Karşılıksız İyilik Var mıdır?

“İyilik yap, denize at. Balık bilmezse Halık bilir!” diyen büyüklerimiz, iyilikte son noktanın Halık yani Yüce Yaratıcı Allah’ın rızası olduğunu teyit etmişler.

Yapılan iyiliklerin hepsinde bir karşılık beklenir. Bunların en masumu şüphesiz Allah rızası ve yapanın kendi gönül huzurudur.

Samimiyet ve ihlas zayıflayarak nefsani duygular veya çıkar beklentileri ön plana çıktıkça, iyiliğin kendisi küçülür, reklamı ve beklenen etkisi artar.

İyiliğin ilk hastalığı bilinme ve duyulma arzusudur. Sağ elinizin verdiğini sol eliniz görmesin diye uyaran Peygamber Aleyhisselamın sözü nedense çabuk unutulur. Mümkün olduğunca şahitler huzurunda ilan edilerek yapılır iyilikler. Şahit bulunamazsa sosyal medya ve basın imdada yetişir.

İyilik adına yapılan yardım ve bağışların miktarı ve sıklığı arttıkça bazı kişilerde ince bir kibir damarı yürüyüp gelişir. Nimetlerin emanetçisi olduğunu unutarak nimet veren pozisyonunda kendisini iyilik yaptıklarından daha kıymetli ve hayırlı görmeye başlar. Bu durum hal ve hareketlerine de sirayet eder, değişik tavırlar göstermeye başlar.

İyiliğin karşılığında beklenen abartılı teşekkür ve minnet ifadeleri zamanla yetmeyebilir. Bu beklenti fiili karşılık ve hizmet talebine dönüşebilir. Bedava peynir ancak fare kapanında olur tespiti de bu gerçeğin farklı bir ifadesidir.

Siyasi beklentileri olanların yardım ve destekleri özellikle seçim zamanlarında yoğunlaşır. Oy beklentili iyilik hareketlerinin toplumda kanıksanarak normal görüldüğünü söyleyebiliriz. Beklentiler karşılanmayınca kesilen iyiliklerin, kişisel kaynaklardan değil kamu imkânlarından sağlandığını söyleyebiliriz.

Ahir zamanda hastalanan ve yozlaşan anlayışlarımız arasında iyilik kavramının da yer aldığını kabul ederek, teşhisimizi doğru koymalı, sonra hep birlikte iyiliğin tekrar yüceltilmesi için tedavi yoluna gitmeliyiz.

Küresel ekonomik çarkların dayatması ve ülkelerin bağımsızlığını fiilen yok etmesi, egoist ve kapitalist psikolojinin salgın boyutunda yayılmasına neden olmuştur. Artık kendi başına yetebilen ülke neredeyse hiç kalmamıştır.

Siyonist finansal sistemin küresel hakimiyeti içinde kendi ekonomik düzenini kuramayan Müslüman ülkeler de kaçınılmaz ekonomik sömürgelere dönmüştür. Tepe yönetimlerde kangrene dönüşen bu hastalıklı düzen varken, halk seviyesinde ideal yapının kurulması ve gelişmesi çok zor, pahalı ve uzun vadeli bir çalışma gerektiriyor.

İslam toplumlarında halkın birliğini ve dayanışmasını baltalayan ve fiilen yardımlaşmayı imkânsız kılan Pandemi gibi özel şartlar nedeniyle, sosyal ve ekonomik yıkım etkisi artıyor, felaketin yaşanma süresi kısalıyor. İyilik düşmanı bu gelişmelerin birbirinden bağımsız ve alakasız olduğuna ise ancak saflar inanır!

Siyonist düzenin veya Çin gibi güncel aparatlarının zehirli iyiliklerine karşı her zaman uyanık ve tetikte olmak gerekir. Çünkü onların iyiliğe karşı beklentileri bizleri sömürgelere ve köleliğe götüren kayıtsız şartsız teslimiyettir. Biz bu filmi geçmişte ABD yardımları ile yok edilen savunma ve uçak sanayimizle görmüştük. Benzer senaryolara kurban olmayalım. Cazip tekliflerine kanarak köprü, otoyol ve liman gibi stratejik tesislerimizi bunlara kaptırmayalım! Ülkemizin sınırlı miktardaki tarım alanlarını Siyonist ve yabancı mihraklara kaptırmayalım.

Sözün özü her iyilik bir karşılık beklentisi doğurur. Bunların en masumu Allah rızasıdır. O’nun ve Resulünün tavsiye ettiği iyilik şartları da bellidir. Zekat ve fitr gibi zorunlu yardımlar iyilik değil bir borcun ifasıdır. Bunlardaki hatalarımızdan başlayarak iyiliğimizi lekeleyen tüm eksiklerden arınma şuur ve gayretini Kadir Mevla’m cümlemize nasip ve müyesser eylesin! Amin.

 

Görsel kaynağı: www.pngitem.com




Erkeklerin Namus ve Şerefleri Kadınlara Emanettir!

Çağları aşan güzelliği ve kapsamıyla mükemmel bir insanlık manifestosu olan Veda Hutbesinde, Sevgili Peygamberimiz ve biricik önderimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz “Ey insanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız. Onların namus ve iffetini Allah adına söz vererek helâl edindiniz.” buyurmuşlardı. Şüphesiz Kur’anı Kerim’den doğrudan süzülen bu evrensel kaidenin “Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar…” Nisa/34 gibi temel dayanakları da mevcuttur.

Atıfta bulunduğum Veda Hutbesinin ve Ayet-i Kerimenin devamında belirtilen önemli bir husus da kadınların erkeklere emanet olarak verilmesinin devamında kadınlara da erkeklerin namus ve iffetlerinin emanet edildiği ve korumaları gerektiği açıkça belirtilmiştir. Erkekler kavvam sıfatıyla ailenin reisliğini ifa edecek, rızkın temini için çalışacak, yedirip giydirecek ve her türlü kötülükten korumaya çalışacaktır. Hanımları da onların yardımcısı, sırdaşı ve danışmanı olarak destek verirken, namus ve iffetlerini sakınarak yuvalarını çocukları ile birlikte cennetten bir köşke çevirmeye gayret edecektir.

Vahşi kapitalizmin getirdiği şartlar, faizle çalışma düzeni ve insani olmayan adaletsiz ekonomik politikalar sonucu, önce erkeklerin tek başlarına rızklarını temin edebilme güçleri kırıldı. Sonra ucuz ve sömürüye açık işgücü kaynağı olarak kadınların da piyasa çarklarına girmeleri için zorlamalı ve teşvikli şartlar oluşturuldu. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği projeleri kapsamında geleneksel cinsiyet kalıplarına ve rollerine savaş açıldı. Cinsiyetler doğuştan gelen kaderi sonuçlar olmaktan çıkarılıp “gender” tanımlamasıyla tercih edilebilir ve istenildiğinde değiştirilebilir metalar arasına sokuldu. Cinsiyet temeli yok edilince cinsiyetlere dayalı analık-babalık gibi temel kadın erkek rolleri de hedef alınarak yok edilmeye çalışıldı.

Bu savaşın başarılı olabilmesi için, tarih boyu hemen her toplumda gelişerek yer alan geleneksel aile yapısı ve özellikle İslami Aile kültürü bütün sözleşme ve yasaların temel düşmanı yapıldı. Erkeklerin kısmen kendi hatalarının da (cehalet, haksızlık, nefisperestlik, zalimlik, sadakatsizlik gibi) tetiklediği gelişmeler içinde bütün yetki ve ayrıcalıkları yok edildi. Aile içinde evli olarak kalmaları neredeyse tuzak kadar tehlikeli ve güvencesiz bir hale getirildi.

Erkek veya kadınların evlilik bağı olmadan tek başlarına ve meşru yollardan karşılayamadıkları tek ihtiyaçları cinsel yaşantıdır. Özellikle erkeklerin bu konudaki ihtiyaç ve zaafiyeti had safhalarda gezindiğinden Müslüman ve sağlıklı her erkeğin evlilik yapmasından başka çıkar yolu neredeyse bulunmamaktadır. Nefsini sakındırmayı başarmış ve kendini haramlardan koruyabilmiş müstesna birkaç kişi dışında, bu esas  geçerli ve zaten Hz. Peygamberin açık emri ve sünneti olan bir durumdur.

Evlilik, tarafların karşılıklı olarak cinselliklerinden yararlanma hakkı ve ruhsatı verirken, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda  102. Maddenin 2. fıkrası ile bu hak ve ruhsat fiilen iptal edilmiştir. Bütün evli erkeklerin eşleri sabah karakola giderek “-Dün gece kocam bana tecavüz etti” şikayetinde bulunabilir  ve kocasının 12 yıldan az olmamak üzere hapis cezası almasını sağlayabilir! Çünkü “… Bu fiilin eşe karşı işlenmesi hâlinde, soruşturma ve kovuşturmanın yapılması mağdurun şikâyetine bağlıdır.” hükmü kadınlara sorgusuz sualsiz bu hakkı vermektedir!

