Ormanlarımızı Korumayı Gerçekten İstiyor muyuz?

Bu soruyu duyan etkili, yetkili, ilgili veya kaygılı her vatandaşımız elbette evet diyecektir. Ama icraatla desteklenmeyen istek ve sözlerin ne kıymeti olabilir?

Ormanlarımızı korumak istiyorsak, öncelikle tecavüzcüsüyle zorla evlendirilmiş gibi talihsiz bakanlık yapılanmasından kurtarmamız gerekir! Çünkü Tarım ve Orman birbirine dost değil, asimetrik hasımdır! Ormanların en azılı ve eski düşmanları tarım ve imardır. Zaten bu çarpık ve merhametsiz yapılanmanın tıpkısı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bünyesinde de kurulmuştur. Çevre düşmanı şehirciliğin baskın ve açgözlü teşkilatlanmasının yanında, çevre teşkilatı eğreti gelin gibi sığıntı, zayıf ve sürekli gerileyen tarafta kalmaktadır.

Ormanların diğer büyük kurumsal  zararlıları Enerji, Sanayi ve Turizm Bakanlıklarıdır! Zaten sahipsiz bırakılan ormanların içinden, ilkel ve tedbirsiz şekilde iletilen enerji hatlarını aç gözlü elektrik şirketlerine çektiren, birkaç on yıllık kömür vb. geçici kaynaklar için binlerce yıl fayda üreten zeytinlikleri katlettiren, Erzincan’da olduğu gibi çevre felaketlerine bilerek davetiye çıkartan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı değil midir?

Özellikle kıyı kesimlerinde planlı çıkarılan her yangın sonrasında kanser gibi yayılan turistik binaların onaylayıcısı, belli başlı şirketlerin rant sağlayıcısı, Bolu yangını gibi doğrudan sorumlu olduğu felaketlerin, en ufak bir istifa bile çıkaramadığı pişkinliği ile Kültür ve Turizm Bakanlığı da masum sayılabilir mi?

Çevre Bakanlığına eklenen iklim değişikliği ibaresi ile alt teşkilatının, ne çevre ne de orman dostu olmadığı bellidir. O kısım sadece karbon ticareti gibi küresel rant çetelerinin haraç uygulamalarını meşrulaştırmak, sermayeyi belli kesimlere taşımak, üretim ve tüketim bağımsızlığını daraltmak, maliyeye yeni gelir ve ceza kanalları açabilmek için kurulmuştur. O yüzden iklim değişikliği hezeyanlarının da çevre ve ormandan uzak tutulması gerekir!

Buraya kadar ezcümle, Orman ve Çevrenin zorla evlendirildikleri zararlılarından kurtarılmaları, Çevre ve Orman Bakanlığı adıyla müstakil bir yapıya dönüşmeleri, Sanayii Enerji, Turizm ve Ulaştırma Bakanlıklarının fütursuz tecavüzlerinden korunabilecek mevzuat ve dirayetli bürokratlar ile desteklenmeleri şarttır! Yoksa, ormanlarımız ve bağlı kaynaklarımız güneşte kalan buz misali hızla erimeye ve yok olmaya devam edecektir. Ama sinsi inşaat ve işgaller ile, ama haince çıkarılan planlı yangınlar ile. Bizler de uzaktan çaresiz ve zelil halde vah vah diyerek dövünüp izlemekle kalacağız.

Türkiye’deki bitki örtüsü, ormanlarda tercih edilmesi gereken ağaç türleri vs. hakkında önerilerde bulunacak, ahkam kesecek ehliyete sahip değilim. Bu konuyu ve uygulamayı orman, çevre, ziraat ve doğal yaşam uzmanlarımıza bırakıyorum. Ormanların korunması ve yangın gibi afetlerden korunması hakkındaki çalışmalar ise, Sivil Savunma ile ilgili deneyim ve yetkinliklerimin kapsamına girdiğinden bu konuya da değinmek isterim.

Balığın baştan kokmasından mütevellit, Sivil Savunma hizmetlerinin bağlı bulunduğu AFAD kurumu teşkilatı da yanlış ve eksik yapılanmıştır. CB sistemine geçildikten sonra AFAD’ın İçişleri Bakanlığına bağlanması büyük bir hatadır. Sivil savunma mevzuatının tamamında ilgili kurumun en yüksek yöneticisine doğrudan bağlı olması esastır. Zaten bu yüzden, önceleri icraatın en üst birimi olan Başbakanlığa doğrudan bağlı, seçilmiş bakanlıkların üst konumunda bir yerdeydi. Şimdi ise atanmış üst düzey bürokrat hükmünde olan İçişleri Bakanına bağlanması büyük bir tenzil-i rütbedir. Diğer kurum ve bakanlıklar nezdinde etkisini kıran, teşkilat ve hareket kabiliyetini daraltan bir durumdadır. Bu dağınıklıktan ve bakanlar arası rekabetten UMKE gibi sınırlarını aşan ve fiilen AFAD’ın görev alanına girerek sahada rekabet eden kurumsal ucubelikler doğmuştur. Bunun çarpık bir sonucu olarak, kamu hastanelerinde son yıllarda yangın ve deprem gibi acil durum ve afetler için aynı konularda iki ayrı plan ve ekipler kurulması gibi garabetler yaşanmaktadır. UMKE’nin kendi alanına çekilmesi, AFAD’ın eskiyen sivil savunma mevzuatı ve planlamasını güncelleyerek kurumların ihtiyacına yeterli gelecek nitelikle planlar geliştirmesi gerekir.

AFAD’ın ülke genelinde düşürülen seviyesi normale getirildikten sonra, her kurum ile olduğu gibi Çevre ve Orman Bakanlığı ile ilgili özel bir yapılanmaya gitmesi, belediye sınırları dışındaki her yangın ve acil durumdan doğrudan sorumlu icracı kurum olarak teşkilat ve personel yapısını dizayn etmesi gerekir. Orman yangınlarıyla mücadele için kurulacak kara ve hava unsurları ancak AFAD gibi konuya odaklı bir kurum çatısı altında çok yönlü, güçlü ve verimli kalabilir.

Yukarıda saydığımız major nitelikte düzenleme ve yeniden yapılanmalardan başka, ormanlarımızı daha iyi koruyabilmek için alacağımız ilave tedbirler elbette vardır. Bunlardan önemli gördüklerimizi sıralayarak yazımıza son verelim:

1- Ülkenin her bölgesine yayılmış olarak sabit kadrolu AFAD/Sivil Savunma kuvvetleri istihdam edilmeli. Mevcut durumdaki gibi olay yerlerinde göstermelik kalan 100-200 kişilik küçük gruplar değil, ülke toplamında 300 -400 bin kişi gibi güçlü ve yeterli sayıları olmalı. Savaş ve afet durumlarında olay yerlerinde, normal zamanlarda ise belediye dışı bölgelerin yangın, koruma, geliştirme, tahkim, insani yardım lojistiği gibi kurumsal çalışmalarda bulunmalılar. Bu ekibin varlığı hızlı ve etkili operasyon imkanı verir, diğer kurumlardan önce müdahale önceliği sağlar, bölgelerin tahliye ve taşınmasında çalışır, teknik cihaz ve araç operatörlüklerinde emniyet ve isabet sağlar. Bu personelin sağlam ve gelişen yapıda kalması için savunma, sağlık, ulaştırma, enerji gibi konularda düzenli eğitim programı içinde yer almaları gerekir.

