz edilemez.

(2) Domuz kaynaklı bir gıda katkı maddesi; gıdalarda, gıda katkı maddelerinde, gıda enzimlerinde ve gıda aroma vericilerinde kullanılamaz.

Gıda Katkı Maddeleri Yönetmeliğindeki bu maddenin pratikte hiç bir anlamı ve etkinliği 2 nedenle yoktur:

1.  Domuzdan elde edilen en meşhur ve yaygın şekilde kullanılan madde, jelatin olarak bilinen proteindir. Doğrudan insan vücuduyla uyumlu ve tek başına gıda niteliğinde olduğu kabul edildiğinden, katkı maddesi olarak tasnif edilmez. Doğrudan gıda maddesi olarak işlenir. Ayrıca, her hangi bir jelatin ham maddesinin hangi hayvandan geldiğini ayırt edebilecek laboratuvar testleri, belki de kasıtlı olarak, henüz icat edilmemiştir. Yahu, elin gavuru %100 domuzdan ürettiği jelatini bile gizleyerek Müslümanları ve Yahudileri kandırmaya çalışıyor. Hiç domuzdan üretildiği tespit edilebilsin ister mi? Bu kareyi aşağıda vereceğim videodan alarak, üzerine soru cümlesini ekledim. Röportaj yapan kişinin sorusuna, bakın nasıl alçakça cevap vermiş zalim adam.

2. Domuzdan üretilebilen gıda katkı maddeleri aynı zamanda bitkilerden veya diğer hayvanlardan da üretilebilmektedir. Üreticilerin, içindekiler kısmında yazılan E kodlu gıda katkılarının domuzdan yapılmadığını yazmaları, boş ve tüketicileri aldatmaya yönelik bir iddiadır. Bunların gerçek kaynağıyla ilgili ayrıntılı bildirimler ve yasal  takipler eksiktir. Domuz ve domuz yağından üretilebilen, ayrıca her yerde haklarında uyarılar yayınlanan örnek gıda katkı maddeleri: E100, E110, E120, E140, E141, E153, E210, E213, E214, E216, E234, E252,E270, E280, E325, E326, E327, E334, E335, E336, E337, E422, E430, E431,E432, E433, E434, E435, E436, E440, E470, E471, E472, E473, E474, E475,E476, E477, E478, E481, E482, E483, E491, E492, E493, E494, E495, E542,E570, E572, E631, E635, E904.

Örnek Katkı Maddesi İncelemesi:
Sırf bir örnek olması için, yukarıdaki katkı maddelerinden birisini seçelim. Mesela E495 olsun. Aşağıda KAYSİS bağlantısını da verdiğim TÜRK GIDA KODEKSİ GIDA KATKI MADDELERİ YÖNETMELİĞİ (2013)’ne göre BÖLÜM E GIDA KATEGORİLERİNDE İZİN VERİLEN GIDA KATKI MADDELERİ VE KULLANIM KOŞULLARI  tablosunda E 491-495 Sorbitan esterler şeklinde yer alıyor ve karşılığında hiç bir uyarı veya kısıtlama yok! Zaten, izin verilenler tablosuna koymuşlar. 5000 mg/kilo veya litre kullanım dozuyla her türlü yiyecek ve içeceğimize katılabilir yani.

Aynı katkı maddesi için başka bir kaynağa baktığımızda ise şu bilgilerle karşılaşıyoruz:

Kaynağı:
Bitkisel veya hayvansal kökenli normal bir yağ asidi olan palmitik asit ve sorbitolden üretilir.

Fonksiyon ve Özellikleri:
Emülgatör ve stabilizör özelliktedir.

Ürünler:
Farklı ürünler içerisinde kullanılır.

Kabul edilebilir günlük alım miktarı:
25 mg/kg vücut ağırlığı

Yan etkileri:
Sorbitan mono palmitat, yan etkileri olmadan metabolize edilen sorbitol ve palmitik asite metabolize edilir.

Kullanımındaki sınırlamalar:
Çoğunlukla bitkisel yağlar kullanılmasına rağmen, hayvansal yağların (domuz yağı gibi) kullanımı dışlanamaz. Bundan dolayı; birtakım gruplar, örneğin, etin yanı sıra süt ve süt ürünleri de yemeyen vejeteryenler, Müslümanlar ve Yahudiler bu ürünlerden uzak durmalıdır. Sadece üreticiler, yağ asitlerinin kaynağı üzerine detaylı bilgi verebilir. Kimyasal olarak, bitkisel veya hayvansal kaynaklı yağ asitleri aynıdır.

Bu bir facia değilse, başka nedir?

Hem sözde domuz ve domuz katkılarını yasaklıyoruz, hem de açıkça ve ekonomik olduğu için tercihli olarak domuzdan üretilen katkı maddelerini serbestçe kullanma izni veriyoruz. Bunun adı vebaldir, günahtır. Bilerek yapılıyorsa hainliktir, domuzluktur. Sıradan vatandaşın, bit kadar yazılı içindekiler listesi içinden bu maddeleri ve kodlarını görüp ayırabileceğini bekler misiniz?

Aşağıda bağlantısını paylaştığım BBC Türkçe haberine göre; tıpkı Müslümanlar gibi, Yahudiler içinde yasaklanmış olan domuz eti, laik Yahudiler tarafından yaygın olarak tüketiliyormuş. “Beyaz et” olarak tanımladıkları domuzları, kendileri ve Hristiyan İsrail vatandaşlarına temin etmek için özel çiftliklerde kurmuşlar.

BBC’nin, yukarıda verdiğim videosuyla ilgili İngilizce haberinde ise, Türkiye açısından korkunç ifadeler var. Haberin linkini yabancı kaynaklar içine de ekledim. “Bir başka Türk arkadaşım, İslam’ın yasakladığı domuz yemeklerinin, burada laik yüksek sosyete arasında gittikçe popüler olduğunu söyledi.”  Bu hale gelmişiz! Allah sonumuzu hayır etsin. İçimizdeki ahmaklar yüzünden bizleri de helak eylemesin.

Domuz Derisinden Ayakkabı ve Montlarda Giymeye Başladık! 

Özellikle Çin’den ithal edilen ucuz ayakkabı ve deri mamullerinin büyük bir kısmında, domuz derisi kullanıldığı ortaya çıkmış. Buna hiç şaşırmadım, çünkü yukarıdaki tablolarda da göreceğiniz gibi, domuz üretiminde Çin tek başına, Dünya piyasasının yarısından fazlasına sahip. Kış kışlığını, Çin Çinliğini yapacakta, bunlara ithalat izni veren makamlarımız bu kadar mı saf ve rahat acaba? İthalat şartlarını domuz derilerini önleyecek şekilde düzenlemek varken, neden Milletin vebaline giriliyor?

Sırf ucuz diye domuz ürünlerinin piyasada kök salmasına vesile olanları Allah’a havale ediyor ve bu yazıyı okuyanları da, sorgulayıp hesap sormaya davet ediyorum. Kendi adıma ise,  dilsiz şeytanlardan olmamak için buraya yazmış bulunuyorum. Haber bağlantısını, yerli kaynaklardan görebilirsiniz.

DOMUZ KONUSUNDA EN BÜYÜK BAŞ BELAMIZ: JELATİN

Jelatinle ilgili bulgularıma yer vermeden önce, bu konuda çok değerli açıklamaları olan Nurettin Yıldız hocamızın konuşmasını paylaşıyorum.

Kuzey Amerika Jelatin Üreticileri Enstitüsünün (gelatin-gmia) web sitesinde yayınladığı jelatin el kitabından alıntı yaparak paylaşıyorum:

Domuz derisi, ABD’de yenebilir jelatin üretimi için önemli bir ham madde kaynağıdır. Çıkarılmadan önce, ön arıtma için kısa süre gerekmesi ve atık su miktarının en aza indirgenmesi, jelatin üretiminde bu ham maddenin sağladığı önemli ekonomik faktörlerdir. Taze ya da dondurulmuş olarak sunulan domuz derisi, zaten yağ, et ve kılları ayıklanıp düzeltilmiş olarak mezbahalardan işleme tesislerine geliyor. Domuz derisinin kılları genellikle sıcak bir soda çözeltisi ile kazınıyor.

Hayvansal jelatinler 2 tipte üretiliyor. Domuz derisi ve yağından üretim sırasında ilk önce asid kullanılarak ayrıştırma yapıldığından Tip A Jelatin olarak tanımlanıyor. Domuz, Sığır ve diğer hayvanların kemiklerinin parçalanarak önce alkali madde ile ayrıştırılmasıyla veya sığır cinsi derilerin alkali maddelerle işleme başlatılmasıyla da Tip B Jelatin üretiliyor.

Aşağıdaki video İngilizce olmasına rağmen, info-grafik anlatımı nedeniyle kolayca anlaşılıyor. Kollajen olarak tanımlanan Jelatinin nasıl  ve nereden üretildiğini, nerelerde kullanıldığını güzelce izah ediyor.

Gerçek görüntülerle Jelatin nedir? anlamak isterseniz, en büyük jelatin üreticilerinden birisinin buradaki tanıtım videosunu izleyebilirsiniz:

       TRT Haber Televizyonunda Jelatin nedir? konulu güzel bir program yapılmış. Onu da eklemezsem eksik kalırdı.

JELATİN NASIL YAPILIYOR?

      Aşağıda, helal jelatin ürettiğini belirten bir firmanın sektör sunumundan bir kesit görüyorsunuz. Rakamlar doğru mudur, abartmış olabilirler mi diyerek, AB’nin kendi verileriyle karşılaştırdım. Yukarıda bulunan, dünyada domuz üretimi analizinden de hatırlarsanız, 2016 yılında Avrupa’da kesilen kırmızı etlerin %73‘ünün Domuzdan sağlandığını resmi verileriyle göstermiştim. Domuzların, en çok karın bölgesi yağları ve derileri tercih edilmekle beraber, tıpkı sığırlar gibi kemiklerinden de jelatin üretilebildiğini bildiğimize göre, kesilen domuzların kemiklerinden sağlanacak jelatinin de hesaba katılması gerekir. O zaman genel olarak, üretilen jelatinin en az %80 oranında domuzlardan çıkarıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ekonomik ve hızlı ayrıştırma avantajları da domuzları özellikle tercih edilir kılıyor.

      Jelatin üreticilerinin tanıtım kitapçığındaki işlem şemasına göre, kırılıp parçalanarak kurutulan, yağlı kısmı giderilen kemikler, çeşitli işlemlerden geçtikten sonra, sıcak suyla ayrıştırma aşamasına geliyor. Domuz derileri de parçalanıp asit ve yıkama gibi işlemlerden sonra, sıcak suyla ayrıştırma noktasına gelmiş oluyor. Bundan sonrası ortak işlemlerle devam ederek, ticari formlarına getirilip paketlenmesiyle Jelatin Üretim Süreci sona eriyor.  

       Almanya’da kurulan, dünyanın en büyük ve eski jelatin üreticilerinden birisi de GELITA firmasıdır. Resmi bir kayıt bulamadığım için ispat edemiyorum ancak, HARIBO firması ile organik bir ilişkisinin olduğuna kuvvetle inanıyorum. Çünkü vereceğim tanıtım videolarından da göreceğiniz gibi, doğrudan kendi markaları gibi açıkça teşhir ediyorlar. Gıdalarda jelatin kullanımını anlattıkları videodan bir görüntüyü alarak buraya ekledim. Haribo markasını net olarak görebilirsiniz.

          Yukarıda yayınladığım, Gelita firmasının Youtube’da bulunan Jelatin nedir? konulu tanıtım videosunda da, ham madde olarak açıkça domuz derisini göstermiş ve anlatmışlar. İlgili kısımdan bir kareyi ekledim.

         Aynı firmanın Jelatin nasıl yapılır? konulu videosunda da temel ham madde olarak domuz karnı gösterilmiş. Jelatini daha çok böyle ürettikleri halde, web sitelerinde domuz yerine inek görsellerini kullanmaları sizi bilmem ama, bana tam bir domuzluk örneği gibi geliyor. Videodan örnek kare alarak, Türkçe açıklamasını ekledim.

         Yabancı bir kanalın yapmış olduğu çekimlerde de jelatin üretiminde kullanılan domuzların ve bunları insanlardan gizlemek için yapılan domuzlukların farkına varabilirsiniz. Youtube’da bulunan, Türkçe alt yazılı videosunu buyurun buradan izleyin. Yalnız, Türkçe açıklamadaki jelatin maddesini sadece E471‘e indirgemelerini ve belirli iki markayı hedef almalarını doğru bulmadığımı belirtmek isterim. Jelatin bir gıda katkısı değil, gıdanın kendisidir çünkü. Ayrıca, içine giremediği paketli işlenmiş gıda ürünü neredeyse kalmamıştır. Bu açıdan, kasıtlı bir ticari amaç gözetildiğini düşünüyorum. Neyse, biz işin esasına bakalım yine de:

Gelita firmasının Jelatin nasıl yapılır? Konulu videosunu da izlerseniz, domuzun jelatin üretiminde ne kadar önemli bir ham madde olduğuna artık kesin kanaat getirmiş olursunuz.

JELATİN NERELERDE KULLANILIR?

Sadece bu soruya cevap vermek için sayfalarca yazmamız gerekir. Kullanılmadığı bir yer kalmamış neredeyse.

Genel bir gruplama yaparsak eğer, jelatinin kullanıldığı yerleri şöyle sıralayabiliriz:

  1. Gıdalarda
    a) Doğrudan gıda maddesine katılarak. Örneğin şekerlemeler, tatlılar gibi
    b) Gıdaların içinde değil üretim süreçlerinde kullanılarak. Örneğin meyve sularının içindeki parçacıkların filtre edilmesi işleminde
  2. Hijyen ve temizlik maddelerinde. Sabun, diş macunu, şampuan vs.
  3. Sağlık teknolojilerinde, aşı ve ilaçların hem içeriğinde hem de üretiminde
  4. Makyaj, kozmetik ve güzellik ürünlerinde
  5. Yaşlılığı önleyici, geciktirici ürünlerde
  6. Biyolojik yakıtlarda, petrol ürünleri ve asfalt üretiminde
  7. Silah sanayisinde
  8. Isıtma ve soğutma sistemleri sanayisinde,
  9. Metal ürünleri işleme ve üretim sanayisinde,
  10. Fotoğraf, baskı ve film ürünlerinde
  11. Evcil hayvanların bakım ve beslenme ürünlerinde

Gördüğünüz gibi, çok kaba bir gruplama yapmış olmama rağmen, eminim eksik kalan sektör ve ayrıntılar halen vardır. Domuz içermesi nedeniyle, hepsi bizi ilgilendirmekle beraber, özellikle vücudumuza giren gıda, ilaç ve aşılar açısından son derece duyarlı ve uyanık olmamız gerekiyor. Gelita firmasının gıdalarda Jelatin kullanımı ile ilgili videosu, bizlere manevi çığlıklar atarak uyanın artık diyor, ama duyabiliyor muyuz acaba?