Pozitif ayrımcılık adıyla yapılan haksızlıkların eşitlik ilkesine aykırı sayılamayacağına dair hüküm 2010 yılında Anayasamıza eklenerek, daha sonra İstanbul Sözleşmesi ve 6284 yasasının çığ gibi erkek hakları üzerinden geçmesine yasal kılıf yapılmıştır. Kadının beyanı ile 3-6 aydan başlayan uzaklaştırmalar, velayet haklarının iptali gibi çok sayıda haksız ve cinsiyetçi uygulamalar söz konusudur. 1985 yılında imzalanan CEDAW anlaşması ile başlayan süreç içinde, 1926 tarihli ilk Türk Medeni Kanunu lağvedilmiş, bu kanunun getirdiği esaslar iptal edilerek 2001 yılında 4721 sayılı yeni Türk Medeni Kanunu içine aile yapımızı kökünden yozlaştıran hükümler konulmuştur.

Kısaca özetlemeye çalıştığım şartlardan dolayı, erkeklerin aile ve toplum içindeki hayatları sürekli bir tehdit, kısıtlama ve değersizleştirme ortamı içinde sürebilmektedir. Bu şartlarda Allah’tan korkarak haramdan kaçınan ve evlilik içinde huzur ve mutluluk arayan bütün erkeklerin namusu, şerefi, geleceği, sosyal itibarı, ekonomisi ve iş hayatlarındaki kariyer güvenceleri hanımlarına emanettir. Hatta hanımı olmayan kadınlar da bu emaneti paylaşmaktadır. Çünkü yasalarımız kadınları tabulaştırmış, erkekleri doğuştan suçlu ve değersiz kabul etmiştir. Sözde aile politikaları için kurulan bakanlığımızın içinde kadınlar için genel müdürlük varken erkeklere özel hiç bir oluşum yoktur! Sayın Aile Bakanlarının ağızlarından da kadından başka bir konu duyulduğu (yaşlı, engelli ve çocuklar dışında) vaki değildir!

Velhasıl, günümüzde erkeklerin kadınlar ve kanunlar karşısındaki gücü ve iradesi, tıpkı görseldeki kedi yavrusu kadar aciz, etkisiz ve savunmasız hale getirilmiştir. Her şeye rağmen, genel yapısını bozmadan koruyabilen ve yasal zeminini kaybetse de aile reisliği konumunu sürdürebilen erkeklerin ve ailelerin varlığının yegane nedeni, kahraman ve hamiyetperver kadınlarımızdır. Onlar ki, gerek inançlarının etkisi ve Allah’ın rızası gayesiyle, gerekse geleneksel eğitimlerinden, fıtratlarından ve vicdanlarından süzülen insanlıklarının sonucu olarak kocalarına tabi oluyor, çocuklarına ve namuslarına özenle dikkat ediyor, yuvalarının huzurlu birer cennet köşesine dönmesine vesile oluyorlar. Allah cümlesinden razı olsun! Sayılarını çoğaltsın! Eğer bunca haksızlık ve adaletsizliğe rağmen sosyal patlamalar, isyanlar ve yağmalar tıpkı batı medeniyetlerinde olduğu gibi yaşanmıyorsa, bunun temel nedeni güçlü sosyal bağlarımız, dayanışmamız ve aile birliğimizdir. Aile birliğimizin, bütün saldırılara rağmen kendisini korumaya devam edebilmesinin en önemli nedeni de aileye ve değerlerine bağlı kadınlarımızın bütün kışkırtmalara rağmen var olmaları ve bozulmadan devam edebilmeleridir. Analar sadece çocukları değil, toplumları doğurur ve büyütürler! Sağlıklı, inançlı ve dirayetli analarımız var olduğu sürece gücümüz ve umudumuz devam edecektir.

Ne mutlu emanetine sahip çıkan ve kocasının namusunu kuşa kurda yedirmeyen, harama baktırmayan, helali olabildiğince yaşatan kahraman kadınlarımıza! Ahir zamanın en büyük cihatlarından birisini onlar yapıyorlar! Kendilerini, kocalarını ve çocuklarını ateşten korumak için gece gündüz uyanık kalmaya gayret ediyorlar. Yüce Allah, onların bu ağır imtihanlarına kolaylık versin! Siyasilere, yöneticilerimize  ve biz vatandaşlara hidayet, feraset, istikamet ve hayırda birlik ihsan etsin! Amin! Velhamdulillahi Rabbil Alemin!




RehberTV’de #GençEvlilikMağdurları, #SüresizNafaka ve #EnsestSapkınlığı hakkında konuştum

Rehber TV #MedyaKritik programına katılarak ülkemizin kronik sosyal mağduriyetlerine dönüşen genç evlilik mahkumları ve süresiz nafaka sorunlarını değerlendirdim. Sapkın zihniyetler tarafından kitap ve medya yoluyla çocuklarımızın ahlakını hedef alan ensest vb. sapkınlıklara karşı kontrol ve farkındalığımızın yükselmesi gerektiğini işledim.




Doğum Günü Şiiri

Kırksekize geldim bugün, Rabbim nasip eyledi.
Ne kadar şükretsem azdır, beni Mü’min eyledi.
Zevce verdi, evlat verdi, hanemi Cennet eyledi.
Bu dünyayı imtihan, ahireti hesap günü eyledi.

Ercan ÖZÇELİK
6 Haziran 2021 – İstanbul




Sağlıkta Hekim ve Hekim Dışı Personel Çatışması

Bugünlerde, hekimler ile hekim dışı sağlık personeli arasında giderek yükselen bir gerginlik ve sözlü-yazılı ifadelere dökülen bir çatışma eğilimini gözlemliyoruz. Sağlık hizmetlerini olumsuz etkileyen, iş ve çalışma huzurunu bozan bu atmosferin oluşumunda, Sağlık Bakanlığının meslek şovenizmini besleyen düzenlemelerinin, haksız ek ödeme politikalarının, kifayetsiz kalan sözleşmeli sağlık yöneticilerinin de etkili olduğu doğru ve gerçektir. Ancak, bu yazımda meseleye biraz daha derin ve geniş kapsamlı yaklaşmak istiyorum.

Bundan 30 yıl önce, çiçeği burnunda yeni mezun bir Sağlık Memuru olarak kamuda göreve başladığımda, henüz 18 yaşımdaydım. Ben ve benden 10 yıl önce/sonrakiler de hemen hemen aynı durumdaydı. Yani Sağlık Memuru, Hemşire, Ebe, Çevre Sağlığı Teknisyeni, Laborant, Röntgen Teknisyeni gibi sağlık mesleklerini kamuda ve özel sektörde yapabilmek için, Sağlık Meslek Lisesi mezunu olmak yeterliydi. Bizden daha eski nesillerde ise, ilk ve ortaokul mezunları bile kısa süreli kurslar alarak yine 17-18 yaşlarında ebelik, hemşirelik gibi görevlere başlayabiliyorlardı. Ben de bu eski jenerasyondan abi ve ablalarımızla çalıştım.

Lise ve Ortaokul mezunları sağlık mesleklerini ifa edebiliyorken dahi, Tıp Doktorluğu için en az 6 yıllık üniversitelerden mezun olmak şarttı. Yani Lise mezunu bir hemşire ile Tıp mezunu bir doktor arasında ilk günden itibaren en az 6 yıllık bir yaş ve eğitim farkı bulunuyordu. Bu fark ister istemez Tıp doktorlarının lehine bir saygı ve otorite kaynağıydı. Zaten bizler de Dr. büyüklerimize eğitimleri, bilgileri, sağlık hizmetlerindeki liderlikleri ışığında saygı ve sevgiden geri kalmıyorduk. Bu iletişimi karşılıklı suiistimal edenler çıksa da ana çerçeve bu şekilde oturmuştu. Yaş ve eğitim açısından daha önde olan hekimlerin, çalışma ortamında, sağlık hizmeti dışında kalan saygınlık ve amirlikle ilgili talep ve beklentileri de makul sınırlar içinde hoş görülüyor ve uyum sağlanıyordu.

Hekimlerin, hekim dışı sağlık personeline karşı oluşan otoritelerinin bir başka nedeni de eğitimci ve yol gösterici nitelikleriydi. Sağlık Meslek Liselerinin eğitimleri, her ne kadar güçlü ve ayrıntılı olsa da teknolojik yenilikleri, çalışılan birimle ilgili özel hizmetleri ve el becerilerini geliştirmek için, hekimler diğer sağlık personeline sürekli bir eğitimci, mentor ve yol gösterici rolündeydi. Bu durum doğal bir saygı, sevgi ve itaat duygusu geliştiriyordu. Mesela, ben sünnet yapmayı ve estetik cerrahi sütur (dikiş) atmayı, henüz lise 2. sınıftayken yanında stajyerlik yaptığım Op. Dr. Ercan Kıvanç Hocamızdan öğrenmiştim. Onun titiz bir öğretmen gibi sütur tekniklerini sabırla göstermesi, yastıklar üzerinden sayısız defa denetmesi, damar bağlamayı, cerrahi el aletlerinin nasıl kullanılacağını uygulamalı öğretmesi, sevgisi ve ilgisi unutamayacağım, her defasında hayır ve dua ile yad edeceğim güzellikleridir.