2-Ormanlık alanların korunabilmesi için görevli memur ve yöneticilere zimmetlenmesi, çapraz kontroller ile takip edilerek performans puantajı tutulması, başarı ve geliştirme hallerinde prim ödemeleri ile teşvik edilmesi, zarar ve ziyanların doğrudan sorumlulara rücu ettirilmesi sağlanmalıdır.

3-Orman ve yaban hayatını tehdit eden, yapısını bozan başıboş köpek sürüleri gibi doğal olmayan işgaller kaldırılmalıdır.

4-Orman tabanında yer alan zararlı veya yanıcı ot gibi biyolojik varlıkların doğal temizleyicisi kabul edilen kara keçi gibi faydalı hayvanların beslenmesi teşvik edilmelidir.

5-Orman alanlarının yanmasını zorlaştıracak veya geciktirecek zararsız bakteri gibi biyolojik unsurların pilot uygulamalar ile etkisi ve zararsızlığı test edilerek yaygınlaştırılması faydalı olacaktır.

6-Madencilik, tarım, turizm ve imar gibi talepler ile ormanların geriletilmesine karşı mevzuatın zorlaştırılması, bölgesel orman izleme ve talep değerlendirme uzmanlar kurulu ile önemli izin ve yetkilerin kişisel tasarruflardan kurtarılması gerekir.

7-Ormanlara karşı sabotaj, kundaklama, uydu teknolojisi ile lazer ışınlı yangın çıkarma vb. olaylara karşı bilişim ve savunma teknolojisiyle desteklenmiş koruma programları uygulanmalıdır.

Niyeti ormanları korumak olanlar için, bu sayılan tedbirlerin birkaçı bile fazlasıyla hızlı ve etkili sonuçlar verecektir. Asıl soru şu: Ah vah diyerek üzülenlerin gözyaşları içten mi yoksa timsahlıktan mı geliyor? Kaybolan ve yakılanlar sadece ormanlarımız değil, geleceğimiz ve medeniyet değerlerimizdir. Yüce Allah bizlere yardım etsin, içimizdeki ahmak ve hainlere fırsat vermesin!




Cildiye Doktorlarımıza Neler Oluyor?

Bugünlerde Türkiye’nin hemen her yerinde en zor bulunan Hekim randevusu nedir diye sorulacak olsa, Cildiye (Deri ve Zührevi Hastalıklar) denileceğini herkes öğrendi artık! Çünkü artan hastane sayısına, nüfusa veya talebe ters şekilde kamuda Cildiye doktorlarının sayısında anormal derecede azalma var! Koskoca İstanbul’da bile aylarca boş randevu bulunamıyor! Çünkü kamuda Cildiye Hekimi neredeyse kalmadı!

Sağlık alanında yapılan onca yatırıma ve gelişmeye rağmen, yaşanan bu durumun nedenlerini kısaca şöyle sıralayabiliriz:

1- En başından itibaren haksız ve çarpık bir hesap düzeniyle kurulan Sağlık Bakanlığı Döner Sermaye Sistemi hekim dışı personel için dayanılmaz haksızlıklarla devam ediyor. Hekim dışı personelin yaşadığı kronik haksızlığın dışında hekimler arasında da ameliyat gibi yüksek puanlı girişimsel işlemleri olmayan, çoğu kere yataklı tedavi ihtiyacı duymadan hizmet veren dahili branşlardan özellikle Cildiye Hekimleri bu çarpık sistemin Kunta Kinte’si gibi ötekileştirilmiş ve ödeme sisteminde daima gariban bırakılmıştır! Çünkü onların ameliyat gibi katma değerli rant paylaşımlı, bol medikal malzemeli eylemleri yok! Hastalarını tedavi etmek için genelde yatırmaya gerek duymuyorlar. Kuru maaş ve sabit ödemelerine ilaveten, muayenelerinden gelen puanları ile operatör veya girişimseli bol dahili branşlar gibi  yüksek skorlara ulaşmaları mümkün değil!

2- Son yıllarda artan estetik ve güzellik merkezlerinin işletilmesinde kritik yetkiler için gerekli olduğundan, Cildiye Hekimlerinin  cazip teklifler ile kamudan özele transferlerinde yüksek artışlar görülüyor. Kamunun kadir bilmez, para vermez tavrından usanan Cildiye Hekimleri, daha fazla saygı görüp haklarını alabildikleri özel sektöre geçmeyi tercih ediyorlar.

3- Cildiye Uzmanlığı için yeterli ve ihtiyaca uygun sayıda asistan kadrolarının ve eğitim kliniklerinin açılmaması. Cildiye Hekimlerinin sayısı hakkında güncel verilere maalesef ulaşamıyoruz. Sağlık Bakanlığının 2006 yılı verilerine göre 579’u SB kurumlarında olmak üzere toplam 1077 Cildiye Uzmanımız varmış. 19 yıl önceki sayılarla bugünü yorumlamak zor olsa da 2025 yılında TUS (Tıpta Uzmanlık Sınavı) kontenjanı için sadece 50 asistan kadrosunun açıldığını biliyoruz. Son yıllarda şiddetle hissedilen eksikliğine rağmen Cildiye Uzmanlığında kontenjan darlığına devam edilmesi nedendir?

Vücudumuzun her bir organı, sistemi ve dokusu elbette özel, mükemmel ve gerekli nitelikte yaratılmıştır. Diğerlerinin değerini düşürmeden cildimizin önemine değinmek zorundayız. Cildimizin korunma, sıcaklık kontrolü, duyu ve iletişim, metabolizmaya katkı gibi çok sayıda görev ve fonksiyonları vardır. Vücudumuzda olup biten hemen her türlü hastalık ve duyusal durumun tepkisini, etkisini, sonucunu cildimizden tespit ve takip edebiliyoruz. O yüzden, sırf girişimsel işlemleri fazla yok diye Cildiye Uzmanlarının kamuda garibanlaştırılmasına karşı çıkmalıyız.

Estetik ve güzellik kaygısı yaşayanlar maliyetine katlanarak, özel sektöre geçen Cildiye Hekimlerinden hizmet almaya devam edebilirler. Ama halkın sağlığına hizmet vermekle mükellef kamu kuruluşlarının, yeterli sayıda Cildiye Uzmanını istihdam etme ve memnuniyetle çalışma şartlarını sağlama sorumluluğu vardır.

Giderek kronikleşen Cildiye Uzmanı yetmezliğine karşı, Sağlık Bakanlığı hangi tedbirleri almalıdır dersek:

1- Cildiye Hekimlerinin Maaş + Sabit ödemelerine eklenecek olan teşvik ödemelerinin bir türlü çıtayı aşamayan muayene puanlarına göre değil, en az aynı hastanede işlem yapan operatör hekimlerin ortalama girişimsel işlem puanları seviyesinde verilmelidir. Uzatılmış poliklinik, hafta sonu polikliniği gibi uygulamalarda toplanan kendi puanları önceki ortalamayı geçtiği takdirde, farkı teşvik olarak ödenmelidir.

