Gençlerimizi Kumardan Kim Koruyacak? Uzaylılar mı?

Anayasanın 58. maddesinde “Devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden, suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için gerekli tedbirleri alır.” diyen Devlet; Gençlik ve Spor Bakanlığına bağlı Spor Toto Teşkilatı ile çocukluktan kumarbaz yetiştirip en büyük kumarları oynatan Hükumet! Kimi kime şikayet edelim? Anayasamız mı yanlış yoksa CB ve Kabinesi mi?

Spor Toto Teşkilatı, “yıldızlar” denilen ilköğretimden itibaren futbol, atletizm, kick boks gibi hemen her spor dalında kurulan okul liglerinin sponsoru oluyor, baştan sona medya dahil her mecrada bulunuyor! Genç ve yetişkin spor liglerinde de öyle! Yani asıl işi kumarbazlık olan teşkilat, kendisine kurban olacak bireyler ile daha çocukken tanışıp kendisini sevdiriyor, kumarı normalleştiriyor, hem kumar oyun liglerinin elemanı hem de kumarbaz olarak bağımlısı yapıyor!

Kumar pisliktir! Sosyal ve ekonomik bir hastalıktır! Zararlı, tehlikeli  ve yıkıcı bir hastalık olduğunu bizzat Allah’u Teala buyuruyor: ““Ey iman edenler! (Aklı örten) içki (ve benzeri şeyler), kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumarla, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçiyor musunuz?” (Maide 90-91) Spor Toto Teşkilatı mevzuatında yer alan “müşterek bahis” kavramı kumar pisliğinin süslü bir ifadesinden başka bir şey değildir!

Bu pisliği Milletimize musallat eden ise tek partili CHP döneminin son bürokratlarından Beden Terbiyesi Genel Müdürü Vildan Aşir Savaşır’dır! Ateşi bol olsun! Onun yüzünden 1949 yılından beri milyonlarca ailenin yuvası dağıldı, malları ve namusları ziyan oldu, binlerce kumar kurbanı intihar ederek ahiretini de yaktı gitti! Şu sıralar moda olarak binlerce gencimizin hayatını karartan online kumar sitelerinin günahında  dahi büyük payı var elbette! İsviçre’den getirttiği Spor Toto mevzuatını bizzat tercüme ederek, dönemin futbol federasyonu başkanı Ulvi Yenal ile Spor Toto Teşkilatını kurmaya başladı! Allah onlardan ve daha sonra onlara uyanlardan razı olmasın, sebep oldukları zarar ve ziyanlar için azaplarını eksiltmesin!

İşin trajikomik yanı, Anayasal olarak gençleri kumar ve diğer kötü alışkanlıklardan korumak ve sporu geliştirmek üzere kurulan Gençlik ve Spor Bakanlığı, Türkiye’nin en büyük kumarbazı ve kumar eğitimcisi rolünü üstlenmiştir! Spor Toto Teşkilatı Gençlik ve Spor Bakanlığına bağlı resmi bir kuruluştur! www.sportoto.gov.tr resmi sitesinde nasıl kumar oynanacağı ballandıra ballandıra anlatılmaktadır! Zehri altın kapta bal ile sunar gibi, kumar pisliğinden hem büyük bir hayırseverlik hem de ilgili bakanlık faaliyetleri ile masumlaştırma algısı güdülmektedir. Spor Toto sosyal medya hesapları da yine sayın bakanın medya aracı gibi kullanılmaktadır. Yani anlayacağınız, sadece birkaç kuzu değil sürünün tamamı kurda teslim edilmiş ve nasıl iğdiş edildiklerinin reklamı yapılmıştır!

Çoğunluğu dindar halkın oylarıyla seçilen ve her fırsatta İslam’a atıflar yapan 22 yıllık Ak Parti hükumetleri boyunca, kumarın önlenmesi ve uzaklaştırılması bir yana, at yarışları ve bahis kumarlarına ait 2 ana lisans Türkiye Varlık Fonuna 2017 yılında aktarılarak, hem daha da kurumsallaşmış hem de diğer varlıklarımızın mundar edilmesine neden olunmuştur! Bahis ve piyango lisansları, gerek kamu gerekse özel iştirakler ile daha da çoğaltılmıştır!

Ak Parti döneminde Spor Toto Teşkilatının kamu adına yönettiği kumarın çeşitlenmesi ve daha fazla kurbana erişilmesi sağlanmıştır. Kumarla ilgili 5602 sayılı kanun 2007 yılında, 5738 sayılı kanun 2008 yılında tazelenerek, kumarın topluma daha da nüfuz etmesi sağlanmıştır! İddaa isimli kumar pisliği hayatımıza 2004 yılında Ak Parti döneminde sokulmuştur! İnternet üzerinden kumar öncülüğünü de yine kimseye bırakmadan; gençliği zehirleyen iddaa.com, bilyoner.com, birebin.com, oley.com, misli.com, tuttur.com adlı resmi kumar siteleri de Ak Parti dönemi Spor Toto Teşkilatının eserleridir! Devlet internetten kumarhane işletirse, aç gözlü sivil kumarbazlar boş durur mu? Onlar da yurt içi ve yurt dışı sunuculardan kaçak kumar siteleri açarak, bu rezalet günah pastasından paylarını almaya çalışıyorlar tabi ki! Bizlere de kumar borcu yüzünden işi ve yuvası dağılan, geleceği körelen ve bazen intihar eden insanlarımız için çaresizce üzülmek düşüyor!

Bir zamanlar Türkiye’nin yıllarca süren vergi rekortmenliğini genelev patroniçesi Manukyan kimseye kaptırmıyordu! Manukyan’ın vergi rekortmeni olarak kıyamete kadar devam etmesi bile yaptığı işin pisliğini örter veya aklar mı? Caminin altına meyhane kurularak kazancı ile caminin giderleri karşılansa caiz olur mu? Kur korumalı mevduat ile milletin hazinesini hortumlayan faiz simsarları, kazançlarının bir kısmı ile mesela 50 tane fakir Müslümanı hacca gönderse, faiz paraları helal ve meşru sayılır mı? Aynen bu örneklerdeki gibi; kumar kazancından oluşan havuz ile okullar, spor salonları, evler, yurtlar yaptığını övünerek paylaşan Spor Toto Teşkilatının faaliyetleri de kumar pisliğini ve çocuklarımıza aşıladıkları kumarbazlık zehrini örtmez ve meşrulaştırmaz! Ağlayanın parası gülene yaramaz! Spor Toto Teşkilatının sözde “oyun” diyerek masumlaştırdığı kumarlarına parasını kaptıran vatandaşların hepsi, imkanları olsa kaybettikleri paralarını geri almak isterler! O yüzden kimse sanki hayır için bağış topluyormuş gibi riyakar söylemlere tevessül etmesin lütfen! Türkiye Cumhuriyeti Devleti, vatandaşlarının ihtiyacı olan tesisleri kumar pisliğinden sızan gelirlere muhtaç olmadan yapmaya muktedir ve gerekli zenginliğe sahiptir! Devletimizi kumar pisliğine mecbur gibi aciz gösteren ve bu rezaleti sürdürenler ağır sorumlu ve kusurludur!