2.000’li yıllardan itibaren hekimler ile hekim dışı personel arasındaki yaş ve eğitim makası gittikçe daraldı ve neredeyse kapanma noktasına geldi. Artık, hekim dışı sağlık mesleklerini resmen yapabilmek için de en az 4 yıllık lisans mezunu olmak gerekiyor. Lisans mezunu olan sağlıkçılar imkan bulduğunda, kısa süre içinde hem yatay hem de dikey eğitimlerini devam ettiriyorlar. Yani hukuk, işletme, sosyoloji gibi farklı alanlarda ikinci, üçüncü lisans eğitimlerini aldıkları gibi, sağlıkla ilgili yüksek lisans ve doktora gibi programlara da dikey olarak devam edebiliyorlar. Bu vaziyet, hekimler ile diğer sağlık personeli arasındaki yaş farkıyla birlikte eğitim-kültür açığını da kapatıyor. Fazla fark kalmayınca, hekimlerin davranışlarında görülen emredici,  üstenci tavırlarına karşı tolerans azalıyor ve çatışmalar yaşanıyor. Eskiden sağlık hizmetleri hekim odaklı otoriter bir organizasyon altında yapılıyorken, diğer mesleklerin kurumsallığını tamamlaması ile artık fonksiyonel bir meslekler arası işbirliğine ve ekip çalışmasına evrilmiştir. Ne var ki, bazı hekim dostlarımız halen bu gerçeği kabul etmekte zorlanıyor ve kazanılmış hak gibi gördüğü otoriter yaklaşımlarını terk edemiyorlar.

21. yüzyılda teknoloji karşısında hızla yok oluşa doğru giden ve makineleşen mesleklerden birisi de klasik tıp doktorluğudur. Artık sübjektif muayene ve karar alma süreçlerinin yerini teknolojik teşhis ve tedavi yöntemleri almaya başlamıştır. Çoğu tedavi uzaktan tetkik ve inceleme işlemi ile yapılabildiği gibi, cerrahi ameliyatlar dahi robotlaşma sürecine girmiştir. Tıbbi karar alma ve teşhis süreçlerini yapay hafıza sistemleri üstlenmektedir. Hekimlik mesleği fiili uygulamadan çekildiği gibi, diğer sağlık meslekleri üzerindeki eğitimci kimliğini de yitirmektedir. Bu durumun yaşanmasında, sayısı hızla artan fakat eğitim kalitesi yükselemeyen tıp fakültelerinin, yeterince pratik yapamadan ve hastalarla etkileşimi güçlenemeden sahaya çıkmak zorunda kalan hekimlerin artması da etkili olmuştur. Klasik tıp fakültesi eğitimi ile üstenci bir bakışla yetişen hekim dostlarımız, sahaya çıktıklarında teorik eğitim kalıpları ile gerçeklerin benzemezliğini fark edebildikleri ölçüde  başarılı uyum sağlayabiliyorlar.

Sağlık Bakanlığının çıkarmış olduğu mevzuatlar ve uygulamalar ile sağlık personelinin kaynaşmasını sağlayacağı yerde, haksız ve adaletsiz ek ödeme gibi zararlı işlerinde ısrar ederek sorunları körüklediğini, tipik bir Hekim Bakanlığı imajını güçlendirecek her şeyi yaptığını üzülerek izliyoruz. İş ve hizmet istenirken ekip vurgusunu yapanların, hak ve kazanç paylaşımında hekim dışı personeli yok sayan ve değersizleştiren uygulamaları kabul edilemez. Yeni hastanelere isim verilirken dahi sadece hekimlerin dikkate alınması hekim dışı bir personelin önemli bir sağlık kurumuna isim olarak önerilmemesi de tipik bir meslek ayrımcılığıdır.

Temel sağlık personelinin neredeyse tamamı kadrolu devlet memuru veya eşdeğer statüde olan kamu sağlık kurumlarına sözleşmeli sağlık yöneticilerinin atanması faydasız ve yanlıştır. Siyaset, üst düzey bürokrasi ve sendika üçgeni içinde yer bularak sözleşme imzalayabilen sağlık yöneticilerinin, gerçek anlamda performansı hiç bir zaman ölçülmemekte ve değerlendirilememektedir. Çalıştıkları hastanelerde personele sıfır ek ödeme çıksa da kendileri her ay tavandan döner sermaye alan sözleşmeli yöneticilerin; en önemli dertleri yerlerini korumak, mümkünse bir üst makama geçmek, sözleşmelerini tehlikeye atabilecek sorunları ötelemek veya gizlemek, potansiyel tehdit ve rakiplerini saf dışı bırakmak, gerekli de olsa riskli konularda inisiyatif kullanmaktan kaçınmaktır. Kurumsal aidiyet duygusu gelişemeyen, eskiye nazaran yetkileri önemli ölçüde azaltılan ve merkezileştirilen sözleşmeli yöneticilerin, sağlık personelinin sorunlarını  gidermek yerine kronikleştirme etkisinde olduklarını belirtmek gerekir.

Hekim ve hekim dışı sağlık personelinin arasındaki uyumsuzluğu gidermek için neler yapılmalıdır?

Tıp Fakültelerindeki eğitim sistemi ıslah edilerek hekimlere “Tanrının yeryüzündeki eli” kibrinin aşılanması terk edilmelidir. Sağlık hizmetlerinin bir ekip ürünü olarak etkili ve değerli olduğu, hekimlerin bu ekibin kıymetli bir unsuru olduğu ve diğerleriyle birlikte kıymetinin hissedilebileceği aşılanmalıdır. Yani psikoloji, iletişim ve yönetişim konularında destekleri arttırılmalıdır. Sağlık Bakanlığı hekim şovenizmini körükleyen uygulamaları ve ayrıcalıkları bırakmalıdır. Eskiden daha makul seviyelerde bulunan ücret farklarının insanlık dışı uçuruma dönmüş vaziyeti düzeltilmelidir. Tayin ve atamalarda siyaset-sendika-bürokrasi tekeli kırılarak ehliyet ve liyakat odaklı herkesin yükselebileceği bir kariyer sistemi içinde kadrolu yönetim sistemine geçilmelidir. Özellikle ağır çalışma şartları yüzünden fazlasıyla yıpranan ve iletişim yetenekleri bozulmaya başladığı için en fazla tartışma öznesi olan asistan hekimlerin durumlarında iyileştirici önlemler alınmalıdır.  Hekimlerdeki akademik kariyer unvanları gibi diğer sağlık mesleklerinde de akademik ve kıdem odaklı kariyer unvanları tanımlanmalı ve her seviyede farklı yetkiler ile donatılarak saygınlıkları desteklenmelidir. Bu teşvikler sağlık personelinin gelişme ve yenilenme duygularını da güçlendirecektir.

 Kur’an-ı Kerim’deki ifadesi ile, bir insanı kurtarmanın bütün insanlığı kurtarmış gibi değerli ve kutsal bir iş olan sağlık hizmetinde yer alan bütün mesleklerin, tam bir dayanışma ve huzur içinde icra edilebildiği günleri en yakın zamanda görme arzusu ve duası ile, bütün sağlık çalışanı dostlarıma selam ve saygılarımı sunuyorum.

Ercan ÖZÇELİK
Sağlık ve Sosyal Hizmet Ordusu Sendikası
İstanbul İl Başkanı

 

Görsel kaynağı: //equimanagement.com/articles/cut-conflict-29461




Mutluluğun Sırrı Haddini Bilmekte Saklı!

İnsanlar, hayatlarının her aşamasında yazılı ve sözlü sözleşmeler içinde bulunur ve faaliyetlerini bu sözleşmelerin çizdiği sınırlar kapsamında sürdürürler. Hukuk, ahlak, aile, iş, inanç, ticaret, eğitim ve kültürel faaliyetlerin tamamı bu sözleşmelerin birleşim ve kesişim kümeleridir. Sınırlarımızı ve imkanlarımızı bu karmaşık ilişkiler ağı belirler. Haddimizi bilmek, bu kompleks yapı içinde benliğimizin farkında olmak ve muhafaza edebilmek demektir.

Haddini bilmekle ilgili çok şeyler söylenebilir! Ancak sözlerin en güzeli olan Kur’an-ı Kerim’le başlamak en doğru yol olsa gerek.

Haddini bilmenin; kibirden arınmayı, kulluğun ve kulluğa ilişkin acizliğin farkında olmayı, samimi ve sahici davranmayı gerektirdiğini “Rabbinize alçak gönüllüce ve için için dua edin. Çünkü O, haddi aşanları sevmez.” A’raf/55 ayetinden anlıyoruz. İsyan ve itiraz etmek, gösteriş ve kibirle kabarmak, had ve hudut bırakmadığı gibi, rahmet ve nimetin yerine gazap ve afetleri çağırmaya neden oluyor.