2-Müsait olan kamu hastanelerinde estetik ve güzellik birimleri kurularak; gerekli teçhizatla donatılmaları, makul oranlarda fark ödemesi alınarak SGK sigortalılarının veya Sağlık Turizmi hastalarının kozmetik sağlık hizmetlerinden yararlanabilme yolu açılmalıdır. Buralarda görev yapan Cildiye Hekimlerine, hastalardan alınan fark ödemeleri içinden teşvik payları verilmelidir.

3-İstanbul Bakırköy’de bulunan Lepra Deri ve Zührevi Hastalıklar Devlet Hastanesi, ivedilikle Eğitim ve Araştırma Hastanesi yapılarak, Sağlık Bilimleri Üniversitesi akademik şemsiyesi altında Cildiye Uzmanlığı veren bir statüye kavuşturulmalıdır. Aynı şekilde, mevcut Cildiye Uzmanlığı veren üniversite ve eğitim hastanelerindeki kontenjanlar yeni eğitim klinikleri açılarak derhal yükseltilmelidir.

Sağlık sisteminde okyanusları aşacak yenilik ve yatırımlardan sonra, Cildiye Uzmanlarını küstürüp kamuda tercih edilmez kılan sığ derelerde boğulmanın, alemi var mı Allah aşkına?!25




Yasal Hırsızlara Kim Dur Diyecek?

Beşeri yapısından dolayı zaten adaletsiz ve çelişkilerle dolu olan demokrasinin, Türkiye uygulamasında daha da kötüye kullanılmasına yol açan özelliği, finansman kaynağı olan açgözlü ahlaksız sermaye desteğidir! Dış güçler dahi önemli operasyonlarını hep finansman aparatlarıyla işletirler. Sermaye desteği ile birileri büyütülür, kağıttan kaplanlar karizmatik lider diye millete yutturulur, aykırı ses çıkaranların bütün yolları kapatılır. Bu yöntem en üstten en aşağıya kadar hemen her oluşumda kullanılan temel usule dönmüştür.

Türkiye’de tarım, ticaret, lojistik, sanayi gibi sektörlerin tamamında halka karşı sömürü düzenlerini koruyan yasal altyapı özenle oluşturulmuş, gri alanlar dizayn edilmiş, gücü yeten ve korunan işletmelerin üstte kalarak irileştiği, yetersiz veya istenmeyen işletmelerin elenerek ufaldığı bir uygulama zemini hazırlanmıştır.

Yukarıda yazdığımız şekilde çalışan sektörlere örnek olarak zincir marketler ve temel tüketim malzemeleri üreticilerini biraz açarak vermek istiyorum.

Üreticilerden başlayalım. Yasal hırsızlıklar nasıl yapılıyormuş birkaç örnek verelim:

1-Ambalajlı ürünlerde verilen resim ile içeriği asla aynı çıkmıyor! Mesela resimde kenarlarına kadar dolgun kremalı bisküvi varken içinden ortaya yapıştırıcı niyetine azıcık krema bırakılıyor.

2-Global markaların AB ülkelerinde satışa verdikleri ürünlerin içerdiği süt, protein vb. oranları Türkiye’den çok daha yüksek ve sağlıklı sınırlarda sunuluyor. AB ve ABD’de yasaklanan katkı maddeleri Türkiye’de kullanılmaya davam ediliyor.

3-Zaten sürekli fiyat güncelledikleri yetmezmiş gibi, gramaj ve illüzyon ayarları ile gizli zam ve hırsızlığa devam ediliyor. Üreticilerin kafasına göre gramaj tayin etmelerine, ambalajlarda genişlik ve çukurluk illüzyonları ile halkı kandırmalarına dur diyen yok çünkü! Her ürün için standart gramaj zorunluluğunu getirmek istemiyorlar çünkü sermaye ağaları darılır!

Zincir Marketlerin yasal hırsızlıklarına dair örneklerimiz:

1-Büyük marketlerde her markanın aynı model ürünü doğrudan satılmıyor. Çünkü o zaman vatandaş fiyat karşılaştırması yapıp tercih değiştirebilir diye. Onun yerine farklı ürünleri konuluyor veya birebir aynı dahi olsa model isimleri vb. ile oynayarak aynılıktan kurtuluyor ve diledikleri gibi davranıyorlar!

2-Tarım ürünleri ve temel tüketim maddelerinde, üreticileri sözleşmeler ile kendilerine bağlayarak piyasa kontrolünü ele aldıkları gibi; kendi aracı kardeş işletmeleri ile maliyet fiyatlarını kağıt üstünde yükselterek raf satışında fahiş karlara yasal kılıf uyduruyorlar!

3-Bütün kontrol imkanlarına rağmen vatandaşın lehine rekabet zararına girmemek için, özel fiyat tayin grupları kurarak ipin ucunu bırakmadan piyasayı yönetiyorlar. Bu yöntem yasal sınırların dışına çıksa da güçlerine güvenerek umursamadan devam ediyorlar.

Yukarıda sadece birkaç örneğini verdiğimiz yasal hırsızlıkların devam etmesinin nedeni görevini yapmayan Hükumet ve Meclistir! Hal yasasındaki boşluklar yüzünden simsarların fiyat ve ürünlerle nasıl oynadığını yıllardan beri biliyor ve yaşıyoruz! Her sene soğan, patates, limon gibi ürünlerde suni kıtlıklar ve aşırı pahalılıklara maruz bırakılıyoruz. Hükumet temsilcileri bozuk plak gibi yıllardır “Hal Yasasını çıkaracağız!” dese de aynı tas aynı hamam devam ediyor! Çünkü sermaye böyle istiyor! Meclise de özenle seçtikleri temsilcilerini yolluyorlar!

Bizlere de yegane sahibimiz olan Yüce Allah’a sığınmaktan ve zalimleri şikayet etmekten başka bir çare kalmıyor! Tıpkı siyonist katilleri halen kınamaktan öteye geçemeyen, petrol vanalarını kapatamayan, israil kalkanı üsleri karartamayan, lanet olasıca ticaretini kesemeyen, limanlarımızdan hain gemilerini kovamayan zilletimizden utandığımız ve usandığımız gibi!




Mesele AF Değil, ADALET Talebi Anlamadınız mı?

Güzel ülkemizde kimlerle anket yapılsa, en büyük sorunun ADALET olduğuna toplumun hemen her kesiminin katıldığını görüyoruz. Ne yazık ki, isminde Adalet olan bir partinin 23 yılı aşan iktidarında yaşanıyor bu garabet. Daha önceki partiler zamanında mükemmel olduğu için değil, hem iddialı hem de yetkili oldukları halde yaşanan bir durumdan bahsediyoruz.

Adaleti sadece Yargı çevresiyle düşünürsek büyük bir yanlış yaparız. Gelir ve masraf paylaşımından atamaya, fırsatlara erişimden mevzuatların uygulanma dengesine kadar her konuda temel ölçü olan adaletin, sadece ismi kalmışsa eğer başka bir bela veya afet beklemeye gerek var mıdır?