Kumarın resmen işletilmesi, erişim için sadece 18 yaş sınırı konulması, Devletin anayasal görev ve sorumluluklarına aykırıdır! Spor toto teşkilatı derhal lağvedilmeli, milli piyango isminden milli kelimesi çıkarılarak yasaklanmalı, resmi veya kaçak kumar sitelerine erişim yasaklanarak BTK tarafından etkili önlemler alınmalıdır! Atlar üzerinden oynanan kumarlara; Cumhurbaşkanlığından belediyelere, TSK ve hatta kadın konseyine kadar değişik resmi ve özel isimler altında yapılan kumar koşularına son verilmelidir! Atlara olan düşkünlüğün hayvanseverlikten olmadığı, tıpkı başıboş köpekler üzerinden yapılan çıkar hesaplarına dayandığı çok açıktır! Son olarak, Türkiye Varlık Fonu ana kumarbaz rolünden çıkarak elindeki kumar lisanslarını iptal ettirmelidir.

2025’i Aile Yılı ilan eden Sayın Cumhurbaşkanımızın, en büyük aile ve namus düşmanlarından birisi olan kumar pisliğine karşı harekete geçmesini, kadim medeniyetimizden gelen asil devletimizi bu pisliğin kahredici lekesinden kurtarmasını bekliyoruz! Ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığımızın da işlettikleri kumarın açık bir pislik ve haram olduğu vaazını Spor Toto Teşkilatı ile Gençlik ve Spor Bakanlığımıza özel olarak irat etmesini istiyoruz! Sizce bunlar için çok bekler miyiz?




Afet ve Acil Durum Yönetiminde de Balık Baştan Kokmuş!

Kuruluşu 1959 yılına dayanan “Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı” AFAD,  idari anlamda zirve konumuna 2009 yılında çıkarılan 5902 sayılı yasa ile Başbakanlık’a bağlanmasıyla ulaştı. Ne yazık ki bu seviyede kalamadı ve Cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş sırasında İçişleri Bakanlığına bağlı bir alt birim statüsüne düşürüldü! Halbuki bakanlıklar ve kurumlar üstü olarak yurt genelinde etkili ve yetkili kalmalıydı. Bir bakanlıktan daha düşük seviyede olması diğer kurumlar nezdinde yetkinliğini ve koordinasyon gücünü kaybettirdi. Sağlık Bakanlığının UMKE’si gibi rakip veya paralel örgütler kurulmasına fırsat verildi.

Yangın, deprem, sel, patlama, savaş ve seferberlik gibi doğal veya suni bütün afet ve felaketleri kapsayan görev ve yetki alanıyla AFAD, devletin en yüksek icra makamına doğrudan bağlı olmalıydı! Bu şekilde Emniyet ve TSK kanadı da etkili ve aktif eşgüdümle çalıştırılabilirdi. Nitekim, sivil savunma mevzuatına göre özel veya kamu kurumlarındaki Sivil Savunma Uzmanı/Amiri olarak görevlendirilen kişiler de kurumun en üst yöneticisine doğrudan bağlı olmak zorundadır. Balık baştan kokar veya imam-cemaat etkileşimi gibi, devletin zirvesi bu ana kuralı dikkate almayınca, yerel yöneticilerin çoğu da bu işi ciddiye almıyorlar!

2022 yılında Sağlık Yönetimi doktora tezimi yaparken Sağlık Bakanlığına bağlı 400 yatak ve üzeri hastanelerin yönetiminde bu esas kurala uyan hastane oranının yalnızca yüzde 4,2’de kalmasına şaşıramamıştım! 79 insanımızın vefatı, 50 den fazla yaralı ile Otel Yangını Faciasının yaşandığı Bolu ilimizde, Valiliğin ve Belediye Başkanlığının yönetim organizasyonunda da Sivil Savunma birimlerinin alt düzey yardımcılara kaydırıldığını görüyoruz. Çok şükür, en azından Bolu Devlet Hastanesinin organizasyonunu doğru yaptığını tespit ettim.

Sivil Savunma Birimine değer verilmeyince, mevzuat gereği kurulması gereken Sivil Savunma Servislerinin de ya ihmal edilerek kurulmadığını veya kağıt üzerinde kaldığını görüyoruz. 100 ve üzeri personeli olan işletmelerde bir kısmının, 200 ve üzeri personeli olan işletmelerde hepsinin kurulması, donatılması ve düzenli eğitim ve tatbikatlar ile işler tutulması gereken Sivil Savunma Servisleri şunlardır:

1- Kontrol Merkezi ve Karargah Servisi;

2- Emniyet ve Kılavuz Servisi;

3- İtfaiye Servisi;

4- Kurtarma Servisi;

5- İlk Yardım Servisi;

6- Sosyal Yardım Servisi;

7- Teknik Onarım Servisi.

Bu servislerin donanımlı, güncel, eğitimli ve yeterli sayıda kurulmadığı her kurumda, yaşanacak felaketin sonuçları ağır zayiatla çıkacaktır!