Haddini bilmek, nasip olanla iktifa edebilmeyi, yani kanaat etmeyi de gerektirir. Kraldan daha fazla kralcı davranarak, verilen nimetleri kullanma hakkının kaldırılması da tevazu veya takva örtüsüne sarılmış hadsizlik gibi işlem görür. Nitekim, “Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı iyi ve temiz nimetleri (kendinize) haram etmeyin ve (Allah’ın koyduğu) sınırları aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez.” Maide/87 ayetinde açıkça uyarıldığımız görülüyor. Benzer şekilde, ibadetlerinde nefislerini aşırı derecede zorlamaya niyetlenen bazı sahabeleri Peygamber aleyhisselamın uyardığını ve bu durumdan men ettiğini de biliyoruz.

Allah’a karşı kulluğumuz için, haddimizi bilip bilmediğimizin sınanması da temel ölçülerden birisidir. Rabbimiz bu konuya örnek olarak:  “Ey Muhammed! Onlara, deniz kıyısında bulunan kent halkının durumunu sor. Hani onlar Cumartesi (yasağı) konusunda haddi aşıyorlardı. Zira tatil yaptıkları Cumartesi günü balıklar onlara akın akın geliyor, tatil yapmadıkları (diğer) günlerde ise gelmiyorlardı. İşte onları yoldan çıkmaları sebebiyle böyle imtihan ediyorduk.” A’raf/163 ayetinde bariz örnek ve açıklamada bulunmuştur. Yine aynı konuyla ilgili imtihan sırrını, “Ey iman edenler! Andolsun, Allah sizleri, ellerinizin ve mızraklarınızın erişebileceği av(lar) ile elbette deneyecek ki, görmediği halde kendisinden korkanı ayırıp meydana çıkarsın. Kim bundan (bu açıklamadan) sonra haddini tecavüz ederse ona elem dolu bir azap vardır.” Maide/94 ayetinde daha ayrıntılı anlatarak, hadlerimizi bilmemiz konusundaki hassasiyetini defaatle belirtmiştir.

Benzer bir imtihan sırrını necis hayvan olan domuz konusunda da görüyoruz. “Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı” Bakara/173 ayetinde açıkça haram kılınan domuz hayvanına baktığımızda, olağanüstü hızlı büyüyerek 4 ayda 130 kiloyu geçebilmesi, bir batında 12-13 yavru verebilmesi, 1 yılda 3 kez doğum yapabilmesi, cam dışında her türlü çer çöp atıklarını ve leşleri yiyebilmesi gibi özelliklerinden dolayı, oldukça karlı ve ekonomik bir yatırım alanına dönüştüğünü biliyoruz. Günümüz şartlarında bir domuzdan 185 çeşit ürün çıkabiliyor. Avrupa, Çin ve Amerika’nın temel hayvansal gıda kaynağı bu nedenlerle domuzlar olmuştur. Domuzların bu avantajlarına karşı, sağlıksız ve zararlı yönleri ise kapitalist sistem içinde görmezden gelinmektedir.

Allah’u Teala, tıpkı Yahudilerin Cumartesi imtihanında kıyıları balıkla doldurarak hadlerini test ettiği gibi, domuzları da karlı ve kolay bir üretim aracı kılarak, bütün insanları imtihan etmektedir. Yahudiler bu konuda nispeten sıkı durmaya devam etmektedir. Hristiyanlar ise Pavlus’un “çarşıda satılan her şey yenebilir” sözüne dayanarak onlara da haram olan domuzu helal saymıştır. Müslümanlar bile bile açıktan yemese de gavurların ürettiği katkı maddeleri ve diğer ürünler üzerinden domuz işgaline uğratılmış durumdadır. Helal, temiz ve sağlıklı olan koyun ve sığır cinsi hayvanların doğum sayıları daha az, süreleri daha uzun ve beslenmeleri daha özenli olmak zorundadır. Kolayına kaçmamak, kimse görmese bile Allah’ın koyduğu sınırlara saygılı davranmak da haddini bilmenin gereğidir.

Haddini bilmek dinde olduğu gibi sosyal hayatta da mutluluğun ve kurtuluşun kaynağıdır. Haddini bilen evlatlar, eşler, ebeveynler, komşular, akrabalar, çalışanlar, işçiler, patronlar, tüccarlar, siyasiler, memurlar, hülasa bütün toplum kesimleri huzurun ve mutluluğun mimarlarıdır. Haddini bilen kişiler kolay iletişim kurabilir, sorunlarını konuşarak çözebilir, yaptıklarının sonuçlarıyla çirkefleşmeden yüzleşebilir ve sorumluluklarına razı olarak görev alabilirler.

Haddini bilen insanlar hukuklarını da özgüvenle savunabilir ve kendilerini gerçekleştirmenin huzurunu da tadabilirler. Çünkü had bilmek, mevcut durumun farkındalığı demektir. Bazen başkalarına karşı kendi sınırında durmayı gerektirdiği gibi, haksız uygulama ve ihlallere uğradığında ise sınırlarını savunmayı da gerektirir. Bunları özgürce yapabilenler mutlu ve huzurlu olabilirler. Aynı durum milletler arası ilişkiler için de geçerlidir. Haddini bilmeyen, saldırgan ve yağmacı devletler görüntüde emellerine kavuşmuş olsa bile huzur ve mutluluk adına çok şeyleri kalmadığını veya sürekli olamadığını, sürekli bir gerginlik ve korku pençesinde yaşadığını biliyoruz. Bu duruma örnek olarak işgalci İsrail devletini gösterebiliriz.

Dünya ve ahirette mutluluğun temel sırlarından birisi haddini bilmektir. Yerimizin ne olduğunu şu yukarıdaki güneş sistemi resmine bakarak bilmemiz lazım. Kibirle yürüdüğümüz, kendimizi bir şey sandığımız dünyanın dahi, kainatta işgal ettiği yeri görebilirsek, kendimize gelerek haddimizi bilmememiz aklın ve irfanın neticesidir. Yüce Allah, bizleri haddini bilen ve koruyan Salih ve Saliha kulları arasında yaşatsın ve öylece haşretsin. Amin!

 

Görsel Kaynağı: https://commons.wikimedia.org/w/index.php?curid=45708230




Bir Çırpıda #GençEvlilikMağdurları

Soru: [saritext]Genç evlilik mağdurları kimlerdir? Ne zaman ortaya çıkmıştır?[/saritext]
Cevap: 1926 yılında büyük oranda İsviçre’den etkilenerek kabul edilen 743 sayılı ilk Türk Medeni Kanunun 88. MaddesiErkek onsekiz ve kadın onyedi yaşını ikmal etmedikçe evlenemez. Şu kadar ki hakim, fevkalade hallerde ve pek mühim bir sebebe mebni onbeş yaşını ikmal etmiş olan erkek ve kadının evlenmesine müsaade edebilir. Ana ve baba ve vasi de dinlenir.” şeklindeydi. Ancak toplumun genel kültür yapısı ve alışkanlıkları, aniden yapılan kanunla yaş yasağına uygun olmayınca, mahkemelerde anormal bir dava patlaması ve sosyal kargaşa yaşanmaya başladı. Bu hükmün toplumsal yapıya uygun olmadığı anlaşılınca, 1938 yılında yapılan 3453/1 sayılı değişiklik kanunu ile  88. maddenin metni “Erkek on yedi, kadın on beş yaşını ikmal etmedikçe evlenemez. Şu kadar ki hakim, fevkalade hallerde ve pek mühim bir sebebe mebni on beş yaşını ikmal etmiş olan bir erkeğin veya on dört yaşını bitirmiş olan bir kadının evlenmesine müsaade edebilir. Karardan önce ana, baba veya vasinin dinlenmesi şarttır.” olarak değiştirildi.

1938’de yapılan bu düzenleme 63 yıl boyunca sorunsuz uygulanageldi. 2001 yılında 57. Türkiye Hükumeti (ANASOL-M 5. Ecevit Hükumeti – DSP, ANAP ve MHP koalisyonu) döneminde, 743 sayılı ilk Medeni Kanunumuz lağvedilerek, yerine 4721 sayılı Yeni Türk Medeni Kanunu çıkarıldı. Evlilikle ilgili yaş sınırı kadın ve erkekler için 17 yaşının tamamlanıp 18‘e girme şartıyla yükseltildi. Olağan üstü durumlarda (mahkeme kararı veya hekim raporu ile) 16 yaşını doldurup 17‘ye girenlerin evlenebileceği esnekliği konuldu. İlgili kanun maddesi: “Madde 124– Erkek veya kadın onyedi yaşını doldurmadıkça evlenemez. Ancak, hâkim olağanüstü durumlarda ve pek önemli bir sebeple onaltı yaşını doldurmuş olan erkek veya kadının evlenmesine izin verebilir. Olanak bulundukça karardan önce ana ve baba veya vasi dinlenir.” şeklinde düzenlendi.

Önceki kanunla yasal sayılan 14 ve 15 yaş evlilikleri yasaklanarak suç kapsamına alındı. 2001 yılında aniden yapılan bu düzenlemenin farkında olmayan, veya nasıl olsa yaşımız dolunca resmi nikahla evleniyoruz diye önemsemeyen çiftlerin erkek tarafları, kamu davalarıyla muhatap olarak birkaç yıl süren mahkeme sürecinden sonra ceza alıp hapse girmeye başlayınca, Genç Evlilik Mağdurları diye bir topluluk oluştu.