DOMUZ GRİBİNİN AŞISINDA DA DOMUZ VAR!

Evet, maalesef var. Üstelik sadece Domuz Gribi (H1N1) aşısında değil, Avrupa ve Amerika’da üretilen aşıların bir çoğunda doğrudan içeriğinde veya üretiminde kullanılıyor.  Üstelik bunu saklamayıp gururla yayınlıyorlar! Gelita firmasının ürünlerini ve kullanım alanlarını anlattığı sayfanın en başına aşı teknolojisindeki ürünleri konulmuş. İlgili sayfayı mümkün olduğu kadar aslına sadık kalarak Türkçe çevirisini buraya alıyorum. İnanmayan sitesine giderek inceleyebilir.

Gelita’nın Portföyünde benzersiz bir ürünü olan VacciPro, kritik H1N1 (Domuz Gribi) aşılarının geliştirilmesinde dünyanın önde gelen aşı üreticileri tarafından kullanılmaktadır. Aşı stabilizasyonu için özel olarak optimize edilmiş özel bir kolajen peptid olan VacciPro, yıllar boyunca aşı üretiminde kullanılırken, H1N1 virüsünün son salgını için, modern zamanların en önemli aşı gelişmelerinden birini sunuyor. Son derece yüksek saflık seviyesi ve mükemmel ve tutarlı moleküler ağırlık kontrolü ile, VacciPro antijen stabilizasyonu için idealdir.

Gelita, USP ve EP gerekliliklerine uygun olarak VacciPro’yu özenle üretmektedir. VacciPro’nun viral temizliği, implante edilebilen cihazlar için FDA (Federal İlaç İdaresi) gerekliliklerini bile aşmaktadır. Ayrıca, VacciPro’nun düşük allerjenik potansiyeli nedeniyle, vücut tarafından yüksek tolerans ve doku hücreleri için bir yakınlık, enjekte ilaç için ideal bir maddedir. Yüksek stabilizasyon özellikleri ile, VacciPro aşı geliştirme süreci, altın standart olarak küresel aşı üreticileri tarafından tanınır.

Adamlar her şeyi ayan beyan yazmışlar. Daha ne desinler! Benzer şekilde, aşılama yoluyla dünya nüfusunu azaltmaya çalışan Bill Gates gibi Siyonist-Yahudilerin sırf bu işler için, milyon dolarlık bütçeler ayırıp vakıflar kurduğundan önceki bir yazımda da (bakınız Rızkımız Teminat Altında Değil mi?) bahsetmiştim. Ya kendi yolumuzu açarak kurtuluş ve huzura gideceğiz, ya da başkalarının açtığı yoldan acı, hastalık, günah ve zillet dolu, sonu meçhul yolculuklara katlanacağız. Acilen temel ilaç ve aşı sanayimizi geliştirmemiz ve domuza alternatif olacak, meşru teknolojik çözümler üretmemiz lazımdır. Yoksa bu gidişle hem kendimizi, hem de neslimizi koruma imkanımız kalmayacak. Çocuklarımız ve yetişkinlerimiz domuzdan üretilen aşılarla mikroplardan korunmaya çalışacak, hastalarımız domuz jelatiniyle kaplanmış veya domuz ürünleriyle tatlandırılmış ilaçları içecek, kalp hastalığı olanlarımız da domuz kalbinden alınan parçalarla yaşamaya çalışacak. Buna Müslümanca yaşamak denirse tabii..

Konunun uzmanları,  son yıllarda kanser hastalığının anormal şekilde yayılmasının en büyük nedenlerinden birisi olarak, domuz menşeli ürünlerin aşırı kullanımını gösteriyorlar. Çünkü jelatin gibi organik ve vücuda yabancı olmayan maddeler yüzünden, otoimmun (özsavunma) sisteminin bozulduğunu, genetik bütünlüğün ve hormonal dengenin sarsıldığını anlatıyorlar. Domuz tüketen toplumlarda fizyolojik ve manevi açıdan domuzlaşma eğilimi de artıyor. Çocuklarda cinsel ve duygusal gelişim normal seyrinden çıkıyor. Davranış modelleri değişiyor. Diyabet gibi metabolik hastalıkların görülme sıklığı artıyor, kalp-damar hastalıklarının başlangıç yaşları gittikçe düşüyor. Aşırı ilaç kullanımı da eklenince bio-kimyasal vücut dengesi kalmıyor. Gereksiz ve ölçüsüz kullanılan antibiyotikler yüzünden, basit hastalık mikropları bile tedavi edilemez enfeksiyonlara neden olabiliyor. Çiftlik hayvanlarının daha hızlı gelişmesi ve zayiat vermemesi için kullanılan antibiyotik ve hormon takviyesi gibi ilaçlarda, et ve süt ürünleriyle birlikte insanlara geçerek yıkıcı etkilerde bulunuyor.

İSLAM DIŞI ÜLKELERDEN GELEN JELATİNLER, NEDEN MUTEBER OLAMAZ?

Yazımın en başında da gösterdiğim gibi; kendiliğinden ölmüş hayvanlar, kan, domuz ve Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanların etleri kesin olarak yasaklanmış ve Rabbimiz tarafından bizlere  haram kılınmıştır.

  • Avrupa, Çin ve Amerika gibi ülkelerdeki jelatin ve diğer hayvansal gıda katkılarının, kahir ekseriyetle Domuzdan yapıldığını cümle alem biliyor artık. Üretimin en az %80-90 oranında domuzdan yapılması ekonomi ve kapitalist dünyanın bir gereği olmuştur.
  • Helal kabul edilen hayvanlarda olsa, İslama uygun şekilde beslenip kesilmeyen hayvanların et ve et mamulleri de haram kılınmış ve tıpkı leş veya domuz hükmünü almıştır. Yani bu hayvanlardan çıkarılanların, pratikte domuz ürünlerinden bir farkları yoktur.
  • Küçükbaş ve sığır cinsi olduğu halde, İslam olmayan ülkelerde Allah’ın adı anılarak yapılan kesimler az da olsa vardır muhakkak. Müslümanların kendi işletmeleri veya Müslümanlara özel kesimler gibi. Ancak, buralardan sağlanan deri ve kemikler yine götürülüp domuz ve diğer hayvanların işlendiği fabrikalara girdiği için, pis etlerin içine atılmış bir kaç parça temiz et gibi olmaktadır. Diğerleriyle birlikte işlenmeye başlandığı anda, temiz hükümlerini kaybetmiş ve necis olmuş sayılırlar.
  • Jelatinin helal kabul edilebilmesi için; İslama uygun yetiştirilmiş ve helal kabul edilen hayvanların, yine İslama uygun şekilde kesilerek deri, et ve kemiklerinin çıkarılması, sadece İslama uygun kesilen hayvanların işlenmesi için özel kurulan sanayi tesislerinde ve yine İslama uygun maddelerle birlikte muamele edilerek üretilmesi gerekir. Yani bir fabrika, hem domuz hem de sığır jelatini üretiyorsa oradan çıkan jelatin uygun olamaz. Sadece sığır eti işlediği halde, Müslümanların kestiği sığır etleri ile Müslüman olmayanların kestiği sığırların etleri karışıyor veya aynı makinelerden geçiyorsa yine uygun olmaz. Sadece Müslümanların kestiği sığırlarının etlerini alan bir jelatin fabrikasında, üretim sırasında örneğin etler alkol ile muamele edilerek işleniyorsa çıkan ürünler yine uygun kabul edilemez.

Bu gerçeklerin ışığında ve ekonomik verileri de dikkate aldığımızda, İslam olmayan ülkelerden İslam’a uygun jelatin ve diğer hayvansal gıda katkılarının gelebilmesi %99 mümkün değildir. %1 ihtimal bilmediğimiz tesisler olabilir ama kimse buna güvenerek yola çıkamaz sanırım.

HARIBO’NUN HELAL SERTİFİKASI SİZCE DOĞRU MUDUR?

HARIBO markasının Türkiye’de helal üretim yaptığı reklamına itirazımı belirtmek istiyorum. Türkiye’de şekerleme fabrikası kurmuş olmaları, onları helal kısmına koyamaz. Çünkü, en önemli ham maddeleri olan Jelatin için Türkiye’de bir fabrika kurduklarını duymadık. Varsa ve sadece buradan sağlanan jelatinle üretim yaptıklarını belgeliyorlar ise, büyük bir memnuniyetle bende yayınlar ve hatta gönüllü elçileri olurum.

Bir kaç yıl önce HARIBO için şahsen jelatin araştırmam yine olmuştu ve buradaki tesislerini telefonla arayarak bilgi edinmeye çalışmıştım. Bana söyledikleri Türkiye’deki tesislerinde sığır jelatini kullandıklarıydı.

Yukarıda da izah ettiğim gibi;

Jelatinin son halinden geriye dönük olarak yapılan testler ile sığır veya domuz menşeli olup olmadığı halen anlaşılamıyor. Firmaların tek taraflı beyanlarına ne kadar güvenilebileceğini videolarda gördünüz. İki farklı firmadan birisi kalp kapakçıklarının domuzdan yapıldığını, diğeri de jelatinin domuz kaynaklı olduğunu özellikle saklamaya çalışıyordu. Gelita’nın ortağı veya en büyük müşterilerinden birisi olan Haribo’ya neden inanalım?

Haribo, belge üzerinde sığır menşeli jelatin kullandığını göstermiş olursa, bu sefer hangi ülkeden ve hangi fabrikadan aldığını açıklayıp, İslama uygun kaynaklardan geldiğini ispat etmesi gerekir. Web sitelerinde sadece tek taraflı beyanları var ve kimler olduğu, hangi kriterlere göre denetleme yaptığı belli olmayan EHZ diye bir Enstitüden aldıkları sözde  helal sertifikası var. Neden böyle diyorum? Avrupa Helal Enstitüsü diye bir kurum uydurup başta Almanlar olmak üzere, Müslüman müşterileri kaçırmak istemeyen firmalara bol kepçe belge satmışlar. Maalesef belgelerde adı geçen şahıslarda Türk asıllı. Merak edip araştırdım. Nasıl bir Enstitüdür, hangi kriterlere göre inceleme yapıyorlar, hangi laboratuvarlarla ve bilim adamlarıyla, hangi İslam alimleriyle çalışıyorlar diye. Tam bir hayalet gibiler. Web siteleri bile kapanmış, çalışmıyor yahu!**   www.eurohelal.de girin bir bakın adreslerine. Site yayından kaldırılmış. 

(**Güncelleme bilgisi: Bu yazı hazırlanıp yayınlanırken çalışmayan web sitelerinin, bir hafta on gün kadar sonra kısmen çalışmaya başladığını fark ettim. Ulaştığım site içeriği de kuşkularımı gidermeye ve EHZ’ye güvenmeme yeterli gelmedi. Küçük bir örnek vereyim: EHZ kendisini Dünya çapında tanınan meşru Helal Sertifika Kurumlarından birisi olarak gösterebilmek için, web sitesinde World Halal Food Council yani Dünya Helal  Gıda Konseyi üyesi olduğunu iddia etmiş. Üşenmeyip konseyin web sayfasından üye kuruluşlarını araştırdım. Avrupa’daki üyelerimiz sayfasında  EHZ diye bir üye bilgileri yoktu! Buyurun isterseniz, sizde buradan bakın. Sözde helal işler için, haram olan yalanla bezenmişler. Aynı şekilde, iş ortakları listesinde verdikleri Helal Avrupa adlı kuruluşta Dünya Helal Konseyi üyesi olduğunu üstüne basarak belirtmiş ama Konseyin Avrupa’lı  üyeler sayfasında onlarında adı yoktu! Daha da ötesini kurcalamaya gerek görmedim artık.)

Müslümanlar bu kadar mı saf ve aciz olur? Ne kadar da kolay aldanıyoruz? Türkiye devleti bu sertifikaya akreditasyon vermiş mi? Yurt dışındaki okulların, diploma denkliğini verirken bile kılı kırk yararken, sözde “Helal Sertifikası” aldığını söyleyip Müslümanları kandıran kişi ve kurumlara neden fırsat veriliyor? Tarım Bakanlığımız neden Helal Sertifikası şartlarını İslama uygun şekilde verilmek üzere denetleyip tescil etmiyor? Diyanet İşleri Başkanlığımız için Müslümanların helal gıda yemesi, en az Umreye seyahat organize etmek kadar önemli değil midir? Üniversitelerimizin İlahiyat Fakülteleri, helal gıda konusunda neden İslami-Akademik çalışmalar yapmıyor? Bunlar olup bitiyor da biz mi bilmiyoruz? 

Haribo sitesinde ayrıca, doğru dürüst okunmayan bir resim şeklinde Malezya-Endonezya Ulema Meclisinden alınan “Helal Sertifikası” resimleri var. Ama bu belgede Haribo için değil Pamir Gıda diye bir şirket için verilmiş.  Pamir firmasını satın alarak üretmeye başlamışlar, sonra Haribo markasıyla üretmeye devam etmişler. Haribo olduklarında helal şartlarını korumaya devam etmişler mi? Bu durumu kim kontrol etmiş? Ham maddeleri Avrupa’dan mı geliyor, İslam ülkelerinden mi? Bunlar belli değil ve bende Haribo’ya güvenmiyorum. Rahatlıkla satan veya yiyenleri de yeniden düşünmeye, araştırmaya ve değerlendirmeye davet ediyorum.

TÜRKİYE’DE JELATİN ÜRETİMİ VAR MIDIR?

Bunca iç karartıcı bilgi ve haber sonunda, çok şükür güzel şeylerinde olmaya başladığını duyurmakta ayrı bir mutluluk ve umut oldu benim için. Gecikmiş bile olsa önce Balıkesir’de SELJEL, sonra da İstanbul Tuzla’da HALAVET adıyla iki jelatin fabrikamızın kurulup üretime başladığını memnuniyetle öğrendim.

Henüz Türkiye’nin tüm ihtiyacını karşılayabilecek ve Müslüman ülkelere de yetebilecek seviyeye gelememiş olsalar da, büyük bir yaramıza merhem olmaya başladılar. Allah kuranlardan ve işletenlerden razı olsun. Sayıları ve imkanları artsın İnşallah.

