Vatandaşa Banknot Zulmü Neden Yapılıyor?

Günümüz Türkiye’sinde TL’nin anormal değer kaybına uğraması ve yüksek enflasyona rağmen, ihtiyaca uygun büyük rakamlı banknot basılmaması biz vatandaşlar için zulüm boyutuna gelmiştir! Kağıt para fiilen tedavülden kalkmış gibidir! Bir market veya pazar alışverişine çıktığımızda harcayacağımız günlük rakamlar dahi cüzdanda taşınamaz tutarlara çıktı! Faiz pisliğinin cebimize ve ticaretimize giren temas noktası kredi kartının bulaşmadığı işletme veya esnaf neredeyse kalmadı. Semt pazarı tezgahları ve taksiler de kredi kartıyla çalışır oldu.

Fiilen 500 ve 1.000 TL lik banknot basmayarak yapılan zorlamanın üzerine, 7.000 TL’yi aşan ödemelerin bankadan yapılma zorunluluğu ise meseleye tüy diken nihai garabettir! Allah’a ve Resulüne apaçık savaş açmakla eşdeğer olan faiz işletmeciliğine, bütün halkı göbekten bağlayan uygulamaları başımıza bela edenlerin, dindar veya dine saygılı olduğunu iddia etmesi de ayrı bir hüzün ve hezimet tablosudur!

200 TL’lik banknot ilk defa 1 Ocak 2009’da dolaşıma çıktığında gerçekten değerli ve yeterli idi! Tek bir 200 TL ile 4 gramdan fazla altın alınabiliyordu! Maaşı 1.355 TL olan bir hemşire kardeşimiz sadece 6 adet 200 TL banknot ve bozuk kalanı ile tüm parasını cüzdanına koyabiliyordu! Yine maaşı 2.587 TL olan bir Kaymakam yetkilimiz de en fazla 13 adet banknotla maaşını cüzdanına sığdırabiliyordu!

Şimdi bırakın Hemşire veya Kaymakam yetkilimizi, 17.000 TL asgari ücretle çalışan vasıfsız bir işçi kardeşimiz dahi maaşını cüzdanına sığdıramaz! 85 adet 200 TL’lik banknotu ancak bir çantayla taşıyabilirsiniz! Böyle bir cüzdan olabilir mi?

En az 500 ve 1.000 TL’lik banknotların acilen basılarak vatandaşın ve piyasanın sıkıntısının giderilmesi şarttır! Israrla bundan kaçınılması da ekonomik bir zulüm ve halkı faiz çukuruna itelemenin ta kendisidir! Eğer 15 yılda bu kadar çok değer kaybeden bir paramız olmasın isteniyorsa, bunun çözümü de ABD doları gibi karşılıksız ve borca dayalı para basmak değil, doğrudan altına endeksli ve hayali olmayan reel değerli para birimine geçmektir! Belli ki IMF ve Londra merkezli büyük tefecilerin dümen suyundan çıkmaya niyetiniz veya mecaliniz yok, bari vatandaşa değeri pula dönmüş banknot eziyeti yapmayın artık! Çok şey mi istiyoruz? Nasıl olsa onların da dolar gibi bir karşılığı olmayacak ve bir süre sonra yetmeyecekler zaten. Hem ayrıca para kağıdından da büyük tasarruf etmiş olacaksınız!…




Doğruyu Söylemekle Doğruyu Yaşamak Aynı Şey Değildir!

Bediüzzaman Said Nursi’nin çok veciz bir ifadesi var: “Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur.” Buradaki düşünce yazımın başlığını önemli ölçüde kapsıyor. Eksik kalan kısımlarını da merhume mütefekkirlerimizden Alev Alatlı’nın “Her yasal hak, helal değildir!” ifadesiyle kapatabiliriz. Şimdi bunları örneklerle biraz açalım isterseniz.

Patavatsızlık dediğimiz davranışlar, aslında söylenen söz doğru da olsa yersizliği ve bazen de hadsizliği tanımlamak için kullanılır. Fizyonomi ilmine göre, etli ve dışa dönük dudaklı insanların patavatsızlığı belirgin özelliklerindendir. Burçlar açısından bakıldığında yay, koç, ikizler ve oğlak burcunda doğan insanların patavatsız olabilen karakterlere sahip oldukları bilinir.