Soru: [saritext]Genç evlililere nasıl cezalar veriliyor?[/saritext]
Cevap: Genç evlilerde yaşı yasadan küçük veya büyük olsun bakılmaksızın, sadece erkeklere hapis cezası verilmektedir. Erkeklerin alacağı cezanın sınırını kız tarafının ilk evlilik yaşı belirlemektedir. Türk Ceza Kanunu “Madde 103- (1) Çocuğu cinsel yönden istismar eden kişi, sekiz yıldan on beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Cinsel istismarın sarkıntılık düzeyinde kalması hâlinde üç yıldan sekiz yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. Mağdurun on iki yaşını tamamlamamış olması hâlinde verilecek ceza, istismar durumunda on yıldan, sarkıntılık durumunda beş yıldan az olamaz. Sarkıntılık düzeyinde kalmış suçun failinin çocuk olması hâlinde soruşturma ve kovuşturma yapılması mağdurun, velisinin veya vasisinin şikâyetine bağlıdır. Cinsel istismar deyiminden; (1)

a) On beş yaşını tamamlamamış veya tamamlamış olmakla birlikte fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını algılama yeteneği gelişmemiş olan çocuklara karşı gerçekleştirilen her türlü cinsel davranış,

b) Diğer çocuklara karşı sadece cebir, tehdit, hile veya iradeyi etkileyen başka bir nedene dayalı olarak gerçekleştirilen cinsel davranışlar, anlaşılır.

(2) Cinsel istismarın vücuda organ veya sair bir cisim sokulması suretiyle gerçekleştirilmesi durumunda, on altı yıldan aşağı olmamak üzere hapis cezasına hükmolunur. Mağdurun on iki yaşını tamamlamamış olması hâlinde verilecek ceza on sekiz yıldan az olamaz.”

63 yıl boyunca kanunen evlilik imkanı verilmiş olan 14 ve 15 yaşındaki kızlar ile evlenen erkekler, çocuğa karşı cinsel istismar suçu işlemiş sayılarak TCK 103/2’ye göre 16 yıla kadar hapis cezası almaya başlamıştır. 14 yaşından küçük kızların evliliği ise daha önce de suç ve yasak kapsamındaydı. Bu cezalar kesilirken sadece evlenen erkekler değil, kızının bu evliliği yapmasına izin veren ve kolaylayan kız babası ile damadın babası da suç ortağı görülerek hapse atılabilmiştir.

15 yaşından büyük fakat 18den küçük kızların yaptığı evlilik ise TCK  “Madde 104 (1) Cebir, tehdit ve hile olmaksızın, onbeş yaşını bitirmiş olan çocukla cinsel ilişkide bulunan kişi, şikayet üzerine, iki yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” kapsamında ele alınarak ceza kesilmektedir. Genelde kızın ailesinin rızası olmadığı durumlarda önce şikayetle başvuru yapıldığından, tarafların sonradan barışması evliliğin başlaması ile şikayet geri alınsa bile bile kamu davası yürütüldüğü için 2 yıldan 5 yıla kadar hapis kararları çıkabilmiştir. 2001 yılında kanuna aslında 6 aydan 2 yıla kadar şeklinde konulan ceza sınırı, Ak Parti Hükumetinin 2014 yılında Meclisten çıkarttığı  6545 sayılı kanun kapsamında 2 yıldan 5 yıla şeklinde uzatılmıştır.

Soru: [saritext]Genç evlilikler nasıl yapılıyor?[/saritext]
Cevap: Kızların bu kadar genç yaşta evlilik yapmasına bazen kendileri bazen de aileleri önayak olmaktadır. Daha çok kırsal kesimlerde yaşayanlarda, eğitim seviyelerinin düşük kaldığı gruplarda, dar çevreli toplumsal kuralların geleneklere göre şekillendiği Roman vatandaşlarımız gibi halk kesimlerinde genç yaşlarda evlilikler daha sık görülmektedir. Kendi isteği ile kaçarak evlenen kızların ailesi genelde kolluk kuvvetlerine şikayet ettiğinden resmi kayıt ve takip süreci başlamaktadır. Hiç bir şikayet olmasa bile genç evli kızların gebelik gibi sağlık ihtiyaçları için hastanelere başvurmaları halinde de zorunlu ve resmi ihbar kanalları kullanılmaktadır.

Soru: [saritext]Genç evli kadınların mağduriyeti neler  oluyor?[/saritext]
Cevap: Zorla alıkoyma ve tecavüz gibi tamamen suç kasıtlı olayların dışında kalan hallerde, fiilen evlilik başladığı ve hatta çocuk doğabildiği için, tarafların barışması ve normal hayat düzenine geçmesi söz konusu olsa bile kamu davaları sürdüğünden, 7-8 yıl sonra biten mahkeme sonucu 15-16 yıla varan hapis cezaları infaz edilmeye başlanmaktadır. Cezanın infaz edilmesiyle birlikte damat, davanın içeriğine göre damadın babası ve kayınpederi de hapse atılmaktadır. Çocuğa cinsel istismar, yani tecavüz suçu ile hapiste çürütülmeye ve gerçek suçluların içinde yaşamaya başlamaktadır. Bu sırada dışarıda kalan hanımlarının ve çocuklarının durumu ise tam bir perişanlığa dönmektedir. Ortada herhangi bir şikayetçi olmadığı, tam tersine mağdur olmaya başlayan bir kadın ve çocukları bulunduğu halde, adalet sistemimiz ceza infazlarını eksiksiz tamamlamaktadır. Mahkumlara verilen yasal haklar kapsamında, dışarıda kalan kadınların hapishanelerde tahsis edilen pembe odalarda tecavüzcüleri olarak hüküm giymiş resmi nikahlı kocaları ile cinsel birliktelik yaşama imkanının verilmesi de trajikomik bir gerçektir. Genç evli mahkumların şans eseri çıkabilen genel aflardan da yararlanmaları engellenmektedir. Sarhoşken 3 kişiyi trafikte kaza yaparak öldüren katil kişiler, 3 yıl yatıp afla çıkabilirken, genç evliler hapis cezasını çekmeye devam etmektedir. Dışarıda kalan genç kadınların kocaları, babaları ve kayınpederleri hapiste tutulunca, hem kendilerinin hem de ebeveyn ailelerin durumu feci şekilde bozulmakta ve her açıdan mağdur kalmaktadır.

Soru: [saritext]Genç evli mağdurlar kaç kişidir?[/saritext]
Cevap: Kamuoyunda bilinen veya duyulan en yüksek rakam 8.000 civarında genç evlilik mahkumu olduğudur. Ancak bu sayının 3.000 olduğunu söyleyenler de çıkmaktadır. Hatta genç evli kadınlar ile erkeklerin arasındaki yaş farklarına göre farklı sayılarda grupların çıkması da mümkündür. Kız ve erkek arasında yaş farkı açısından 18 yaş üzeri evliliklerde ise her hangi bir sınır bulunmamaktadır.

Soru: [saritext]Genç evli mağdurlar ne istiyor?[/saritext]
Cevap: Karşılıklı rızası ve resmi nikahı devam eden çiftlerin hapiste tutulan eşlerine bir defaya mahsus af getirilerek salıverilmesini, sicillerinin temizlenerek ailelerine sürülen bu kara lekeden kurtarılmalarını istiyor. Dışarıda mağdur kalan eş ve çocuklarının aile babalarına bir an önce kavuşmasını istiyor. Yaşanan kötü günleri unutarak geleceğe mutlu adımlar atabilmeyi istiyor. Yokluk ve yoksunluk içinde gözyaşları, ahlar ve devlet idaresine beddualarla geçen karanlık gecelerin sona ermesini istiyor. Her seçim döneminde vicdanını biraz dinleyen ve çözüm sözü veren siyasilerin, bu istismar dolu uzatmaları bitirmesini, aile ve mukaddesat düşmanı feministlerin kara propagandalarına esaretten ve ürkeklikten kurtulmalarını istiyor. Onlar da mutlu olmayı, çocuklarını huzur içinde büyütebilmeyi istiyor.

Sonsöz: Genç evlilik mağduru mahkumlar hepimizin ahiretini berbat edebilecek kadar etkili beddua hakkına sahip olabilirler. Onların dışarıda kalan eşleri ve çocukları açlığa, çaresizliğe, ilgisizliğe karşı namuslarıyla yaşayabilme mücadelesi veriyorlar. Ortalama evlilik yaşının 28’e çıktığı bir zamanda, elbette hiç kimse çocuğunun bu kadar genç yaşta evlenmesini tercih etmez. Zaten kanunların bu konuda hiç acımadığını herkes görmüş ve yaşamış oldu. 2001 yılından sonra bu duruma düşen kişiler içinden; rızasız tecavüz, gasp, parayla satın alma gibi kabullenmesi mümkün olmayan adi suçlar dışında kalan, resmi nikahlı ve kadınların açık rızalarıyla kavuşmak için mücadele ettiği evli erkeklerinin salıverilmesini, sicillerinin temizlenmesini talep ediyoruz. Benzer şekilde genç yaşta evliliklerin tekrarlanmaması için de eğitim ve kalkındırma çalışmalarının, ekonomik iyileştirmelerin tabana yayılması gerekir. En son genç evli mahkum da yuvasına kavuşana kadar, hiç kimse huzurlu bir toplum beklemesin, bela ve musibetlerden kendisini emin zannetmesin! Genç evli mağdurların ailelerine en kısa zamanda kavuştuklarını görmeyi de Yüce Mevla’m bizlere nasip eylesin! Amin..