Devletimizinde yerli üretim jelatin ham maddesinin kullanılmasını teşvik etmesi ve hatta zorunlu tutması gerekir. Jelatin ve benzeri son ürün haline gelmiş maddelerin kaynağını kontrol altına alamadıkça, içeriğinden asla emin olamazsınız. Hiç olmazsa, ithal jelatin ve benzeri maddelere karşı yüksek vergi ve caydırıcı kotalar koyarak, yerli jelatin ve benzeri ürünlerin gelişip yayılmasına imkan verilmesi gerekir. Şahsen, imkanı olduğu halde, bu yönde irade göstermeyen ve jelatin zulmünün devamına göz yuman yöneticilerimize, kendi adıma hakkımı helal etmediğimi buradan ifade etmek isterim.

Domuz sorunu, hem dünya ve hem de ahiretimizi berbat edebilecek bir afet haline gelmiştir. En az huzurumuza kast eden terörist hainler kadar tehlikeli ve acildir.

SONUÇ

İnsan yediğine bir bakıp düşünsün!” (Abese, 24) Buyuruyor Yüce Yaradanımız. Bu İlahi ikazın çok derin anlamları  olduğu ve Müslümanların üzerinde çokça düşünüp taşınması gerektiği ortadadır. İçimiz dışımız yasaklanmış ve zararlı gıdalarla doluyorsa, biz farkında olmasak bile, Rabbimize karşı nasıl bir görüntü vermiş olabileceğimizi düşünüyor muyuz?

Bugünkü toplumda yaşadığı halde, ben hiç bir şekilde faize bulaşmadım ve uzak kaldım, faizin bulaştığı şeyleri yemedim ve içmedim diyebilen çıkar mı? Devlet sistemimiz, ekonomik düzenimiz, ticaretimiz, maaşlarımız, kısaca para ile ilgili her işimiz faiz çarkları içinden geçiyor ve faiz sisteminin devamını sağlıyor. Dünya kocaman bir köye döndü artık. Dünyayı ülkelerden ziyade, büyük şirketler yönetiyor fiilen. Karlılık oranlarını yüksek tutabilmek için, mümkün olan her şeyi en ucuza mal edip, en iyi fiyata satmaya çalışıyorlar. Durum böyle olunca, dini hassasiyetler ve toplumsal değerler hep geri plana atılıyor veya sahtekarca davranılıyor. Yediğimiz, içtiğimiz, her şey birbirine karıştı. Marketten aldığımız ürünlerin arkasına dikkatli bakınca, envai çeşit ülkelerde üretilerek bizlere ulaştırıldığını görebilirsiniz.

Bu kadar karışıklığın içinde, yediğimiz içtiğimiz gıdaları en azından helallik yönüyle kontrol altına alamazsak, kendimizi ve neslimiz koruyamayız. Rabbimize el açıp yalvarırken, haram gıdalarla dolmuş midemiz ve bunlarla dolan kanımızı pompalayan kalbimiz bizi nasıl temsil edebilir? Allah, her şeyi gören ve bilendir.

Abdullah b. Ömer’den rivayete göre Resûlullâh (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “İçki içen kimsenin kırk gün namazı kabul olmaz. Tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder. Yine içki içmeye dönerse Allah kırk gün onun namazını kabul etmez. Tevbe ederse Allah yine tevbesini kabul eder. Yine içki içmeye dönerse Allah kırk gün onun namazını kabul etmez. Tevbe ederse yine tevbesini kabul eder. Dördüncü sefer içki içmeye devam ederse yine kırk gün o kimsenin namazını kabul etmez tevbe etse bile tevbesini de kabul etmez ve ona Cehennemde Habal nehrinden içki içirir.” Bunun üzerine Ey Ebû Abdurrahman Habal nehri nedir? Diye soruldu. O da dedi ki: Cehennemliklerin irinlerinden meydana gelen bir ırmaktır.” (Tirmizî, Eşribe, 1; Ebû Dâvûd, Eşribe, 5; İbn Mâce, Eşribe, 1)

Bilerek içki içmeye devam edenlerin (Allah kurtarsın akıl, iman ve şuur versin) durumu böyleyken, bilerek domuzlu ürünleri yemeye ve önlem almamaya devam edersek, halimiz nice olur Allah muhafaza?

 Şimdiye kadar, en çok zaman ve emek harcadığım yazı bu oldu. İnşallah güzel bir amaca hizmet eder, Müslüman kardeşlerimizin dikkatini çeker, Devlet büyüklerimizin en azından jelatin konusunda gereken  duyarlılığı göstermelerine vesile olur. Şahid ol Ya Rabb! Bildiklerimi ve inandıklarımı hiç eğip bükmeden, dosdoğru yazmaya gayret ettim. Eksiklerimizi Sen tamamla ve bizleri Senin Rızanı isteyenlerin yolundan ayırma! Amin…

 

Güncel Bilgi Notu:

Bu yazımı yayınladıktan sonra konu hakkında araştırmaya devam ederken, çok güzel ve hayırlı bir bilgiye ulaştım. Elhamdulillah, Helal Akreditasyon Kurumu kuruluş kanunu TBMM’de onaylanarak 18 Kasım  2017 tarihli Resmi Gazetede yayınlanmış. Kanun metnine buradan ulaşabilirsiniz.  Duyunca çok mutlu oldum. İnşallah bundan sonra, Helal Sertifikası veren yerlerin akreditasyonu Devlet ciddiyetiyle ve şeffaf olarak yapılır diye duacıyım. Rabbimiz karar verenlerden, yapanlardan  ve sebep olanlardan razı olsun.

 

Kaynaklar:

A. İSLAMİ Kaynaklar: 

  1. http://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-meal-2/maide-suresi-5/ayet-59
  2. http://www.islamansiklopedisi.info/
  3. https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Abese-suresi/5782/24-32-ayet-tefsiri
  4. https://www.diyanet.gov.tr/userfiles/dinibilgiler/ilmihal_cilt_2.pdf
  5. http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=090508
  6. http://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Mâide-suresi/729/60-ayet-tefsiri
  7. https://heshamsyed.wordpress.com/pig-fat-or-code-on-food-products-muslims-be-careful
  8. http://www.muslimtents.com/aminahsworld/Ecodes.html
  9. http://www.daganghalal.com
  10. http://www.fetva.net/yazili-fetvalar/icki-icen-bir-insan-40-gun-namaz-kilamaz-mi.html
  11. http://whfc-halal.com/

 

B. YERLİ Kaynaklar:

  1. http://helaldenetim.com/makale.aspx?makaleid=179
  2. http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2006/07/20060707-12.htm
  3. https://kms.kaysis.gov.tr/(X(1)S(dux43opzjndvm55qzmfmnrjm))/Home/Goster/42410
  4. http://halavet.com.tr/index.html
  5. http://seljel.com.tr/index.html
  6. insanvehayat.com/9-maddede-turkiyede-jelatin-gercegi/
  7. http://www.gidaraporu.com/turkiyeye-alenen-domuz-jelatini_g.html
  8. https://gidabilinci.com/ama-bu-yenilebilir-sigir-jelatini
  9. http://veterinerturkiye.com/hayvanlarda-gebelik-sureleri/
  10. http://www.bbc.com/turkce/haberler/2010/06/100628_israel_pork
  11. http://www.dunyabulteni.net/haber/254699/bakanliga-gore-domuz-eti-satisina-engel-yok
  12. http://www.food-info.net/tr/e/e495.htm
  13. https://www.yenisafak.com/politika/ucuz-ayakkabida-domuz-derisi-691822

 

C. YABANCI Kaynaklar:

  1. http://www.gelatine.org/
  2. http://www.gelatine.org/GME_Gelatine_compass_en.pdf
  3. http://www.gelatin-gmia.com/home.html
  4. http://www.gelatin-gmia.com/images/GMIA_Gelatin_Manual_2012.pdf
  5. https://www.grandviewresearch.com/gelatinmarket
  6. https://www.gelita.com/en/products/product-finder
  7. http://www.gelatine.org/Statements/2018_1_-_iden_of_animal_species_origin_-_with_EURL-AP.pdf
  8. https://www.linkedin.com/gelatin-market-analysis-segment-forecasts-2020-vignesh-kulkarni/
  9. https://www.vegsoc.org/page.aspx?pid=728
  10. http://ec.europa.eu/meat&_estatsearchportlet_=2018
  11. http://ec.europa.eu/eurostat/Pig_farming_sector_-_statistical_portrait_2014
  12. http://ec.europa.eu/eurostat/Meat_production_statistics
  13. http://www.pigprogress.net/Turkeys-pork-industry-on-the-brink-of-extinction-PP001563W/
  14. http://news.bbc.co.uk/7368020.stm
  15. http://slideplayer.com/slide/8577496/
  16. https://commons.wikimedia.org/wiki/File:Gelatin_Production_by_Geography.svg
  17. https://www.pork.org/facts/pig-farming/life-cycle-of-a-market-pig/
  18. https://www.gelita.com/en/products/gelatine/vaccipro
  19. http://naturalsociety.com/bill-gates-faces-trial-india-illegally-testing-tribal-children-vaccines/
  20. http://naturalsociety.com/scientists-create-human-pig-embryo-transplant-research-1134/

 




Gariban Bir Müslüman Olarak Arayışlarım ve Yaşadıklarım Hakkında

Ahir zamanı, hep birlikte ve tüm dehşetiyle yaşıyoruz. Daha önce kavimlerin birer birer helak olmasına yol açan günah ve sapkınlıklar artık vaka-i adiyelerden sayılır oldu. İnsanlığın sükut ettiği bu hastalıklı halleri önlemeyi bırakın, sadece eleştirenlerin bile şiddetle dışlanıp, sözüm ona nefret suçu işlemekle horlandığı tuhaf günlerdeyiz. Manevi fırtına ve tuzakların ortasına düşmeden yol almaya çalışan, aciz, günahkar ve gariban bir Müslüman olarak, çocukluğumdan itibaren aldığım İslami eğitimler ve deneyimlerin ışığında yaşadıklarımı, hissettiklerimi ve endişelerimi paylaşmaya karar verdim. Kendim ve kısmen ailemle ilgili  cüz-i iradem dışında hiç kimse üzerinde hüküm süremem. Yazdıklarım sadece yaşadıklarım ve hissettiklerimle ilgilidir. Çıkarımlarım sadece beni bağlar, ifade etmezsem içimde kalır, ama kişisel yanlışlıkları genele mal edip vebale girmekten de Allah’a sığınırım. Muhatap olduğum grupları ve bunlarla ilgili duygu ve düşüncelerimi beyan etmek zorundayım. Gündelik olaylar ve dünyevi meseleler üzerinde onlarca yazı ve proje hazırlamışken; önce dünyamı, sonra ahiretimi doğrudan etkileyecek, belki inşaAllah felaha ve belki de hafazanAllah azaba götürecek manevi yolculuğumu yazmak istiyorum. Niyazım odur ki, en azından vahim hata ve günahlardan sıyrılabileyim, benzer zorlukları yaşayan Müslüman kardeşlerime bir söz ve onlardan cümlemizi saracak hayır dualarına vesile olayım. Yazının bundan sonraki bölümlerini okumak size kalmış. İsterseniz geçmişe giden yolculuğumda bana eşlik ederek, duygularıma şahitlik yapın ve geleceğe dönük dualarımıza amin diyerek katılın. İsterseniz boş verip kendi iş ve uğraşlarınıza devam edin. Hiç fark etmez, canınız sağ olsun. Rabbim işinizi rast getirsin. Bende, belki birilerini kızdırmak ve istemeyerek küstürmek pahasına, kendimi ifade etmenin huzurunu  ve sonrasında gelen bedel ödemesini yaşayacağım her zamanki gibi…

1972’de Ailem Muş’tan İstanbul’a göç ederek, Maltepe’nin varoş kısmı olan Gülsuyu Mahallesinde yaşamaya başlamış. Ben İstanbul’da doğanların ilki, toplam 7 kardeşten 3. olanım. Kürt kökenli vatandaşlarımızın ekseriyetinde olduğu gibi, annem ve babam Şafii mezhebine tabii olarak yaşadılar ve bizleri de öyle yetiştirdiler. Evde namaz kılındığı için, temizlik ve necasetten korunma en temel prensipleriydi. Allah kendisinden razı olsun, sevgili annem bu konuda aşırı duyarlı davranırdı. Sokaktan eve gelince, daha içeri girmeden bahçedeki lavaboda el yüz temizliğini yaptırır, kapı önünde tüm kıyafetlerimizi baştan aşağı değiştirir, temiz olan ev içi kıyafetlerimizi giydirirdi. Sayesinde, daha okuma yazma öğrenmeden önce gusül abdesti almayı öğrenmiştim. Çünkü her banyo yaptırdığında bizleri önce sabunla yıkar, sonra da eline tasla su alıp, talimatlar eşliğinde niyetten başlayarak, güzelce gusül abdestini aldırır ve bittiğinde banyomuzu tamamlatmış olurdu. Yazın gittiğimiz Kur’an kursları olsa da, namaz kılmayı önce kıymetli Annemden ve sevgili Bedriye yengemden (Allah ondan da razı olsun) öğrenmiştim. Namaza durduğumuzda duaları bilmediğimiz için, kenardan annem ve yengem sufle ile destek verirdi. Namaz ve abdest konusu hayatımızın merkezindeydi. Hatta, anne-babamın en yoğun tartışmaları da abdest yüzünden oluyordu. Abdestimi kırdın diye başlayan yarı Türkçe yarı Kürtçe atışmalarını kanıksamıştık. Malumunuz, Şafii Mezhebinde evliliği birbirine haram olan kadın-erkekler ve küçük çocuklar dışında, eşler dahil karşı cinsle ten teması olduğunda namaz abdesti bozulmuş sayılıyor.

Haram ve helal şuurunu gerekirse sert önlemler alarak yerleştirmeye gayret ettiler. Eve gelirken getirdiğimiz her yeni şeyin hesabını anneme mutlaka vermek zorundaydık. Kaynağı belli olmayan hiç bir eşya veya para eve giremezdi. Ya evden verilenlere razı olurduk ya da duruma göre boyacılık, simitçilik yaparak kazandığımız paralarla istediklerimizi kısmen alabilirdik. Benim favorilerim bisiklet kiralamak, Kemalettin Tuğcu gibi çocuk romanları ve Teksas – Tommiks kitapları almak, salam ekmek ve gazoz üçlüsünü yeyip içmekti.