O yüzden Hz. Ali’ye atfedilen “Devletin dini adalettir!” veya Hz. Ömer’e isnat edilen “Adalet mülkün temelidir!” gibi vecizelerle adaletin en kıymetli kurumsal değer olduğuna vurgu yapılır.

Her ne kadar toplumsal beklentiler açısından hemen hepsi hüsran kaynağı olsa da, şimdilerde 10. versiyonu konuşulan Yargı Paketinin içeriğinden de asıl beklenen sonuç AF değil Adalettir! Mesela, 2021 yılına ait verilere göre, Yargıtay’a taşınan 560 bin davanın yaklaşık %62’sinde yerel mahkeme kararları değişmiştir. Genel yargı afları yüzünden bazı azılı ve kronik suçluların da faydalanarak dışarı çıktıkları, ıslah olmadıkları gibi tekrar suç işlemeye devam ettikleri de maalesef doğrudur.

Yargı paketini kuru bir genel af talebi gibi yorumlayarak işlemekten ziyade; af ihtiyacını sürekli kamçılayan en büyük kaynak olan adaletsizliğe uğrama duygu ve düşüncesini haklı çıkaran sorunlara yapısal düzenlemeler getirilmelidir.

Soyut söylemler yerine, örnekler üzerinden konuyu açıklayıp bitirelim isterseniz. Kimler AF değil ADALET istiyormuş:

  • 31 Temmuz infaz düzenleme yasası mağdurları. Aynı tarihte ve aynı suçu işleyen 2 kişiden birisinin dava dosyası yasadan önce tamamlandığı için lehte düzenlemelerden yararlanabiliyorken, diğerinin iradesi dışında dava sürecinin uzaması nedeniyle karara bağlanamadığı için, çok daha ağır şartlarda infaza tabi tutuluyorsa adalet talep etmez mi?
  • 4/4 mükerrer infaz mağdurları. Güncel dosyaları ile alakası ve tekrarı olmayan eski adli sicil kayıtları yüzünden, infazları en ağır şartlarda 4/4 oranında uygulananların adalet talebi olmaz mı?
  • Asıl suçlu olmadıkları halde, sadece hesaplarını kullandırdıkları için en ağır cezalandırılan çoğunluğu gençlerden oluşan bir kısım mahkumun 158.  maddeye göre arabuluculuk şansı bile verilmeden içeri atılmaları adalet midir?
  • Tarafların açık rızası ve devamında resmi nikahı ile aile hayatları kurulu olsa bile, eşleriyle akran grubunda bulunan gençlerin tecavüzcü gibi yargılanıp hapse atılmaları, resmi  ve dini nikahlarının yok sayılmaları, eş ve çocuklarının dışarıda, gençlerin hapiste eziyet görmeleri adalet midir?
  • 6284 sayılı yasa ile başlatılan ve iftira olduğu itiraf edilse bile kamu adına sürdürülen davalar sonucu hayatları karartılan erkeklerin, maruz kaldığı muamele adalet midir?
  • Trafik kazalarında ölüme yol açma oranı daha yüksek olan kabahatler düzenli olarak puan affı ile örtülürken, alkol aldığı tespiti veya şüphesi ile uzun sürelerce ehliyeti alınarak çalışamaz, profesyonel işini yapamadığı için geçinemez ve ailesine bakamaz hale getirilen sürücülerin, ayrıca SÜDGE kurslarında resmi eziyete maruz bırakılmalarında adalet var mıdır?
  • Boşandığı eski karısına, Allah’ın açık emri ve TMK 364. maddesindeki aile yardımı nafakası hükmüne rağmen ailesinin bakmadığı, devletin de oralı olmadığı gibi ölene kadar haraç gibi  ve ayrıca düzenli olarak katlanarak büyüyen nafaka borcunu; işsizlik, hastalık, fakirlik, engellilik, yeniden evlilik gibi meşru mazeretlerinden dolayı ödeyemeyen erkeklerin hapse atılması, hapisteyken bile borçlarının artmasında adalet var mıdır?
  • Temiz bir geçmişi ve ticari sicili olduğu halde, özellikle pandemi ve önceki krizlerde alacak çeklerini tahsil edemediği için borç çeklerini ödeyemeyen, yani piyasa tabiri ile “çeklerini çeviremeyen” esnafın, icraya verildiğinde azılı dolandırıcı gibi ağır para cezasına çarptırılması, bu ceza ödendiğinde borcundan mahsup edilmemesi, ödeyemediğinde doğrudan hapse tıkılması ve yine borç yükünün artarak sürmesi hangi adalet yaklaşımında makul olabilir? Mafyadan daha acımasız ve hep kendine yontan kamu tahsilat yaklaşımı olabilir mi?
  • 9. yargı paketi içine eklenerek vatandaşın onur ve haysiyetini, dinini, değerlerini tarifeye bağlayan, birisinin diğerine hakaret etmesinden kazanç sağlayan, hakarete uğrayana sırt çeviren bir kamu adalet anlayışı olur mu?

Bunlar gibi kronik Adalet sorunlarını çözdünüz de vatandaşlar yüzsüzlük yapıp yine gerekçesiz af mı istedi? İktidardan ve Meclisteki Vekil çoğunluğundan yargı paketi adına temel beklentimiz AF değil, gerçeğe en yakın Adalet yaklaşımıdır. Bilmem anlatabildim mi? Selam ve dua ile….




Güvenlik Korucularını Lağvetmek Güvenli mi?

Yunan mitolojisindeki 9 başlı yılan Hydra gibi yapılanmış olan PKK Terör örgütü, başlarından birisini feda ederek fesih kararı aldığını duyurdu. Gövde ve diğer başlarının şerre ve şeytanlığa hizmeti eksilmeden sürmeye; ABD, İngiltere ve İsrail gibi azılı sahiplerinin talimatına göre yeniden yapılanmaya devam ediyor.

Türkiye’de hüzünlü bir huzur ve sakinleşme umudu veren PKK terör örgütünün fesih kararının ilk zehirli meyvesi doğrudan Güvenlik Korucularımıza taciz şeklinde piyasaya sürüldü. Sanki bir anda her yer güllük gülistanlık bir atmosfere dönmüş, bütün tehlike ve tehditler yok olmuş gibi Güvenlik Korucularını da feshedip istihza ile başka işler önermeye başladılar.

Türkiye’nin batı bölgelerinde bütün olumlu şartlara rağmen, tek başına Polis ve Jandarma güçlerinin asayişi sağlamada yetersiz ve süreksiz kaldığı anlaşılınca, tekrar Mahalle bekçiliği gibi ara çözümlere dönme ihtiyacı duyulmuşken; Doğu ve Güney Doğu bölgelerimizde açık yara şeklinde hassasiyetini koruyan terör geçmişini yok sayarak Güvenlik Korucularını kamu hizmetlerinden çekip çıkarmak büyük bir ihmal veya risk olmaz mı?