Ercan ÖZÇELİK
Türkiye Aile Meclisi Başkan Yardımcısı

 

Kaynaklar:

743 Sayılı ilk Türk Medeni Kanunu https://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/5.3.743.pdf

4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu https://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.4721.pdf

5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuat?MevzuatNo=5237&MevzuatTur=1&MevzuatTertip=5




İyiliğin Yolu Dengeden Geçer!

Bir insana “iyi birisidir” denilebilmesi için, iyiliğini gösteren davranış sıklığının yüksek olması beklenir. Toplumda oluşan imajın kaynağı belli bir süre gözlenebilen hal ve hareketlerdir. İyilik sıfatını kazanmak için 1-2 olaydaki iyilik hali yeterli görülemez. En kötü bilinen insanların bile iyilik yaptığı vakalar vardır.

İyilikte istikrarı kazandıran yaklaşımın kaynağında denge bulunur. Dengeli tutum ve davranışlar uygulandığı her alanda olumlu sonuçlar doğuran ve geliştiren temel unsurlardır. Dengeli beslenme, uyuma, spor yapma vb. her türlü aktivitenin sonucu, sağlık dediğimiz ideal ve istenen tabloyu doğurur. Zaten, Dünya Sağlık Örgütüne göre de “Sağlık sadece hastalık ve sakatlığın olmayışı değil, bedence, ruhça ve sosyal yönden tam iyilik halidir.”. Sağlıklı olmak her açıdan iyiliği, iyilikte dengeli yaşamayı gerektiriyor.

Cömertlik en çok sevilen ve takdir edilen iyilik vasıflarından birisidir. Kişinin kendisine bahşedilen imkân ve nimetleri, bunlara sahip olmayanlar ile paylaşması veya olsa bile alicenaplık göstererek ikram etmesi takdir edilen, Allah’ın övdüğü, peygamberlerin ümmetlerine tavsiye ettiği sünnetlerinden birisidir. Cömertlikte denge bozulursa müsriflik durumu ortaya çıkar. İsraf edilen kaynaklar tükenince yıkım ve yoksunluk baş gösterir. Bunun tam tersi de cimrilik halidir. Haddinden fazla mala ve paraya düşkünlüğün üzerine, kaybetme ve azalma kaygıları da eklenince varyemez kişilikler ortaya çıkar. Allah’ın ve kullarının en sevmediği kişiler arasındadır cimriler. Mal ve parayı kazanırken ve harcarken dengeli olmak, hakkını vermek gerekir.

İbadette iyiliğin göstergesine İslami terminolojide takva deniliyor. Hatta insanların Allah katında derecelerinin de takvaları ile belirlendiği beyan ediliyor. Hz. Peygamber Aleyhisselamın mübarek şahsiyetinin, takva açısından insanlığa en güzel örnek olduğu şüphesiz bir gerçektir. Kalbindeki iman ve ibadet aşkından dolayı her gün oruç tutmak için Hz. Peygamber A.S.’dan müsaade isteyen genç sahabe Hz. Abdullah bin Amr R.A.ın talebini doğru bulmaması da dengeli ibadetin gereğidir. En azından bazı günlerde oruç tutmayarak, nefsini gereğinden fazla zorlamamasını tavsiye etmesi, sürdürülebilir hakkaniyetli bir ölçü emridir. Ahiret bu dünyada kazanılıyor. O yüzden ahiret için dünyayı tamamen terk etmek de, dünyanın heveslerine kapılarak ahireti yok saymak da makul değildir. “Biraz sonra kıyametin kopacağını bilseniz bile elinizdeki fidanı dikiniz.” buyuran Sevgili Peygamberimiz s.a.s. ibadette dengeli olmayı göstermiştir.

Böylece, sizler insanlara birer şahit (ve örnek) olasınız ve Peygamber de size bir şahit (ve örnek) olsun diye sizi orta bir ümmet yaptık…” Bakara/143. Ayet-i Kerimede Rabbimiz böyle buyuruyor. Orta yolda olmayı ve kalmayı işaret ediyor. Zaten bizler de her namazda kıyamda dururken okuduğumuz Fatiha suresinde “Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.” Şeklinde dua ederek sırat-ı müstakim olan doğru yolda kalmayı istemiyor muyuz? Doğru yolda kalmak demek, aşırılıklardan kaçınmak, dünya ve ahiret çizgisini tıpkı bir kuşun kanatları gibi dengeli bir seviyede tutabilmektir.

Dengeli insanların iyiliği daha kalitelidir. Çünkü istikrarlıdır. Arkası gelir ve olağan üstü bir sorun çıkmaz ise kendisine bel bağlayanları mahcup ve mağdur bırakmaz. Emanet verilebilecek güveni sağlar. İyi ve dengeli insanlar toplumun yapıtaşı ve çimentosu gibi güçlü, derleyici ve koruyucu kıymetlerdir.

Yüce Allah, bizleri her konuda dengeli davranarak, iyiliğini sürdürebilenlerden eylesin. Amin…

 

Görselin kaynağı:https://www.forbes.com




Sağlıkta Döner Sermaye Haksızlığının Hikayesi

Nasıl doğdu?

2002 yılı ve öncesinde kamu sağlık hizmetleri SGK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı (657’ye tabi memurlar) için keskin sınırlarla ayrı veriliyordu. Büyük kurumların ve bakanlıkların kendi personeli için hizmet veren hastaneleri vardı. Sosyal güvenlik kurumları farklı olan hastalar aynı hastaneden kolay kolay hizmet alamıyordu. Bütün hastanelerin hemen hemen ortak olan tek yanı hekimlerin dışarıda bir muayenehaneleri veya çalıştıkları özel hastanenin olmasıydı. SSK ve Devlet hastanelerinde tedavi ve ameliyat olabilmenin neredeyse yegane yolu önce bu muayenehane ve veya özel hastanelere gidip ödeme yapmaktı. SSK ve Devlet Hastaneleri bu hastaların tetkik, tahlil ve ameliyat gibi işlerinin yapıldığı tamamlayıcı sağlık kurumları haline dönmüştü. Her hangi bir muayenehanesi ve çalıştığı özel hastanesi olmayan hekimler ise ameliyat öncesinde genelde “bıçak parası” talep eder ve bu durum herkes tarafından normal görülürdü.

Sağlıkta Dönüşüm Programının 2003 yılında yayınlanmasıyla yasal zeminin kurulması ve uygulamaların başlaması sağlandı. Konumuzu çok ilgilendiren SSK ve Devlet hastanelerinin, Polis ve PTT gibi kurumsal hastanelerin Sağlık Bakanlığı çatısı altında birleştirilmesine 2005 yılında geçildi. Bu arada zamanın Sağlık Bakanı Sayın Prof. Dr. Recep AKDAĞ’ın Müsteşar Yardımcısı Sayın Sabahattin AYDIN liderliğinde kurduğu bir ekip tarafından “Performansa Dayalı Ek Ödeme Sistemi” çalışmaları yapıldı. Bazı hastaneler pilot uygulamaya alınarak ek ödeme hesaplarında kullanılacak formül ve kuralların geliştirilmesi sağlandı. Şahsen ben de pilot hastanelerden birisinde ek ödeme sistem sorumlusu olarak görev aldım. Elimden geldiği kadar hakkaniyetli yorumlar ve talepler ile sistemin olgunlaşmasına çalıştım. Geri dönüşlerimin bazen çok hoş karşılanmadığını öğrensem de tavrımı genelde değiştirmedim.

Temel hedefi neydi?

Sağlık Bakanlığının çıkardığı ek ödeme sisteminin temel hedefi, muayenehanelerini kapatmak ve özel hastanelerdeki ek görevlerinden ayrılmak zorunda bırakılan hekimlerin gelir kayıplarının giderilmesi ve kamudan istifa etmelerinin önlenmek istenmesidir. Nitekim bu uygulama giderek katılaşan bir yönetmelik dizisiyle yapılmıştır. Hekimlerin muayenehane ve özel hastane çalışmaları önce yasaklanmamış, onun yerine ek ödeme sisteminde büyük kesintiler sağlanarak bir nevi cezalandırılmıştır. Muayenehanesini kapatanlar ve özel hastanelerden ayrılanlar için tatmin edici yüksek rakamlar ödenmeye başlanmıştır. Muayenehane yasağı ilk defa Başhekim ve yardımcıları için gelmiştir. Bu yüzden Başhekimlikten istifa eden hekimlerimizi de tanıyorum. Muayenehane  ve özel hastanede çalışma  yasağı,  daha sonra istisnasız tüm hekimlere resmen gelmiştir. Yapılan bütün düzenlemelerde, ek ödeme sisteminden aslan payının her zaman hekimlere verilmesinin ve ileride paylaşacağım haksızlıkların devam ettirilmesinin, yegane nedeni bu kararın etkisini korumak ve hekimleri sistem içinde kalmaya zorlamaktır. Başlangıçta %95 seviyelerinde başarıya ulaşan bu operasyonun, son yıllarda pek yükselmeyen SUT fiyatları yüzünden görece düşük kalan ek ödemeler, artan enflasyon ve çalışma şartlarındaki diğer sıkıntılar nedeniyle gerilemeye başladığını, kamu hastanelerinden özel hastanelere doğru bir akışın yükseldiğini de görüyoruz.