İlk ve Ortaokulu İstanbul’da okuduktan sonra, devlet parasız yatılı okulu sınavını kazanarak Kırklareli Sağlık Meslek Lisesinde Sağlık Memurluğu bölümünde okumaya başladım. Okulumuzun kıymetli Müdürü Nurettin USLU’nun ve diğer öğretmenlerimizin her birisinin üzerimizde büyük emeği ve hakkı oluştu. Allah onlardan razı olsun, hayırlı uzun ömürler versin, vefat eden hocalarımızı Cennetine kabul etsin. 15 yaşında, ilk gençlik çağlarında beraber okuduğumuz arkadaşlarımızla can dostluğu, kader birliği yaşadık. Kişiliklerimizi olgunlaştıran önemli deneyimler ve etkileşimlerde bulunduk. Risale-i Nurlar ile ilk defa yatılı okulda tanıştım. Yeni Asya Cemaatine mensup abilerimizin ve şehirdeki esnaf-memur abilerin ilgi ve desteği, şefkatle karışık Allah rızasından başka bir şey gözetmeyen davranışları bizlere çok cazip gelmişti. Çarşıya çıktığımızda dershane dediğimiz evlerde buluşmak, birlikte namaz kılmak, Kur’anı Kerim ve Risale-i Nurları okumak, ev ortamı gibi bir şeyler hazırlayıp yeyip içmek bizleri çok mutlu ediyor ve huzur veriyordu. Saatçi Mümin abinin muhlis ve munis halleri, Kiraz abilerin engin hoşgörü ve karşılıksız samimi destekleri gibi güzellikler içindeydik. Özellikle Ramazan aylarında, esnaf-memur abilerin hazırladıkları iftar yemeklerinin eşsiz lezzeti hala damağımdadır. Oğlak etiyle yapılan enfes pilavı unutmam mümkün değil mesela. Mustafa Kaplan abinin Yeni Asya gazetesindeki yazıları ve Yakın Tarih Ansiklopedisi içindeki bilgiler heyecan verici ve ilginç geliyordu. Okulumuzda hemen her meşrepten ve yöreden arkadaşlarımız vardı. Ama günün sonunda kader yoldaşı olduğumuzu biliyor ve birbirimizle iyi geçinmeye çalışıp, dışarıda da kollamaya gayret ediyorduk. Risale-i Nurlar, ilk defa okuduğumuzda ağır gelen, Osmanlıca – Arapça kelime ve deyimlerin yoğun olduğu, ama sohbet ortamında bilen bir abinin desteğiyle birlikte ruhumuza zevk ve ferahlık, aklımıza güzellikle ikna hisleri uyandırıyordu. Kur’anı Kerim’in bir nevi tefsiri gibi, iman konularını odaklayarak düşünmeye ve karşılaştırmaya teşvik ettiğinden ufkumuzu açıyordu. Lise döneminde bu saydığım duygu ve ortamlara neden olduğu için Yeni Asya cemaatine yürekten bağlanmış ve mezun olunca daha etkili ve özgürce hizmet etmeye adeta şartlanmıştık. Risale-i Nur gruplarını henüz ayrıntılı tanıma imkanımız yoktu, fakat o zamanlar (1987-1991) yeni yeni palazlanan ve lüks üniversite hazırlık dershaneleri ile tanınmaya başlanan F.Gülen Cemaatine (şimdi ki FETÖ’cüler, Allah onları ıslah eylesin şerlerinden bizleri de emin eylesin) karşı özellikle uyarılıyor ve bir nevi fitne grubu olarak tanımladıkları bu kişilere karşı dikkatli olmamız için ihtar ediliyorduk. F. Gülen hakkında yapılan temel eleştiriler; Risale-i Nur hareketi bir cemaat ve meşveret oluşumu iken, bu yapıyı bozup tüm ilgi ve alakayı şahsında toparlamaya çalışması, Risaleleri doğrudan değil işine geldiği kadar gündemine alması (Sızıntı dergisinin adındaki kinaye anlatılırdı), lükse ve gösterişli binalara düşkünlükleri şeklinde sıralanırdı. En çok kızdıkları ise, Risalelerin tahrif edilip bağlamından çıkarılarak, aşırı yorumla değiştirilip bir şahsa mal edilmesiydi. Ağlama seansları, abartılı vaaz şovları hakkında dikkatimiz çekiliyordu. Sonuç olarak onların artık bir Risale cemaati değil, ferdi ve nefsi bir oluşum olduğu vurgulanıyordu. Yani aslında FETÖ’ye karşı bağışıklık kazanmak için bir nevi aşılandık ve uzak durduk. Kaderin garip bir cilvesi de, bizi F.Gülen grubuna karşı şiddetle uyaran Yeni Asya grubunun yayın organı Yeni Asya Gazetesinin, zaman içinde evrilerek ve özellikle 17-25 Aralık kumpaslarından sonra FETÖ’nün dümen suyuna girmiş gibi haber ve köşe yazıları yayınlar hale gelmiş olmasıdır. İnsan, neredeen nereye demeden edemiyor…

Kıymetli Zevcem’le lise yıllarında tanışıp, mezun olunca zorunlu görev yerlerimize eş durumuyla birlikte gitmeye karar vermiştik. Eş ve iş konusu rayına girince ve fiilen nişanlılık hali oluşunca, üniversiteye hazırlık konusunda oldukça gevşek davranmaya başlamış ve düzenli ders çalışmayı bırakmıştım. Namaz ve ibadet aşkına karşılık, İslami bilimlerdeki eksikliğimi yoğun olarak hissedince de sırf doğru şekilde ibadet ve din bilgisi şuurunu kazanabilmek için İlahiyat Fakültesine gitmeye karar verdim. Nasıl olsa, liseden mezun olunca işim ve eşim hazır olacaktı. Okuyarak çalışabileceğimi de biliyordum. Bu isteğime ulaşabilmek için, Lise son sınıftayken bir yıl boyunca kıldığım her vakit namazın ardından “Allah’ım sırf sana daha güzel ibadet edebilmek için İlahiyat Fakültesine gitmek istiyorum ne olur nasib eyle” şeklinde dua etmeye devam ettim. Rabbim lütfetti, gerçekten de hemen hiç ders çalışamadığım halde, Erzurum Atatürk Ünv. İlahiyat Fakültesini iyi bir puanla kazanmış oldum. Mezun olup evlendikten sonra okul, iş ve evliliğin hepsinin birden başlamasıyla zorlanabileceğimizi düşünerek, okulumu bir yıl ertelemeye karar verdim. İlk görev yerimiz Erzincan ili merkezi oldu. Çok güzel ve çok hüzünlü anılar yaşadık orada. Çünkü, göreve başladıktan 6 ay sonra 1992 Erzincan depreminin tam merkezinde bulunduk. Çok canlar yitip gitmişti, geride kor gibi yürekler bırakarak. Bizde, eşimle beraber 2 aylık bir cennet kuşu gönderdik alem-i bekaya. Geleceğini bile anlamadan uğurlamış olduk yavrumuzu. En ufak bir sarsıntıda kalplerimize dolan korku ve acizlik hislerini, Mart ayının soğuğunda açık havada, çimenlerin üzerinde kılınan namazlardaki samimiyet ve teslimiyet duygularını yaşayanlar bilir. Tıpkı 1999 depreminin etkilediği kardeşlerimiz gibi. Gurbetçi geldiğimiz güzel Erzincan’da sıcak ve samimi dostlarımız da çok oldu elhamdülillah. Memuriyet telaşı, evlilik sorumlulukları derken, deprem sonrası kargaşa da eklenince iyice kabuğumuza çekildik. Cemaatin Kırklareli’nde tanıdığımız şekilde olmadığını veya kalmadığını anlamam uzun sürmedi. Yeni Asya gazetesinin bıkkınlık veren Demirel pazarlaması da oldukça itici geliyordu doğrusu. Bu nedenlerle Erzincan’da bir kaç sohbet dışında Yeni Asya cemaati veya diğerleriyle pek alakam olmadı.

1992 yılı Temmuz ayında, okul nedeniyle Erzurum’a tayinle gittiğimizde hayatımızın yeni sayfaları açılmaya başladı. İhsan Süreyya Sırma, İbrahim Canan gibi alanında haklı bir saygınlığı bulunan kıymetli Hocaların olduğu bir Fakültede okumak heyecan vericiydi. Öğrendiğimiz her Arapça kelime veya fiilin geçtiği ayetleri okuduğumda, en azından konuyu yavaşça anlayıp hissedebilir olmak müthiş bir mutluluk veriyordu. Geceleri Numune Hastanesi Acil Servisinde nöbet tutarken, el ayak çekildiğinde arka taraflara geçip, ertesi gün vereceğim sure ezberlerine çalışmak zor ama oldukça da huzur vericiydi. Okuldayken cemaat ve tarikat yapıları hakkında hem daha fazla bilgi toplama, hem de mensuplarıyla tanışma imkanım oldu. Kürt milliyetçiliği yapan Med-Zehra Nur cemaatini, Kırkıncı Hoca grubunu tanıdım. Risalelerin basımında bile ne kadar çok bölündüğümüzün farkına vardım. Fitne merkezlerinin sadece İslam devletlerini değil, hemen hemen bütün İslami grupları da bin bir çeşit fitne fücur ile bölünüp parçalanmaya ittiğini ve birbirine düşman ettiğini çok net gördüm. Kadiri Tarikatının bir evdeki zikir halkasına katıldım. Cehri yani açıktan ve hep birlikte yapılan zikir halkasında yer almak müthiş mutluluk vericiydi. Bu arada, DYP ve Demirel şakşakçılığı iyice ayyuka çıkan Yeni Asya grubu ile irtibatımı tamamen kestiğim halde, acil serviste çalışan cemaat mensubu bir doktorun ısrarları ile, bir kez daha Erzurum’daki dershaneye giderek, en azından nur derslerine katılmaya razı oldum. Birlikte dersin yapılacağı apartman dairesine gittik. Bilenler hatırlar, eskiden dershanelerde oturmak için şark köşesi gibi uzun minderler ve sırt yastıkları olurdu. Derse katılanlar genelde yerde oturur, dersi yapan abi ise tek kişilik koltukta ve önünde risaleler olan bir sehpa eşliğinde dersi yapardı. Tek kişilik koltuk bir nevi özellik hissi verdiğinden, ta lisedeyken biz talebeler buna enaniyet koltuğu der, kendi aramızda şakalaşırdık. İşte ona benzer şekilde,  dersi yapacak olan abi koltuğuna oturdu ve önündeki kitapları biraz kurcaladıktan sonra, hepsini kapatıp yerine bıraktı ve derse gelenlere şöyle hitap etti: “Arkadaşlar bugün risale dersi yapmayacağız. Ama en az onun kadar önemli bir konuyu tartışacağız. Biliyorsunuz Erzurum’da Anavatan Partisi ile Doğruyol Partisi neredeyse başa baş gidiyor. Seçimlerde çok yaklaştı. Doğruyol Partisinin oylarını arttırmak için neler yapabiliriz, nasıl bir yol izlemeliyiz bugün bunları konuşacağız.” dedi. Bu sözleri duyunca, bütün iyi niyetli duygularım yerle bir oldu. Dersi bırakarak ayrıldım ve bir daha da ne derslerine katıldım ne de gazetelerini okudum. Siyaset hastalığı bünyeye girince kolay çıkmıyor maalesef. Koskoca cemaati bir partinin kuyruğu ve bütün tuhaflıklarına rağmen, bir adamın gönüllü fedaileri haline getirenler ve bu uğurda sayısız bölünmelere neden olanlar elbette yaptıklarının hesabını  Yüce Allah’a verecektir.

 Eşimin rahatsızlığı nedeniyle Erzurum’dan ayrılıp okulumu da bırakmak zorunda kalmıştım. Bir yıl İlahiyat Fakültesi hazırlık sınıfında okumaksa, bana dualarımın karşılığı nimet olarak kalmış ve temel dini konularda eğitim alabilmemi sağlamıştı. Kocaeli Gebze’de ikamet edip çalışırken, il dışından misafir gelen çok yakın dostlarımız olan bir ailenin ricası ile İzmit Doğantepe’de bulunan bir Nakşibendi dergahına onları götürdük. Kendimi her hangi bir cemaat veya tarikata ait hissetmediğim için, acaba aradığım yer burası mı merakıyla karışık, bende aralarına girdim. Meşhur kuru ekmekleriyle çorbalarından tattım. Her hangi bir ön şartla yaklaşmadığım halde, gördüğüm bazı şeylerden rahatsız olarak buraya ait olmadığımı hissettim. En temel sorun şuydu bence: Sevdiklerimizi önceliklerine göre sıralayacak olursak 1. Allah-u Teala, 2. Peygamber Aleyhissalatuvesselam, 3. Anne – Baba, Eş ve Çocuklar gelir. Bu sıralamayı bozacak veya araya girecek şeylerden rahatsız olurum. Orada gördüğüm şey, Seyda dedikleri şahsa karşı yapılan, anormal derecede yüksek tazim görüntüleriydi. Anne-Babayı çok aşan, Hazreti Peygamber ile yarışan bir tavır söz konusuydu. Kapısında ayakkabılarının dahi nöbetle tutulduğu, karşısında sırt dönülmeden eğilerek el pençe girilip çıkıldığı, görünce kendinden geçilip meczubane çığlıkların atıldığı bir uygulamayı kabul edemedim. Sırf Seyda’nın çocuğu veya torunu diye, henüz ergenliğine dahi ulaşmamış çocuklara gösterilen abartılı saygı gösterileri, yaşlı başlı insanların ibadet aşkıyla o çocukların ellerini öpmeleri, Seyda’nın oğlu da içiyor diye, ortalığı duman altı edecek kadar yoğun sigara içilme seansları bana çok ters gelmişti. Velhasıl o defteri de kapatmış oldum.

Ailemden görüp yetiştiğim Şafiilik Mezhebi içindeyken, kentsel hayatın getirdiği şartların da etkisiyle sıkıntılar yaşıyorduk. Evlenince benim gibi Şafiiliğe geçen Zevcemle aramızdaki en sık tartışma konusu, namaz abdestini bozmayla ilgili olmuştu. Tıpkı anne ve babam gibi! Çarşı pazarda elimi kolumu saklayarak yürümek, iş yerinde çalışırken olağan veya kazara temaslar nedeniyle sürekli abdest tazelemek, doğrusu zor gelmeye başlamıştı. Hanımla istişare ederek birlikte Hanefiliğe geçmeye karar verdik. 30’lu yaşlardan sonra Hanefi olarak ibadet ve muamelatta bulunmaya başladım. Dini bizler için yaşanabilir ve kolay kılan Rabbimize, milyonlarca hamd-u  senalar olsun. Her durum ve ihtiyaca uygun sünnet-i seniyyesi ile, bizlere en güzel rehberlik ve önderliği gösteren biricik Peygamberimize milyonlarca salat-u selam olsun.