Bolu Kartalkaya Oteller Bölgesindeki yapılaşma bir kampüs şeklinde odaklandığı için, her binanın çekirdek yapılanması dışında ortak bir Sivil Savunma Planı ve ekipleri de oluşturulmalı, karma personel yapısı eğitim ve her defasında farklı binalardaki tatbikatlar ile güncel kalmalı idi. Ayrıca yine tıpkı askeri kışlalar gibi bu tip şehre uzak kampüslerin kendi temel itfaiye araçlı acil müdahale istasyonu da kurulmalı idi. Çünkü bir yangının başlamasından itibaren 3-5 dakika içinde odayı, 8-10 dakika içinde kat veya daireyi, 15-20 dakika içinde binayı yutacak hızda ilerlediğini dikkate almak zorundayız. Bolu yangınında itfaiye aracının ulaşması neredeyse 1 saate yakın sürmüş! Böyle bir gecikmenin dehşetli faturası yaşandığı üzere, inanılmaz sayıda can ve mal kaybıdır!

Bolu yangınında yerel ve merkezi yönetim arasındaki yetki, görev çekişmesinden veya çeşitli nedenlerle idari kısa yolların kurulmasından dolayı, meydana gelen şüpheli veya gri alanlardan yararlanarak suiistimalden çekinmeyen tarafın işletme sahipleri olduğu barizdir! Amaçlarına ulaşmak için her yolu denediklerini ve sistemin açıklarını belki de içeriden yardım ve danışmanlık alarak kullandıklarını görüyoruz. Özellikle Bakanlıkların yerel süreçleri veya görece engelleri aşmak için kendilerine yetki olarak devşirdikleri her konuda, sorumluluk da almaları gerektiği açıktır. Uygulamada yetkili, sorgulamada ilgisiz kalamazlar! Benzer durumların, Sayıştay kontrolünden veya Kamu İhale Kurumu (KİK) kapsamından çıkarılan iş ve projelerde de yaşandığını biliyoruz.

Bolu özelinde oteller bölgesinin Bolu Merkez İlçe Belediyesinin yetki ve sorumluluk alanı dışında kaldığı açıktır. İlçe ve belde belediyelerinden karşılanamayan uzman personel ve denetim hizmetlerinin, Valilik kanalıyla icra edilmesi gerekir. Bunun için de en sağlıklı icra kurumu yerel AFAD müdürlükleridir! AFAD, yangın konusunu fiilen belediyelere terk etmiş, teşkilat ve görev kapsamından çıkarmış gibi yapılanmıştır. Sadece eğitim boyutu ile sınırlı kalmıştır. Her belediyede yangın uzmanı olmayabilir ama Valilikler içinde AFAD teşkilatında istihdamı ve yangın mevzuatı kapsamında İl Belediye sınırları dışında kalan bölgelerde ruhsat ve denetim hizmetleri sağlanabilir. Yeter ki karar verilsin!

Sivil Savunma mevzuatında ve planlama yaklaşımlarında maalesef  çağın ve teknolojinin gerisinde kalınmıştır. Sivil Savunma Planlarının, işletme modellerine ve boyutlarına göre farklı versiyonları üretilmelidir. Nitekim bu geri kalmışlık da bahane edilerek, Sağlık Bakanlığı tarafından UMKE teşkilatı kurulmuş, hastanelerde Sivil Savunma Planlarının dışında ayrıca Hastane Acil Durum ve Afet Planı (HAP) yapılması zorunlu tutulmuştur. Maalesef saçma bir şekilde, her hastane içinde iki ayrı acil plana göre aynı amaçla kurulmuş çok sayıda ikili ekip enflasyonu vardır. HAP’ın öne çıkarılması ile Sivil Savunma Planı ve servisleri fiilen uyutulmuştur. UMKE-AFAD rekabeti ve uyumsuzluk nedenli kaynak israfı halen sürmektedir. AFAD en üst çatı kurum olarak güçlenmeli, UMKE ve Askeri Kuvvetler gibi uzmanlık dalları olmalı, Türkiye genelinde her kurumda tek acil durum ve afet planı yapılmalı; hastane, okul, fabrika, AVM gibi özel alanlar için uyarlanmış Sivil Savunma Planı versiyonları geliştirilmelidir. En yakın itfaiye istasyonuna 15-20 dakikadan daha uzun yol mesafesi bulunan üniversite, fabrika, otel, konut, vb. toplu iş ve yaşam merkezlerinde asgari araç ve teçhizata sahip itfaiye istasyonu kurulması zorunlu olmalıdır!

Zaten alınması gereken tedbirler için, ayrıca daha fazla can ve mal kaybı yaşanmadan gereğinin acilen yapılması dileği ve bugüne kadar yaşanan bütün yangın ve afetlerde yitirdiğimiz kardeşlerimize rahmetler gelmesi duası ile Yüce Allah’a emanet olunuz!…




Eyvah! Yine “Aile Yılı” İlan Ettiler!

“Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz!” diye ne güzel söylemiş atalarımız! 2000 yılından beri iktidarlar tarafından canları sıkıldıkça, konu eskidikçe, hamaset ihtiyacı duyuldukça “Aile Yılı” ilan ediliyor! 2000, 2011, 2022 derken acele ederek 2025 yılını da ilan ettiler! Sanırım verdikleri zarar ve ziyan ayyuka çıktığından, evlenme sayısı düşerken boşanmalar arttığından, nüfus hızla yaşlandığından mütevellit bir panik hali var.

Öte yandan hangi konuda “…… Yılı” ilan ettilerse bir hayırları dokunamadığı gibi sürpriz zararlarını da gördük! Güya 2024 yılını da “Emekli Yılı” ilan etmişlerdi ama emeklilerin hali ortada!  Kronik emekli mağdurları olan SSK ve Bağ-Kur’luların düştüğü sefalete Memur Emeklilerini de iterek yalnız bırakmadılar sağ olsunlar! Seyyanen zam oyunu yüzünden, memurlar ölene kadar veya yaş haddinden zorla emekli edilene kadar çalışmaya kesin kararlı artık.

Aile konusunda asla samimi olmadıklarına inandıran ilk icraatları, oldukça feminist bir dille yazılan ve Allah’ın açık hükümlerini ustaca gizleyen sıkıntılı bir Cuma Hutbesini imamlara okutmak oldu. Aile Reisliğini yasalardan zaten kaldırmışlardı, şimdi dini metinlere de el attılar. Allah muhafaza eylesin!