Nispeten etli dudaklı ve ikizler burcundan birisi olarak, istemeden de olsa patavatsızlıklar yapabildiğimi itiraf etmem lazım. Her ne kadar kendimle mücadele etsem de bazen ipin ucu kaçıyor ve pişman olabileceğim sözler söylüyorum. Mesela geçmiş bir günde, muhafazakâr camianın sevip saydığı bir sunucu ağabeyimizle şahsen tanıştırılma imkânım oldu. Kendisiyle tokalaşırken aslında iltifat etmek isterken çok iyi göründüğünü sadece biraz kilo aldığını söylemiş bulundum. Anında olumsuz etkilendi ve alındığını hissettirerek iletişimi kapattı. Hâlbuki kırk yılın başında tanışmışken, üstelik cidden sevip sayıyorken, ne gerek vardı böyle filtresiz konuşmaya değil mi? Velev ki göbeği çıkmış olsun, bana mı kalmıştı hatırlatmak? Doğruyu söylemek başka, her doğruyu ulu orta söylemek başka bir şeydir.

Kurumsal ve hukuksal düzlemde doğru gibi gözüken bir çok mesele haksız, zararlı ve kötü olabiliyor. Aklın, mantığın, İslam’ın karşı çıkmasına rağmen, boşanan erkeklerin eski hanımlarına ömür boyu ve her yıl mahkemeyle otomatik artan süresiz nafaka, avukat ve yargı masrafı ödemesi maalesef yasaldır ama asla doğru ve helal değildir!

7 Ekim 2023’de Hamas mücahitlerinin bu kadar zulüm yeter artık diyerek, siyonist işgal devletine operasyon yapmasından sonra Filistinli Müslümanlara yönelik başlatılan katliam, vahşet, açlık ve insanlık dışı muameleler karşısında bütün İslam ülkeleri sınıfta kaldı, rezil ve zelil oldular! Türkiye’nin siyonist İsrail devletine olan ticareti kesilsin diye yapılan çağrılar aylarca karşılıksız kaldı. En sonunda ticaretin varlığı itiraf edilerek resmen sonlandırıldığı duyuruldu. Kağıt üzerinde israile doğrudan ticaret azaldı. Ama Gazze’de sağlam bir binası veya kurumu kalmayan Filistin devletinin, işbirlikçi Mahmut Abbas yönetimindeki yapısı ile ticaret patlaması yapılarak, israilin eksilen kalemleri kağıt üzerinde Filistin ticaretine aktarıldı. Sayın Ticaret Bakanımız da büyük bir pişkinlik içinde İsrail ile ticaretimizin bittiğini söyleyebildi. Bu sırada limanlarımızdan İsrail limanlarına doğrudan veya dolaylı şekilde her türlü malzemeyi taşıyan gemi seferleri hiç durmadı. İncirlik ve Kürecik üsleri gibi siyonist kalkanlarını susturmak ise akıllarına bile gelmedi! Azerbaycan petrolünün israile akmasına, diğer ülkelerden kovulan Siyonist gemilerin limanlarımıza rahatça gelmesine dur denilmedi! Söylenen şey doğru ama yapılan şey asla doğru ve haklı değildi.

Doğruyu söylemekle doğru olmak arasındaki farklardan birisi de alimlerin ilmiyle amel etme sorumluluğudur. Yoksa kitap yüklü merkeplerden bir farkları kalmadığını bizzat Allah’u Teala bildiriyor. Yine hikmet-i ilahi gereği, bu konuda da sabıkası en bozuk olanlar yahudi alimler olduğu için Cum’a Suresi 5. Ayetinde şöyle hitap edilmiş:  “Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir.” O yahudi alimleri ki kendilerine emredilen Tevrat hükümlerine uymadıkları gibi tahrif ederek değiştirdiler ve aslından uzaklaştırdılar.

Hülâsa; iki cihan serveri Resul’u Kibriya Hz. Muhammed Mustafa Efendimizin “Beni bu ayetler yaşlandırdı!” diye buyurduğu Hûd Suresi 112. ayetindeki “Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O yaptıklarınızı hakkıyla görür.” İlahi uyarısı hepimiz için ölene kadar dikkate almamız gereken temel nasihatlerden birisi olarak kalmalıdır!

Yüce Allah bizleri ve idarecilerimizi, hakkı bilip hakkı yaşayanlardan, ilmiyle amel ederek kötülüklerden sakınanlardan ve kötülükle mücadele edenlerden eylesin! Amin!…




#emadder tarafından Kartal’da yapılan mitinge katılarak #kademeliemeklilik çağrısını yineledik

Emeklilikte Adalet Derneği tarafından 27 Ekim 2024’de düzenlenen, kendileriyle beraber; staj ve çıraklık, bağ-kur, doğum ve askerlik borçlanması gibi diğer SGK mağdurlarına da çözüm olabilecek Emeklilikte KADEME isteyen dostlarımızın Kartal’daki coşkularına biz de katıldık! #EmadderKartaldaTekYürek




Rehber TV’de Helal Gıda ve Siyonistleri Boykot Konularını konuştuk




Sağlık Sistemimizi Çökerten Taşeronlaşma ve Kışkırtılmış Talep Sorunları

Ak Parti iktidarından önceki sağlık hizmetlerimizde kelimenin tam anlamıyla bir kast sistemi vardı. Sadece temel sağlık hizmetleri diyebileceğimiz 1.basamak sağlık kuruluşlarında nispeten adil ve geniş kapsamlı bir hizmet sunumu yapılıyordu. Sağlık Ocağı, Sağlık Evi, Veremle Savaş Dispanseri gibi kuruluşlarımız halka en yakın ve ulaşılabilir sağlık hizmetini çoğu kere ücretsiz veya küçük katkı payları eşliğinde veriyorlardı.