Devam eden yıllar içinde çeşitli cemaat ve tarikat ehli insanlarla tanışma ve yapıları hakkında deneyim kazanma imkanım oldu. Tarikat ehli insanlarımıza saygı duyuyorum. Bununla beraber, bana göre bir yol olmadığına artık eminim. Çünkü, aklımı bir başkasının cebine koymam ve doğruluğunu sorgulamadan imam önündeki meyyit gibi, her dediklerini kabul etmem mümkün değil. Mahmut Hoca Efendi bağlıları ile yaşadığım bir olayda bu durumu teyit etmiş oldu. Bir gün, ikindi vakti namazı için İstanbul Kozyatağı’ndaki bir Camiye gitmiştim. Cemaat vaktini kaçıran ve sonradan gelen bir kaç kişi olduk. Yaşları benden büyük, sakallı ve cübbeli iki amca, normal giyimli bir arkadaş ve iş görüşmesine gittiğim için takım elbiseli kravatlı olan ben vardım. Sofi amcalardan birisi cemaat yapalım deyince, olur tabi deyip arkasında namaza durduk. Namaz ve tespihat sonunda, imam olan amca, hadi tanışalım sünnettir dedi. Peki deyip kısaca kendimizi tanıtıp musafaha (tokalaşma) yaptık. İmamlık yapan amca bir şey daha söylemem lazım dedi. “-Mahmut Hoca Efendi hazretleri diyor ki kravatla namaza durmak olmaz. Çünkü secdeye giderken kravat önden yere geldiği için secdenin şartı bozulur ve namaz batıla gider. Hatta, kişi kravatla namaz kılacağına hiç kılmasa daha hayırlıdır.” Ben küçük bir şok yaşadım bunları duyunca ve aklımdan ilmihal bilgilerini tarayıp vereceğim cevabı düşünürken, esnaf olduğunu öğrendiğimiz arkadaş nereden uyduruyorsunuz bunları, nerede yazıyor diye çıkıştı. İmamlık yapan amca da, Mahmut Hoca Efendinin kitabında yazıyor diye savunarak karşılık verdi. O anda, böyle bir tartışmanın kimseye fayda getirmeyeceğini anlayarak “En doğrusunu Allah bilir, Allah kabul etsin inşallah” diyerek yanlarından uzaklaştım. Kravat takmanın farz olan namaza engel olacağına iman etmek ve savunmak bambaşka bir şey olsa gerek. Mahmut Hoca Efendinin gerçekten böyle bir kitabı olup olmadığını, amcanın yanlış anlamış olabileceğini bilmiyor ve yargılamıyorum. Bu kıssadan kastım, kişinin kendisine gelen haber ve bilgileri araştırmadan, sahih kaynaklardan teyit etmeden, kabul edip içselleştirme ve etrafına da bu şekilde yaymaya çalışmasıyla ilgilidir. Körü körüne itaat ve icraat, özellikle dini konularda ne kadar doğrudur?

Bir başka risale grubu olan, Yeni Nesil grubunun da derslerine bir süre katıldım. Sırf risale derslerinden ayrı kalmamak için. Ama orada da yoğun bir ticaret ve kitap pazarlaması hissiyatı uyandıracak şekilde, gelenlere karşı doğal ve zorunlu müşteriler gibi davranıldığını gördüm. Sadece derslere katılmak yeterli gelmiyordu. Grubun yayınlarından bolca almak ve hatta dağıtıp hediye etmek için bir nevi baskı altında kalıyordunuz. Sonuçta burada da mutlu olamadığım için devam etmeyi bıraktım.

Risale-i Nur dersleri açısından en sade ve amaca yönelik davranan, siyaset ve ticaret etkilerinden en çok arınmış gördüğüm grup, Okuyucular Cemaati oldu. Hoş, onların dahi fitne rüzgarlarından etkilenerek Suffa Vakfı, Hamidiye Vakfı ve Kurdoğlu Grubu gibi bölünmeleri de bir vakıa ama, Risale açısından en rahat hissettiğim yer onların yanıydı. Kuralkan ailesinin kıymetli fertlerinin samimi  ve istikrarlı desteklerini hizmet aşkıyla esirgemediği Hamidiye Vakfına ara sıra da olsa gitmeye, Suffa Vakfından dostlarımızın derslerine bazen katılmaya çalışıyorum. Allah cümlesinden razı olsun.

FETÖ’ye karşı, önceleri Yeni Asya cemaatinin telkinleri ile ön yargılı ve uzak duruyorken; yıllar sonra hemen herkesin zannettiği gibi, hizmetlerinin ve görünüşte hayırlı işlerinin artması ile acaba yanılıyor muyum demeye başlamıştım. Bu yüzden, aralarına tam olarak girmesem de içlerinden yakın dostluk kurduğum ve tanıdıklarım da olmuştu. Hatta, 2011 yılında işsiz kaldığım bir dönemde, Kaynak Holding’te çalışmak için başvuruda bulunmuş, mülakata çağrılmış ama işe kabul edilmemiştim. Allah biliyor ya, o zamanlar eğitim ve deneyim açısından her hangi bir eksiğim olmadığı halde, kabul edilmediğim için çok içerlemiş ve üzülmüştüm. Şimdi ise ne kadar şükretsem azdır, o hainler güruhuna karışmaktan kıl payı kurtardığım için. Tanıdıklarıma bakıyorum da; 17-25 Aralıktan sonra dahi FETÖ militanlığı yapan ve bu yüzden benim gibi kendilerine muhalif olanlarla ilişkisini kesip sosyal medya bağlantılarını dahi koparanlar oldu.  FETÖ kumpaslarını destekleyip, bizleri sözde hırsız- yolsuz sevici olmakla suçlayanların bir kısmı görevden alınmış veya adli takibat altına girmiş. Bir kısmı, 15 Temmuz hain kalkışmasından sonra aklı başına gelerek sükut edip bir kenara çekilmiş. Bir kısmı da, sözde 15 Temmuz’dan sonra darbecilerle ilişkisini kesmiş ama, yoğun siyasi muhalefet yaparak kendince mücadeleye devam eden, tuhaf bir çizgi tutturmuş gidiyor. Her dönemin adamı olmayı başarıp(!), gemisini yürütmeye devam edenleri de ibret ve hayretle izliyorum. Allah-u Teala, cümle FETÖ ve benzeri hain oluşumların mensuplarını ve hayranlarını ıslah eylesin, ıslah olmayanların şerlerinden bizleri emin ve uzak tutup, şerlerini de başlarına çevirsin. Elhamdülillah çeviriyor da…

Buraya kadar, yaşadıklarımı ve yaşadıklarımla ilgili düşüncelerimi sıraladım. Genel olarak; Allah-Peygamber diyen, meşru yollardan ve kimseye zarar vermeksizin Allah’ın rızasını arayan her kişi ve gruptan Allah razı olsun. Bir toplumda her mesleğe ihtiyaç duyulacağı gibi, her insanın kendini özel ve ait hissedeceği meşreplerin, grupların bulunması da doğal bir hak ve ihtiyaçtır. Kimileri tarikat yolu ve teslimiyet haliyle yol almaya çalışır, kimileri risale ve benzeri gruplar içinde huzur bulur. Müslümanların, dahil oldukları yerler ve örnek aldıkları kişilerin söz ve tavsiyelerini İslam dini esaslarına uygunluk açısından kontrol edebilecek veya ettirebilecek kadar şuurlu ve dikkatli olmaları gerektiğine inanıyorum. Aynı şekilde, grup ve cemaat liderlerinin de kendilerine tabii olanların hem dünya, hem de ahiretlerini doğrudan etkilediklerinin farkında ve sorumluluğuna da haiz olmaları icap eder. Milli ve dini önemli meselelerde, kanaat önderlerinin çocukça ve fitne kokan inatlarını bırakarak, birlik ve beraberlik şuurunu yerleştirmeye ve geliştirmeye çalışmaları lazım gelir. Bu konudaki yazımı da buradan okuyabilirsiniz.   Ben kendi yolculuğumu anlattım, günahıyla-sevabıyla hesabını da ben vereceğim. Halen özel bir yere ait gibi hissetmiyor, orta yolda kalmaya, nefsimden ve dünya işlerinden sıyrılabildikçe risale ve diğer yayınlardan okumaya, en azından namazlarımda Cami Cemaatine devam etmeye çalışıyorum. Çünkü, En Sevgilinin ve hepimizin Sevgilisi Peygamberimizin, namaz vakitlerinde Cami ve Mescitlere gitmeyle ilgili onlarca mübarek emirleri ve müjdeli teşvikleri var. Rabbim cümlemizi Camilerden ve cemaat namazlarından ayrı düşürmesin. Hakkı hak bilip savunanlardan, batılı batıl bilip kaçınanlardan eylesin vesselam…

 




Çocuklarımızı Nasıl Koruyup Yetiştireceğiz?

Şanı Yüce Allah-u Teala nasip etti de, 1’i kız 3 evladımız oldu çok şükür. Onları ahir zamanın ahlaksız akımlarından ve medya saldırılarından korumak için, kendimizce önlemler almaya çalıştık ebeveynleri olarak. Her birisinde farklı yöntemler deneyerek, daha güzel sonuçlar almaya gayret ettik. Güzel sonuçlar alarak mutlu olduğumuz, beklemediğimiz gelişmeler nedeniyle üzülüp hayal kırıklığı yaşadığımız zamanlarda çok oldu. Kendimizle ilgili kusur ve eksikleri baştan kabul edip bir kenara koyarak, resmi veya sivil eğitim kurum ve kuruluşlarının yaşattığı güzellikler ve sorunları paylaşmak istiyorum. 3 çocuğumuzun her birisiyle ilgili farklı eğitim ve İslami terbiye deneyimlerimiz oldu. Bu yüzden kısa bir yazı olmayacak. Ancak çocukları için benzer kaygılar yaşayanlar, sabredip sonuna kadar okuyabilir sanıyorum. Hidayet yalnızca Allah’tandır. Bizler elimizden geldiği kadar çocuklarımıza iyi bir örnek ve eğitmen olmakla yükümlüyüz. Eksik ve hatalarımızdan dolayı Rabbimize sığınarak, bütün çocuklarımızı kendilerine ve ümmet-i Muhammed’e (s.a.s) hayırlı  evlatlar şeklinde yetiştirmeyi nasip etmesi duasıyla başlıyorum.

 İlk çocuğumuz olduğunda her yeni anne baba gibi şaşkın ve mutluyduk. Oğlumuza en güzel davranış ve ahlakı kazandırabilmek için elimizden geleni yaptık. Allah’ın lütfüyle, Eşim o sıralar resmi bir kreşte çalıştığı için, okul öncesi eğitimde önemli bir zorluk ve olumsuz etkileşim yaşamadık. Çocuğun gelişimi içinde İslami kavramları uygun şekilde vermeye, Allah ve Peygamber sevgisini kazandırmaya çalıştık. İlkokula gidene kadar her şey çok güzeldi. Okula başladıktan sonra ise hemen her türlü çirkin söz ve davranışla tanışmış oldu maalesef. İlk zamanlar bize okulda yeni duyduğu küfürleri söyleyerek “-Anne/Baba …….. sözü veya bu hareket ne demek?” diye soruyordu. Sonuçta, oğlumuzu korumaya çalıştığımız ne kadar kötü söz ve davranış varsa, okulundayken sistematik olarak gördü ve öğrendi.

Orta okula başladığında ise kontrolün neredeyse tamamen elimizden çıktığını, İslami terbiye ve eğitim noktasında kendi yaşantımız dışında yeterince etkili olamadığımızı, deneyimlerimizin kısıtlı kaldığını gördük. Sadece dünya için yaratılmadığımızdan, ahiret yolculuğunda çocuklarımıza iyi bir terbiye ve eğitim vermekle sorumlu olduğumuzun da idraki ile farklı çözüm yolları aramaya başladık. Araştırmalarımız ve güvendiğimiz bazı dostların tavsiyeleri neticesinde, oğlumuzu Süleyman Hilmi Tunahan Hocaefendi’nin bağlılarınca idare edilen talebe yurtlarına gönderdik. Orta 2. sınıftan itibaren Lise bitene kadar bu yurtlarda kaldı. Hafta sonları evci gelmesi ve yaz tatilinin kısa bir bölümü dışında hep oralarda bulundu. Oğlumuzdan ayrı kalmak gerçekten çok zordu. Hafta içinde ziyaretlerine giderek, eve geldiğinde nitelikli beraberlikler yaşamaya çalışarak kolaylaştırmaya çalıştık. Güvenilir bir ortamda bulunması, düzenli namaz kılmayı ve Kur’anı Kerimi hakkıyla okumayı öğrenmesi, derslerine çalışabileceği imkanların sağlanması en önemli ümitlerimiz ve tesellimiz oldu. Biz bunları düşündük ve yaşadık. Peki oğlumuz ne hissetti? İlk başlarda yurda gitmeyi hiç istemedi. Bazen birilerine kızdığı için, bazen hastalandığını söyleyerek hep ayrılmaya çalıştı. Bizse, bahane bile olsa her halini ciddiye alarak, gerek hastane desteğinden, gerekse hocalarıyla özel görüşmelerden veya okulundaki öğretmenleriyle yakın iletişimden kaçınmadık ama, ona karşı da dik durarak yurda devamını sağladık. Ondaki güzel gelişmeleri de gördükçe şevkimiz arttı.  Zamanla uyum sağlayıp, evdeyken yurdu özlediği günlerde oldu. Ama genel olarak bizi hep suçladı ve kendince cezalandırmaya çalıştı. Yurtta öğrendiklerini uygulamaktan veya göstermekten kaçındı. Bizler iyi ki göndermişiz, ne kadar iyi oldu demeyelim istedi. Bugün geldiğimiz noktada, memnuniyet oranı vermek gerekirse tahminen %60 oranında iyi ki göndermişiz diyebiliyorum. Olumlu sonuçlarımız; gerçekten güzel bir Kur’anı Kerim eğitimi almış olması, namaz kılmaya ehemmiyet verilmesi, düzenli ders çalışabileceği imkanların ve öğretmenlerin sağlanması, yeme-içme ve barınma noktasında gözümüzün arkada kalmaması ve okulunda kötü alışkanlıkları olan çocuklardan nispeten korunabildiği kontrollü bir çevre içinde büyümesidir.

Yurtta kalan evladımızdan en önemli beklentimiz, istikrarlı bir şekilde severek namazına devam etmesiydi. Maalesef, hafta sonları izinli geldiğinde gördüğümüz namazı ihmal alışkanlığı, evde kaldığı zamanlarda da devam etti. Şunu anlamış olduk: İbadetler için gerekli bilgiler alınmış ama ibadet sevgisi ve devam şuuru eksik kalmıştı. Gelecek için en büyük kaygımız bu minvalde oldu. İyi bir Üniversite eğitimine başladığı ve gençliğin heva ve heveslerinin yükseldiği bu dönemde, tahkiki iman sahibi olması ve sorularına karşılık bularak, mutmain bir kalple yaşaması için çaba gösteriyoruz şimdi. Korku ve ümit içindeyiz. Rabbim yardımcımız olsun.