Bir önceki Aile Bakanımız bekar ve çocuksuz, feminist bir derneğin yöneticisi ve uzmanlık alanlarından birisi boşanma olan avukatlık mesleğinden bir hanımefendi idi. Yeni Aile Bakanımız evli ve çocuklu bir Hanımefendi ve üstelik göreve geldikten kısa bir süre sonra “süresiz nafaka kabul edilebilir değil!” beyanında bulununca çok şükür bir şeyler düzelecek galiba diye umutlanmıştık. Bu beyanı verdiği 26 Temmuz 2023’den bu yana bir tık adım veya iyileşme olmadı. Giden Bakan süresiz nafaka yoktur diye inkar ediyor suçu yargıya atıyordu, gelen Bakan sorunun varlığını kabul etti o kadar! Hangi derde derman olduğu, göreve başladığından beri çatırdayan kaç aileyi kurtardığı TÜİK rakamlarıyla ortada! Sosyal felaket ve yıkımı giderek artan dozda yaşıyoruz!

Her şeye rağmen hüsn-ü zan (iyi niyetli yaklaşım) esastır düsturu (prensibi) ile bakacak olursak; Aile Yılı ilan edilen 2025 senesinde çözülmesini acilen istediğimiz kronik aile zararlıları şunlardır diyebiliriz:

1- Her aile küçük bir devlettir! Başsız ve lidersiz devlet olmayacağı gibi Reisi ve Yöneticisi olmayan aile de sağlıklı kalamaz! CEDAW sözleşmesindeki toplumsal cinsiyet eşitliği fitnesine dayanarak lağvedilen “Aile Reisliği” yasalara geri konulmalı, erkeğin fıtri haklarına olan gasp sona ermelidir!

2-İmzamızı çektiğimiz ama yasalarımızdaki uzantılarına asla dokunmadığımız İstanbul Sözleşmesi hüküm ve felsefesi TCK, TMK ve 6284 kanunlarından çıkarılmalıdır! Kadını mutlak melaike görerek beyanını esas alan, erkeği doğuştan suçlu kabul eden feminist yaklaşımların tamamı düzeltilmeli, iftira hallerinde isnat edilen suça eşit ceza verilmelidir.

3-Sapkın eşcinsel derneklerin tamamı derhal kapatılmalı, eşcinsel propaganda ve pazarlama ceza eşliğinde yasaklanmalıdır.

4-Toplumsal cinsiyet eşitliği fitnesi, Milli Eğitim müfredatından bütün yönleri ile temizlenmeli, devlet memurlarına yönelik zorunlu hizmet içi eğitimlerden kaldırılmalıdır.

5-1988 yılında süresiz yapılan nafaka haksızlığı giderilmeli, yıllar süren süren tedbir nafakası zulmü önlenmelidir. Yargı tarafında “kadının zina etmesi nafaka almasına mani değildir” gibi değerlerimize aykırı içtihatların önü kesin ifadelerle kapatılmalıdır.

6-Zina suçuna cezai yaptırım getirilmelidir.

7-Boşanma davalarının velayet, mal paylaşımı, nafaka ve tazminat gibi ihtilaf konularından ayrılması, boşanmanın evlenme gibi noter veya nüfus idaresince onaylı resmi sözleşme ile mahkemesiz yapılabilmesi sağlanmalıdır.

8-Boşanma halinde sebepsiz zenginleşmeye neden olan takıların erkek tarafından olanları dahil tamamının ve sonradan edinilen malların yarı yarıya kadınla paylaşımı gibi evlilikten uzaklaştıran erkeği ezen hükümler düzeltilmelidir.

9-Çocuk velayetinde ortak velayetin esas olması sağlanmalı, çocuğun intikam aracı olarak kullanılması kesin şekilde önlenmeli, çocuğun anne-baba tarafının alt ve üst soyu ile iletişimi çok özel ve istisnai haller dışında güçlü tutulmalıdır.

10-Güya Aile adına kurulan ama şimdiye kadar ailenin asli unsuru olan erkeği dışlayan Aile Bakanlığına ilk defa da olsa bir aile babası erkeğin Bakan olarak ataması yapılmalıdır.

11-Aile Bakanlığında şimdiye kadar yok sayılan “Erkek Hakları ve Sorunları” Genel Müdürlüğü tahsis edilmelidir.

12-Mecliste sözüm ona kadın-erkek fırsat eşitliği adına kurulan KEFEK komisyonundaki %90’a varan kadın üye hegemonyasına son verilmelidir.

13-Milli Eğitim başta olmak üzere Bakanlıklarda, Üniversitelerde ve Belediyelerde aile birleşimi için tayinlerde imkan sağlanmalı, parçalı aile yapısından kaçınılmalıdır.

14-Evlenmeyi teşvik etmek üzere gençlerin sırtına gereksiz yüklenen harcama ve taleplerin azaltılması için yaygın halk eğitimi verilmeli, yeni evli çiftlere faizsiz ihtiyaç kredisi, beyaz eşya desteği gibi imkanlar sunulmalıdır.

15-Aile ortamında çocuk bakılabilmesi için evli erkeklerin maaşlarına güçlü aile yardımı yapılmalı, asgari ücrette alt sınır yükseltilmeli, evinde çocuk bakan çalışmayan annelere özel teşvikler verilmelidir. Her şeye rağmen çalışmak zorunda kalan anneler için işyerlerinde zorunlu çocuk yuvası imkanı aranmalıdır.

Aile sorunları adına yazacak çok şey var ama 15 tanesi “2025 Aile Yılı” için yeter de artar bile! Keşke yapmaya niyetleri olsa, keşke en az yarısını yapsalar da kahraman ilan edip alkışlasak ve dua etsek! Çok şey istemiyoruz, kendi bozduklarını düzeltsinler yeter!!!




Ahirete Uğurladığımız Kardeşimin Ardından…

Ailemizin yakışıklısı, 7 kardeşin ortancası, en sempatik olanımız, 4 çocuğu ile babalıkta birincimiz, kardeşim İbrahim Özçelik; anne babasından ve kardeşlerinden önce hepimizi geçerek, ahiret yolculuğuna ilk çıkanımız oldu. 50 yaşına giremeden, 49’un son ayında 15 Aralık günü can emanetini Rahman ve Rahim olan Allah’ın ölüm meleğine teslim etti. Geçtiğimiz yıl EYT düzenlemesi sonrası emekli olmuştu. Orta 2’den terk ederek başladığı çalışma hayatında geçen 35 yılın ardından yorulmuş, sakin ve keyifli bir emeklilik yaşamak istiyordu. Üniversite çağlarındaki 3 kızının ardından, son dakika sürprizi olarak gelen 2,5 yaşındaki oğlu fiilen ailenin altın topuna dönmüş, tatlı bir sevgi ve heyecan kaynağı olmuştu. Düğün ve taziyelerde ailemizin temsilcisi, akrabalarımız arasında en çok irtibat kurandı. Baba ocağımızın kalkanı, annemizin yaveriydi.