Güvenlik Koruculuğu sistemi ilk ve yerel ihtiyaç uygulamasından çıkarılıp bölgesel ve hatta sınır dışı ihtiyaçlar için rutin kullanılan, afet ve acil durumlarda dahi ilk planda görev verilen düzenli bir kuvvet grubu haline gelmiştir. Korucular hakkında kötü olan en önemli husus, görev ve sorumluluklarında yükselen çıtaya rağmen, özlük haklarında ısrarla yaşatılan gerilik ve emek sömürüsüne dönüşen yetersizliktir.

Güvenlik Korucularının yasal konumları, görev unvanları, yasa ve yönetmeliklerle ayrıntılı tanımlanan görev şartları yeniden tanımlanmalı, asgari olarak “Mahalle Bekçileri” seviyesinde özlük ve yasal şartlar sağlanarak silahlı kuvvetler içinde “Köy Bekçileri” gibi bir statü ile yer almaları sağlanmalıdır. Eğitim ve kabiliyetlerine göre, diğer silahlı kamu görevlilerine sağlanan dikey kariyer imkanları açık tutularak kaliteli hizmet ve özveriyle çalışmaları teşvik edilmelidir. Güvenlik Korucularının yapılandığı bölge sınırları ve kadro imkanları içinde makul nedenler ile tayin veya becayiş ile yer değiştirme gibi kolaylıklar sağlanmalıdır. Kronik olarak devam eden düşük maaş, emeklilikte tazminat yokluğu, çok düşük emekli aylığı gibi ekonomik sorunları ivedilikle çözülmelidir.

Bugün eğer “Terörsüz Türkiye” slogan ve kampanyaları yapılabiliyorsa, bu kazançta diğer Kahramanlarımızın yanı sıra  aile boyu canıyla ve malıyla mücadele eden Güvenlik Korucularımızın varlığı ve hakkı inkar edilmemelidir. Terörsüz Türkiye’nin sürdürülebilir olması için, dostlara güvence, hainlere çekince veren sağlıklı bir yapı olarak Koruculuk sistemi revize ile devam ettirilmelidir.

Daha ortada doğru dürüst bir gelişme yokken, terör örgütü PKK militanları KCK ve PYD gibi isimler altında etrafımızda faaliyet göstermeye devam ederken, paçaları erkenden sıvarcasına Güvenlik Korucularını lağvetmeyi tartışmayı dahi derin devlet aklına yakıştıramayız! Sırf Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve Anayasa değişikliğine destek alabilmek için Kahraman Güvenlik Korucularımızı siyasi yem vermeye kalkılacağına da ihtimal vermek istemiyoruz! Aman dikkat diyelim! Kahraman Güvenlik Korucularımız, aslanların yemek için istediği “Sarı Öküz”den çok daha kıymetli, stratejik ve değerlidir! Sadece şehitlerinin aziz kanları bile, korucuları düşmanlığından istemeyen salyalı ağız sahiplerinden milyonlarca kat ağır basar! Böylece biline…




PKK’nın Kendisi mi Dağıldı Yoksa Kuyruğu mu?

“”PKK KENDİNİ FESHETTİ” ifadesi 12 Mayıs 2025 tarihli bugünün sosyal medyasında trend topic denilen liste başı gündem maddelerinden birisi oldu.

Öncelikle hiç eğip bükmeden şunları söyleyelim:

Bugüne kadar PKK odaklı terörle mücadelede şehit edilen resmi ve sivil vatandaşlarımızın ruhları şad, mekanları Cennet olsun!  Çatışma veya hain terör eylemleri nedeniyle yaralanan, gazi olan vatandaşlarımıza Allah sağlık ve selamet versin! Bu dinsiz ve imansız örgütten  maddi ve manevi zarar gören herkese büyük geçmiş olsun!

Öyle veya böyle, PKK’nın köşeye sıkıştırılıp geriletilmesinde zerre kadar emeği olan bütün siyasi ve idari yetkililerden Allah razı olsun! Ki bu duaya İHA ve SİHA gibi gurur kaynaklarımızı üreten resmi-özel işletmelerimiz de dahildir.

Meseleye dar açıdan ve dayatılan çerçeveden bakınca, gerçekten PKK’nın kendisini feshederek bütün yasadışı işlerden çekildiği zannına veya pembe rüyasına kapılabiliriz. Ama PKK’nın iplerini tutarak yöneten kuklacı güçlerin şeytani hırs ve hilelerini, PKK’nın faaliyet gösterdiği çok uluslu coğrafyanın genişliğini dikkate alırsak, bu kadar saf ve naif olmamamız gerektiği açıktır.

O yüzden, köşeye sıkışınca kuyruğunu bırakıp kaçan kertenkele gerçeğine atıfta bulundum. PKK’nın Türkiye’de kendisini feshettiğini ilan etmesi, elbette Devletimiz açısından büyük bir başarıdır. Hainlerin terör üretmeye zorlandıklarının bir göstergesidir. Bu başarıyı küçümsemeye veya PKK’nın yaşadığı hezimeti görmezden gelmeye gerek yoktur.

Kertenkele, kuyruk gibi değerli bir organını sessizce feda ederek gitmez. Kopan parçanın çılgınca eğilip bükülmesi, zıplayacak kadar hareketli olması aynı zamanda dikkatleri çekerken sinsice kaçmak için bir taktiktir. PKK’nın fesih kararını bu açıdan dikkatli değerlendirmek ve tedbiri elden bırakmadan izlemek zorundayız. Hamaset ve karşılıklı propagandalara ihtiyatlı durmalıyız.

Suriye’de ABD, İsrail ve İngiltere destekli olarak semirtilip büyütülen PKK kollarının, isim değiştirerek ve kravat takarak ülke yönetiminde söz sahibi yapılmalarını endişeyle izlemek zorunda kaldık. Türkiye’de feshedilen PKK güçlerinin Irak, İran ve Suriye’deki unsurlarını yok sayamayız. Bu fesih kararı farklı bir yapılanma veya isim altında yeniden terör üretmeye teşne olmamalıdır. Kertenkelenin kopan kuyruğu yeniden çıkar ve güçlenir. Benzer durum PKK varyasyonları için de düşünülmelidir.

Dış politika konusunda bilgi ve deneyimi güçlü olan dostlarımızın ortak endişesi, bölgemizde İsrail’e uydu olacak bir federe Kürt devletinin PKK unsurları yönetiminde kurulmak isteneceğidir. Böyle bir plan varsa da Yüce Allah nasip etmesin, emellerini kursaklarında bıraksın! Bizler de dikkatli ve kararlı duralım. Geçmişte olduğu gibi hainlerin istismar edebileceği tutum ve davranışlardan kaçınalım. Yüce Allah bu fesih gelişmesini birliğimizi ve beraberliğimize güçlendirmeye vesile eylesin! Amin…




İklim Fitnesi Sona Ermedi, Hemen Gevşemeyelim!