En çok kimler mağdur oldu?

Bu büyük operasyonun acınası mağdurları, hekim dışı sağlık çalışanları olmuştur! Ek ödeme sistemi ilk çıkarıldığında, bütün sağlık personelinin performanslarına göre ödüllendirileceği veya çalışmadığında ceza olarak daha az para alacağı bir sistem kurulacağı iddia ediliyordu. Ek ödeme sisteminin pilot çalışmalarında, hekim dışı çalışanların hizmet sayıları, çeşitleri ve gelire katkıları açısından, neredeyse hekimlerden daha baskın hale geldikleri anlaşılınca, bu hizmetlerin ve emeklerin tamamı yok sayıldı. Diğer tüm çalışanlar hekimlerin performans puanlarının yancısı haline getirildi! Bir ameliyatı veya serviste hasta tedavisini yapan koca bir ekip çalışması olduğu halde sadece Dr. ünvanlı çalışanların puan hesabı performansa esas alındı. Diğer personel, hekimlere nazaran aşırı derecede düşük kalan oranlar ve tavan ödeme sınırları ile mağdur edildi. Sağlık personeli dışında kalan İdari Hizmetler ve Yardımcı Hizmetler ise neredeyse tamamen yok sayıldı. Sadece sabit ödemeye mahkum bırakıldı.

Mağduriyetler nasıl oluşuyor?

Hekim dışı sağlık personelinin, mevcut ek ödeme sistemi çıkmadan önceki maaş seviyesi, polis ve öğretmen gibi kariyer mesleklerine göre, nispeten makul bir seviyede gidiyordu. Ek ödeme sisteminden sonra ise, hemen hemen hiç bir zaman ödenmeyen tavan tutarları baz alınarak, temel maaşları ve sabit ödemeleri düşük bırakıldı. Neredeyse asgari ücret seviyesinin biraz üstüne kadar geriledi. Çünkü oldukça düşük ve haksız bir yöntemle belirlenen ek ödeme tavan tutarları, teknik olarak hiç bir zaman ödenemiyordu! Ek ödemeyi kısıtlayan bütçe oranları, hastanelerin dengesiz giden gelir-gider seviyeleri, devletin sağlık hizmet ücretlerini baskılayan politikaları, sözleşmeli yöneticilerin kendilerine hiç bir zaman dokunmayan, performanslarını da ölçmeyen bu hesaplama sisteminden dolayı, sağlık personelini düşünmek yerine, kendi imajlarını parlatacak yatırım ve harcamalara gitmeleri, bütçelerini hatalı veya dengesiz yönetmeleri vb. çok sayıda nedenle sağlık personeline tavandan ek ödeme mümkün olamıyor. Bırakın tavana gelmeyi, çoğu zaman yarısına bile ulaşamıyorlar.

Ek ödeme sisteminin haksız ve dengesiz hesaplama sistemi yüzünden, hekim dışı sağlık personeline verilen her bir TL için, duruma göre onlarca veya yüzlerce kat ödemenin hekimlere yapılması gerekiyor. Ödenebilecek bütçe sınırlarında kalabilmek için, mecburen temel katsayılar hep aşağılarda tutuluyor. Bu yüzden bazı sağlık kurumlarında 48.000 TL ek ödeme alabilen hekimler varken, sadece 24 TL ek ödeme verilen hekim dışı sağlık personeli de çıkabiliyor. ((https://www.saglikpersonelihaber.net/ekonomi/idareye-doner-isyani-sen-48-bin-doner-alacak-kadar-ne-yaptin-ben-24-lira-alacak-kadar-neyi-yapmadim-h12620.html))

Genelde kamu sağlık tesislerimizde yaşanan durum;  maaş + sabit ödeme + sıfır veya çok cüzi tutarda ek ödeme şeklindedir. Görüldüğü üzere hekim dışı sağlık personelinin maaşı 3’e bölünmüş, her ay ek ödeme bölümü ya verilmeyerek veya çok cüz’i sınırlarda kalarak eksik ödenmektedir. Bu belirsiz tutarlı ödemelerin tarihleri de belirsiz ve tutarsızdır. Ek ödeme rakamları sabit ve düzenli olmadığı için, her ay zorunlu oynanan bir kumar gibi stres ve sıkıntı kaynağı olmakta, bu tutara güvenilerek her hangi bir alış veriş veya aile bütçesinde planlama yapılamamaktadır.

Ek ödeme sisteminin en önemli sorunu nedir?

Sağlık personelinin belini büken en önemli haksızlıklardan birisi; bütün kamu görevlilerinde fiilen her hangi bir performansa veya hesaba dayalı olmadan yapılan aylık sabit ödemelerin, sadece sağlık personeli için ek ödeme tutarı içinden mahsup edilmesi ve ek ödeme hesabından sayılmasıdır. Sabit ek ödeme alan diğer kamu görevlilerinde böylesine bir zulüm kuralı yoktur.  Bu haksız uygulama, 209 sayılı kanuna 2010 yılında yapılan Ek Madde 3 ile sokulmuştur. Bu madde aslında sadece hekimleri kapsamaktadır. Ancak Sağlık Bakanlığı, kanunda olmayan hekim dışı personelin sabit ödemelerinin ek ödemeden mahsuplaşmasını da Ek Ödeme Yönetmeliğine koyarak, kanunsuz bir hak kaybına yol açmıştır. Ek ödeme yönetmeliğinin 5. maddesi 3. fıkrasına “Bu kapsamda yapılacak ödemeler (sabit ödemeyi kast ediyor), tabip dışı personele herhangi bir katkıya bağlı olmaksızın aylıklara ilişkin hükümler uygulanmak suretiyle her ay aylıklarla birlikte ödenir. Bu şekilde yapılan (sabit) ek ödeme tutarı, bu Yönetmelik kapsamında aynı aya ilişkin yapılacak ek ödeme tutarından mahsup edilir.” İbaresi hukuka aykırı şekilde konulmuş ve hekim dışı sağlık personelinin her ay sabit ödeme kadar hak kaybına neden olunmuştur. Yasa koyucu olan TBMM, aynı konuyu isteseydi hekimler gibi hekim dışı sağlık çalışanları için de 209 sayılı kanunla düzenleyebilirdi. Sağlık Bakanlığının bu yönetmeliği ve her toplu sözleşme döneminde yetkili Memur Sendikasıyla yaptığı Toplu Sözleşme metnine bu maddeyi metazori ile ekletmesi kabul edilir bir hal değildir. Sendikaların kanunda olmayan bu kısıtlama maddesine imza atmaktan imtina etmesi görevleri ve sorumlulukları gereğidir. Sabit ödeme miktarı da ek ödemeye dahil sayıldığı için, performansa dayalı ek ödemeler her ay eksik yapılmaktadır. Yani bir hekim dışı personelin aylık ek ödeme kaybı şu anda yaklaşık 1700 TL civarındadır. Aynı durum hekimler için de geçerlidir. Ancak, onlarda ek ödeme tutarlarında aşırı düşme söz konusu olmadığından canları fazla yanmamaktadır. Onları etkileyen asıl konu izin ve rapor dönemlerindeki kesintilerdir.

Ek ödemeler kişinin performansına ve çalıştığı gün sayısına doğrudan bağlı sayıldığı için, her hangi bir sağlık çalışanı hasta olup rapor aldığında (lütfedip Covid-19 hastalığını hariç saydılar!), evlilik, doğum, cenaze izni veya tatil niyetli yıllık izne çıktığında, yapılan kesinti toplamının içine sabit ödemeler de katıldığı için, izinli/raporlu gün başına kesilen tutarın aşırı derecede yüksek hesaplanmasına neden olarak ek ödemeyi resmen uçurup gitmektedir. Örneğin 1700 TL sabit ödeme alan bir hemşire aynı ay içinde 10 gün izne çıkmışsa normalde alacağı hesap edilen performans ödemesi 500 TL ise, bu 500 TL nin 30’da 10’da kesilmiş olsa yine de 330 TL kadar alması beklenirdi. Ama hesabı böyle değil, sabit aldığı 1700 TL dahil edilerek toplam 2200 TL üzerinden 30’da 10’u kesilmektedir. Bu durumda değil halen alacaklı olmak, aksine -230 TL borçlu çıkmakta, ama yine büyüklerimizin yüce lütfu sayesinde bu eksi fark maaştan düşürülmeden maaş + sabit ödeme ile kalmaktadır. Kolay anlaşılması için brüt yerine net rakamlardan örnek vermiş oldum. Yıllardır bu izin ve rapor kesintisi zulmü yüzünden, sağlık personeli hastalanmaya veya izne çıkmaya cesaret edemediğinden, yine vicdanları bir parça sızlayarak aylık en fazla 5, yıllık en fazla 12 gün için bu kesintileri muaf tutma yoluna gidilmiştir. Yıllık 12 veya aylık 5 günden fazla izin ya da rapor kullanan her sağlık personeli kendi maaşından bu günlerin parasını ödemek zorunda bırakılmaktadır. Ölüsü olan ölüsüne üzülemez, mutlu gününde evliliğine veya çocuğuna sevinemez, Covid-19 dışında hasta olamaz, bunalımdan çatlayacak olsa da izin alıp rahatça tatile gidemez olmuştur sağlık çalışanları! Bu zulüm uygulaması diğer devlet memurlarında yoktur! Neden böyle yapıldığı ise bellidir: Yüksek tutarlı ek ödeme alan doktorları kontrol, performansa zorlama ve mali disiplin içindir. Ek ödeme olarak dağıtılan pastanın yöneticilere ve hekimlere  paylaştırılması, diğer çalışanların da sadece sabit ödemeyle yetinmesi istenmiştir. Hekim dışı sağlık personeli ise bu garip uygulamanın çaresiz bırakılan zorunlu kurbanlarıdır.

Ek ödemeyle bağlantılı diğer sorunlar nelerdir? 

Sağlık personeline yapılan bütün ödemelerin gelir ve damga gibi bilumum vergileri kesilmekte ama emeklilik hesabına yansıtılmamaktadır. Yine büyük bir haksızlığa imza atılarak hekim sınıfı personelin sabit ödemeleri emeklilik hesabına yansıtılmış ve emeklilik maaşlarına seyyanen zam miktarları da eklenmiştir. Hekim dışı sağlık personeli yaşı gelse de emekli olmaktan çekinmektedir. Çünkü maaşları yaklaşık %50 oranında düşmektedir.

Geçmişte hekim, diş hekimi, eczacı, psikolog ve biyolog gibi branşlar dışında kalan sağlık meslek mensupları genelde sağlık meslek lisesi ve dengi okul mezunlarıydı.  Daha eski dönemlerde orta ve ilkokul mezunu sağlık personeli de görev yapıyordu (şu anda 3600 ek gösterge bekleyen emniyet, diyanet ve hatta eğitim mensupları da öyle idi). Temel olarak lisans mezunu kariyer mesleklerine verilen 3600 ek göstergede sonradan lisans mesleklerine dönüşen sağlık branşları yok sayılmıştır. Sağlıkta mesleki zorunluluk haline gelen lisansiyerliğin gereği ve müktesep hakkı sayılan 3600 ek gösterge, yıllardır çubuğa bağlı havuç gibi sağlık personeline gösterilmekte ama bir türlü verilmemektedir. Verilecek olsa bile, tıpkı 2018 de çıkarılan yıpranma katsayısı fiyaskosu gibi sıkıntılı olabileceğine dair endişelerimiz de oldukça yüksektir. Bu tablonun sonucu, emeklilik kararlarını geciktirenler ve sağlığı bozulsa bile çalışmak zorunda kalanlar yüzünden sağlık hizmetlerinin kalitesi de etkilenmiş ve hastalar ile karşılıklı sorunlara kapı açmıştır. 3600 ek göstergenin halen verilmemesi, sağlık kadrolarının yenilenme ve gençleşme programını da gerileten bir eksikliktir.

Sözleşmeli sağlık yöneticileri açısından önemli haksızlıklar yapılmaktadır. Aynı sağlık kurumunda çalışan sağlık personeli neredeyse hiç bir zaman tavandan ek ödeme alamazken sözleşmeli sağlık yöneticileri her ay tavandan ek ödemeyi otomatik olarak almaktadır. Sadece izin ve rapor kullandıklarında kesintiyle karşılaşmaya devem etmektedir. Hekimlikle hiç bir alakası olmayan Sağlık Müdürlüğü Başkanlığı veya Başkan Yardımcılığı gibi idari kadrolarda sözleşme imzalayan kişinin hekim olup olmamasına göre 2 katına varan ücret uçurumları hekimler lehine konulmuştur.  Hekim olsun veya olmasın, sağlık hizmeti dışı idari unvanlar için sözleşme imzalayan her sağlık personeli sanki sağlık hizmeti üretiyormuş gibi tavandan ek ödeme alarak idari hizmetlerle ilgili bir işi sağlık hizmeti gibi ödeme alarak haksız kazanç elde eder duruma gelmiştir. Bu 3 haksız uygulamanın da kaldırılması gerekir.

Bütün çalışanlarda olduğu gibi, vergi dilimlerinin düşük seviyeli aralıkları ve yüksek oranları nedeniyle, sağlıkçılar da yılın  ilk 4-5 ayından sonra maaşlarının ve ek ödemelerinin hayrını fazla göremiyorlar. Çünkü görünüşte zam alsalar bile, fiilen yapılan kesintiler nedeniyle maaşları eskisinden daha düşük kalıyor. Ek ödeme tavan tutarları da sürekli düşüyor. Bordrolu çalışanların %15 vergi diliminde sabit tutulması ve çok yüksek maaşlarda ancak %20’lere çıkması ortak temennimizdir.

Ne yapmalı veya biz ne istiyoruz?

Çalışırken süründüren, emeklilikte uçup giden bu ucube ek ödeme sistemi hekim dışı sağlık personeli için kaldırılmalıdır. Madem ki emeklerimiz performans puanı vermeye layık görülmüyor, boşuna ikiyüzlülük yapar gibi performansa dayalı ek ödeme veriyoruz denilmesin artık! Sistemin kuruluş gayesine uygun olarak hekimlerimiz için performans sistemi devam edebilir. Allah emeklerinin karşılığını fazlasıyla almalarını nasip eylesin! Kimsenin emeğinde, kazancında gözümüz yoktur. Bütün sağlık çalışanları olarak, Allah’ın en kutsal saydığı hizmetlerden birisini hep birlikte ifa ediyoruz. Elbette, takım kaptanı olarak hekimlerimizin değerini ve sağlık hizmetlerindeki motor gücünü biliyor ve takdir ediyoruz. Ama sadece motorla bir arabanın çalışmayacağının, diğer aksamlarının da gerekli ve değerli olduğunun bilinmesini istiyoruz.

Hekim dışı sağlık çalışanları için; emekliliğe de yansıyan, her ay döviz borsası gibi inip çıkmayan, sabit ve emeğimize yakışır düzeyde tek maaş ödemesi istiyoruz. Ölümüz olduğunda, çocuğumuz doğduğunda, hasta olup yatağa düştüğümüzde, hep aklımızda bu ay maaşım ne kadar kesilecek sorusuyla huzursuz olmak istemiyoruz. Diğer memurlar gibi, yıllık izinlerimizi özgürce tam kullanmak ve tazelenerek işimize geri dönüp, huzurla çalışmak istiyoruz. Sağlık lisansiyerlerinin tamamı için 3600 ek göstergenin verilmesini, hatta şu pandemi döneminde yılmadan çalışan sağlık kahramanlarına bir güzellik olarak, 3600 ek göstergenin tıpkı subay-astsubay kahramanlarımız gibi, eğitim farkı gözetilmeden lise mezunu da olsa bütün sağlık mesleklerine uygulanmasını diliyoruz.

Temel beklentilerimiz bunlar olmakla beraber, mevcut sistemi iyileştirmek için, genç ve dinamik bir sendika olan Sağlık ve Sosyal Hizmet Ordusu Sendikamızın, idari yargı tarafında açmış olduğu davalarda şu taleplerimiz dile getirilmiştir:

1-Performans ölçümünde yapılan ayrımcılık sona ersin.
2-Mahsuplaşma ile sabit ödemenin, performans ödemesinden düşürülmesi kaldırılsın.
3-Katsayilardaki adaletsizlik ve bilimsel olmayan hesaplar iptal edilsin. Daha insani seviyelere çekilsin.
4-Sabit ödemelerde sadece hekimlere yönelik özel yüksek oranlar belirlenmesin. Diğer sağlık çalışanlarına da makul oranlar verilsin.

Bu yazıdan sonra, en kısa zamanda sağlık personelinin temel sorunlarının çözülmesi ve yapılan güzellikler üzerine, teşekkür nitelikli bir yazıyı kaleme alabilmeyi can-ı gönülden diliyor ve sağlık camiasının kahramanlarına özlenen değerin sözde değil fiilde verilmesi için dua ediyorum. Sağlıkçıların yılı ilan edilen 2021 yılında bu haksızlıklar giderilmeyecekse ne zaman giderilir?

Öyle  değil mi? 😉

Ercan ÖZÇELİK
Sağlık ve Sosyal Hizmet Ordusu Sendikası İstanbul Başkanı

 

 

Görsel kaynağı: https://www.nytimes.com