Kardeşimdeki sabır ve anlayış hiç birimizde yok gibiydi. Aile binamızda büyüklerimizin koruyucusu ve güvencesi, ağır hasta olan babamıza en çok hizmet edenimizdi. Ona karşı gelemiyor, muzip gelen taleplerine dahi olmaz diyemiyorduk. Bizler bir yere giderken kendisi terste kalsa bile, geçerken beni de alın demesine itiraz etmek mümkün değildi.

Lanetlik mRNA sıvılarından en az ikişer doz olan birçok insan gibi, turbo kanser dehşetini hepimize yaşatarak, teşhis süreci ve hastalığının tamamını 3 aya sığdırarak, resmen kesinleştiğinde  kemoterapi yapılmasına bile fırsat bırakmayarak, hepimizi şaşkınlık içinde koydu gitti. Doktorların tıbben yapılabilecek bir şey kalmadı dediği son durumda, kendisini rahatlatmak için geleneksel tedavi yöntemlerini bile uygulamaya imkan bırakmadan, 4x hızında seyredilen bir film gibi baş döndürücü bir seyirle çöktü gitti. Bu apansız gidişin ardından biricik tesellimiz, ağır bir eziyet çekmeden, aylarca ağrıyla kıvranmadan, bir deri bir kemik kalasıya erimeden çabucak biten bir süreçle vefat etmesi oldu.

Küçük hücreli karsinom illetinin vahşi saldırılarını, birazcık olsun yavaşlatabileceğimiz çok kıymetli sayılı günlerinde, ona yalancı umutlar vaat eden bazı din bezirganı şarlatanların verdiği sahte umutların boşa çıktığını görünce, daha da bir üzüntü ve kahırla gitti. Biz ne kadar uyarmaya çalışsak da “seni ilaç kullanmadan bile tedavi edebilirim” diyebilecek kadar pervasızlaşan birisine güvenmesinin çok yanlış olduğunu geç de olsa anlayarak mahzun gitti. Manevi telkin ve ibadetlerinde şimdiye kadar olumlu etkisini gördüğümüzden, itiraz etmeden saygılı davrandığımız inanç grubunun, en kritik zamanda yaptığı illüzyonundan kurtaramadık kardeşimizi. “Doktorlardan önce bize gel” diyen, Hindistan’dan ithal edilen bir avuç kuruyemiş ezmesini son bir tane kalmış mucize ilaç diyerek fahiş fiyatla pazarlayan, her icraatı ticari sonuca dönüşen bu kişilere muhalefet edince, kardeşimizi temelli kaybetme korkusu da yaşadık. Fiili dua yerine geçen normal ilaç ve bitkisel tedavilerin ihmal edilerek, sırf sözlü dua ile şifa aramanın uygunsuzluğunu, sebepler dairesinde ispat etmeyle uğraştık kardeşimize bu tuhaf hengame içinde. Kendisine sahte umutlar veren bu kişilerin; sadece adak ve bağış için iletişime açık, destekleri gerektiğinde erişilemez uzaklıkta olduklarını kahırla yaşayarak, bizlere karşı savunamayarak, içine attı acısını gitti kardeşim. O yüzden, sonradan başsağlığına gelen temsilcilerine, biz yandık bari başkaları yanmasın, kimseye boşuna sağlık ve şifa ümitleri vermeyin, haddinizi ve yetkinizi taşan alanlara girmeyin, hasta insanların çok kıymetli zamanlarını boşuna tüketmeyin diyebildim ancak.

Kimseye bariz ve kasıtlı  bir zararı olmadı kardeşimin. Ama en büyük kötülüğü kendisine yaptı, sigara denilen zıkkımı son ayına kadar bırakmayarak. Kızsak da küssek de çaresiz kaldık sigara illetine karşı. Sinsice saldırıya geçen düşman gibi apansız bastırdı kanser hastalığı. Sebebi belli olsa da ilerleme şekli hiç normal değildi bu illetin. O yüzden turbo kanser demişler belli ki. Ne yazık ki kanser ve kalp krizi fırtınasını ciddiye alıp doğru dürüst araştıran, sağlık kayıtlarından yan etki sorgulamasını sağlayan bir sağlık yönetimimiz de olamadı bu süreçte. Kendi rızanla gönüllü denek olduğun için her şeye katlanacaksın anlayışını dayattılar umarsızca. Sebep olanlardan razı değiliz, Allah da yanlarına bırakmaz eminiz ama şu anda çaresiz bir uyum içindeyiz.

Covid sıvılarından olsun veya olmasın; sigara içen, alkol tüketen herkes, sıradan insanlara göre daha fazla kanser ve diğer kronik hastalıkların hedefi olmaya devam edecektir. Sadece vergi payını yükselterek, alkolden ehliyetini kaptıranları sosyal ve ekonomik idama mahkum ederek bu sorunları aşamayız. Eğitimden medyaya kadar çok yönlü bir mücadele ve aile temelli stratejik kararlar alarak ancak etkili olabiliriz.

Bir yandan kardeşimi kaybetmenin şaşkınlığı ve hüznü içinde bocalarken, diğer yandan Gazze’de kardeşleriyle beraber tüm sülalesini şehit verenlerin, yakın zamanda yaşadığımız deprem vb. felaketlerde en sevdiklerini aniden kaybedenlerin huzurunda kardeş acısını dillendirmenin bir nebze mahcubiyetini de yaşıyorum doğrusu. Tam burada sözler kifayetsiz, acılar tarifsiz kalıyor. Son nefesimize kadar hak batıl mücadelesinde doğru ve dik durabilenlerden olmayı seçip çalışmaktan, dünya imtihanını bitiren Müslümanlara rahmet okumaktan başka bir yol da bizlere yakışmıyor zaten. Öyleyse, başta Hz. Peygamber a.s. olmak üzere cümle geçmişimize, yakınlarımıza, şehitlerimize, anne-baba ve kardeşlerimizden ahirete uğurladıklarımıza ve hassaten biricik kardeşim İbrahim’in ruhuna el-Fatiha!…




Vatandaşa Banknot Zulmü Neden Yapılıyor?