Sağlıkta kast sistemi 2. ve 3. basamak sağlık kuruluşlarında uygulanıyordu. SSK, Bağ-Kur veya Emekli Sandığına bağlı olarak zorunlu gidilen hastaneler vardı. Üniversite Hastaneleri ayrı, bazı bakanlık ve devlet kurumlarının kendi hastaneleri ayrı takılıyordu. Sağlığın patronu diyebileceğimiz bir kurum yoksa da ağırlık SSK’nın bağlı olduğu Çalışma Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığı arasında paylaşılıyordu.

Sağlıkta dönüşüm programı ile 2. ve 3. basamak hastanelerin Sağlık Bakanlığı çatısında toplanması ve hizmet sunumunda ayrıcalıkları kaldırılması, oldukça doğru ve etkili bir karardı. Zaten bu kararın siyasi faydası Ak Partiye uzun yıllar hayat veren ana unsurlardan birisi oldu.

Her şey iyi giderken Ak Parti hükumetleri tarafından 2 stratejik hata yapıldı ve bunlar yüzünden sağlık sisteminin bütün ayarları bozuldu. Hizmetlere erişim zorlaştı ve kamuya yüklenen maliyetleri anormal yükseldi. Hatta bu hengame içinde “Yenidoğan Çetesi” gibi aşağılık çıkar gruplarının istismar edebileceği şartlar oluşturuldu.

İngiltere modeline benzer şekilde getirilen Aile Hekimliği sistemi; aslında çok iyi işleyen ancak, uzun süredir nüfus hareketine uygun yatırım yapılmadığı ve neredeyse kasıtlı olarak zayıf bırakıldığı için gerileyen 1. basamak koruyucu ve temel sağlık hizmetlerimizi, eskisinden çok daha kötü bir noktaya taşıdı. Türkiye’nin ekonomik olarak çok daha zayıf olduğu dönemlerde bile en ücra kesimlere ulaşan temel sağlık hizmetleri sayesinde yerinde çözüm sağlayan “sağlık evi”, “sağlık ocağı” gibi kadim kurumları iğdiş edildi.

Kamunun en öncelikli sorumluluklarından birisi olan temel ve koruyucu sağlık hizmetleri, aile hekimlerinin taşeron sağlık işletmeciliğine adeta terk edildi. Aile Hekimlerinin ekonomik mücadele içinde gider kontrolü, kira ve personel harcamaları gibi yıpratıcı şartlarda, etraflarında kurulan eczaneler ile etik dışı çıkar ilişkilerine zorlayıcı kirli bir atmosferde çalışmalarını zorladı. Aile Sağlığı Merkezlerinde görev alan sağlık meslek mensupları; mesleki haysiyet, istikrar ve iş güvencelerini yok eden, artık ekip liderinden çok acımasız  patronları olan Sözleşmeli Hekimler tarafından istenmeyen şartlarda çalışmaya mecbur bırakılan “ASM Grup Elemanları” oldular! Eskiden Sağlık Bakanlığının şefkatli eli en ücra yerlerde bile kalıcı olarak hissedilebiliyorken, artık vatandaşlarımız sadece sayısal olarak paylaşılan, kotalar kadar muayene, aşı vb hizmet ile ancak takip edilen kalabalıklara döndüler. Halkımız gruplar halinde taşeron sağlık anlaşmalarına bağlandı!

Sağlık Ocağı sisteminde Hekiminden Çevre Sağlığı Teknisyenine kadar temel yelpazede gerekli sağlık meslek mensupları vardı. Sağlık Ocaklarının uydusu olarak kurulan Sağlık Evleriyle en ücra beldelere uzanan sağlık teşkilatı vardı. 2. ve 3. Basamak Hastaneleri rahatlatan, hem vatandaşın işini yerinde gören hem de hastaneleri gereksiz kalabalıktan koruyan sevk zinciri sistemi vardı. Bunların hepsini kaldırdılar. Yerine, daha çok raporlu ilaçları yazmakla yetinilen eskiye göre gerilemiş ve soğumuş bir ucube yapı bıraktılar.