Geçtiğimiz hafta milletin yoğun tepkisi sonucu komisyona geri çekilen “İklim Kanunu Teklifi” ile artık hemen herkesçe bilinen tehlikeler geçmedi! Aksine, zaten sinsice hayata geçirilen esasları ile toplumu ve ekonomiyi dönüştürmeye başladı bile! Sadece paket halinde ve gelir odaklı maddelerini meclisten geçirme arzularına bir süreliğine ket vuruldu. Çünkü  Paris İklim Anlaşmasını 2016’da imzalayan Türkiye, 6 Ekim 2021’de TBMM’de onaylayarak resmen taraf oldu bile! Anlaşma şartları gereği er veya geç bu hükümler kanunlaştıracak veya anlaşmadan çekilerek vaz geçeceğiz. Hükumetin daha doğrusu CB Sayın Erdoğan’ın İstanbul Sözleşmesi gibi çekilme niyetini gösteren zerre kadar bir emare olmadığına göre, kimse boşuna sevinmesin, gevşeyip meydanı boş bırakmasın lütfen!

İklim hakkında daha önce yapılan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesine 2004 yılında katılan Türkiye,  Kyoto Protokolüne de 2009 yılında katılmıştır. Her iki sözleşmede Türkiye’nin durumu gelişmekte olan ülkeler statüsünde olduğundan, yaptırım ve taahhütlerden korunmuş, teşvik edilen seviyede kalabilmiştir. Ancak Paris Anlaşması ile ülkemizin korunaklı durumu sona ermiş, tam sorumlu taraf ülke olarak gelişmiş ülkelerle aynı yükümlülükler altına sokulmuştur!

Olayın trajikomik yanı şudur: Türkiye’nin en son hesaplanan 2023 yılı karbon emisyon oranı yalnızca  %1,2 olarak 14. sırada olmasına rağmen, bu kadar radikal ve yıkıcı taahhütler altına sokulurken; 1. olan Çin %32, 2. olan ABD %13, 3. olan Hindistan %8’lik devasa paylarına rağmen bu kadar zorlanmamıştır. ABD dalga geçer gibi sözleşmeden çekilmiş, Biden döneminde 2021’de tekrar kabul etmiştir. Daha önce çekilen Trump’ın yeni döneminde de Paris Anlaşmasını dikkate almayacağı bellidir! Asıl sorumlu ve suçlu olanlar bu kadar pervasız takılırken, Türkiye’nin bütün sanayi, tarım ve kentleri ile birlikte ekonomisini iğdiş edecek sorumlulukların altına girmesi, dünyaya göre küçücük bedeninde bu kadar katı rejime tabi tutulması nedendir?

İklim değişikliği düzenlemelerinin ardında küresel hegemonyanın ülkeleri maddi ve manevi olarak esir almak, Allah’ın yarattığı hava ve su gibi doğal kaynakları birer baskı ve hayasızca kazanç unsuru haline dönüştürmek gibi şeytani planları var. Çevre duyarlılığı altında sahnelenen propagandaların amacı insanları ikna ederek, yeni kölelik düzenine gönüllü katılımlarını sağlamaktır. Pandemi ile bu senaryonun pilot projesi uygulandı ve kitlesel manipülasyon teknikleri son kez test edildi. Şimdi vites büyüterek daha geniş ve kalıcı projelerini uygulamaya başladılar.

Tıpkı İstanbul Sözleşmesi gibi, İklim Değişikliği Anlaşmalarını da maalesef kendi oylarımızla seçip yetki verdiğimiz Sayın Recep Tayyip Erdoğan hükumetleri başımıza bela etti. Daha İstanbul sözleşmesinin açtığı yaraları saramamışken, bir de iklim değişikliği fitnesinin yıkıcı ve yok edici zararlarından korunmak için Milletçe teyakkuz halinde olmalıyız!

Paris Anlaşmasından çekilmek, İklim Değişikliği Başkanlığını kapatmak, Çevre ve İklim Değişikliği Bakanlığını değiştirmek, bankalara bile sirayet eden karbon ayak izi saçmalığını kaldırmak, tarım ve ekonomimizi, hayvancılığımızı aile ve sosyal değerlerimizi hedef alan her türlü tasarruf ile sonuna kadar mücadele etmek bütün vatandaşların siyaset üstü hakkı ve ödevidir! Allah bizlere bu konularda yardım etsin ama, öncelikle bizim de yardım isteyecek ve bunun için çalışacak şuurda kullardan olmamız gerekir! Öyle değil mi?




Filistin’de Müslümanların, Türkiye’de Ailenin Çilesi Bitmiyor!

Katil sürüsü siyonistlerin Ramazan veya Bayram molası vermeden, aksine daha da vahşileşen saldırıları ve sivil halka olan eziyetleri aralıksız sürerken, bizlerin bayram sevinci yaşaması, evinde mutlu ve huzurlu yaşaması mümkün mü? Elbette değil! Mümkün diyenler var ise de zaten onlar da bizden değil!

Hem rahmetli kardeşimden sonraki ilk bayramın verdiği duygusal dağınıklık, hem de Gazze başta olmak üzere, sıkıntı içinde kalan Müslüman coğrafyaların manevi ağırlığından, normal bir bayram yaşayamadık. Mezarlık sonrası anne-baba ziyareti ve gelenleri karşılama ile sınırlı bir etkinlik oldu bu bayram.

Filistin’de Müslümanların yalnızlığı, kuşatılmışlığı, sözüm ona Birleşmiş Milletler ve AB mevzuatına rağmen uygulanan soykırımın bir benzeri ve aslında sayısal etki anlamında daha kötüsü, Türkiye’de aile kurumuna karşı uygulanıyor! Filistin’de on binler hızla öldürülüyor, Türkiye’de milyonların geleceği karartılıyor, nüfus yaşlanıyor, toplumsal değerler bir bir yok ediliyor.

Siyonist katiller söz konusu olunca İnsan Hakları Sözleşmeleri, BM Anlaşmaları fiilen tatile çıkıyor ve çöpteki kağıttan bir farkı kalmıyor! Gazze’de haince ateşkes anlaşmasını bozan, halkı sürüler halinde oradan oraya sığınmaya zorlayan, insan grubu gördüğü her yeri acımasızca bombalayan gözü dönmüş katillere kimse dur diyemiyor! Sözüm ona Müslüman ülkelerin, ümmetin birer yüz karasına dönen liderleri de ya sessiz kalmayı veya yalandan kınamayı yeterli görüyor. Ne ticaretini kesen var ne ilişkisini, ne askeri korumasını kaldıran var ne de çifte vatandaşlı katillerinin boynuna tasma vurabileni!

Aile kurumu da tarih boyunca hiç bu kadar sahipsiz ve de sistematik saldırı altında kalmamıştı! 1985 yılında Turgut Özal’ın imzaladığı CEDAW (Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi)ile mevzuatımıza sokulan “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” fitnesi ile geleneksel aile yapımıza ve değerlerimize savaş açıldı. Sırayla zinanın kaldırılması, aile reisliğinin lağvedilmesi, eşcinselliğin normal görülüp üstüne teşvik edilmesi, süresiz nafaka haksızlığı gibi çok sayıda zehirli ürünleri toplumsal hayatımıza işlendi.