Günümüz Türkiye’sinde TL’nin anormal değer kaybına uğraması ve yüksek enflasyona rağmen, ihtiyaca uygun büyük rakamlı banknot basılmaması biz vatandaşlar için zulüm boyutuna gelmiştir! Kağıt para fiilen tedavülden kalkmış gibidir! Bir market veya pazar alışverişine çıktığımızda harcayacağımız günlük rakamlar dahi cüzdanda taşınamaz tutarlara çıktı! Faiz pisliğinin cebimize ve ticaretimize giren temas noktası kredi kartının bulaşmadığı işletme veya esnaf neredeyse kalmadı. Semt pazarı tezgahları ve taksiler de kredi kartıyla çalışır oldu.

Fiilen 500 ve 1.000 TL lik banknot basmayarak yapılan zorlamanın üzerine, 7.000 TL’yi aşan ödemelerin bankadan yapılma zorunluluğu ise meseleye tüy diken nihai garabettir! Allah’a ve Resulüne apaçık savaş açmakla eşdeğer olan faiz işletmeciliğine, bütün halkı göbekten bağlayan uygulamaları başımıza bela edenlerin, dindar veya dine saygılı olduğunu iddia etmesi de ayrı bir hüzün ve hezimet tablosudur!

200 TL’lik banknot ilk defa 1 Ocak 2009’da dolaşıma çıktığında gerçekten değerli ve yeterli idi! Tek bir 200 TL ile 4 gramdan fazla altın alınabiliyordu! Maaşı 1.355 TL olan bir hemşire kardeşimiz sadece 6 adet 200 TL banknot ve bozuk kalanı ile tüm parasını cüzdanına koyabiliyordu! Yine maaşı 2.587 TL olan bir Kaymakam yetkilimiz de en fazla 13 adet banknotla maaşını cüzdanına sığdırabiliyordu!

Şimdi bırakın Hemşire veya Kaymakam yetkilimizi, 17.000 TL asgari ücretle çalışan vasıfsız bir işçi kardeşimiz dahi maaşını cüzdanına sığdıramaz! 85 adet 200 TL’lik banknotu ancak bir çantayla taşıyabilirsiniz! Böyle bir cüzdan olabilir mi?

En az 500 ve 1.000 TL’lik banknotların acilen basılarak vatandaşın ve piyasanın sıkıntısının giderilmesi şarttır! Israrla bundan kaçınılması da ekonomik bir zulüm ve halkı faiz çukuruna itelemenin ta kendisidir! Eğer 15 yılda bu kadar çok değer kaybeden bir paramız olmasın isteniyorsa, bunun çözümü de ABD doları gibi karşılıksız ve borca dayalı para basmak değil, doğrudan altına endeksli ve hayali olmayan reel değerli para birimine geçmektir! Belli ki IMF ve Londra merkezli büyük tefecilerin dümen suyundan çıkmaya niyetiniz veya mecaliniz yok, bari vatandaşa değeri pula dönmüş banknot eziyeti yapmayın artık! Çok şey mi istiyoruz? Nasıl olsa onların da dolar gibi bir karşılığı olmayacak ve bir süre sonra yetmeyecekler zaten. Hem ayrıca para kağıdından da büyük tasarruf etmiş olacaksınız!…




Doğruyu Söylemekle Doğruyu Yaşamak Aynı Şey Değildir!

Bediüzzaman Said Nursi’nin çok veciz bir ifadesi var: “Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur.” Buradaki düşünce yazımın başlığını önemli ölçüde kapsıyor. Eksik kalan kısımlarını da merhume mütefekkirlerimizden Alev Alatlı’nın “Her yasal hak, helal değildir!” ifadesiyle kapatabiliriz. Şimdi bunları örneklerle biraz açalım isterseniz.

Patavatsızlık dediğimiz davranışlar, aslında söylenen söz doğru da olsa yersizliği ve bazen de hadsizliği tanımlamak için kullanılır. Fizyonomi ilmine göre, etli ve dışa dönük dudaklı insanların patavatsızlığı belirgin özelliklerindendir. Burçlar açısından bakıldığında yay, koç, ikizler ve oğlak burcunda doğan insanların patavatsız olabilen karakterlere sahip oldukları bilinir.

Nispeten etli dudaklı ve ikizler burcundan birisi olarak, istemeden de olsa patavatsızlıklar yapabildiğimi itiraf etmem lazım. Her ne kadar kendimle mücadele etsem de bazen ipin ucu kaçıyor ve pişman olabileceğim sözler söylüyorum. Mesela geçmiş bir günde, muhafazakâr camianın sevip saydığı bir sunucu ağabeyimizle şahsen tanıştırılma imkânım oldu. Kendisiyle tokalaşırken aslında iltifat etmek isterken çok iyi göründüğünü sadece biraz kilo aldığını söylemiş bulundum. Anında olumsuz etkilendi ve alındığını hissettirerek iletişimi kapattı. Hâlbuki kırk yılın başında tanışmışken, üstelik cidden sevip sayıyorken, ne gerek vardı böyle filtresiz konuşmaya değil mi? Velev ki göbeği çıkmış olsun, bana mı kalmıştı hatırlatmak? Doğruyu söylemek başka, her doğruyu ulu orta söylemek başka bir şeydir.

Kurumsal ve hukuksal düzlemde doğru gibi gözüken bir çok mesele haksız, zararlı ve kötü olabiliyor. Aklın, mantığın, İslam’ın karşı çıkmasına rağmen, boşanan erkeklerin eski hanımlarına ömür boyu ve her yıl mahkemeyle otomatik artan süresiz nafaka, avukat ve yargı masrafı ödemesi maalesef yasaldır ama asla doğru ve helal değildir!