Sağlık sisteminde 1. basamak hizmetlerin neredeyse kasıtlı olarak geri bırakılmasıyla, 2. ve 3. basamak hastaneler için “kışkırtılmış talep” faciası çıktı. Daha önce istese de hastane hizmetlerine kolaylıkla erişemeyen hastalar için neredeyse selam vermeleriyle yazılan MR, BT, USG ve Lab. Tetkiklerinde patlama yaşandı. Sayısal olarak bakıldığında Avrupa ve ABD modellerinin çok üzerinde seyreden cihaz ve tetkik sayılarımız rekorlar kırarak ilerledi. Sevk zincirinin yok edildiği, ek ödeme sistemiyle ameliyat gibi girişimsel işlemlerin resmen anormal teşvik edildiği bir ortamda, Sosyal Güvenlik Kurumuna yüklenen  sağlık harcamalarında astronomik artışlar görüldü.

Sağlık hizmetlerinin hastane kurmaktan ibaretmiş gibi algılandığı bu dönemlerde, bir başka çılgınlık da özel hastanelerin hızla yaygınlaşmasıyla peydah etti. Önce anormal teşvikler yapılarak her yerde pıtırak gibi kurdurulan özel hastanelerin, SGK anlaşmalarıyla müşteri ve kar maksimizasyonları sağlandı. Sonra sağlık giderlerinin suistimal ve talep patlamalarıyla kontrolden çıktığını gören hükumetin zorunlu bir kararı ile anlaşmalar/ fiyatlar/fark katsayıları azaltıldı ve özel hastanelere fetret dönemi yaşatıldı. Küçük sermaye hastaneleri ya kapandı veya büyük gruplara satıldı. Daha sonra SGK anlaşmaları tekrar genişletilerek, özel hastanelerin yeniden parlak gelirlere kavuşması sağlandı. Ama bu kez de ruhsat kısıtlaması yapılarak, hastane ruhsatları  İstanbul taksi plakaları gibi karaborsa malzemesine dönüştürüldü. Sağlık Bakanı olarak her türlü imtiyazdan faydalanan hastane patronları veya siyasal yakınlığı olan sermaye grupları dışında büyüyüp serpilebilen fazla özel hastane grubu kalmadı. Tam bu noktada oluşan gri alanları acımasızca sömüren ve insanları bilerek öldürebilecek kadar canavarlaşan “Yenidoğan Çetesi” gibi kirli örgütler üredi. SGK’nın ve vatandaşların sistematik olarak soyulma fırsatları verildi.

Kamu Hastanelerinde profesyonel yöneticilik denemesi ve şehir hastaneleri modeliyle alınan olumlu ve olumsuz sonuçlar ayrı birer yazı konusu olduğundan burada pas geçiyorum. Ancak 1 basamakta yapılan sağlıkta taşeronlaşmanın 2.ve3. basamak hastanelerinde kamuda şirketleşme modeli ile kamu özel iş ortaklığının kullanıldığı şehir hastanelerinde denendiğini söyleyebiliriz. Kamuda şirketleşme modeli teori ve pratik uyumsuzluğundan, şehir hastanelerinde ise kamu aleyhine anormal şartlardan dolayı sürdürülemez olduğu anlaşıldı. Nitekim Sağlık Bakanlığı da artık son projelerinde tamamen kamu sermayeli şehir hastaneleri modeline geçti.

Sadece durum tespitiyle kalmamak için, yapılması gerekenleri önerecek olursak;

1-Sözleşmeli taşeron temel sağlık hizmetleri uygulamasına son verilmelidir. Aile Hekimleri dahil bütün sağlık personeli resmi kadrolarında istihdam edilmeli ve bina, yakıt, doğalgaz gibi dertler ile muhatap edilmemelidir.

2-Sağlık Ocağı sistemi gibi, içinde hekim dışında diş hekimi, sağlık memuru, hemşire, ebe, psikolog, diyetisyen, ağız diş teknisyeni, lab. teknisyeni gibi temel branşların olduğu 1. basamak butik sağlık kurumları yaygınlaştırılmalı ve sağlık ocağı hekimlerin rapor ve reçete yetkileri genişletilmelidir.

3-Hastanelere gidiş için acil hizmetler dışında sevk zinciri zorunlu tutulmalıdır. Sevk zincirine uyum ilk muayenede çözüm odaklı olunmalı, keyfi gidişlerde yüksek katkı payı gibi yaptırımlar konulmalıdır. Nüfusu kalabalık yerlerde 1. basamağa destek verecek semt poliklinikleri ile branşlara özel ihtiyaçlar karşılanmalıdır.

4-Özel hastanelerin SGK anlaşmaları iyice daraltılmalı, kamudan hasta sevkiyatı sıkı takibe alınmalıdır. Özel hastanelerin sağlık turizmine yoğunlaşması teşvik edilmelidir. Özel hastane ruhsatlarındaki anormal kısıtlar kaldırılarak sağlıkta tekelleşmeye son verilmelidir.