Çocuğumuzla birlikte, bizimde yaşadığımız bu yurt tecrübesinden olumsuz etkilenmeler de yaşadık. Benzer kararları verecek olanlara bir deneyim paylaşımı olması için yazıyorum. Buraları kötülemek amacıyla değil, geliştirmek ve etkinliğini arttırmak için. Çocuklarımızı kendi evlatları gibi görüp, 24 saat süren gayret ve hizmetlerini esirgemeyenlerin hepsinden Allah razı olsun. Beşeri sistemler hatalarla maluldür. Hayırlı işleri daha fazla olsun diye uğraşmalıyız.

Her ne kadar, daha iyi yetişiyorlar ve geç kalınmamış oluyor deseler de, çocukların orta okuldan itibaren evden ayrılması, aile bağlarında ciddi kopmalara ve psikolojik travmaya neden oluyor. Bu yüzden lise döneminde yurt deneyimi yaşamaları bence daha uygundur. Bizim evladımız dışa dönük, öz güveni yüksek yapıda olduğu için, Orta 2’den başlarsa çok zorlanmayacağı kanaatindeydik. Yine de olumsuz etkisi oldukça fazla oldu. Ergenlik öncesinde çocukların aile içinde kalması gerekir. Bizlerde yatılı lisede okuduğumuz için, faydasına inanarak oğlumuzu gönderdik. Ama sonuç çok güzel olmadı. Yurtta kalan çocuklar, hemen her vaktini burada geçirdiği için fiilen ailelerinden kopuk yetişiyorlar. Ergenlik döneminde teslim ettiğiniz çocuğunuz koca bir adam olarak karşınıza geldiğinde çok şey kaçırdığınızı daha iyi anlıyorsunuz. Çocuğunuzun geleceği ve ahiret hayatı için böyle bir fedakarlık yapmış olmanıza rağmen, netice tatmin edici olmayınca hüsran duygusu ağır basıyor. Yurttaki hocaları fiilen aileleri önemsizleştiriyor ve sanki, aileler onlara talebe çıkaran kuluçka makinesi seviyesine düşürülüyor. Sözlü olarak bunun tersini söyleseler de, fiili durum bu şekilde. Hayatlarının en önemli anları yurt organizasyonu içinde olsun istiyorlar. Sınavları, bayramları, özel günlerini hep onların yanında geçirsin istiyorlar. Yaz tatillerinde bile! Hocaların yaşantılarındaki etkileri anne babalarından çok ileride olsun istiyorlar. Bunların yanına birde rabıta uygulamaları eklenince olay bambaşka boyutlara taşınıyor. Kendilerini halktan soyutlayıp kapalı bir cemaat haline getirmeleri de cabası. Namazları ayrı, takkeleri ayrı, kurbanları ayrı, umre ve hac organizasyonları ayrı, Cumaları bile ayrı kılıyorlar. Bu durumları ve oğlumdaki gelişmeler nedeniyle Üniversite döneminden itibaren fiilen oğlumun ilişkisini kesip okuluna evimizden gidip gelmesini istedik. Şimdilerde, acı-tatlı olaylar eşliğinde açığımızı kapatmaya çalışıyoruz. Özellikle Kur’anı Kerim eğitimi açısından Lise döneminde çok hayırlı hizmetleri var. Bu yüzden Ortaokul-Lise döneminde tercih etmiştik. Evladı için bu yurtları düşünenlere Lise dönemi için tavsiye de bulunabilirim. Eğer aynı yurtlar içinde eğitmen ve hoca olarak kalmayacaksa Üniversite döneminde ayrılmaları ve farklı müspet ortamları da görmeleri daha sağlıklı olur.

Küçük oğlumun daha içe dönük olması ve abisinde yaşadığımız deneyimler yüzünden, yurda göndermeyip evde kalmasına karar verdik. Mahallemizdeki bir İmam Hatip Orta Okuluna yazdırdık. Ufak tefek sorunlar çıksa da, genel durum iyi gibi gözüküyordu. Temel inanç değerlerimizi biz verdikten sonra, ilmi eksiklerinin tamamlanması açısından okuluna güvendik ama hata etmişiz! İmam Hatip Orta Okulu diye güvendik ve çok fazla sorgulamadık. Çocuk namazını kıl deyince kılıyordu, hatta bazen Cuma günleri okulca sabah namazında camilere de götürmemiz için organize oluyorlardı. 3. yılı bitirip 4. sınıfa geçtiği bu yılki yaz aylarında biraz şüphelenince, namaz duaları ve sureleriyle ilgili acı gerçeği öğrendim. Oğlumuz, namaz dualarını ve surelerinin çoğunu bilmiyor, bildiklerini de düzgünce okuyamıyordu. Sözde, Arapça ve Kur’anı Kerim eğitimi almasına rağmen, Fatiha suresini bile tecvitle okumaktan acizdi. Meğer hocaları hiç öğretmemiş. Ödev olarak bile vermemişler. Bu nasıl İmam Hatip Okulu? Faydasını göremeyeceksek çocuklarımızı  buraya neden gönderelim? Şeklinde isyan edip, Milli Eğitim İlçe ve İl Müdürlüklerine dilekçeler yazdım.  Okulda öğrenemediği sure ve duaları evdeyken ezberletmek zorunda kaldım. Meğer, Milli Eğitimde erkek din dersi öğretmeni kıtlığı varmış! Kur’anı Kerim derslerine girecek erkek hoca bulamıyorlarmış. Böyle söylendi bize, ama tatmin edici bulmadık. Şimdi, 3 yılı bizim açımızdan etkisiz geçmiş ve üstelik İmam Hatip okullarından soğumuş bir evladımız var. Bu sene Liseye geçişte hangi okula gideceği üzerine psikolojik mücadele içindeyiz. Lise dönemi farklı ve daha doğru olur umuduyla İmam Hatip Lisesine göndermek istiyoruz. Ama evladımız gitmek istemiyor artık. İmam Hatip Orta Okullarını tabela okulu olmaktan kurtaramayan sorumsuz yetkililerden razı değilim ve hakkımı da helal etmiyorum. Kemiyet kadar keyfiyete de değer verilmelidir. İmam Hatip okullarını bolca açıp içlerine yeterli ve yetkin din dersi öğretmeni koyamayan, daha da acısı,  ateist veya din karşıtı olduğunu açıkça izhar eden farklı branş öğretmenlerini, en azından bu okullardan uzak tutamayan idarecilerin vebalini düşünemiyorum. Devletin okulundan da fayda göremezsek ne yapacağız, nereye göndereceğiz evlatlarımızı? Çocuklarımız İmam Hatip okullarına bile gitse mutlaka sorgulayıp gerçekten öğrenip öğrenmediklerini kontrol etmemiz şart oldu. Velileri uyarmak için yazıyorum bunları. Din derslerinin diğer okullardan fazla gibi olması  sizleri yanıltmasın. Tüm öğretmenlerini tanımaya ve verdikleri eğitimleri irdelemeye çalışmalıyız.  Bu da ancak çocukla sürekli iletişim içinde olmakla gerçekleşebilir. Veli toplantıları kanaat sahibi olmak için yeterli gelmiyor.

Biricik kızımızı da, yaşı uygun olunca ağabeyleri gibi kreş eğitimi ve bakımına vermiştik. Şartlarımız bunu gerektiriyordu. Bildiğimiz ve kamu adına işletilen bir yere göndermeye başladık. Kızımıza da, evdeyken anlayabileceği şekilde değerler eğitimi vermeye çalıştık. Yaşına ve aklına uygun şekilde, sevdirerek benimsetmeye uğraştık. Kreşe başladıktan bir süre sonra, bazı şeylerin ters gitmeye başladığını fark ettik. 3-4 yaşlarındaki kızımıza çok yoğun ve abartılı şekilde Atatürk şiirleri ezberletiliyor ve benzeri öğretiler yapılıyordu. Evdeki hallerinden ve tekrarlarından bunun gerçekten fazlaca yapıldığını gördük. Öyle ki, daha önce “-Bizleri kim yarattı yavrum, biliyor musun?” şeklindeki sorumuza tatlı diliyle  “-Allah yarattı” derken, aynı soruya “-Atatürk yarattı” demeye başladı. Bunun dışında, yılbaşı geldiğinde ayrıca yoğun bir Noel Baba propagandasına da maruz kalınca, (ilgili yazımı buradan okuyabilirsiniz) resmen evladımızın değerler sisteminin alt üst edildiğini görüp, bulunduğu kamu kreşinden alarak özel bir kreşe verdik. En azından değerler eğitimini yerli yerinde alması ve evdeki öğretilerimizle çelişmemesi için. Atatürk’ün, Türkiye için çok önemli bir insan olduğunu ve bizler gibi ömrünü yaşayarak sonra vefat ettiğini, Noel Baba efsanesinin uydurma ve Hristiyanların bayramlarıyla ilgili olduğunu tekrar öğretene kadar oldukça zorlandık. Anaokulundaki çocukların torna misali kalıplar içinde, inanç sistemlerinin iğdiş edilmesi kabul edilir bir durum değildir. Noel Babanın rahatça girdiği yerlere Allah ve Peygamber sevgisinin sokulmaması ne büyük bir acıdır. Rabbime şükürler olsun ki kızımız çok geç olmadan, daha güzel ve sağlıklı bir ortamda, okul öncesi eğitimlerini değerlerimizle birlikte alabildi. Şimdi ilkokula devam ediyor. Kız çocuğu olan her duyarlı Müslümanın gelecekteki umut ve endişelerini bizde içimizde büyütüyoruz. Sağlam bir inanç yapısı olacak mı? Tesettürü sırf örtü olarak değil, ibadet aşkı ve şuuruyla birlikte benimseyip uygulayabilecek mi? Hayırlı bir eş ve anne olmasını sağlayacak, duruma göre kendisine ve milletimize meşru faydaları olacak eğitimlerini tamamlayabilecek mi? Vakti gelince hayırlı ve mutlu bir evlilik kısmet olacak mı?

Bizler, çocuklarımız için bunları yaşadık.  Yaşadıklarımızdan dersler alarak, dünya ve ahiret hayatımızı iyileştirmeye çalışıyoruz. Şüphesiz eksiklerimiz ve hatalarımız çoktur. Zaten, bunları biz yaşadık başkaları da belki yaşamadan tedbir alır, veya bizden daha deneyimli olanlarda bizlere güzel tavsiyelerde bulunur diye paylaşıyorum. Her çocuk özeldir. Anne babalar olarak bizlerde her çocuğumuzda farklı şeyleri yaşayıp öğreniyoruz. Rabbimiz, kendisine inananları istikametten ve iyilikten ayırmasın. Yöneticilerimize ve kanaat önderlerimize basiretli olmayı, hak ve adaleti  gözeterek icraatta bulunmayı nasip etsin. Kalplerinden Allah korkusunu ve sevgisini eksik etmesin ki, zulüm ve yanlışlara meyilleri olmasın.

Sevgili kızımın ana okulunda öğrenip okuyarak bizleri mesrur ettiği Talebe Duasını bütün Müslümanlar adına amin diyerek paylaşıyorum:

 

Görselin Kaynağı: http://www.thejakartapost.com/life/2016/09/30/parenting-event-seeks-to-educate-young-families.html

 




Modern Zaman Tacizcileri, Çok Saygısız ve Zalimsiniz!

Artık, kendi paramızla kendi sapıklarımıza abone olmuş durumdayız. Cep telefonu ve bilgisayarlar gibi, bizi dünyaya bağlı kılan cihazlarla, kurumsal sapıkları da hayatımızın her anında istemeden yanımızda taşıyoruz.

Sizin nerede ve ne durumda olduğunuz umurlarında değil. Saygı ve edep gibi kaygıları da yok. Cep telefonunuzu veya mail adresinizi bir şekilde ele geçirmişler ya, artık onların sanal kölesi sayılırsınız. İş yerinde önemli bir toplantıdasınız veya işinize yoğunlaşmış çalışıyorsunuz, yemek yiyorsunuz, evde çocuklarınızla ilgileniyorsunuz veya tuvalette hacet gideriyorsunuz, hiç önemli değil. Bazen aynı şehirden bir kodla, bazen 444‘lü hatlarla, ya da Ankara gibi önemli şehir kodlarıyla veya şimdilerde yeni çıkan 850‘li hatlarla gelen ısrarlı her telefon çalışında aynı çelişkilere düşmüyor muyuz? Açsan bir türlü, açmasan başka türlü. Gerçekten kritik bir gelişme veya sorun da olabilir, terbiyesiz bir firmanın bazen insan, bazen banttan kayıt okuyan adi bir robot operatör kılığında reklam ve pazarlama teröristi ile baş başa kalabilirsiniz.

Bu zamansız ve edepsiz aramaları ciddiye alıp dinleyen ve hatta pazarlanan şeyi satın alan kaç kişi vardır bilmiyorum. Sizleri bilmem ama, ben bu tür tacizlere her maruz kaldığımda yoğun bir kızgınlık ve iticilik duygusu yaşıyor ve 3. kelimeyi duymadan telefonu kapatıyorum. Bu kısa ama etkili taciz ile moral ve motivasyonum oldukça etkileniyor ve geriliyorum. İnsanlar davet edilmedikleri yerlere randevu ile ancak gidebilirken, doğrudan hayatınızın orta yerine düstursuz dalanların yaptıkları, ancak iletişim terörü olarak tanımlanabilir. Çalışırken veya evinizde otururken, bütün kapıları çilingir gibi kendisi açarak giren ve size bir şeyler satmaya çalışan adam ne kadar kaba, saygısız ve kötü olabilir ise; cep telefonundan arayarak taciz edenlerde aynı derecede kötü etkilere neden oluyor. En azından benim için.

 SMS‘le taciz edenlerde ayrı bir dert. Sizden izin alınmadığı halde, bazı işgüzar firmaların sağdan soldan veya operatör firmalardan gizli/açık yollarla toplayıp sattığı datalar içindeki çaresiz kurbanları olarak, bilgilerinizi satın alan pazarlamacıların insafına kalıyorsunuz. Artık ne kadar uygun görürlerse, gece gündüz SMS’le taciz ediliyorsunuz. SMS gönderen firmaların kimliği için vermek zorunda olduğu kodu yazmalarının pratikte hiç bir anlamı yok! Çünkü zaten iş gerçekleşmiş ve SMS gönderilmiştir. SMS listesinden çıkmak için, yine sizin SMS atmak zorunda kalmanız veya internette falanca adrese girerek, yine kendi numaranızı girmeye zorlanarak listelerden çıkmak istediğinizi, zavallıca beyan etmek durumunda kalmanızda ayrı bir işkence yolu. Listeye alırken bize mi sordular da, çıkmak için isteğinizi belirtin diyor bu modern sapıklar?