7 Ekim 2023’de Hamas mücahitlerinin bu kadar zulüm yeter artık diyerek, siyonist işgal devletine operasyon yapmasından sonra Filistinli Müslümanlara yönelik başlatılan katliam, vahşet, açlık ve insanlık dışı muameleler karşısında bütün İslam ülkeleri sınıfta kaldı, rezil ve zelil oldular! Türkiye’nin siyonist İsrail devletine olan ticareti kesilsin diye yapılan çağrılar aylarca karşılıksız kaldı. En sonunda ticaretin varlığı itiraf edilerek resmen sonlandırıldığı duyuruldu. Kağıt üzerinde israile doğrudan ticaret azaldı. Ama Gazze’de sağlam bir binası veya kurumu kalmayan Filistin devletinin, işbirlikçi Mahmut Abbas yönetimindeki yapısı ile ticaret patlaması yapılarak, israilin eksilen kalemleri kağıt üzerinde Filistin ticaretine aktarıldı. Sayın Ticaret Bakanımız da büyük bir pişkinlik içinde İsrail ile ticaretimizin bittiğini söyleyebildi. Bu sırada limanlarımızdan İsrail limanlarına doğrudan veya dolaylı şekilde her türlü malzemeyi taşıyan gemi seferleri hiç durmadı. İncirlik ve Kürecik üsleri gibi siyonist kalkanlarını susturmak ise akıllarına bile gelmedi! Azerbaycan petrolünün israile akmasına, diğer ülkelerden kovulan Siyonist gemilerin limanlarımıza rahatça gelmesine dur denilmedi! Söylenen şey doğru ama yapılan şey asla doğru ve haklı değildi.

Doğruyu söylemekle doğru olmak arasındaki farklardan birisi de alimlerin ilmiyle amel etme sorumluluğudur. Yoksa kitap yüklü merkeplerden bir farkları kalmadığını bizzat Allah’u Teala bildiriyor. Yine hikmet-i ilahi gereği, bu konuda da sabıkası en bozuk olanlar yahudi alimler olduğu için Cum’a Suresi 5. Ayetinde şöyle hitap edilmiş:  “Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir.” O yahudi alimleri ki kendilerine emredilen Tevrat hükümlerine uymadıkları gibi tahrif ederek değiştirdiler ve aslından uzaklaştırdılar.

Hülâsa; iki cihan serveri Resul’u Kibriya Hz. Muhammed Mustafa Efendimizin “Beni bu ayetler yaşlandırdı!” diye buyurduğu Hûd Suresi 112. ayetindeki “Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O yaptıklarınızı hakkıyla görür.” İlahi uyarısı hepimiz için ölene kadar dikkate almamız gereken temel nasihatlerden birisi olarak kalmalıdır!

Yüce Allah bizleri ve idarecilerimizi, hakkı bilip hakkı yaşayanlardan, ilmiyle amel ederek kötülüklerden sakınanlardan ve kötülükle mücadele edenlerden eylesin! Amin!…




#emadder tarafından Kartal’da yapılan mitinge katılarak #kademeliemeklilik çağrısını yineledik

Emeklilikte Adalet Derneği tarafından 27 Ekim 2024’de düzenlenen, kendileriyle beraber; staj ve çıraklık, bağ-kur, doğum ve askerlik borçlanması gibi diğer SGK mağdurlarına da çözüm olabilecek Emeklilikte KADEME isteyen dostlarımızın Kartal’daki coşkularına biz de katıldık! #EmadderKartaldaTekYürek




Rehber TV’de Helal Gıda ve Siyonistleri Boykot Konularını konuştuk




Sağlık Sistemimizi Çökerten Taşeronlaşma ve Kışkırtılmış Talep Sorunları

Ak Parti iktidarından önceki sağlık hizmetlerimizde kelimenin tam anlamıyla bir kast sistemi vardı. Sadece temel sağlık hizmetleri diyebileceğimiz 1.basamak sağlık kuruluşlarında nispeten adil ve geniş kapsamlı bir hizmet sunumu yapılıyordu. Sağlık Ocağı, Sağlık Evi, Veremle Savaş Dispanseri gibi kuruluşlarımız halka en yakın ve ulaşılabilir sağlık hizmetini çoğu kere ücretsiz veya küçük katkı payları eşliğinde veriyorlardı.

Sağlıkta kast sistemi 2. ve 3. basamak sağlık kuruluşlarında uygulanıyordu. SSK, Bağ-Kur veya Emekli Sandığına bağlı olarak zorunlu gidilen hastaneler vardı. Üniversite Hastaneleri ayrı, bazı bakanlık ve devlet kurumlarının kendi hastaneleri ayrı takılıyordu. Sağlığın patronu diyebileceğimiz bir kurum yoksa da ağırlık SSK’nın bağlı olduğu Çalışma Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığı arasında paylaşılıyordu.

Sağlıkta dönüşüm programı ile 2. ve 3. basamak hastanelerin Sağlık Bakanlığı çatısında toplanması ve hizmet sunumunda ayrıcalıkları kaldırılması, oldukça doğru ve etkili bir karardı. Zaten bu kararın siyasi faydası Ak Partiye uzun yıllar hayat veren ana unsurlardan birisi oldu.

Her şey iyi giderken Ak Parti hükumetleri tarafından 2 stratejik hata yapıldı ve bunlar yüzünden sağlık sisteminin bütün ayarları bozuldu. Hizmetlere erişim zorlaştı ve kamuya yüklenen maliyetleri anormal yükseldi. Hatta bu hengame içinde “Yenidoğan Çetesi” gibi aşağılık çıkar gruplarının istismar edebileceği şartlar oluşturuldu.

İngiltere modeline benzer şekilde getirilen Aile Hekimliği sistemi; aslında çok iyi işleyen ancak, uzun süredir nüfus hareketine uygun yatırım yapılmadığı ve neredeyse kasıtlı olarak zayıf bırakıldığı için gerileyen 1. basamak koruyucu ve temel sağlık hizmetlerimizi, eskisinden çok daha kötü bir noktaya taşıdı. Türkiye’nin ekonomik olarak çok daha zayıf olduğu dönemlerde bile en ücra kesimlere ulaşan temel sağlık hizmetleri sayesinde yerinde çözüm sağlayan “sağlık evi”, “sağlık ocağı” gibi kadim kurumları iğdiş edildi.