Namus kavramını ve değerini “kökü kazınacak” bir zararlı şeklinde tarif ederek, taraflara kaldırma taahhüdü verdiren İstanbul Sözleşmesi, 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açıldı. Türkiye bu sözleşmeyi imzaya açıldığı gün ilk imzayı koydu ve 9 ay sonra 14 Mart 2012’de onaylayarak fiilen uygulamaya aldı. İlk etkisi 6284 sayılı  “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun“nun 8 Mart 2012’de çıkarılmasıyla yaşandı. Tamamen ahlak, namus, aile ve erkek düşmanı, feminist ve eşcinsel sapkınlığın resmi zirvesi olan İstanbul Sözleşmesine dayalı olarak çıkarılan, içerisinde sıkıntıya girmiş ailelerin korunması ve kurtarılması için en ufak bir hükmü veya duruşu olmayan 6284 sayılı yasanın, “Ailenin Korunması” başlığı altında çıkarılması tam bir kara mizah örneğidir! CB Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın haklı tepkilere ve bariz zararlarına dayanarak İstanbul Sözleşmesinden çekilme kararı almasına rağmen, buna dayalı çıkarılan kanun ve diğer mevzuatlarda en küçük bir düzeltme yoluna gidilmemesi, açıkça bir tutarsızlık ve tepkileri savma göstergesidir.

Yani anlayacağınız, aileye ve geleneksel aile değerlerine olan kurumsal düşmanlıkta her hangi bir gerileme yoktur. 37 yıldır aile yuvaları dağıtan, cinayet ve yaralamalara, bitmeyen düşmanlıklara kapı açan süresiz nafaka zulmünü durdurmayı kimse düşünemiyor, teklif dahi edemiyor iktidar kanadında!

Ailenin ve gençliğin yasalarımızda açık bir tanımı yok! Hep dolaylı atıflar ile geçiştiriliyor. 18 yaşından 1 gün bile küçük olanlar çocuk kabul ediliyor! Çocukların 15 yaşını doldurunca dilediği gibi cinsellik yaşaması, pornografik içerikler üretmesi “rızaları olması” kaydı ile serbest! Ama resmi nikahla evlilikleri yasak! Yasalarımız, bazen sokaklarda gösteri yapan aile düşmanlarının tabelalarında yazdıkları “Sevişirim evlenmem! Hamile kalırım doğurmam!” iğrenç sloganlarına uygun sefil bir yaşantıyı daha çok önceliyor.

Aile Bakanlığında ailenin direği olan erkeğin ne adı ne de yeri var! Direkt kadın bakanlığı demeye utandıkları için aile bakanlığı demiş gibiler! Aile adına alınan bütün kararlarda feminist lobilerin doğrudan veya dolaylı baskınlığı söz konusu. Genç evlilik mağdurları ile nafaka konusunda bir çözüm ışığının belirdiği nadir zamanlarda hemen devreye girerek söndüren bu şeytani lobilerin Vekil sıfatlı temsilcileri, bütün tepkilere rağmen el üstünde tutulmaya devam ediliyor!

Ailenin yönetim sistemi iğdiş edilmiş, karı-koca farkları ve sorumlulukları iptal edilerek “eş” adıyla eşcinsel bir tür gibi tuhaf tanımlamalar yapılmış. Ebeveynin çocuklarını terbiye hakkı yasaklanmış, ahlaksız, ölçüsüz toplama nesiller çıkarılması için bütün şartlar oluşturulmuş. Evinde çocuk bakan sade anneler kötülenip aşağılanmış, bütün destek ve payeler yalnızca çalışan annelere verilmiş. Erkeklerin ücretleri kasıtlı olarak düşük tutularak, kadınların da geçinebilmek için çalışması şart koşulmuş. Evlilik ve çocuk yardımı adı altında komik ve yetersiz rakamlar lütuf gibi sunularak sözüm ona çocuk yapılması teşvik ediliyor gibi havası atılmış. Geldiğimiz noktada nüfus büyüme hızı en kritik 2,1 seviyesinde olması gerekirken, fiilen 1,1 ve daha alt seviyelere düşmüş. Evlilik sayıları düşmüş, boşanma sayıları artmış. Tek başına veya ana-babalardan birisi olmadan yaşayan parçalı aile sayısında patlamalar yaşanmışsa eğer, bu durum aile açısından kıyamet değil midir?

Ailenin temel taşı erkeklere yapılan kurumsal düşmanlığın dışında, zaten büyük zorluklarla dünyaya getirilip bakılabilen çocuklarımızın can ve mal güvenlikleri de önemsenmez hale gelmiştir. Başıboş köpek terörünün doğrudan saldırarak öldürdüğü veya ölümüne neden olduğu çocuk sayısında sürekli artış olmasına rağmen teyakkuza geçmeyen bazı Valilerimiz, 3-4 tane köpek ölüsü bulununca büyük bir tepki ile mesajlar yayınlayıp kanuna rağmen toplanmayan köpeklerin güvenliği için devleti teyakkuza geçirebilmiştir. Yıllarca istismar edilen 5199 sayılı kanunun nihayet düzeltilmesi bile başıboş köpek terörüne son verilmesine yetmemiştir. Çünkü insanlarımıza başıboş köpekler kadar değer vermeyen idareciler ve belediye başkanları halen çoğunlukta kalmıştır.

Bu arada dostlar alışverişte görsün hesabı “Aile Yılı” ilan edilen 2025 yılı da yine beklenildiği üzere boş geçiyor! Hamasi nutuk ve idari bazı düzenlemeler dışında neredeyse pişman olup unutturmak istiyorlar! 4 aydır icraat yok, kuru laf var. Bari bu yıl şaşırtsaydınız!

Bütün bu manzara içinde Filistin’deki Müslüman kardeşlerimiz ile, Türkiye’deki aile kurumuna yaşatılan zulüm arasındaki benzerliği görmemek için kör olmak lazım değil midir? O yüzdendir Filistin’e bir çuval un sokamayacak kadar ezik, zavallı ve çaresizliğimiz! 2 milyar Müslüman’ın gözü önünde hem aç bırakılan hem de bombalarla düzenli öldürülen kardeşlerimizin hesabını nasıl vereceğiz? Türkiye’de altı oyulan, içi boşaltılan, düzeni bozulan ailelerden sağlıklı ve imanlı nesiller yetişir mi? Bu bozgunda emeği ve desteği olanların Allah’a vereceği hesap siyonist katillerden daha kolay olur mu? Allah sonumuzu hayreylesin, durumumuz hiç iyi değil…




Mağdur Vefasızlığı

Her hangi bir nedenle kendisini mağdur hisseden ve bu konuda mücadeleye girişen toplumsal grup mensuplarının, bazen ölçüyü kaçırarak zorbalığa varan davranışlar gösterebildiğini “Mağdur Zorbalığı” başlıklı yazımda izah etmiştim. İlk defa gündeme gelen bu tabirim ve açıklaması ciddi ses getirmiş ve yoğun destek almıştı. Mağdurların yanında durmayı ve onları haklı talepleri için savunmayı kişisel bir görev ve huzur kaynağı olarak görüyorum. Mağduriyet konularını  konuşup düzeltebilecek projeler geliştirmeyi de öncelikle henüz mağdur olmayanların yapması gerektiğine inanıyorum. Mesela engelli veya yaşlıların hayatını kolaylaştırmak için engelli veya yaşlı olmaya gerek olmadığı gibi.

Bu yazımda bahsedeceğim “mağdur vefasızlığı” ise sorununu çözenlerin mağdur arkadaşlarına sırtını dönmesiyle alakalı olacak. Öyleyse buyurun başlayalım:

Derler ki “Körün gözleri açılınca ilkin bastonunu kırarmış!” Sıkıntılı durumundan kurtulan bazı kişilerin, geçmişini yok sayarcasına uzaklaşmasına, eski kıymetlilerini yok saymasına veciz bir ifade olmuştur. Vefasızlığın konusuna ve muhatap kişisine göre çok çeşit ve boyutları vardır elbette. “Mağdur Vefasızlığı” örgütsel veya sosyal bir umarsızlığı tanımlar. Mağduriyet temelinde buluşan farklı insanların bu bağ çözüldüğü anda kaybolmasını ve halen sorunu devam eden grup mensuplarına karşı duyarsızlığını anlatır. Zaten bir kaç örnekle açıklayınca daha da güzel anlaşılacaktır.

18 yıl önce kurduğum kişisel web sitemden itibaren, ilgi alanlarımın yanı sıra mağduriyetler hakkında da araştırmaya, yazmaya, TV ekranlarında veya sosyal mecralarda dile getirmeye başladım. Konuşup yazdıkça yeni öğrendiğim çok sayıda mağdur grupları da oldu. Ana başlıklar altında özetle sıralamaya çalıştığım mağdurlar listesi 3 sayfaya kadar ulaştı. Toplumsal beklentiler diye tanımlanan bu listeyi düzenli şekilde dile getirmeye ve destek vermeye devam ediyorum.

EYT dışında çok şükür kronik bir mağduriyetim olmadığı için, gündemim ve tarzım pek değişmedi. Mağdur grupların sayıları ve isimleri belli başlı olan temsilcileri ile benim gibi gönüllü destekçileri dışında kalanların hemen hepsi bir deniz dalgası gibi geldi köpürdü ve gitti…

İşi çözülen, derdine derman bulan veya nadir de olsa umudu tükenen mağdurlar, adeta birer yolcu gibi Mağdurlar Hanına geldi, bir süre misafir olduktan sonra gitti. Benim gibi hancılar ise değişen yolcular ile birlikte aynı konularda çabalamaya devam etti.

En büyük ve organize mağdur kitlesi EYT kısaltmasıyla bilinen Emeklilikte Yaşa Takılanlar grubuydu. 2023 yılında eksik ve haksız da olsa çıkan düzeltme kanunuyla emekli olan EYT grubunun çoğunda, mağdur vefasızlığını acı şekilde gördük ve yaşadık! Dünün kaygılı EYT’lileri emekli olup az da olsa maaşa kavuşunca, hele bir de çalışmaya devam ederek, Milletvekillerimizin yaşadığı çift maaşlı ferahlığın mütevazi benzerine ulaşınca kimyaları değişti ve hatta işyerlerinde diğerlerine karşı kibirli söylemleri başladı. Halbuki, EYT kazasında denize dökülen ve boğulma riski olan kısmi emeklilik, 5000 gün prim, staj ve çıraklık, Bağ-Kur tescil ve prim, doğum ve askerlik borçlanması gibi mağdur kardeşlerinin çırpınışları devam ediyordu. Denizde çırpınanlara el atmadıkları gibi, aynı kazayı tekrar yaşayan kademe mağdurlarıyla alay edenleri bile çıktı. Maltepe’de 2 milyonluk mitingler yapabilen EYT grubu kar gibi eridi ve bir kaç fedakar arkadaşın büyük çabasıyla devam edebilir duruma geriledi. Bunun adı “mağdur vefasızlığı” değilse nedir acaba? Bizler “gemisini kurtaran kaptan” bencilliğinde eriyecek zayıflıkta kişilikler miydik?

Açıkça alkol karşıtı olmama rağmen, ehliyetine el konulan sürücülere yaşatılan haksız ve adaletsiz cezalandırma sistemini ve Sağlık Bakanlığı üzerinden yapılan SÜDGE işkencesini öğrendikten sonra, ehliyet affı talebine de adalet için destek vermeye başlamıştım. Kaç yıldır izliyorum, konu aynı ama kişiler hep değişiyor. Sistem düzeltilmediği için bu çukura düşenler feryat figan ediyor, ama bir şekilde çıkınca geriye dönüp destek vermeye tenezzül etmiyorlar. Karanlıkta bir çukur gibi ancak düşenin anlayacağı tuhaf ve bozuk bir düzen halen devam ediyor. Çünkü değiştirilmesi için etkili çoğunluğa ve desteğe bir türlü ulaşılamıyor.

Mağdur vefasızlığını hemen her grupta görüyoruz! Tek tek ayrıntılara girmeden birkaç örnek daha vererek konuyu bağlayabiliriz. Süresiz nafaka ve 6284 gibi feminist yasaların mağdurları kurtulunca geriye dönüp bakmıyorlar bile! Kamuda sözleşmeli kadroya geçen eski taşeron işçiler de halen kadro dışı kalan 100 bin kadar taşeron kardeşlerini, belediye şirket işçilerini çoktan unuttular! Kadroya atanan öğretmenlerin halen kontenjan için çırpınan kardeşlerini veya ücretli öğretmen arkadaşlarını unuttukları gibi.

2023 yılında Hükumetin kanuna karşı hile misali KHK ayarıyla seyyanen ek zam verip geçici refah sağladığı çalışan memurların, emekli memur büyüklerine yaşatılan sefalete umarsızlıklarını, 3600 ek göstergeye kavuşan memurların da lisans mezunu ve 1. dereceye inebildiği halde bu haktan yararlandırılmayan memur arkadaşlarına duyarsızlıklarını iyi biliyoruz!

Ezcümle, her mağdur grubunun önemli bir kısmı düzlüğe ulaşınca geride kalanları unutarak, basit bir sosyal medya desteğini bile çok görerek “mağdur vefasızlığı” yapıyor. Onların bu vefasızlığı mağduriyetlerin devam etmesine, siyasilerin ve bürokratların çözüme gitmesi için gerekli baskının kurulamamasına neden oluyor! Toplumsal beklentilerin çözümü, güçlü toplumsal destek ve talep ile olur! Kanser gibi köşe başlarını tutmuş ve her kuruma yayılmış başıboş köpek lobisinin, hoyrat saldırılarına ve provokasyonlarına rağmen düzeltilen 5199 sayılı kanun süreci, EYT den sonraki en büyük toplumsal beklenti zaferidir. Çünkü kararlı ve azimli bir mağdur dayanışması yapılmıştır. Hastalıklı türcülere ve menfaat şebekelerine karşı, önce insan demekten başka bir menfaati olmayan mağdur ve mağdur adayları top yekun artık yeter, söz Milletin demiştir!

Her vatandaş kendi imkanları ölçüsünde eski mağdur arkadaşlarına ve mağduru olmadığı haklı talep gruplarına destek vermelidir. Çünkü bugün mağdurlara el uzatmayanlar, tekrar mağdur olduklarında kendilerine uzanan eller bulamayabilirler! Allah bütün mağdurlara hayırlı ve kolay çıkışlar, mağdur olmayanlara da şükür ve dayanışma şuuru nasip etsin! Amin…