İnternet ortamında, her hangi bir yerde eposta/mail adresiniz yayınlanmamış olsun, anında hazır e-posta listelerine bir kurban olarak sizde ekleniyorsunuz. Sorgusuzca gelen spam mailleri içindeki her konuda, e-posta bombardımanına maruz kalarak, kendi e-postalarınızı içlerinden ayıklamakla uğraşıyorsunuz. E-posta servislerinin sağladığı anti-spam hizmet ve filtreleri de bir yere kadar iş görüyor. Bilişim teknolojilerinde zayıf bilgi ve deneyimi olan kullanıcıların, var olan önlemleri kullanması dahi mümkün olamadığından çaresiz bu sanal teröre katlanmak zorunda kalıyorlar.

Durum o kadar rahatsız edici bir boyuta gelmiş ki, her hangi bir yerden cep telefonu veya e-posta adresi istendiğinde öncelikle reklam, tanıtım, kampanya vb saçmalıkları almak istemediğimi üstüne basa basa belirtmek zorunda hissediyorum. Örneğin, mahallenizdeki bir mobilyacıdan kazara bir eşya satın almış olursanız, 2-3 günde bir kampanya ve tanıtım SMS’lerinin ardı kesilmiyor. Marketler domates, salatalık fiyatlarını gönderiyor ve buna benzer bir sürü modern tacizler sıradan işlermiş gibi hayatımızı çevreliyor.

Otomatik ödeme talimatı vermiş olduğunuz halde, abonesi olduğunuz enerji dağıtım firması faturanızın çıktığını hem  SMS’le, hem de maille defalarca haber veriyor. Çıktığında haber verse yine iyi. Birde son ödeme tarihine 3 gün kaldı şeklinde taciz e-posta  ve SMS’leri de gönderiyorlar. O zaman neden bankaya otomatik ödeme talimatı vermişiz sanki? Neden bu saçma hatırlatma terörü yaşatılıyor? Bu işlerden sadistçe zevk alanlar mı var? Anlamış değilim vesselam.

İlgili tüm kurum ve firmaları insafa davet ediyorum. Başta iletişim operatörleri olmak üzere, güvenerek veya zorunda kalarak bilgilerimizi verdiğimiz kişi ve kurumların, isteğimiz dışındaki paylaşımlarına karşı Devletimizin daha etkili önlemler almasını bekliyor, bu işlere karışan kişi ve kurumlara hakkımı kesinlikle helal etmediğimi ve her defasında vebale girdiklerini açıkça beyan ediyorum. Rabbimiz, her türlü modern sapık ve tacizcilerin şerrinden bizleri korusun, ısrarla devam edenlerin de haklarından gelsin inşAllah

 




Kimlerin Parasını, Nereye Harcıyoruz?

Hediyeleşmek, ilişkileri güçlendiren ve geliştiren, muhabbeti arttıran ve aynı zamanda Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) sünnet-i seniyyesi olan güzel bir adettir. Beklenen güzelliklerin yaşanması için büyük paralar harcamaya da gerek kalmaz. Çoğu kere, içtenlikle verilen çam sakızı çoban armağanı tabir edilen küçük hediyelerde oldukça etkili olabilir. Muhatabını düşünme ve değer verme duygusunun geçmesi yeterlidir.

Her güzel adette olduğu gibi, hediyeleşmede de yanlış veya kasıtlı tavırlar işin aslını bozar ve kişileri vebal içinde bırakabilir. Bu konuda insanların tipik yaklaşımını gösteren güzel bir anlatım şekli var:

Bir insan, birisine başkasının parasıyla bir şey alıyorsa kalitesine bakar, fiyatını önemsemez.
Bir insan, birisine kendi parası ile bir şey alıyorsa fiyatına bakar, kalitesine çok bakmaz.
Bir insan, kendisine kendi parası ile bir şey alıyorsa, hem kalitesine hem de fiyatına bakar.

Şüphesiz bu yaklaşımlar herkese şamil edilemez ama, genel bir durumu yansıttığı da ortadadır.

Karar verici durumunda olan insanların en önemli sorumluluklarından birisi de kendilerine emanet edilen kaynakları, doğru ve verimli şekilde kullanmalarıdır. Aile reisi, harcamalarını düzenlerken eşiyle birlikte makul bir planlama yaparak, bütçelerini en uygun şekilde kullanmaya çalışır. Özel sektör çalışanları kendilerine verilen yetki oranında yatırım ve harcama planlarını yapıp gerçekleştirirler. Kamu çalışanları da makam ve yetki seviyelerine göre az veya çok büyük tutarlarda bütçeleri yönetmek durumundadır.

Aile ve özel şirket işlerinde kasıtsız hatalar yapıldığında telafi etmek, veya en azından helalleşmek daha kolaydır. Çünkü muhataplar bilinir veya erişilebilir haldedir. Ancak, kamu kaynaklarını kullanan kişiler için bu iş imkansıza yakın zor, vebal ve sorumluluğu da çok yüksektir. Çünkü bütün toplum adına iş gördüğünden ayrı ayrı her vatandaşın hakkı söz konusudur. Bu vatandaşlar arasında mazlum yetim ve öksüzlerin, kimsesiz ve düşkünlerin, çocukların, yaşlı ve hastalarında olduğunu düşünürsek işin sorumluluğu daha da iyi anlaşılacaktır. Yüklendiği yüksek vebal nedeniyle, kamu kaynaklarının çok iyi gözetilmesi gerekir. Aksi halde, getireceği belalar dünya ve ahiretimizi mahvetmeye yeterde artar bile.

Hep söylediğim bir gerçek var: “Kamu malı ve parası kılçıklıdır. Kolayca girer ama çıkışı kolay olmaz, parçalayarak çıkar.” Ama bu dünyada, ama öbür dünyada. Yasaların sağladığı şartlar ile kamu kolluk güçleri, kasıtlı ve hoyratça harcamaları bir noktaya kadar önleyebilir. Hatta, kişilerin tasarrufları görünüşte yasalara uygun da olabilir. Ama hakkaniyetli olduğu anlamına gelmez ve kişiyi hesabını vermekten korumaz.

En etkili denetim, kişinin ahlaki değerler ışığındaki vicdan sorgulamasıdır. Bunu kontrol ederken, sanki kendisine  ve kendi parası ile alıyormuş gibi özenli olduğunu gözetmek zorundadır. Bir işi veya malı ucuza edinmek tek başına başarı değildir. İşin veya malın sağlamlığı,  kalitesi, beklenen ömür süresinin yeterliliği esastır. Projelerin çok ucuza ama kalitesiz ve yetersiz yapılması, kaliteli sayılacak işlerin proje maliyetinin piyasa şartlarından çok yukarılarda gerçekleşmesi elbette yanlış ve sorgulanması gereken durumlardır. Kötü mal ve hizmetlerin çok pahalı şartlarda temin edilmesi ise açıkça vatan hainliğinden başka bir şey değildir.

Rabbimiz, bizlere hangi konumda olursak olalım, sanki kendimize ve kendi paramızla harcama yapıyormuş gibi dikkatli ve özenli davranmayı nasip etsin. Evlatlarımıza en başta aile ortamında, sonra okul ve iş yerlerinde kamu kaynaklarımızı bilinçli kullanacak şuuru vermemiz gerekiyor. Gerçek tasarruf, kaynakları verimli ve yerinde kullanmakla sağlanır. Bir yandan ekmeklerimizi israf etmeyelim diyerek kampanyalar yaparken, diğer yandan tonlarca ekmeğe bedel yanlış veya gereksiz harcamalardan kaçınmalıyız. Bunun için ise,  yöneticilerimizde temel ahlaki değerlerin yanı sıra ehliyet ve liyakat esaslarını gözetmemiz şarttır.

İyi ve güzel işlere vesile olduğumuzda devam eden her güzellikten bir hayır payımız olduğu gibi, şer işlere vesile olduğumuzda da işleyen her kötülükten veya noksanlıktan da bir günah hissemizin olacağını bilmeliyiz. Açıkça ferman eylemiş, bizleri yaratan ve sınamak üzere dünyaya gönderen Yüce Allah’ımız : “Her kim zerre kadar hayır işlemişse onu görecektir. Her kim, zerre kadar şer işlemişse onu görecektir.” (Zilzal Suresi 7. ve 8. ayetler)




Karakter Renklerimiz ve Takıntıya Dönüşebilen Huylarımız

Huy, karakter, alışkanlık gibi kavramlar yakın ve bazen birbirlerinin yerine ikame edilerek kullanılıyor. Psikoloji eğitim geçmişi bulunan veya özel ilgisi olan kişiler müstesna edilirse, eşdeğer şekilde kullanıldıklarını da söyleyebiliriz. İfade ettikleri anlamların şiddeti ve keskinliği arttıkça Takıntı/Saplantı (Obsesif-Kompülsif Bozukluk) gibi Psikiyatrik hastalıklara dönüşüyorlar.  Olayın ahlaki ve dini boyutlarını da katınca, bu sefer iyi ve kötü huy ve alışkanlıklar ile dini vesveselerin (evham) sevap/günah etkileri nedeniyle, çekici – itici duygusal dürtülerin çatışmaları, durumu daha da karmaşık bir hale dönüştürüyor. Davranışlarımızın ortaya çıkmasında ve şekillenerek basma kalıp tavırlar arasına girmesinde, toplumsal etkileşim ve kişisel tatmin veya gereksinim duyguları rol oynar. Bazen kaçınmaya, bazen de takdir ve teşvik ile olumlu tekrara neden olurlar. Sigara içme alışkanlığına yıllar önce verilen değer ile bugünkü durum arasındaki dinamik fark güzel bir örnektir.

İnsanların karakter yapılarının analizinde çeşitli sınıflama ve değerleme tanımları ortaya konulmuş. Bunlardan birisi de karakter renkleridir. Genel olarak 4 renkten söz edilir. Her insanda bu renklerden bir ton bulunur. Ancak bazılarında belirli bir rengin hakimiyeti veya iki rengin dengelenmiş baskınlığı da görülebilir.
SARI: Çılgın bir renktir, neşeyi ve hareketi simgeler. Özgürlüğüne düşkün, kurallarla ve düzenle pek arası olmayan uçuk tasarımlar yapabilme yeteneği doğal şekilde bulunan kişileri temsil eder.
MAVİ: Asaleti ve ciddiyeti simgeleyen bir renktir. Tertipli, düzenli, kuralcı ve disiplini seven insanlar bu gruba girerler.
KIRMIZI: Canlı ve dikkat çekici bir renktir. Gücü, kararlılığı ve sahiplenmeyi simgeler. Güçlü, kararlı ve yönetme eğilimli kişiler bu renkle simgelenir.
YEŞİL: Rahatlatıcı ve huzur verici bir renktir. Sükuneti ve uyumu simgeler. İdeal takım üyesi, fedakar, çatışmadan kaçınan, girişimcilik yanı pasif kalabilen insanlardır.

İnsanlar sadece renk yapılarına göre tanımlanamaz. Her insan, eşsiz bir sistemler bütünüdür. Bu bütünlüğe etki eden çok sayıda değişken söz konusudur. Yaş, cinsiyet, eğitim, aile ve toplum çevresi, dini inançlar, burç nitelikleri, sağlık durumu, ekonomik seviye, beden yapısı gibi pek çok etki alanı insan yapısını düzenler ve geliştirir. Yani söz konusu insan olunca, hiç bir şey kesin değildir. Her şeyin bir anlamı ve etkisi söz konusu olabilir. Yaratılmışların en şereflisi olarak, Yaratıcımız Allah Azze ve Celle‘nin doğrudan muhatap alıp, emanetler vermeyi lütfettiği insan olmak böyle bir potansiyeli gerektiriyor demek ki.

Bu yazımda, genel olarak mavi karakterli insanların, iç ve dış kaynaklı kurallara uymak için gösterdiği hassasiyetin normal ve patolojik seviyelere ulaşabilen bazı durumlarını irdelemeye çalışacağım.

Kurumsallaşan alışkanlıklara en güzel örnek Sünnet-i Seniyye’dir. Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) hane-i saadetlerinde ve diğer sosyal ortamlardaki her davranışı ve tavsiyeleri 1500 yıldır Müslümanlar tarafından basma kalıp davranış olarak örnek alınır ve özenle uygulanmaya çalışılır. Bu durum İslam toplumlarının genel karakterini etkilemiş ve alamet-i farıka haline gelmiştir. En Sevgiliye benzemek için günlük davranışlar içinde tutulmaya çalışılan bu tavırların terk edilmesi veya yapılamaması belirli bir kaygıya da neden olur. Örneğin; Abdest alırken, kollarımızı yıkadığımızda acaba dirseklerime kadar ıslatabildim mi şüphesi ile hassas davranıp kontrolcü davranışlar gösterebiliriz. Bu duruma özen endişesi, takva azmi veya benzer olumlu yaklaşımlar söylenebilir ve hatta teşvik edilir. Ama, iyi yıkanmadı veya temizlenmedi şüphesiyle onlarca kez bol suyla yıkamak ve yine rahat edememek sıkıntılı bir durumdur. Dini literatürde buna vesvese deniliyor. Temel kaynağı, kovulmuş ve lanetlenmiş olan Şeytandır. İnsanların özellikle ibadet yaparken veya hazırlanırken içlerinde oluşan şüphe, kuruntu ve tereddüt gibi rahatsız edici duygulara denir. Kişinin vesvese etkisinde kalması huzurunu bozar, kendisine olan güveni sarsılır ve ibadetinden lezzet alamadığı gibi, uzaklaşmasına da neden olabilir. Vesveselere erken zamanda müdahale edip gidermek gerekir. Geç kalındığında veya yanlış yaklaşımlarda bulunulduğunda zarar etkisi daha çok olur. Vesveseden muzdarip kardeşlerime Bediüzzaman Said Nursi‘nin “Vesvese Risalesini” okumalarını veya bilen birisinden açıklamasıyla dinlemelerini tavsiye ederim.

Yeşil karakterliler kurallara uyarlar, mavi karakterliler ise; hem kurallara uyar, hem de kendileri kurallar koyarlar. Üstelik kendi kurallarına uyulmasını da beklerler. Ama bu bekleyiş sınırlı bir güce dayanır. Kuralları uygulatmak için gereken gücü kullanabilenler ise kırmızı karakterlerdir. Mavilerin kural ve tedbir takıntısı bazen olayların gerisinde kalmalarına ve fırsatları kaçırmalarına da neden olabilir.