Kamunun en öncelikli sorumluluklarından birisi olan temel ve koruyucu sağlık hizmetleri, aile hekimlerinin taşeron sağlık işletmeciliğine adeta terk edildi. Aile Hekimlerinin ekonomik mücadele içinde gider kontrolü, kira ve personel harcamaları gibi yıpratıcı şartlarda, etraflarında kurulan eczaneler ile etik dışı çıkar ilişkilerine zorlayıcı kirli bir atmosferde çalışmalarını zorladı. Aile Sağlığı Merkezlerinde görev alan sağlık meslek mensupları; mesleki haysiyet, istikrar ve iş güvencelerini yok eden, artık ekip liderinden çok acımasız  patronları olan Sözleşmeli Hekimler tarafından istenmeyen şartlarda çalışmaya mecbur bırakılan “ASM Grup Elemanları” oldular! Eskiden Sağlık Bakanlığının şefkatli eli en ücra yerlerde bile kalıcı olarak hissedilebiliyorken, artık vatandaşlarımız sadece sayısal olarak paylaşılan, kotalar kadar muayene, aşı vb hizmet ile ancak takip edilen kalabalıklara döndüler. Halkımız gruplar halinde taşeron sağlık anlaşmalarına bağlandı!

Sağlık Ocağı sisteminde Hekiminden Çevre Sağlığı Teknisyenine kadar temel yelpazede gerekli sağlık meslek mensupları vardı. Sağlık Ocaklarının uydusu olarak kurulan Sağlık Evleriyle en ücra beldelere uzanan sağlık teşkilatı vardı. 2. ve 3. Basamak Hastaneleri rahatlatan, hem vatandaşın işini yerinde gören hem de hastaneleri gereksiz kalabalıktan koruyan sevk zinciri sistemi vardı. Bunların hepsini kaldırdılar. Yerine, daha çok raporlu ilaçları yazmakla yetinilen eskiye göre gerilemiş ve soğumuş bir ucube yapı bıraktılar.

Sağlık sisteminde 1. basamak hizmetlerin neredeyse kasıtlı olarak geri bırakılmasıyla, 2. ve 3. basamak hastaneler için “kışkırtılmış talep” faciası çıktı. Daha önce istese de hastane hizmetlerine kolaylıkla erişemeyen hastalar için neredeyse selam vermeleriyle yazılan MR, BT, USG ve Lab. Tetkiklerinde patlama yaşandı. Sayısal olarak bakıldığında Avrupa ve ABD modellerinin çok üzerinde seyreden cihaz ve tetkik sayılarımız rekorlar kırarak ilerledi. Sevk zincirinin yok edildiği, ek ödeme sistemiyle ameliyat gibi girişimsel işlemlerin resmen anormal teşvik edildiği bir ortamda, Sosyal Güvenlik Kurumuna yüklenen  sağlık harcamalarında astronomik artışlar görüldü.

Sağlık hizmetlerinin hastane kurmaktan ibaretmiş gibi algılandığı bu dönemlerde, bir başka çılgınlık da özel hastanelerin hızla yaygınlaşmasıyla peydah etti. Önce anormal teşvikler yapılarak her yerde pıtırak gibi kurdurulan özel hastanelerin, SGK anlaşmalarıyla müşteri ve kar maksimizasyonları sağlandı. Sonra sağlık giderlerinin suistimal ve talep patlamalarıyla kontrolden çıktığını gören hükumetin zorunlu bir kararı ile anlaşmalar/ fiyatlar/fark katsayıları azaltıldı ve özel hastanelere fetret dönemi yaşatıldı. Küçük sermaye hastaneleri ya kapandı veya büyük gruplara satıldı. Daha sonra SGK anlaşmaları tekrar genişletilerek, özel hastanelerin yeniden parlak gelirlere kavuşması sağlandı. Ama bu kez de ruhsat kısıtlaması yapılarak, hastane ruhsatları  İstanbul taksi plakaları gibi karaborsa malzemesine dönüştürüldü. Sağlık Bakanı olarak her türlü imtiyazdan faydalanan hastane patronları veya siyasal yakınlığı olan sermaye grupları dışında büyüyüp serpilebilen fazla özel hastane grubu kalmadı. Tam bu noktada oluşan gri alanları acımasızca sömüren ve insanları bilerek öldürebilecek kadar canavarlaşan “Yenidoğan Çetesi” gibi kirli örgütler üredi. SGK’nın ve vatandaşların sistematik olarak soyulma fırsatları verildi.

Kamu Hastanelerinde profesyonel yöneticilik denemesi ve şehir hastaneleri modeliyle alınan olumlu ve olumsuz sonuçlar ayrı birer yazı konusu olduğundan burada pas geçiyorum. Ancak 1 basamakta yapılan sağlıkta taşeronlaşmanın 2.ve3. basamak hastanelerinde kamuda şirketleşme modeli ile kamu özel iş ortaklığının kullanıldığı şehir hastanelerinde denendiğini söyleyebiliriz. Kamuda şirketleşme modeli teori ve pratik uyumsuzluğundan, şehir hastanelerinde ise kamu aleyhine anormal şartlardan dolayı sürdürülemez olduğu anlaşıldı. Nitekim Sağlık Bakanlığı da artık son projelerinde tamamen kamu sermayeli şehir hastaneleri modeline geçti.

Sadece durum tespitiyle kalmamak için, yapılması gerekenleri önerecek olursak;

1-Sözleşmeli taşeron temel sağlık hizmetleri uygulamasına son verilmelidir. Aile Hekimleri dahil bütün sağlık personeli resmi kadrolarında istihdam edilmeli ve bina, yakıt, doğalgaz gibi dertler ile muhatap edilmemelidir.

2-Sağlık Ocağı sistemi gibi, içinde hekim dışında diş hekimi, sağlık memuru, hemşire, ebe, psikolog, diyetisyen, ağız diş teknisyeni, lab. teknisyeni gibi temel branşların olduğu 1. basamak butik sağlık kurumları yaygınlaştırılmalı ve sağlık ocağı hekimlerin rapor ve reçete yetkileri genişletilmelidir.

3-Hastanelere gidiş için acil hizmetler dışında sevk zinciri zorunlu tutulmalıdır. Sevk zincirine uyum ilk muayenede çözüm odaklı olunmalı, keyfi gidişlerde yüksek katkı payı gibi yaptırımlar konulmalıdır. Nüfusu kalabalık yerlerde 1. basamağa destek verecek semt poliklinikleri ile branşlara özel ihtiyaçlar karşılanmalıdır.

4-Özel hastanelerin SGK anlaşmaları iyice daraltılmalı, kamudan hasta sevkiyatı sıkı takibe alınmalıdır. Özel hastanelerin sağlık turizmine yoğunlaşması teşvik edilmelidir. Özel hastane ruhsatlarındaki anormal kısıtlar kaldırılarak sağlıkta tekelleşmeye son verilmelidir.