Mavi karakterli birisini gıcık etmenin en hızlı yolu, yaşam veya çalışma alanında oluşturduğu tertip ve düzeni bozmaktır. Sarı karakterli insanların görüntüsü bile mavileri irrite edebilir. Çünkü sarılar rahattır, dağınıktır, ehli keyif takılır. Kılık kıyafetinden saç sakal şekline kadar ben sarıyım diye bağırır, görebilene. Mavileri düzenli hallerinden, uyumlu ve üniforma gibi özenli kıyafetlerinden, derli toplu yaşam ve çalışma alanlarından kolayca fark edebilirsiniz. Simetriyi severler, bazıları başkalarının mekanlarındaki simetriye bile takılır ve müdahale etmekten kendilerini alamazlar. Dağınık kitap veya gazeteleri düzenler, çerçeveleri hizalar, sandalyelerin masalara olan mesafesini ayarlar ve bunlar gibi başkalarını rahatsız etmeyen ama onları geren düzensizlikleri gidererek rahatlarlar. Her şey zıddı ile bilinir veya kaimdir ilkesine göre, mavi renkli insanları dengeleyen ve aşırılıklarını törpüleyenler sarı renkli insanlar olur. Mesela, ev hayatında mavi renkli ve bazen kural despotu olabilen babaların duygusal şiddetinden çocukları koruyabilecek ve nefes almalarını sağlayabilecek sarı renkli annelerin varlığı büyük bir nimet sayılır, her iki taraf içinde. Sarıların da tedavisi mavi ile olur çünkü. Bizden biliyorum! Yeri gelmişken merak edenler için, kırmızı-mavi olduğumu da söylemiş olayım. Sizde kendinizin ve en yakınlarınızın renklerini biliyor musunuz?

Kaynaklar:

  1. Ana görsel: http://hr.tsu.edu/development-for-manager/
  2. Metin içi görsel: https://fonolo.com/blog/2014/07/does-personality-matter-for-call-center-agents/
  3. http://www.bilimvesaglik.com/psikiyatri/obsessif-kompulsif-bozukluk-saplantilar.html
  4. http://sunaalbayrak.info.tr/?p=287
  5. http://www.ilmedavet.com/vesvese-nedir.html
  6. http://www.sorularlarisale.com/kulliyat/73/ikinci_makam.html
  7. https://www.youtube.com/watch?v=IH4GGqqkO_Y

 




Zoraki Kahramanlar: Çalışan Anneler

Kadınlar hakkındaki duygu ve düşüncelerimi daha önce bazı yazılarımda ifade etmeye çalışmıştım. Kadınların hayatımızdaki yeri ve önemi kutsal kaynaklar başta olmak üzere, her platformda dile getirilen saf bir gerçekliktir. Kadınlığın zirve noktası ve insanlığın bekasını sağlayan durumda anneliktir. Bir eş ve anne olarak üstlendikleri sorumlulukların dışında, ayrıca yaşam şartları ve diğer nedenlerden dolayı çalışma hayatında da yer almaları, onları inanılmaz bir yük ve stresin altına sokuyor. Üstelik, çalışan annelerden beklentilerimiz çalışmayanlardan farksız olunca, kaçınılmaz şekilde zoraki kahraman rolüne giriyorlar.

Çalışan anneler, bir kadın olarak, hemcinslerinin iş hayatında yaşadıkları bütün zorlukları doğrudan paylaşıyorlar. Annelikten kaynaklanan ek sorumlulukları ise, iş ve duygu yüklerini arttırdığı gibi; yoğunlaşan baskı ve dayatmalara karşı daha fazla sabır gösterip, ailelerinin hatırına katlanmak zorunda oldukları azapların içine sokabiliyor. Annelik ve kadınlık görevlerinin yanına, sorunlu bir iş ortamının da eklenmesiyle kadınların bedenen ve ruhen güçlü ve hızlı bir ivme ile yıprandıklarını rahatlıkla görebiliriz. Bazı kadınlar, zorlu ev ve annelik görevleri nedeniyle, nispeten rahat olan iş yerlerinde resmen dinlenircesine çalışırlar. Bu kadınlar şanslı sayılabilen gruptadır. Büyük bir çoğunluğu ise, ağır iş mesailerinden sonra tıpkı erkekler gibi dinlenebilecek bir ortam ve zaman bulamadan, 2. ve 3. mesailerini yapan işçiler gibi ev ve annelik görevlerine devam ederler.

İş hayatı ekonomi ile doğrudan ilgili olduğu için, özel sektörün ekonomik çıkarlarını zedeleyecek şekilde, çalışan annelere yönelik etkili koruma ve ayrıcalıklar göstermesini beklemek safdillik olur. Anne ve kadın dostu uygulamalar yapan ve bazen diğer firmaların çok önüne geçebilen firmalarda dahi, bu uygulamalar bir nevi sosyal sorumluluk ve marketing faaliyeti gibi üretildiğinden, sembolik ve kota limitleri içinde kalıyor. Piyasaların temel yönetmeni ve kural koyucusu olarak, kamu gücünü kullanan devletin ve devleti yöneten Hükumetin politik söylemleri ile pratik uygulamasının en kısa süre içinde örtüşmesi ve çalışan anneler özelinde hayata geçmesi sağlanmalıdır. Nüfus yapımızı korumak için her ailede  en az 3 çocuk hedefini fiilen gerçekleştirebilecek güven ve imkan ortamını hazırlama işi, büyük ölçüde devletimize düşüyor. Bu yazı ile bazı sorunlu noktalara dikkat çekerek, çözüme yönelik katkıda bulunmak istedim.

Yetersiz ücretler, kötü çalışma koşulları, nitelikli tatil yoksunluğu gibi genel sorunların dışında, çalışan anneler açısından iş yerleri ile ilgili temel sıkıntıları şöylece sıralayabiliriz:

  • Ev ve iş yerleri arasındaki mesafe ve ulaşım zorlukları,
  • Mesai saatleri ile okul saatleri arasındaki uyumsuzluk,
  • İş yerlerinde kreş olmaması, diğer kreşlerin uzak veya pahalı olması gibi sorunlar,
  • Mesai saatlerinin uzunluğu nedeniyle eş ve çocuklarına yeterince vakit ayıramamaları,

İş yerine yakın yerde ikamet etmek, esasen bütün çalışanlar için gerekli ve değerli bir kolaylık demektir. Söz konusu kadınlar ve çalışan anneler olunca, bu durum daha da kritik hale geliyor. Uzak yerde çalışan annelerin; erken kalkıp geç gelmesi gerektiği için, ailesinin günlük yaşantısından kopması, kendisine ve ailesine daha az vakit kalması, uzun yolculuklar nedeniyle daha çok yıpranması, gün içinde ailesi ile ilgili acil bir durum geliştiğinde hızlı şekilde yanlarına gidememesi gibi kronik sorunlara yol açıyor. İstanbul’un Anadolu yakasında oturup Avrupa yakasında çalıştığım dönemde, günlük ortalama 3 saatim yolda geçiyordu. Mesai sırasında ailemden birisinin acil ihtiyacı olduğunda, en erken 2-3 saatte ancak yanlarına gidebiliyordum. Bu durum bir baba olarak beni yıpratıp aileme karşı faydasız kaldığım duygularına neden oluyordu. Aynı şartlarda çalışan kadın iş arkadaşlarımızın ıstırabını da her zaman gözlemliyordum. Önerilerim: Başta kadınlar olmak üzere çalışanların iş yerlerine yakın oturabilmesi için teşvik ve kolaylıklar sağlanmalıdır. En azından aynı ilçe sınırları içinde ikamet edebilmeleri için; gerek tayin noktasında, gerekse yeni ev alımı gibi durumlarda teşvik edici kolaylıklar ve vergi indirimi gibi destekler verilmelidir.

Sabah saat 08:00‘de işe başlayan bir kadın çalışan, evinde kimsesi yok ise (artık hepten çekirdek aile yapısına döndüğümüz için, kentlerde geniş aileler yok denecek kadar azaldı) ilk öğretimde saat 08:50‘de dersi başlayan çocuğunu ne zaman ve nasıl okula götürecek? Servis tutsa bile servise kim teslim edecek? Daha da kötüsü, öğleden sonra saat 14:30‘da dersi biten çocuğunu kim alacak? Rica minnet etüd uygulaması yapan okullarda saat 16:00‘da biten etüd derslerinden sonra yine kim alacak çocukları? Mesai saat 17:00‘den önce bitmiyor çünkü. Önerilerim: Kadın çalışanların mesaileri ile okulların ders başlangıçları ortak şekilde dikkate alınarak düzenlenmelidir. Çocukların gelişim ve ihtiyaçları nedeniyle ders saatlerinin başlangıç ve bitişleri mesai saatlerine eşitlenemiyor ise çalışan annelerin ilk öğretim çağında çocukları olması halinde onlara özel mesai uygulaması yapılmalıdır. Devlet sadece süt bebekleri için günlük 1,5 saat izin vererek sorumluluğunu yerine getirmiş olamaz. Lise çağına kadar, çocuklu annelere özel imtiyazlar tanınması gerekir. Arada oluşan mesai kaybı, bütün toplumun karşılaması gereken bir bedeldir.

Çalışan kadınlar için, çocuk sahibi olmak katlanılamaz ölçüde zorlukların altına gönüllü girmek gibi, ağır bir duygudur. Bir yandan eşiyle birlikte evlat sahibi olmanın getireceği mutluluk ve tamamlanmış aile özlemi yaşanırken, diğer yandan hem çalışıp hemde çocuğun büyütülmesi sürecindeki zorluklar anne ve baba adaylarını yıldırıp bağırlarına taş bastırarak mecburi ertelemeye neden olmaktadır. Bu durumda; ya ileri yaşlarda çocuk sahibi olmayı ya da 1 veya en fazla 2 çocukla yetinmeyi mecbur görürler. Doğum sonrası memur veya işçi annelere verilen ücretli izin bir kaç aydan fazla değildir. İznin bitmesi ile ilk sıkıntılı karar verilir. Bebeği büyütebilmek için 1-2 yıllık ücretsiz izin alınır veya bebeği ücretli/ücretsiz bakabilecek birileri ayarlanarak işe başlanır. Bebeğini bırakıp işe giden annelerin her zaman bir kanadı kırık olur ve aklı bebeğinde kalır. Evde bakım aşaması bitince bu sefer kreş/çocuk yuvası koşturmacası yaşanır. Kreş fiyatlarının yüksekliği, çocuğu kreşe bırakıp mesaiye yetişmenin stresi, çocukların yaşadığı travmalar gibi etkenler bezginlik ve mutsuzluk kaynağıdır. Önerilerim: Okul öncesi yaşlarda çocukları olan kadın çalışanlar için, 0-6 yaş arası çocuklarını getirebilecekleri kreşlerin iş yerlerinin standart bir birimi olarak açılması gereklidir. Çocuklu anneler için kreş hazırlanması bir lütuf değil temel ihtiyaçları için gerekli bir durumdur. Çalışan kadınlara kendi iş yerlerindeki kreş hizmeti ücretsiz olmalıdır. Kreşin personel ve diğer giderleri çalıştığı kurumun döner sermayesi veya genel bütçesinden karşılanmalıdır. Özel kurumlarda kendi sermayelerinden karşılayarak işletme gideri şeklinde gösterebilmelidir. Çalışan annelerin günün belirli zamanlarında çocuklarını ziyaret edebilmelerine fırsat verilmelidir.

Kadınların mesaileri toplumun geleceği de dikkate alınarak özenle hesaplanmalıdır. Mutsuz kadınlar ve anneler; toplumun temel yapısı olan aile kurumunun temelden sarsılmasına, evliliklerin çabuk yıkılmasına, genç nüfusun yetersiz kalmasına ve var olan çocuklarında sağlıksız şartlarda verimsiz eğitimle büyüyüp toplumun geri kalmasına neden olacaktır. Kadınların ve özellikle çocuğu olan çalışan kadınların tam gün mesai yapmaları toplum kültürünün ve geleceğinin altına konulmuş dinamit gibi tehlikelidir. Önerilerim: Kadınlar çocuk sahibi olduktan sonra günlük en fazla 6 saat mesai yapmalıdır. Ayrıca evden çalışma ve yarı zamanlı çalışma halleri işlerin durumuna göre anneler için kolay uygulanabilir şekilde teşvik edilmelidir. Fazla mesaiye zorlayan kural ve yönetmelikler kanun gücüyle düzeltilmeli ve istismar edenler için kayda değer cezai yaptırımlar ön görülmelidir.

Bütün bu yorumlarımdan sonra denilebilir ki, kadınlar özellikle anne olanlar hiç mi çalışmasın? Bende diyorum ki; Kadınlar bizim rahatlıkla istismar edebileceğimiz ucuz iş gücü kaynağımız değildir. Toplumun temel yapı taşlarından ve en kıymetli değerlerimizdendir. Sağlıklı bir kadın ve anne ögesinin olmadığı toplumlar bozulmaya ve dağılmaya mahkumdur. Kadınların ve özellikle annelerin piyasada kuralsız ve kolayca istihdam edilmesi tıpkı likit para gibi geçici bir rahatlık ve refah etkisi yapabilir. Ancak kaynaklar sınırsız değildir. En değerli varlıklarımızı nakde çevirip, günü kurtarmak için harcadığımızda yerine koyamayacağımız kayıplar yaşayabiliriz. Kadınlara özel hizmetler veya kadınların yüksek değer katacağı meşru işler nedeniyle mutlaka kadın çalışanlara ihtiyaç duyuluyor ise bunun bedeli uygun şekilde ödenmeli ve toplumun geleceği açısından güçlü kurallar ile kadınlar ve anneler koruma altına alınmalıdır. Kadın emeği gibi değerli bir ürünü sağlamak isteyen kurum veya işletmeler hakkını vermeye de razı olmalıdır.

TÜİK’in 7 Mart 2016 tarihli “İstatistiklerle Kadın, 2015” Haber Bülteni çok önemli sorunlarımıza işaret ediyor. Okuma yazma bilmeyen kadın nüfus oranı erkeklerden 5 kat fazla! Kadınlar ortalama 24 yaşlarında evlenip, 35 yaşlarında boşanıyor. Kadınların eğitim oranı yükseldikçe çalışma oranı daha fazla artıyor ama her eğitim seviyesinde kadın çalışanlar erkeklerden daha az ücret alıyor. Yani açıkçası kadınlar halen sömürülüyor.

İdeal durum ile fiili durum arasında fersahlar boyu mesafe olduğunu görüyoruz. Öyleyse yapacak çok işimiz var. Zoraki Kahramanlarımıza sahip çıkmalı ve onlara layık oldukları değeri her açıdan göstermeliyiz. Neden bu kadar ilgiliyim? Bizim evde de harika bir zoraki kahraman var da ondan…

 

Kaynaklar: