Hz. Adem aleyhisselamın yaratılışından sonra insanlığa dair ne varsa, AİLE ile doğrudan veya dolaylı ilgilidir. Ailenin geçmişi insanlığın köküne dayanır. “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” (Nisa /1)
İlk aile, Cennet bahçelerinde Hz. Adem ile Hz. Havva anamız tarafından Allah’ın izni ile kurulmuştur. “Biz de şöyle dedik: “Ey Adem! Şüphesiz bu (İblis) sen ve eşin için bir düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra mutsuz olursun. Şüphesiz senin için orada aç kalmak, çıplak kalmak yoktur.“” (Taha /117-118)
Allah’ın açık uyarısı ve yasağına rağmen, lanetli şeytanın Hz. Havva ve Hz. Adem’i yalan vaatlerle kandırması ve yasaklanmış eylemde bulunmaları üzerine, her ikisi de Cennetten kovularak yeryüzünün farklı bölgelerine sürgüne gönderilmiştir. “Nihayet şeytan ona vesvese verip şöyle dedi: “Ey Adem! Sana ebedilik ağacını ve yok olmayan bir saltanatı göstereyim mi?”Bunun üzerine onlar (Adem ve eşi Havva) o ağacın meyvesinden yediler. Bu sebeple ayıp yerleri kendilerine göründü ve cennet yaprağından üzerlerine örtmeye başladılar. Adem Rabbine isyan etti ve yolunu şaşırdı.Sonra Rabbi onu seçti, tövbesini kabul etti ve ona doğru yolu gösterdi.Allah şöyle dedi: “Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan inin. Eğer tarafımdan size bir yol gösterici (kitap) gelir de, kim benim yol göstericime uyarsa artık o, ne (dünyada) sapar ne de (ahirette) sıkıntı çeker.” (Taha /120-123) Yani şeytanın birinci fitnesi, insanlığın temeli olan ilk ailenin parçalanmasıyla sonuçlanan aşağılık bir başarı hikayesidir.
Şefkati ve merhameti gazabının çok üzerinde olan Şanı Yüce Allah’ın, pişman olan Hz. Adem ve Hz. Havva’nın dualarına ve kavuşma taleplerine karşılık vermemesi beklenemezdi. “Bu durum devam ederken Âdem, Rabbinden bir takım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.” (Bakara /37) Nitekim, dualarının kabul edildiği yer varsayılan Rahmet Tepesi ile, buluşma yerleri olarak bilinen Arafat bölgesi Haccın rükunları arasında bulunarak 1500 yıla yakın zamandır tekrarlanıyor. İnşallah kıyamete kadar da anılmaya devam edecektir. Yani Allah’ın indinde esas ve makbul olan ailenin korunmasıdır.
Takdir-i İlahi gereği, insanlığın çoğalması için kadınla erkeğin birlikteliği aile çatısı altında meşru kılınmıştır. “Sizi bir tek candan (Âdem’den) yaratan, ondan da yanında huzur bulsun diye eşini (Havva’yı) yaratan O’dur. Eşi ile (birleşince) eşi hafif bir yük yüklendi (hamile kaldı). Onu bir müddet taşıdı. Hamileliği ağırlaşınca, Rableri Allah’a: Andolsun bize kusursuz bir çocuk verirsen muhakkak şükredenlerden olacağız, diye dua ettiler.” (A’raf /189) Neslin devamı için meşru aile yapısının kurulması ve korunması şarttır. Nikahsız zina türü beraberlikler yasaklanmış ve en büyük günahlar arasında sayılarak lanetlenmiştir.
Alemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimiz en güzel aile örneklerini bizzat yaşantısında göstermiş ve mü’minler başta olmak üzere insanlığa mükemmel bir rol model olmuştur. “Sevgi dolu, doğurgan kadınlarla evleniniz. Çünkü ben kıyamet gününde peygamberlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim” (Ebu Davud, İbn Hanbel) ve “Kişi evlendiğinde dinin yarısını tamamlamıştır. Diğer yarısı için de Allah’tan korksun!” (Beyhakî, Şuabü’l-îmân) Şeklinde mübarek sözleriyle hem neslin devamı için, hem de ideal İslam yaşantısı için aile birliğini işaret etmiştir.
Kısacası aile kutsal bir yolculuktur. Sadece dünyada kalmaz, sonsuz ahiret hayatını hedefleyerek yaşamayı gerektirir. Hayırlı evlilikler, taraflarını Allah’ın rızasına ve Cennetine götüren bir yaşantıyı sunar. Kötü veya başarısız evlilikler de dünyada ve ahirette hüsranla sonuçlanan felaket bir serüvene dönüşür.
Şeytan, Ailenin Ezeli Düşmanıdır.
İnsanlığın ve hak din olan İslam’ın inkişafı için aile kurumuna bu kadar önemli verilince, ezeli düşmanımız şeytanın da kaçınılmaz baş hedefi aile olmuştur. Sevgili Peygamberimiz bu tehlikeyi açıkça belirtmiştir: “İblis tahtını su üzerine kurar. Sonra yapacakları kötülükleri yapmak üzere avenesini sağa sola gönderir. Makam ve mevkice ona en yakın olan, fitnenin en büyüğünü yapandır. Hepsi yaptıklarını anlatmak üzere İblis’in yanına gelir ve içlerinden birisi: ‘Ben şunu, şunu yaptım.’ der. Ancak İblis, ona: ‘Senin yaptığın da bir şey mi?’ der. Sonra bir başkası gelir ve ‘Falan adamı, karısından boşayıncaya kadar onun yakasını bırakmadım.’ der. İblis bundan o kadar memnun olur ki, hemen onu yanına çağırır ve ‘Sen ne kadar şirinsin!’ diyerek ona iltifat eder.” (Müslim, Münafıkûn 67; Müsned, 3/314) Bugünlerde aile kurumunu her fırsatta parçalamak için kanun ve sözleşme çıkaranlar da bilerek veya bilmeyerek şeytanın emellerine hizmet ediyorlar!
Buraya kadar izah edildiği üzere; ailenin ne kadar mühim ve kutsal bir kurum olduğunu göremeyenler veya hafife alanlar, ya sinsi ve şeddeli bir İslam düşmanı, veya ağır derecede cahil insanlardan olabilir. Her iki halin de topluma büyük zarar verdiğini, özellikle bu kişilerin etkili ve yetkili makamda olmaları durumunda, zararlarının katlanarak büyüyeceğini de görmemiz gerekir. Yüce Allah, Milletimizi düşmanlardan ve düşman gibi zararlı cahillerden muhafaza eylesin!
Aile, Toplumun Temel Kaynağıdır!
İnsanlığın kaynağı ailedir! Şayet kaynak sağlam ve güvenli olursa, yetişen nesiller de sağlıklı ve topluma faydalı olacaktır. Tam tersi olan durumlarda ise, bozulan veya dağılan aile kaynaklarından insanlara faydasız ve hatta zarar veren bozulmuş nesillerin yetişmesi daha fazla olacaktır. Her iki durumu da yansıtmayan istisna kişiler elbette mevcuttur. Ancak bu istisnalar genel durumu değiştirmekten uzaktır.
Küçük aileler aşiret veya kabile topluluklarını, aşiretler şehir ve kasaba halklarını, şehir ve kasabalar da ülkeleri meydana getirir. Milletin temel yapı taşı ailedir. Aynı milletten insanlar, ortak geçmiş birliğinden gelen güç ve azimle gelecekte de var olabilmenin mücadelesini verirler. Geçmişten gelen kültür ve değerlerin geleceğe aktarıldığı, değişebilen yönlerinin şartlara göre güncellenerek geliştirildiği, geleceğe uzanan medeniyet köprüsünün ayakları aile yapısının üzerinden yükselir.
Aslında ailenin değerini ve işlevini daha güzel ifade edebilmek için vücudumuzdaki hücrelere benzetebiliriz. Millet veya bir ülke halkı, vücut dediğimiz canlı organizma gibidir. Hücrelerin birleşimiyle meydana gelen dokuların, organların ve sistemlerin mükemmel uyumuyla hayatını idame ettirir.
Teşbihte hata varsa şahsıma ait olmak üzere, her bir aile de vücuttaki hücreler gibi önemli ve toplumsal açıdan önemli bir işleve sahiptir. Ailelerin en önemli işlevi toplumun değerlerini yaşatmak ve geleceğe taşımak üzere, kaliteli, becerikli ve sağlıklı insanları üretmek ve yetiştirmektir. Ailenin kalitesi, yetiştirilen çocukların üzerinde doğrudan etkilidir. İyi aileler çocuklarını toplum için bir değer üretme yeteneğiyle donatırken, iletişim ve etkileşim becerilerini de geliştirir. Millete özgü kültürün ve medeniyetin transferini başarıyla gerçekleştirir. Sağlıklı hücrelerden yeni ve geçmişten gelen değerleri aktarabilen genç hücrelerin üremesi gibi, doğal işleyen bir gelişim ve büyüme süreci yaşanır. Bu yapı bozulmadığı sürece, ölüm ve yaşlılık gibi olağan nedenlerle dağılan veya yıkılan ailelerin eksikliği, genelde hissedilmez. Yerleri doldurulur ve hayat kendi mecrasında ilerler.
Sorunlu veya parçalanmış aile yapıları ise, tıpkı kanser hücreleri gibi işlev kaybına uğrar, kendisiyle beraber çevre hücrelere de zarar vermeye başlar. Kanser hücreleri aşırı şeker tüketimi ve plansız yayılma ile hem vücut kaynaklarını israf eder, hem de işgal ettiği bölgelerdeki çalışma düzenini bozarak, fonksiyon kayıplarına yol açar. Bu bozulma ve yayılma, vücudun kendi imkanları içinde tolere edemeyeceği boyutlara ulaştığında, önemli sistematik arızalara ve en sonunda bütün organizmayı çalışamaz hale getirerek ölüme neden olur.
Sorunlu ve dağılmış ailelerin kendileri ve sorunlu ürünleri olan çocuklar da toplumda tıpkı kanser hücreleri gibi zararlı etkilere yol açarlar. Suç ve şiddet eylemlerine karışma, kötü alışkanlıklar, sağlıksız yaşama şekilleri, eğitim yetersizliği gibi pek çok sorunu yaşayan veya yaşatanların aile geçmişlerinde, önemli sıkıntılar olduğu bilinen bir gerçektir. Sosyal yıkıma ve kamu düzeninde bozulmalara yol açan yasadışı örgütlerin en büyük insan kaynağı suistimale ve yönlendirmeye açık bulunan sorunlu aile çocuklarıdır. Halbuki, sağlıklı işleyen aile kurumlarında çocukların ihtiyaç ve sorunları önceden fark edilerek tedbir alınabilir.
Sosyal Felaketleri Tetikleyen Bozulmuş Aile Yapılarıdır!
Tarih boyunca sosyal yozlaşmalar, günah ve kötülükler bozulmuş aile yapılarından başlayarak yayılmıştır. Kendisi bozulan aileler kısa sürede çevresindekileri de etkilemiş ve akıbetlerini berbat etmiştir. Allah’ın cumartesi günü yasaklarına uymadıkları için maymuna çevirerek cezalandırdıkları (Bakara /65), Hz.Nuh’un kavmi, Âd, Semûd, Hz. İbrahim’in kavmi, Hz. Lût’un kavmi ve Medyen halkının helakı (Hacc /42) Âd ve Ress kavimleri ile bunlar arasında gelip geçen bir çok kavmin (Furkan /38) helakında bozulan aile grupları başroldedir.
Yakın dönemin en son ve en güçlü İslam devleti ve Hilafetin son temsilcisi olan Osmanlı’nın yıkılışı da 1856’da çıkarılan “Islahat Fermanı” ile özden kopuş ve aile yapısını bozmasıyla ivme kazanmıştır. Aile düşmanı zinanın kurumsallaşması 1812’den itibaren genelevlerin açılmasıyla başlamıştır. Büyük Hakan Sultan Abdülhamit Han’ın dahi önleyemeyerek, gayri Müslimlerin çalışabileceği ve gidebileceği kaydıyla ruhsat vermek zorunda kaldığı genelevler, hem fuhşun hem de bulaşıcı hastalıkların merkezi olmuştur. Gavurluğun içimizde daha rahat kök salabilmesi için, 3 Kasım 1839’da çıkarılan Tanzimat Fermanıyla gavura gavur demek de yasaklanmıştır.
Osmanlıda feminizmin ilk etkileri 1917’de çıkarılan Hukūk-ı Âile Kararnâmesinde görülmüş ve 1919 yılına kadar uygulanmıştır. Batıdan devşirilen kanunların İslam’a ve Milli geçmişimize ters yönleri kısa sürede etkisini göstermeye başlamış ve sosyal dokumuzda değişim ve dönüşüm süreci işlemiştir.
Zina suçunun nasıl bir toplumsal felaket olduğunu gözetmeyen, sadece mevcut kanunda kadın ve erkek arasındaki ceza eşitsizliğini dikkate alan Anayasa Mahkemesi, dini ve toplumsal değerlerimizi hiçe sayarak, erkeklerin zina suçunu 1996’da, kadınların zina suçunu da 1998’de iptal etmiştir. O sırada mecliste bulunan bütün vekiller doğru dürüst bir ceza yasası çıkarmadıkları için, bugüne kadar gelen tüm iktidar ve milletvekilleri de bu pisliği Milletin üzerinden kaldırmadıkları için suçludur, sorumludur, hatalıdır! Tabii ki onları seçerek Meclise gönderen biz vatandaşlar da bu ve benzeri konularda ısrarla takipte olmadığımız için suçluyuz ve ahiret gününde hesap vereceğiz! Allah bize acısın!
Aile Bağları ve Hiyerarşisi Yok Edilmek İsteniyor!
İslam dışı kanun ve sözleşmelerin en büyük hedefi aile yapısındaki bağ ve hiyerarşik düzendir. Erkeğin kavvam sıfatıyla sahip olduğu sorumluluk ve yöneticilik pozisyonu yok edilerek fiilen etkisiz bir eleman haline gelmesi amaçlanmıştır. Bu plan aşamalı şekilde günümüze kadar işletilmiş ve istenen sonuca ulaşılmıştır. Resmi olarak erkeklerin, gerek hanımları gerekse çocukları üzerinde her hangi bir terbiye ve düzenleme yetkisi bırakılmamıştır.
Kadın ve erkek arasında mutlak eşitlik bahanesiyle, ailenin mikro sosyal düzeni iptal edilerek içi boş birlikteliklere dönmesi hedefleniyor. Cumhuriyet döneminde çıkarılan kanunların seyrine baktığımızda önceleri erkekleri kayıran, zina vb. suçlarda kadınlardan farklı ceza almalarını zorlaştıran uygulamalar göze çarpıyor. Ancak 1985 yılında imzalanan CEDAW anlaşmasıyla erkeklerin yasal ve kültürel hakları birer birer ellerinden alınmaya başlamıştır.
1988 yılında medeni kanunda yapılan değişiklik ile nafaka ödemeleri süresiz hale getirilmiştir. Uzayan mahkeme sürelerinde tedbir nafakası konulmuş, sonrasında süresiz nafaka ile ömür boyu bitmeyen ve sürekli artan bir borç mahkumiyeti yasal zulüm olarak devam etmektedir.
2002 yılında çıkarılan yeni Türk Medeni Kanunu ile erkeklerin “Aile Reisliği” yok edilmiş, evlilikte erkeğin fıtrattan gelen Allah’ın ayetle tescil ettiği egemenlik hakları iptal edilmiştir. Edinilmiş malların ortaklığı, ziynet eşyalarının kadının malı sayılması, süresiz nafaka ve ağır tazminatlar nedeniyle evlilik hayatı erkekler için maddi bir tuzağa, kötü niyetli kadınlar içinse haksız ve kısa yoldan zenginleşmeye kapı aralamıştır. Verilen mahkeme kararlarında kadının zina ile kocasını aldatmış olması nafaka ve çocukların velayeti açısından hiç bir şeyi değiştirmemiş, kanunlar aldatan tarafı ödül verir gibi nafakaya mahkum etmiştir.
Yeni medeni kanuna göre kadın ve erkeklerin evlenme yaşı kesin olarak 18’den gün almaya çıkarılmıştır. İstisnai hallerde 1 yaş geriye izin verilmiştir. Garip olan şudur ki 15 yaşındaki bir kız çocuğu rıza ile cinsel ilişki kurabilir ama evlenemez. Evlendiği kişi tecavüz sanığı olarak işlem görür ve yıllarca hapis alır. Bu kanundan sonra genç yaşta zina yerine evlenmeyi tercih ettiği için hapse atılan binlerce insanımız bulunmaktadır. Genç yaşta evlilik genelde tavsiye edilmediği halde, duygu ve düşüncelerine engel olamayarak evlenen kişilerin yuvalarını, 8-10 yıl süren mahkemelerden sonra parçalamak ve birini çocuklarıyla birlikte kimsesiz ve çaresiz bırakıp, diğerini de hapiste çürümeye yollamak ne adaletin ne de insanlığın sonucudur.
Çocukların velayeti örf ve adetlerimizde, toplumsal geçmişimizde ve dinimizde erkeğe aittir. Bu nedenle kadın evlendiğinde erkeğin soyadını alır. Boşanma olaylarında çocukların genelde anne velayetinde bırakılması, babaları ile aralarındaki bağların koparılmasına, çocukların maddi ve manevi sömürü/intikam aracı olarak kullanılmasına neden olmuştur. Tam velayeti elinde tutan taraf (genelde kadınlar, bazen de erkekler) karşı tarafın aleyhine çocukları psikolojik baskı ve yönlendirmeye tabi tutmaktadır. Bu şekilde literatüre EYS (Ebeveyni Yabancılaştırma Sendromu) kavramı girmiştir.
2010 yılında Anayasamıza cinsel ayrımcılığın kadın-erkek eşitliğine aykırı sayılamayacağı eklenmiştir. Pozitif ayrımcılık adı altında erkeklere karşı yapılan ötekileştirme ve haklarını yok etme politikası sürekli ilerlemiştir.
2011 yılında imzalanan İstanbul Sözleşmesi ile hastalıklı erkek düşmanlığı yasalarımızın üzerinde bir yer edinmiştir. Bu sözleşmeye dayalı olarak çıkan 6284 sayılı kanun ve diğer mevzuatımızda bu bölücü ve yıkıcı aile düşmanlığı yasal zemin bulmuştur. Kadınların mutlak masum, erkeklerin de mutlak suçlu kabul edildiği bu düzen içinde sağlıklı bir aile yapısının kurulması imkansız hale getirilmiştir.
Aile İçin Acil Durum İlanı Şarttır!
Ülkemizde sağlıklı bir aile yuvasının kurulmasını önlemek için yasalar ve sözleşmeler yoğun bir işbirliği içindedir. Kolluk kuvvetlerinin ve yargının desteğiyle yapılan zulümler gittikçe feci boyutlara ulaşmıştır. Devletin güvenlik güçlerinin ve yargının koruması altında evli kadınların rahatça zina yapabilmeleri sağlanmaktadır. Zina yaşı ortaokul seviyesine inmiştir. Erkeklerin aile içinde bulunan kadın ve kızlara namuslu yaşama ile ilgili hiçbir kısıtlama veya müdahale yetkisi bırakılmamıştır. Nikahlı olmaları, erkeklerin kendi eşlerine tecavüz suçlamasıyla 10-15 yıl hapse atılmalarına engel değildir. Çünkü kadının beyanı kutsaldır. Delil ve ispat şartı olmaksızın işlem yapılır.
Aile kurumuna yönelik yıkıcı saldırılar medya ve internet üzerinden yoğunlaşarak sürmektedir. Sözde yerli dizi ve filmlerde aşağılık eşcinsel şakalar, karakterler, enseste varan sapkın cinsel ilişkiler, ahlaksız ve sadakatsiz yaşamanın teşvik edilmesi, lüks hayat ve israfın yüceltilmesi işlenmektedir. Sapkın bir homoseksüel kişinin Kızılay yardım paketlerini dağıtarak Allah razı olsun duaları eşliğinde kayda alınması rezaletin daniskasıdır. Ancak her türlü melanet gibi bu durum da normal karşılanmakta ve en ufak bir eleştiriye bile değer görülmemektedir.
Devlet eliyle oynatılan kumar ve bahisler Milli Piyango markasıyla meşru gösterilmektedir. Alkol üretimi ve tüketimi çığ gibi büyümektedir. Kaza, cinayet, tecavüz ve benzeri şiddet olaylarının en büyük nedeni olarak tescil edilen içki ve alkole karşı devletin yaptığı en önemli düzenleme vergisini arttırmakla sınırlı kalmıştır. Okullardan itibaren alkolün zararlarını hem maddi hem de manevi boyutlarıyla birlikte işlemek, alkolü cezalarda hafifletici neden olmaktan çıkarmak gerekir.
Eğitim sistemimiz milli olmaktan uzaktır. Eğitim dili ve müfredatında ateist felsefe hakimdir. Milli Eğitim Bakanımız okullarımızı mason-rotary tarikatının oyun alanına çeviren işbirliklerini aleni yapmaktadır. ETCEP (Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi) gelen tepkiler üzerine şeklen gizlenmiş ancak müfredat içinde fiilen devam etmektedir.
Faiz pisliği sosyal ve ekonomik hayatımızı esir etmiştir. Artık Kurbanlarımız bile faizli kredilerle kesilir hale gelmiştir. Faizin ekonomik ve sosyal yıkımından aile kurumu da nasibini fazlasıyla almaktadır. Ailenin ortak emekleri ve birikimleri faizli borç ve kredilerle yok edilmekte, evlenmek, konut veya taşıt sahibi olmak faiz pisliğine bulaşmadan imkansız duruma getirilmiştir.
TÜİK verilerine göre, artan nüfusa rağmen evlilik sayılarında büyük düşüşler gittikçe derinleşerek yaşanmaktadır. Buna karşılık, boşanma sayılarında ise sürekli bir yükseliş görülmektedir. Nüfusumuzun olağan büyüme trendi ise yeni doğan çocuk sayısının giderek düşmesi nedeniyle düzleşmeye başlamış, yani nüfusumuz giderek yaşlanma eğilimine girmiştir. Kadınları evlerinden kopartarak kapitalizmin çarkları içinde emeği sömüren, tüketimi aşırı teşvik edilerek piyasa hedefi haline getiren, anne olmanın erdeminden ve sorumluluğundan uzaklaştırarak, kariyer odaklı yaşamaya sevk eden, çocukları da taşeron kurumlara atarak aileden uzak büyümelerini sağlayan, bu şeytani sistemin işleyişinden daha farklı bir sonuca gelinmesi zaten beklenemezdi!
Aileler, akciğerlerin hava alış verişini sağlayan en küçük odacıkları gibidir. Toplum içinde katlanabilir ve yerine konabilir sayıda ailenin çökmesi istenmese de yıkıcı etkileri önlenebilir. Ancak çöken akciğer odacıklarının fazlalığı havasızlığa ve boğulmaya neden olduğu gibi, yıkılan ailelerin fazlalığı ve yaygınlığı da sosyal çöküntüye ve dağılmaya götürür. Avrupa’nın aile ve ahlak değerleri açısından yaşadığı felaketi yakından gördüğümüz halde, önlem almak yerine onların kokuşmuş kanun ve sözleşmelerini Milletimize zorla dayatmanın gaflet ve dalaletten farklı bir izahı olabilir mi?
Çok geç olmadan değil!
Yeterince geciktik ve batıyoruz zaten!
Acilen #ÖnceAİLE esaslı ve geniş kapsamlı bir acil durum ilanı yapmamız lazım!
Saldırılar çok yönlü geldiği için savunma ve iyileştirme hatlarını da çok yönlü kurmak zorundayız!
Haydi artık kendine gel Türkiye!
Aile giderse, Millet gider!
Aile giderse, Vatan gider!
Aile giderse, İslam gider!
Aile giderse, Ahiret gider!
O yüzden hep birlikte #ÖnceAİLE demeliyiz!
Ercan ÖZÇELİK Türkiye Aile Meclisi Başkan Yardımcısı
Süslü Kelimeler Acı Gerçekleri Kapatamaz!
Huzurevi, Sevgi Evi ve Anaokulu ne kadar da güzel kurumsal isimler değil mi? Duyduğunuzda olumsuz düşünmeniz mümkün değil neredeyse. Huzura, analığa ve sevgiye kim karşı çıkabilir ki?
Darülaceze yani yaşlılar ve düşkünler yurdunu Huzurevi yapınca bütün dramatik görüntüleri örtebilir miyiz? Gerçekten hiç kimsesi kalmayan az bir kısmı müstesna olarak, genelde evlerinde bakılmayan, bıkılan, istenmeyen yaşlılarımız, ölümlerine kadar beklemek zorunda bırakıldıkları bu evlerde huzur buluyorlar mı? Huzuru bulan veya arayan yaşlılar mıdır, yoksa onları terk edip giden aileleri mi?
Evlerimiz büyüdü, yuvalarımız küçüldü! Yuvalarımızda yaşlılarımıza yer bulamıyoruz. Bilmem kaç parça koltuk takımı ve dolap setlerini bir şekilde sığdırabiliyoruz ama, iki dirhem bir çekirdek yaşlımıza katlanamaz olduk. En iyisi huzurevine terk etmek! Hele bir de kendi emekli maaşı falan varsa, sen sağ ben selamet demeyi çok sevdik.
Yuvasında bakabilme imkanı olduğu halde, yaşlı anne ve babalarını huzurevlerine terk eden evlatlar veya torunlar, cennet biletini çöpe atmış bedbaht gafillerdir. Büyük bir kazancı kaybetmenin yanı sıra, önemli bir görevi ihmal etmenin vebalini ve hesabını da vermek zorunda kalacaklar.
Dağılan yuvaların en büyük hasarına enkaz altında kalan çocuklar maruz kalır! Parçalanmış aile çocukları sağlıklı ve çift taraflı (ana-baba) sevgiden mahrumiyeti çok yoğun hissederler. Yetimhanelere “Sevgi Evleri” demek güzeldir ama, sağlıklı bir aile sıcaklığını vermeye yetersizdir. Yetimhaneler çocuklar için en son çare görülmelidir. Ailelerin korunması, yaşatılması bütün toplumun ve devletin temel ödevidir. Zorunlu olarak dağılan veya ana-babadan birisi vefat eden ailelerde ise müsait olan ebeveynin yanında kalınabilmesi için destek verilmelidir. Parçalanmış aileler kaderine terk edilemez. Akrabalık ilişkileri böyle günlerde önemlidir.
Yetimhanelerin şartlarını düzeltmek iyidir, güzeldir ve gereklidir. Çocukları buralara gelmeden önce koruyabilmek esas olmalıdır. Yoksa, adları her ne kadar sevgi evleri olsa da buralarda kalan çocukların hüzünlerini, sevgiye ve ilgiye açlıklarını, ziyaretlerine gittiğinizde hiç tanımadıkları halde sizlere özlemle sarılmalarından anlarsınız. İçiniz yanar, kendinizden utanırsınız.
Anaokulları, analarından koparılan çocukların gün boyu oyalandıkları mekanlardır. Anaokuluna veya kreşlere bırakılan her çocuk anasından koparılmış minik birer kuzudur. Çünkü, kapitalist sistem yüzünden genelde çalışmak zorunda bırakılan anaların yerine, çocukları oyalamak ve temel ihtiyaçlarını gidermek için kurulmuştur. Anaokulları analığın kötü birer taklitçisidir. İnsanın ilk öğretmeni anasıdır. Sevgi ve ilgi yumağı içinde evladına yaşamayı ve dünyayı öğretir. Şuurlu bir anne ise, Rabbini ve Peygamber sevgisini yavrusunun saf yüreğine oya gibi işler. Adab-ı muaşereti, mahremiyet duygusunu, el becerilerini ve daha birçok şeyi ilk defa annesinden görür ve öğrenir. Okul çağına gelinceye kadar çocukların annelerinden koparılmaması lazımdır. Hemşirelik ve doktorluk gibi özel meslekleri olan, toplumun ihtiyacı için çalışması zorunlu bulunan, yavrularına bakabilecek yakınları olmayan anneler için, mümkün olan en iyi şartlarda ve kendilerine çok yakın anaokulları kurulmalıdır.
Bir toplumda huzurevlerinin, sevgi evlerinin ve anaokullarının sayıca artması hayra değil, şerre gidişatı gösterir. İsimleri süslü ama içleri hüzünlü bu kurumların, varlığının en önemli nedeni ailenin zayıflaması ve dağılmasıdır. Aile yapımızı korumak ve aile fertlerinin, doğumdan ölüme kadar aile içinde barınmasını sağlamak zorundayız. Parçalanmış aileler, yalnız kalan yaşlılar, eskiden Avrupa haberlerinde okuduğumuz olayların bizim toplumumuzda da yaşanmasına neden oluyor. Öldükten sonra, ancak cesetlerinin kokmasıyla fark edilen insanlarımız var ne yazık ki! Çok üzücü olan başka bir durum da huzurevi veya sevgi evine yerleşemeyen insanlarımızın sokaklarda kalmasıdır. Kentlerimizde sokaklarda yaşayan binlerce evsiz insanımız var. Her türlü suistimal, kötü alışkanlıklar, hastalıklar ve açlıkla yüz yüze yaşıyorlar. Komşusu açken tok yatamayan bir ümmetin sonu böyle mi olmalıydı?
Yaşlılık, hastalık, engellilik ve fakirlik gibi sorunlar bütün insanların karşılaşabileceği doğal sonuçlardır. Etkilerini en aza indirmek için aile yapımızı güçlendirmeli ve ailemizi tehdit eden CEDAW, İstanbul Sözleşmesi ve benzeri aile düşmanı mevzuatlardan korumalıyız. Kadınlarımızın kutsal analık işlevlerini hakkıyla takdir etmeli, yuvalarında konforlu ve huzurlu bir anneliğe imkan sağlamalı, onları kapitalist düzenin çalışan köleliğinden kurtararak evlerinin sultanı olmalarına teşvik etmeliyiz. Çok geç olmadan değil, zaten çok geciktik! Batıyoruz, farkında mısınız???
Ben Babamı Değil, Kendimi Yıkadım Aslında
Bu hafta sonu nasibim varmış, sevgili Babacığımın saç ve sakallarını tıraş ettim ve banyosunu yaptırdım. Daha önce de birkaç defa tıraş etmiştim ama banyosunu yaptırma şerefine ilk defa nail oldum. Bu sefer bana denk geldi. Babacığımın tıraşını ve banyosunu yaptırırken değişik bir duygu ve düşünce yoğunluğu yaşadım. Dimağımda kalanların bir kısmını paylaşmak için yazıyorum.
Berber koltuğuna oturan herkes, imam önündeki meyyit(cenaze) gibi sakin bir teslimiyet içindedir. Sağlıklı insanlar için bu hal, menfaati gereği katlanmak zorunda olduğu, isterse derhal terk edebileceği geçici bir süreçtir. O yüzden müşteri rencide olmaz, berber de gereksiz bir üstünlük psikolojisine girmez. Sevgili Babacığım gibi yaşlı ve hasta durumdakiler için durum çok farklıdır. Tıraş için kıpırdamadan bekleyebilmek dahi zorlu bir iştir. İnci beyazına dönmüş saçlarını makine ile keserken, yorgun ama narin cildini incitmeme gayreti ile birlikte, kandaki oksijen seviyesini düşürmeden hızlıca bitirebilmenin telaşını yaşadım.
Tıraştan hemen sonra kıyafetlerini çıkarmak ve tıpkı bir bebeğin banyo suyunu hazırlar gibi kova içindeki suyun sıcaklığını ayarlamak gerekti. Çünkü duş başlığından gelen sıcak suyun basıncı bile rahatsız ediyor artık. Ne kadar yaşlı ve hasta olursa olsun, suya ilk temasıyla otomatik başlayan abdest hareketleri ne de güzel geldi gözüme. İçimden Rabbime sonsuz şükürler ettim.
Suyla ıslattıktan sonra, sabun ve yumuşak bir lifle erimiş kaslarından arta kalan belli belirsiz tümseklerini, yağsız, kuru ve kemiklerini çevrelemiş derisini nazikçe ovaladım. Kuru bir dala dönen kollarını tutarak güzelce yıkadım. Bir zamanlar benimle birlikte 7 çocuğunu taşıyan, koruyan, beslenmeleri için çalışan ve rızıklarını yuvasına götüren güçlü ve kuvvetli kollardı bunlar!
Babamın şahsında kendi acizliğimi gördüm! Yalan dünyada hepimizin misafir olduğunu, dünya mallarına ise ancak misafir gittiğimiz bir evdeki oyuncaklar kadar sahip olabileceğimizi bir kez daha anladım.
Kıyamet gününe kadar devam eden bir çevrim içindeyiz. Nice insanlar geldi geçti buralardan. Bizler de bir gün ahiret kervanına katılarak dünya molasından çıkacağız. Yol uzun, süreç meşakkatli, azığımız hazır mı? Hazırladığımızı sandıklarımız yeter mi? Zaman ve enerjimizi, dünyada kalacak çakıl taşları gibi mal ve güç kavgaları için mi yoksa, ahirette de geçerli olacak salih amel senetleri için mi tüketeceğiz?
Bu yaşımda anne ve babamın sağ olmasının dahi büyük bir nimet olduğunun farkında olarak, Yüce Rabbimizden bütün mü’min kullarına sıralı ölümler nasip etmesini niyaz ederim. Anne babasından önce evladını mezara koymak zorunda kalanların sancısı anlatılır veya anlaşılır olmaktan uzak, çok dehşetli bir acı olsa gerek.
Yaşlılık ve hastalık halleri, ahiret yolculuğunun habercisi ve dünyada kalanlar için gidenlerin ayrılışına bir alıştırma ve kabullendirme aracıdır. Her şey Yüce Allah’ın takdirinde olmakla beraber, çok ileri yaş ve ağır hastalıklar içinde ızdırap çeken insanların ölümü, bir kurtuluş ve huzura erme vesilesi olarak görülmeye başlanır. Takdir-i İlahi tecelli ettiğinde yakınları için kabullenmek daha kolay gelir ve elhamdulillah dedirtir.
Evlatları ne kadar yaşlanırsa yaşlansın, ana-babalarının gözünden çocukluk ve mazideki halleri kaybolmaz. Çocuklar da ana-babalarının güçlü ve kudretli zamanlarını unutamazlar. Yaşlı hallerini gördüklerinde buruk bir saygı, şefkat ve merhamet hisleri oluşur. Geçmişte ana-babalarının evlatlarına sahip çıkmalarına neden olan şefkat ve merhamet duyguları, yaşlandıklarında evlatların da ebeveynlerine karşı hizmet ve hürmetlerini geliştirir.
Başlıkta da belirttiğim gibi, ben aslında babamı yıkamadım. Gelecekteki yaşlı, aciz ve muhtaç halimi yıkadım. Nasip olur da o kadar yaşayabilirsem, kendi zayıflığıma ibret ve merhamet duyguları içinde hizmet ettim. O günler geldiğinde, bana da sevgi ve şefkatle muamele edecek evlatlarımın olması için fiili dua etmiş oldum. Dünyadan ve dünyalık işlerden sıyrılırken, giderek yaklaşan ahiret gününe dair ümit ve korkularımı daha güçlü yaşadım.
Yukarıdaki resimde, babamın kucağında oturan ortadaki çocuktum. Rabbim nasip etti, ben de çocuklarımı kucağımda büyütebildim. Sevgili babamın bizden sonra torunlarını da kucaklayarak sevme imkanı oldu. Şimdi de bizler babamızı tıpkı bir çocuk gibi kollayarak ve bazen kucaklayarak hizmetini görmeye çalışıyoruz.
Yaşlılarımızın zayıf ve aciz halleri sadece maddi bedenleriyle ilgilidir. Manevi değerleri ve makamları bundan etkilenmez. O yüzden mümkün olduğu kadar yanımızda ve başımızda olmalarını isteriz. Onların heybetleri bedenleriyle ölçülemez. Her fırsatta onları memnun ve mutlu etmeye, tıpkı bir sevap ağacı gibi görerek, Rıza-i İlahinin onlarda tecelli edebildiğine dikkat etmeliyiz.
Rahmet ve bereket nedeni olan anne ve babalarımızın, mümkün olduğu kadar uzun ve sağlıklı bir ömürle başımızın üstünden eksik olmamalarını, cümle mü’min kardeşlerimiz adına Yüce Rabbimizden niyaz ederim. Anne ve babaları ahirete göçmüş olan kardeşlerimize de sabır ve selamet dilerim…
Kökü Kazınacak Geleneklerimiz de Var!
İstanbul sözleşmesinin 12. maddesinde yer alan “kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla” ifadesi şüphesiz ayrım gözetmeksizin bütün değerlerimizi, gelenek ve göreneklerimizi hedef alıyor. Bu haliyle kabul edilmesi mümkün olmayan, şeytani bir amacı ortaya koyuyor. Ancak, ince ve hassas bir yaklaşımla bakıldığında, gerçekten de İslam’ın özüne de ters düşen, bizleri utandıran, kadınların geçmişte ve günümüzde mağdur edilmelerine yol açan bazı geleneklerimizin olduğunu, bunların da köklerinin kazınması gerektiğini görmemiz lazım.
Bir kısmı geçmişten gelen, bir kısmı da sonradan ithal ettiğimiz davranış kalıpları ve adetlerin temel değerlerimize ters düştüğünü, savunulamayacak sonuçlar doğurduğunu, olayları büyütmek ve suistimal etmek isteyenlere kötü malzeme verdiğini kabul etmeliyiz.
Namus; uğrunda ölüme gidilecek, ölesiye savunulacak, hem kişisel hem de toplumsal bir değer ifadesidir. Vatanımız namustur, ailemiz, dinimiz ve kültürümüz namusla birlikte anılır. Namus düşkünlüğümüz, yurdumuzu işgal edenlere baş kaldırmamıza, bağımsızlığımızı yeniden kazanmamıza, teröristlerle mücadele etmemize güç kaynağı olmuştur.
Tecavüze uğrayan bir kız veya kadın, öldürülmesi gereken bir namussuz değildir! Onu öldürme kararı alan yakınlarının yaptığı da namus temizliği değil, dünya ve ahiret rezilliğidir. Namus kavramı, aile ve akraba içindeki kadın ve kızlara musallat olan alçakların yaptığı pislikleri kapatmak için kullanılamaz. Sayısı az da olsa bu tür olaylar yüzünden gavur Avrupa’nın “sözde namus” karalamasına maruz kalıyoruz. Namus kavramını katillerden ve hakiki namussuzlardan kurtarmamız lazım. Namusun değerini suistimal ettiği anlaşılan kişilere, hiç acımadan en ağır cezaları vermek gerekir. Fakat, namusu için nefsi müdafaada bulunan kişilere de zulüm yapılmamalıdır. Namus kavramının değil, namusu kötüye kullananların kökü kazınmalıdır. Bu temizliğe, namus iftirasında bulunarak masumların hayatını karartan hakiki namussuzlar da eklenmelidir.
Kadınlara yönelik toptancı ve aşağılayıcı deyim ve kötü atasözlerini terk etmeliyiz! Aksi takdirde kadınların insan olup olmadığını tartışan Ortaçağ Avrupasından bir farkımız kalmaz!
-Kızı gönlüne bırakırsan, ya davulcuya gider, ya zurnacıya.
-Kadın dediğin, taktın mı koluna; vurdun mu duvara yapışmalı.
-Kadın, erkeğin el kiridir!
-Ya benimsin, ya toprağın!
Bu ve benzeri sözlerin sonuçları toplumu yozlaştıran, huzuru bozan ve faillerini her iki dünyada sorumlu kılan olaylardır. Sırf kadın olduğu için yapılan bu aşağılama ifadelerini hayatımızdan ve edebiyatımızdan çıkarmamız gerekir.
– Kızların kaçırılarak evlenmeye zorlanması > İnsani ve İslami değerler içinde sayılamaz.
– Miras ve ticaret amaçlı evlilikler için baskı yapılması > Dünya ve ahiret birliği sayılan evlilik için sorunlu ve mutsuz bir başlangıç olur.
– Berdel (bir aileden kız alıp karşılığında kız vermek) türü evlilikler > Berdel evliliğinde masraftan kaçma veya canlı başlık parası amaçlanıyor. Berdele kurban edilip de mutlu olanı hiç duymadık!
– Başlık parası veya benzeri menfaat için yaşlı erkeklerle evliliğe itilmesi > Kızların geçim kaynağı olarak görülmesi, yaşlı erkeklere peşkeş çekilmesinin insani veya İslami izahı yapılamaz.
– Kumar veya ticari borçlar karşılığında kızların evlendirilmesi > Bu tür olayların meşru görülebilmesi mümkün değildir.
– Tecavüz olaylarında cezadan kurtulmak ve ailenin rezil olmasını önlemek için tecavüzcü saldırganla evliliğe zorlanması > Tecavüze uğrayan kişilerde etkisinin ömür boyu sürdüğü bilinirken, sırf saldırganı korumak ve mağdurun ailesinin mahcubiyetini gizlemek için yapılan evlilikler de uygun görülemez. Tecavüz varsa suç ve suçlu vardır. Cezası kesinlikle verilmeli ve eksiksiz çekilmelidir.
Toplumun şuurundan hakiki dindarlık ve Peygamber aleyhisselamın Sünnetine ittiba (uyma, uygulama) titizliği kayboldukça, yerlerini nefsani uygulamalar ve hurafeler doldurmaya başlıyor. Kadın-erkek ilişkileri açısından asr-ı saadette yakalanan seviyenin çok gerisinde kalındığını, İslam ailesi yapısında kadın-erkek ilişkisi ve iletişiminin zayıflatıldığını söyleyebiliriz. Feminist akımların saldırılarına karşı en güzel cevabı verecek olan, İslam’daki yerini ve değerini gayet iyi bilen hanım kardeşlerimizdir. Benzer şekilde, haksız erkek uygulamalarına ve taleplerine karşı da Peygamber a.s. ve ailesi en güzel ölçü ve eğitim unsuru olarak görülmelidir.
Yerli ve Milli olmayan ama neredeyse gelenek halinde uygulamaya başladığımız yanlış işler de az değil!
Evlilik kararı almadan önce flört etmek ve hatta ancak evlilikte yaşanabilecek kadar yakınlaşmak sıradan ve normal bir durum haline geldi. “Sevgili” adıyla meşrulaştırılmaya çalışılan bu gayri meşru birlikteliklerde en çok yıpranan taraf kadınlardır. Uzun süreli nikahsız partner ilişkilerinde de bıkma, terk etme veya aldatma gibi olaylar yaşanabiliyor. Kadınların evlilik dışında yaşama rahatlığı, erkeklerin evlilikten kaçınmasını kolaylaştırıyor. Evlilik kararı alındığında, uzun süren söz ve nişan dönemleri de evliliğin heyecanını ve gücünü köreltiyor. Gayri meşru flört ve sevgili halleri ile büyük masraflar eşliğinde tabulaştırılan söz, nişan ve düğün merasimleri de kötü gelenekler arasındadır. Zorlaşan evlilikler zinaya kapı aralıyor. Ağır borç yükü, genç çiftlerin mutsuzluğuna neden olarak kısa zamanda yıpratıyor. Boşanmalar artıyor, evlilik süreleri kısalıyor, evlenme yaşları da giderek yükseliyor.
Bir Müslüman, ancak Rabbine boyun eğer ve önünde diz çöker. Batıl olan batıdan, bize bulaşan kötü bir gelenek de erkeklerin artık diz çökerek kızlara evlenme teklif etmeye başlamalarıdır. Gençlerimiz arasında hızla yayılan bu kötü adetin de kökü kazınmalıdır!
Yapılan Düğün törenlerimizin büyük bir çoğunluğu Hristiyan ve Yahudi gelenek ve adetlerinin işgali altındadır! Davetlilerin huzurunda ilk dansın yapılması, davetlilerin de onlara katılması, kadın erkek karışık oyun ve halayların kurulması, aşırı makyaj ve dekolte kıyafetlerle boy gösterilmesi zararlı geleneklerdir. Evlilik denilen kutsal yolculuğa; günah, israf ve kıskançlık gibi olumsuzluklar içinde başlamaları talihsiz bir durumdur.
Özetleyecek olur isek; aile hayatımızı yozlaştıran, kadın ve erkek arasındaki muhabbeti ve düzeni bozan, hak ve adalete uymayan, işimize geldiği için dini kılıflar içinde sakladığımız kötü alışkanlıklarımız, yanlış törelerimiz ve geleneklerimiz de maalesef vardır. Bunların dışında içimize sokulan yabancı gelenek ve adetler de bol miktarda bulunmaktadır. Dinimizin ve Milletimizin temel değerleriyle, kadim kültürümüzle örtüşmeyen yerli veya yabancı kaynaklı töreleri veya gelenekleri tespit ederek hayatımızdan çıkarmak boynumuzun borcudur!
Yüce Allah bizlere yardım etsin. Hak ve adalet çizgisinden ayırmasın. Amin…
Başımızdaki Belaları, Aslında Biz Erkekler Çağırdık!
Hz. Musa (a.s.)’nın Rabbimize “İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah) yüzünden hepimizi helâk edecek misin?” (A’raf/155) dediği gibi, biz erkekler de başımıza gelen belaları doğru değerlendirmek zorundayız. Şayet günümüz şartlarının erkekler için bir belaya dönüştüğüne inanıyorsak ki öyle gözüküyor; bu belaların gelmesinde bizlerin de payını ve etkisini görmemiz gerekir!
Bu yazı 3’ü 1 arada paket bir çalışmadır. #özeleştiri, #tespit ve #çözüm bölümlerinden oluşur.
Biz erkeklerin ne gibi hata ve eksikleri oldu? Dilimiz döndüğünce, aklımız yettiğince yazalım:
Hanımlarımızın bizzat Allah’ın bir emaneti olduğunu unutup, hor ve hakir davrandık. Fiziksel gücümüzü bazen acımadan kullandık.
Kadını önce cinsiyeti açısından gördük ve değerlendirdik. İnsani yeteneklerini, ilmini, kapasitesini algılamaya çalışmadık.
Dinimizi ihmal ettik. İnandığımız gibi yaşamayınca, yaşadığımız gibi inanmaya başladık. Dinimizi işimize geldiği kadar uyguladık. Başımız sıkışınca dinden medet umduk. Ailemizde din eğitimini ve ibadetleri birlikte sürdüremedik. Çocuklarımıza ve eşlerimize güzel örnekler olamadık.
Kadınlardan itaat, ilgi, hizmet beklerken olabildiğince cömert olmalarını istedik ama, bizler ise onlara karşı tam tersine cimri, kaba ve hoyrat davrandık.
Başkasının eşine, kızına gösterdiğimiz saygı ve ilgiyi helalimiz olan kadınlarımıza çok gördük.
Onları başkalarının yanında azarlamaktan çekinmedik. Beğenmediğimiz neleri varsa ulu orta ilan ettik.
Tartışamayacak kadar haksız veya hazırlıksız olduğumuzda şiddet uygulamayı ve hakaretle karışık bağırmayı marifet bildik.
Kendi yediğimiz haltlar yetmezmiş gibi, başka erkeklerin işlediği günahları örtbas etmek için yalancı şahitlikte bulunmayı arkadaşlık saydık.
Yakalanmadığımız sürece her türlü gayri meşru ilişkiyi kendimize doğal bir hak zannettik. Yakalandığımızda bile üste çıkmaya çalıştık.
Verdiğimiz sözleri tutmadık, önceliklerimizi koruyamadık.
Kadınlarımızı koruyamadık. Bazen aile içinde kaynana, görümce, elti gibi yakınlarımızın baskı ve kötülüklerine maruz kalmalarını önleyemedik. Kışkırtma veya yalan beyanlarla dolduruşa gelip kadınlarımıza bizzat kendimiz eziyet edebildik.
Kız ve erkek çocuklarımız arasında adaleti gözetmedik. Mal ve miras paylaşımında lehimize olan Allah’ın hükümlerini dahi uygulamaktan kaçındık. Kadınların paylarını vermemeyi kazanç saydık.
Zina eyleminin suç kabul edildiği zamanlarda kanunları sulandırdık. Erkeklerin lehine, kadınların aleyhine maddelerle kendimize yonttuk. Zinadan ceza almayı erkekler için neredeyse imkansız kıldık.
İslam’da başlık parası olmadığı halde, anne sütü, baba masrafı gibi mazeretlere sığınıp resmen kızların parayla satılmasına sessiz kaldık. Oysa mehir hakkı evlenen kız veya kadınlara aitti.
Küçük yaştaki kızların, dedeleri yaşındaki adamlarla sırf zengin olduğu veya iyi bir başlık parası verdiği için nikahlanmasına engel olamadık. İslam’da küfüv hükmünü katledenlere sessiz kaldık.
Erkek zina yaparsa çapkın ve elinin kiri, kadın yaparsa fa.. dengesizliğinin, sosyal hayatımızı yozlaştırmasına neden olduk.
“Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik bırakmayacaksın!” gibi İslam’a ve insanlığa yakışmayan söz ve davranışların hayatımıza girmesini önleyemedik.
Maddi imkanlarımız biraz düzelince emektar eşlerimize ihanet etmeyi, mümkünse değiştirmeyi marifet bildik.
Çocukların yetişmesinde ve ev işlerinde bütün yükü kadınlarımıza bıraktık. Yardım etmeyi, yük paylaşmayı zayıflık kabul ettik.
Ticari faaliyetlerimizde kadın bedenini bir satış ve teşhir ürünü gibi kullandık. Kadınların cinsel cazibelerini öne sürerek; her türlü ürünü pazarlamayı, sekreter, satış temsilcisi, proje yöneticisi vb. hangi konumda olursa olsun dişiliğinden yararlanmayı, ucuz ve itaatkar iş gücü kaynağı olarak kullanmayı normal saydık.
Kadınları kullanma noktasında, sermaye sahiplerinin ideolojisi, dini, diyaneti veya siyasi görüşü hiç fark etmedi. Kadınların hem tüketici hem de üretici tarafında sömürülmelerine aracılık ettik.
Her fırsatı değerlendiren feminist örgütlerin, sinsice ülkenin yönetimini ele geçirmelerine ve çekinmeden “Kadın hareketi olarak devlet mekanizmasından daha güçlüyüz!” diyebilmelerine fırsat verdik.
Güce, iktidara ve paraya kavuşunca kendimizi kaybettik. Firavunlaşan nefsimize uyduk. Etrafımızdaki insanlara ve özellikle daha aciz gördüğümüz kadınlara karşı saygısız, kibirli veya suistimal edebilmek için fırsatçı yaklaştık.
Merkezi veya yerel yönetimlerde makam ve mevki sahibi olduğumuzda önce odalarımızı, arabalarımızı yeniledik. Bütçelerin eğitim, ilim ve araştırma için kullanılmasını kısıtladık veya gereksiz gördük. Ayırdığımız bütçelerin doğru yerde kullanılmasını takip etmedik. Haksız yere belli kişi ve kurumlar için rant kapısı olmasını önleyemedik.
Kadınların da ilim ve irfan sahibi olabilmesine katlanamadık. İlimde cinsiyet sınırı olmadığını unuttuk. İlim ehli kadınları küçümsedik. Onlara çalışmalarını sürdürmek için fırsat vermeyi, uzmanlık alanlarında istişare etmeyi ihmal ettik. İşimize gelmediğinde haksız yere feminist veya terbiyesiz gibi yaftalar taktık. Haksızlığımızı gücümüzle örtbas etmeye, kadınları sindirmeye çalıştık.
Koca, abi, baba, amca, dayı olarak muhatap olduğumuz kadınlara ve kızlara karşı sevgimizi, ilgimizi, şefkatimizi ve paramızı esirgedik. Bizden bulamadıkları için zehirli ballar sunarak istismar eden alçaklara yöneltmiş olduk. Sonra da bu duruma düştükleri için tekrar zulmettik. Hatta cinayetler işledik.
Evlenmeyi zorlaştırdık zinayı kolaylaştırdık. Görgüsüzlük ve israf dolu evlenme hazırlıkları, düğün, dernek, söz, nişan gibi bir sürü külfet ve borç kapısı açtık. Bunları talep eden kız tarafı da olsa itiraz etmedik. “El alem ne der” putundan korktuk.
Şiddeti bir yöntem olarak sadece kadınlara yönelik değil, etrafımızdaki herkese karşı kullandık. Çocuklarımız, aile fertlerimiz, yoldan geçen yabancılar bile basit bahaneler yüzünden şiddetimize maruz kaldı.
Alkol, kumar ve uyuşturucu gibi kötü alışkanlıkların pençesinde hem kendimizi hem de ailemizi tükettik. Her türlü günaha bilerek girdikten sonra suçu alkole attık. Beynimizin iptal olacağını bilerek alkol kullanmaya devam ettik. Uyuşturucu, kumar ve alkole para bulabilmek için olmayacak işler yaptık.
Bizden bildiğimiz ama sürekli feminist emellerine hizmet eden siyasileri de bizler seçtik! Feministler kadar birlik olamadık. Neden böyle yapıyorsunuz diye, ne sandıkta, ne de mecliste hesap soramadık. Erkeklerin bütün ülkede şamar oğlanına çevrilmesine, doğuştan sapık ve katil muamelesi görmesine, sözüm ona “muhafazakar soslu” feministlerin, erkekleri ayılardan ve kurtlardan daha hayvani bir cins gibi gösteren kampanyalarına doğru dürüst tepki veremedik.
Sözde Aile Bakanlığı adı altında feminist kadın örgütlenmesinin kurumsallaşmasına, ailenin kadınlar için en güvensiz yer gösterilmesine ses çıkarmadık. Aile adı altında hoyratça erkek düşmanlığı yapılmasına, erkeğin de aile unsuru sayılarak basit bir daire başkanlığının bile kurulmamasına razı olduk.
Sapık ve katil haberleri çıktıkça içimiz yandı. İdam isteriz diye sesimiz her yükseldiğinde siyasilerin gaz alıcı, gerçekleşmeyen sözlerine, oyalama taktiklerine seyirci kaldık. İdamı kaldıranların geri getirmesini sağlayamadık.
Şiddet ve haksızlığa inancımız, ahlakımız ve tarihimiz gereği kesinlikle onay vermediğimiz halde, ailemizi yönetmekten, çocuklarımıza terbiye vermekten men eden yasaların neden olduğu pisliklerin faturalarının da biz erkeklere topyekun çıkarılmasına engel olamadık. Fıtrattan gelen kocalık haklarımızı ve ayrımcılığın yerine adaleti talep ettiğimizde şiddeti övmekle suçlandık ama gereğini yapamadık.
Bu ve benzeri hatalarımız, ihmallerimiz ve günahlarımız kaderimizi etkiledi. Şikayet ettiğimiz, mağduru olduğumuz, haklı veya haksız sonuçlarını gördüğümüz olayları tetikledi. Nefsimize ve etrafımıza zulmedenlerden olunca, bizden daha zalimlerin zulmüyle terbiye edilir olduk.
Bunları yapınca başımıza gelen belaları kısaca sıralayalım:
1985’de Birleşmiş Milletler CEDAW Sözleşmesi imzalandı. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, kadına pozitif ayrımcılık vb. fitneler başladı.
1988’de Türk Medeni Kanunu 175. maddesine kadınlara verilen yoksulluk nafakasının süresiz ödenebileceği eklendi.
1998’de 4320 sayılı “Ailenin Korunmasına Dair Kanun” adıyla sadece kadınları gözeten, ailelerin yıkılmasını hızlandıran, arabuluculuğu kaldıran kanun yayınlandı.
2001 yılında 4721 sayılı yeni Türk Medeni Kanunu kabul edildi. Cumhuriyet tarihince 15 olan kızların evlenme yaşı 18‘e çıkarıldı. Genç evlilik mağdurları oluştu. İki tarafın yaşı da 18’den küçük olursa sadece erkekler hapse atıldı. Evlendikten 8-10 yıl sonra gelen hapis cezaları yaklaşık 8.000 aileyi parçaladı. Aile birliğinin yönetimi yani erkeğin Aile Reisliği yok edildi. Karı-Koca ifadeleri de yok edildi. Cinsiyeti ve ne idüğü belli olmayan EŞ kelimesi konuldu. Erkeklerin velayet hakları gasp edildi. Boşanma olaylarında çocukların velayeti genelde kadınlara verildi. Çocuk haczi, nafaka arttırım davası gibi süreçler fiilen adliye sisteminin, pedagog ve avukatların ballı rant kapısı oldu. Ebeveyni Yabancılaştırma Sendromu (EYS) vak’alarında patlamalar yaşandı.
2004 yılında 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunu kabul edildi. Kadınların iftira da olsa beyanları cezalandırma için esas alındı. İftira suçu sabit olan kadınlar cezadan muaf tutuldu. Yaptıkları yanlarına kar kaldı. Her bir koca, resmi nikahlı karısının potansiyel tecavüzcüsü olarak muamele gördü. Erkeklerin şeref ve haysiyetleri bir kadının dudağından çıkabilecek iki kelimeye hapsedildi.
2010 Yılında Anayasanın 10. maddesine genelde kadınlar için yapılan cinsiyetçi pozitif ayrımcılığın eşitlik ilkesine aykırı olamayacağı hükmü konuldu.
2011 yılında Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine dayanan, aile, din, gelenek ve erkek düşmanı İstanbul Sözleşmesi imzalandı ve aynı yıl içinde Mecliste onaylandı.
2012 yılında İstanbul Sözleşmesine dayalı olarak 6284 sayılı Ailenin Korunma(ma)sı ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun çıkarıldı. Aile davalarında, boşanma sayılarında, şiddet ve cinayetlerde patlamalar başladı. Erkekler sokak hayvanlarından beter şekilde muamele görmeye, evlerinden kovulmaya, eşleri aldatsa bile sessiz kalmaya zorlandı.
2014 – 2018 arasında Toplumsal Cinsiyet Eylem Planı uygulandı. Milli olamayan eğitim sisteminde, çocuklarımızın zihinleri ETCEP projeleriyle bulandırıldı. Değer ve inanç sistemleri iğdiş edildi. Sapkın derneklerin sayısında ve ahlaksız eylemlerinde anormal artışlar görüldü. Okullarda deizm ve ateizme sürüklenen nesiller peydahlandı.
Kadınların çalışmaya aşırı teşvik edilmesi yüzünden, erkeklere özel işsizlik oranları yükseldi. Bebek doğumları ve toplam çocuk sayıları azaldı. Evlenme ve ilk doğum çağları otuzlu yaşlara ilerledi.
Medyanın cinsiyetçi linçlerini, hukukun kadınlar için takla attırılmasını, midesi dışarıdan doldurulan Feminist ve LGBT örgütlerin yıkıcı ve bölücü faaliyetlerini falan, tek tek sayıp dökmeye gerek yok. Genel olarak yaşadığımız belalar ve sıkıntılar bu şekilde özetlenebilir.
Buraya kadar hatalarımızı ve başımıza gelen belaları özetle sıralamaya çalıştım. Zaman, ağlama ve sızlanma vakti değildir. Sosyal dokumuzu kurtarmak ve asgari huzur şartlarına kavuşmak için neler yapmalıyız?
Çözüm odaklı önerilerimizi de verelim ki eksik kalmasın:
Sorunların çözümü sorun olduklarının kabulü ile başlar. Kendimizle ve toplumun geldiği nokta ile yüzleşmemiz gerekir. Çözüme ulaşmak için kişisel yaşantımızda değiştirmemiz gereken davranışlar, alışkanlıklar veya tamamlanması gereken eksiklerimize odaklanmamız lazım. Kişisel davranış değişikliğine giderek ailemizde huzura kavuşabiliriz. Toplumdaki ilişkilerimizi hak, adalet ve saygı ekseninde geliştirebilirsek davranış kalıplarımız da düzelecektir. Kişisel ve toplumsal gayretimizin neticesini verecek, hayırlara kapı aralayacak olan mutlak güç Allah’tır. Biz sefere çıkacağız, zaferin takdiri Allah Azze ve Celle’nin yetkisindedir.
Partilere din, siyasilere peygamber gibi davranma hastalığını terk edeceğiz. Bütün meşru kanalları kullanarak haklı isteklerimizi iletecek ve takibinde ısrarlı olacağız. Şayet dikkate almazlar ise yasal haklarımızı sonuna kadar kullanarak çözüme zorlayacağız. Olmazsa en yakın seçimde yapabilecek kişilere fırsat vereceğiz.
Oy verme işlemi, vatandaşla siyasetçi arasındaki hizmet sözleşmesinin imzasıdır. İmzamıza sahip çıkacak ve sorumluluklarını sürekli hatırlatacağız.
Kişiler vazgeçilmez, kurumlar yıkılmaz, kurallar ve kanunlar değişmez değildir. Bunları putlaştıranlara karşı uyanık davranacağız. Siyonist ve ateist felsefenin eğitim, adalet ve yönetim yapımızı daha fazla bozmasına engel olacağız. Müfredatımızı değerlerimize uygun bir yapıya getireceğiz.Yazılı ve görsel medyada, internette hakim olan şeytani uygulamalara karşı ailemizi ve neslimizi korumaya çalışacağız.
Sözleşme ve yasalar bir nevi yol gibidir. Bozuk ve çukurlarla dolu mevzuatımızı dinimize ve kültürümüze en uygun hale getirince, eğitim ve medyadan başlayarak her cephede ıslah çalışmalarına girişeceğiz. Sapkın ve dinsiz zihniyetlerin manevi işgal izlerini temizleyeceğiz. Tıpkı Kabe’nin putlardan temizlenmesi gibi her alanda manevi temizlik harekatına girişeceğiz.
Kadınlarımızı sömürmeden, ailemizdeki baş köşelerinde keyifle yaşamaları için her türlü kolaylığı sağlayacak, güzellikle teşvik edeceğiz. Evli ve aile yuvasında çocuklarını yetiştirmelerini esas alacağız. Her şeye rağmen açıkta kalan kadınlarımızı kurda kuşa yem etmeden, gerçek sosyal devlet şefkatini göstereceğiz.
Kavga ve çatışmayı değil, yardımlaşma ve dayanışmayı üstün tutacağız.
Diyanet teşkilatını daha verimli kullanacağız. İnsanlarımıza İslam’da kadın ve erkek olmanın haklarını ve sorumluluklarını sansürlemeden, arttırıp eksiltmeden öğreteceğiz.
Evlenmek isteyen gençleri zorunlu olarak evlilik okuluna göndereceğiz. İslam’da aile hayatını, karşılıklı hak ve sorumluluklarını, İslam’da cinsel hayatın kurallarını, temel ibadetler için gerekli bilgileri eksikse öğreteceğiz. Ben biliyorum diyenleri yeterlilik sınavına tabii tutacağız. Çünkü evlenmek ciddi bir iştir. Sıradan işlere girerken dahi gösterilen özen ve hassasiyet, sonsuz bir hayatı hedefleyen evlilikten esirgenemez.
Evlenen gençlere standart ev eşyası yardım paketleri ve kira desteği gibi sosyal haklar sağlayacağız. Evlilik külfetinin zinaya kılıf olmasına engel olacağız.
Evlenen gençleri yalnız bırakmayacağız. İlk 2 yıl 6 ayda bir sefer, sonra 5 yıla kadar yılda bir sefer ziyaret edeceğiz. Her aile bir uzmana zimmetlenerek sosyal ve ekonomik seviyede destek takibi yapılacak. Bocaladıkları alanlarda danışmanlık hizmetini bedelsiz vereceğiz. Özel hallerde, şiddetli çatışmalarda aile merkezlerinde görüşmelere çağıracağız.
Boşanma davalarında diğer mahkemeler gibi önce arabulucu şart olacak. Arabulucu ve hakem kişi tarafların karşılıklı rızayla seçtikleri aile büyüğü veya resmi aile danışmanları olabilecek.
Evden uzaklaştırmanın gerektiği hallerde daha insani ve aileyi koruyan tedbirler alınacak. Gerekirse nöbetleşe ev ziyaretleri şeklinde ihtiyaçların giderilmesi, çocuklarla ilişkinin sürdürülmesi sağlanacak. Evden uzaklaştırılan kişiye kalması için geçici bir mekan veya otel parası devlet veya yerel yönetimler tarafından karşılanacak. Uzaklaştırmanın istismar edilmemesi için tedbiri devlet alacak. Evden uzaklaştırmanın kişilerin iş hayatını etkilemesine izin verilmeyecek. Anormal maddi yüklerin doğması önlenecek.
Resmi izinle genelevlerde ve gayrı resmi her yerde fuhuşun yapılmasını önlemek için en sert ve etkili tedbirleri alacağız.
Devleti genelev vb. mekanlar üzerinden fuhuşa aracılık etmekten, milli piyango adıyla kumarcılıktan kurtaracağız.
İdam cezasını ve kısas hükmünü geri getireceğiz. Suçu şeksiz şüphesiz sabit görülen ve haksız yere cinayet işleyen insan öldüren katillerin, çocuklara tecavüz eden sapıkların asılmasını sağlayacağız. Kısırlaştırma dahil diğer cezalarında uygulanabilmesine yol açacağız.
İnandığımız gibi yaşamaya gayret edeceğiz. İnancımızla çelişen ve zarar veren ne varsa düzeltmeye çalışacağız.
Bu ve benzeri önlemleri alamazsak yandığımızın, bittiğimizin, kökümüzün kazındığının resmini göreceğiz. Asıl belayı Allah korusun Mahşer günü bulacağız. Rabbimiz bizlere tek tek soracak. Bu günahları neden işlediniz veya işleyenlere engel olmadınız diye. O korkunç hesap gününde ne şeytanların, ne onların elçisi olan LGBT sapkınları ve feministlerin, ne Avrupalı ve ABD’li dostlarımızın(!), ne parti, ne koltuk, ne de makam ve benzeri putlarımızın zerre kadar faydası olmayacak! Bizi Rabbimizin gazabından koruyacak hiç bir kuvvet bulamayacağız! Yine çaresizce O’na sığınacak ve affetmesini dileyeceğiz. O ise mutlak adaletini göstererek, kim neyi hak etmişse zerre ziyan etmeden verecek.
Kuruluşumuz aileden başladı, yıkılışımız da aileden olmasın! Hanımlarımıza kutsal Cennet yolculuğumuza yakışır şekilde davranalım. Şeytanın onları baştan çıkarmasına, hem kendilerini, hem de bizleri daha dünyadayken yakmalarına fırsat vermeyelim. O kadar çok sevelim ki, şeytanlar ve uşakları aramızı bozmaktan umudunu kessin! O kadar çok ilgi gösterelim ki, başka hiç kimsenin ilgisine muhtaç kalmasınlar.
Yüce Allah’tan bütün Müslüman kardeşlerime Cenneti dünyada yaşatan evlilikler ve eşler nasip etmesini niyaz ederim.
İstanbul Sözleşmesi ve ilgili mevzuatın neden olduğu yıkım hakkında, kimisi yıllardır feryat figan ile yangın ihbarı verir gibi zararlarını anlatırken, kimileri de söylenen şeylerin gerçekle hiçbir ilgisinin olmadığını, sadece yanlış uygulamalar ve abartılı hassasiyetten kaynaklandığını savunuyorlar. Aleyhte konuşanlar yakın zamana kadar marjinal, fitneci, hain, asıl amacı farklı olan, bir beklentisi veya çıkarı karşılanmadığı için muhalefet yapan kötü niyetli azınlık olarak yaftalanıyordu. Mahalleye dadanan kuduz köpeğin, gittikçe daha fazla insana saldırması ve can yakmasıyla dikkatlerden saklanamaz hale gelmesi gibi, mağdur vatandaşların sayısı arttıkça İstanbul Sözleşmesinin ne menem bir illet olduğu ortaya çıkmaya, daha fazla insan konuşmaya başladı. Devletin başındakiler de bu feryatlara kayıtsız kalamaz oldu.
İktidar mensuplarından İstanbul Sözleşmesi hakkında açıktan eleştiriler gelmeye başlayınca feminist ve LGBT odaklarından sistematik savunma ve saldırı yayınları çıkmaya, içerideki adam gibi görülen KADEM üzerinden kulisler yapılmaya başlandı. Bir araya gelmeleri imkansız görülen basın yayın organları, STK ve siyasi partiler İstanbul Sözleşmesini savunmak için gönül birliğinde buluştu, telefon tellerine dizilen kuşlar gibi sıkı bir saf kurdu! Anlaşılan Sevgili Peygamberimizin, “Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz, kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin.” (Ebu Davud, Edeb, 19, Tirmizi, Zühd, 45) şeklindeki uyarısı bazı insanlar ve STK’lar için pek de önemli gelmiyor!
İstanbul Sözleşmesi ve bağlı mevzuatının zararlarına halen inanmayanların, veya inanmak istemeyenlerin görebilmesi için, önemli sorunları maddeli delilleriyle birlikte sıralıyorum. Yüce Rabbim’den kendisinin razı olacağı ilmimi arttırarak paylaşımlarımı kolaylaştırmasını, okuyanların mü’min ferasetlerini genişleterek hakikati kavramalarını sağlamasını niyaz ederek başlıyorum:
ÖNEMLİ KAVRAMLAR ve TANIMLAR
AVRUPA KONSEYİ: Avrupa bölgesinde sosyal konuların korunması ve geliştirilmesi için 1949’da kurulmuştur. Üye ülkeler tarafından tanınan yetkilerini sözleşmeler veya yan kuruluşları ile kullanır. Mesela Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de Avrupa Konseyi’ne bağlı bir kurumdur. Vatikan, Beyaz Rusya ve Kazakistan dışındaki Avrupa ülkelerinin tamamı üyesidir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve benzeri çok sayıda sözleşme ve protokolü yayınlamış, imzalayan ülkeler üzerinde inceleme ve değerlendirme yetkilerini kullanmaya devam etmiştir. İstanbul Sözleşmesi ve Lanzorate Sözleşmeleri de birer Avrupa Konseyi Sözleşmesidir.
CEDAW: “Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi“dir. 1981’de yürürlüğe girdi. Türkiye tarafından 1985 yılında imzalandı. 1986 yılından itibaren geçerli sayıldı. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ifadesi ilk defa burada kullanıldı. Türkiye’deki en büyük ve yıkıcı etkisi 1988 yılında “Süresiz” Nafakanın çıkarılmasına zemin sağlamaktır. Kadınlara pozitif ayrımcılık adı altında cinsiyetçi bölücülüğün yasal dayanağı olmuştur.
İSTANBUL SÖZLEŞMESİ:Avrupa Konseyi tarafından 2008 yılı Aralık ayında üye devletlerin hükümet temsilcilerinden oluşan “Kadına Yönelik Şiddet ve Hane İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Edilmesi İçin Geçici İhtisas Komitesi (CAHVIO)“, kuruldu. CAHVIO dokuz kez toplandıktan sonra 2010 yılı Aralık ayında bir taslak sözleşme metni hazırladı. Bu taslak Bakanlar Komitesi tarafından kabul edildi ve 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açıldı. Türkiye bu sözleşmeyi imzaya açıldığı gün ilk imzayı koydu ve 9 ay sonra 14 Mart 2012’de onaylayarak fiilen uygulamaya aldı. İlk etkisi 6284 sayılı kanunun 8 Mart 2012’de çıkarılmasıdır. 6284’ün İstanbul Sözleşmesine dayandığı ilk maddesinde açıkça yazılıdır. Bu sözleşmenin TBMM tarafından onaylanarak yürürlüğe girmesi 1 Ağustos 2014 tarihindedir. Halbuki Anayasamızın 90. Maddesinde “Milletlerarası bir andlaşmaya dayanan uygulama andlaşmaları ile kanunun verdiği yetkiye dayanılarak yapılan ekonomik, ticari, teknik veya idari andlaşmaların Türkiye Büyük Millet Meclisince uygun bulunması zorunluğu yoktur; ancak, bu fıkraya göre yapılan ekonomik, ticari veya özel kişilerin haklarını ilgilendiren andlaşmalar, yayımlanmadan yürürlüğe konulamaz.” hükmü vardır. İnsanların özel ve aile hayatına doğrudan müdahale eden 6284 sayılı yasanın, İstanbul Sözleşmesi henüz TBMM tarafından onaylanmadan 2 yıl önce Sözleşmeye dayalı olarak çıkarılması da önemli bir yasal sorun olabilir!
GREVIO: İstanbul Sözleşmesine dayalı olarak kurulan bir uzmanlar kuruludur. Tıpkı işgal heyetleri gibi, sözleşmeye imza atan ülkelerde her türlü araştırma ve inceleme yapmaya, toplumsal bilgileri toplamaya, hesap sormaya tam yetkili bir heyettir. Ülkelerin sözleşmeye göre davranıp davranmadığını inceler ve Avrupa Konseyine raporlar hazırlar. GREVIO yetmezmiş gibi yerli işbirlikçi STK ve benzeri gruplar da “Gölge GREVIO Raporu” hazırlayarak ihbar ve ifsad görevlerini ifa ediyorlar.
SEX (Cinsiyet): Doğumla gelen fiziksel biyolojik cinsiyet sınıflandırması için kullanılır. İnsanlar kadın veya erkek olarak doğarlar. Çok nadir durumlarda genetik bir hastalık sonucu çift cinsiyet organına sahip doğumlar da görülmektedir. Bu durumda baskın olan cinsiyete göre tedavi yoluna gidilir.
GENDER (Toplumsal Cinsiyet):Doğumdan gelen biyolojik cinsiyet sınıfına bağlı kalmaksızın tercih edilen toplumsal cinsiyeti tanımlar. Biyolojik cinsiyete uyumlu veya uyumsuz tercihler sonucunda cinsel yönelimde varılan noktayı gösterir.
FEMİNİZM: Kadın ve erkek arasında her alanda mutlak eşitliği savunan, kadın ve erkeğin rollerini tanımlayan bütün dini, kültürel ve toplumsal değerlere karşı çıkan, ateist (Allah’ın varlığını inkar eden) çizgide bir ideolojik akımdır. Annelik, ev hanımlığı, eşe itaat, belirli meslekler için kadınlara özel koruma gibi yaklaşımların hepsine karşıdır. Feminist olmanın ilk adımı Allah’ı ve kurallarını inkar etmektir. Bu yüzden her hangi bir Müslümanın feminist sıfatını alabilmesi mümkün değildir. Aldığında veya söylediğinde yan feministliği veya Müslümanlığı açık bir yalan ve aldatma olur.
LGBTQ+: L : (Lezbiyen, kadın kadına ilişki) G : (Gay, erkek erkeğe ilişki) B : (Biseksüel, kadın ve erkekle aynı anda ilişki) T : (Trans, karşı cins rolüne girerek veya ameliyatla cinsiyet değiştirerek ilişki) Q : (Questioning veya Queer: Cinselliğini sorgulayan veya diğer cinsel eğilimlerden birine sahip olanlar. Pedofili (çocuklarla), Ensest (aile içi), Zoofili (hayvanlarla), vs.) + : Henüz keşfedilmemiş ve tanımlanmamış her türlü cinsel zevk modelleri
CİNSEL YÖNELİM: Yaratılıştan gelen biyolojik cinsiyetini ve bu cinsiyete özel kuralları kabul etmeyen, heteroseksüel (normal kadın-erkek) yaşamak istemeyen, homoseksüellik (aynı cinsle cinsellik, kadın kadına veya erkek erkeğe) başta olmak üzere, LGBTQ+ yelpazesindeki her şeyin yapılabildiği durumdur.
TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ: Biyolojik cinsiyetlere göre toplumlarda hüküm süren din, gelenek, örf ve adet gibi kültürel kaynaklardan çıkan davranış ve eğitim kalıplarının reddedilmesidir. Kızların anneliğe doğru eğitilmesi, erkeklerin babalığa doğru giden kalıplarla yetiştirilmesi, kızlara veya erkeklere özel oyun ve oyuncakların kabul edilmemesidir. Toplumsal cinsiyet eşitliği fizyolojik cinsiyet kalıplarına karşı çıkılması demek olduğundan başta din olmak üzere her türlü kuralların ve namus gibi kaygıların istenmediği, yok sayıldığı bir yaklaşımdır.
İSTANBUL SÖZLEŞMESİNİN İSLAMA ve KÜLTÜRÜMÜZE AYKIRI MADDELERİ
İstanbul Sözleşmesi Türkiye veya diğer Müslüman ülkeler tarafından hazırlanmayan, İslam ve Hristiyanlık gibi dinlerin kadın ve erkek yaklaşımlarını reddeden, feminist düşünceye dayanan ve Fransa’nın merkezinde yer aldığı laik ve ateist bir duruşun üzerine bina edilmiştir. Bu sözleşmeyi İslam dini ve toplumumuz ile bağdaştırmak domuz derisinden seccade yapmak kadar zorlama ve gerçeklere aykırı bir tavırdır. Kulağa doğru ve hoş gelen bazı cümlelerin arasına ustaca yerleştirilen ifadeler, büyük bir tehlike ve sosyal afet kaynağı olmuştur. Mümkün olduğu kadar sade tutarak, önemli maddeleri sıralamaya çalışacağım:
1. İstanbul Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler CEDAW Sözleşmesinin Devamıdır
Toplumsal Cinsiyet Eşitliği (din ve geleneklerden kaynaklanan kadın-erkek rollerinin inkarı) kullanımı ilk defa CEDAW ve ek protokollerinde başlamıştır. Aile Reisliğinin lağvedilmesi, süresiz nafaka gibi sorunların kaynağı CEDAW’dır. İstanbul Sözleşmesinin giriş kısmında referans alınan Avrupa Konseyi Tavsiye Kararı CM/Rec(2007)17 neredeyse tamamen CEDAW üzerine kurulmuştur. Dini ve kültürel değerlerin köklerinin kazınması hedefi bu raporda yer almıştır.
2. Avrupa Konseyi Geleneksel İslam veya Hristiyan Ailesini Esas Almaz ve Korumaya Değer Görmez
İngilizce’de geleneksel aile kurumu Family kelimesiyle tanımlanır. Domestic ise family’den çok daha geniş kapsamlıdır ve aynı evde yaşayan bütün insan ve canlıları içerir. Hane halkı anlamındadır. Hane halkı içine standart İslam veya Hristiyan ailesi de, LGBTQ+ yelpazesindeki her hangi bir insan grubu da girebilir. İstanbul Sözleşmesinin orijinal metninde geleneksel aileyi temsil eden family kelimesi sadece 4 yerde geçmiştir. Buna karşılık her türlü sapkın birlikteliği veya gayrı meşru ilişkiyi de kapsayan domestic kelimesi metin içlerinde tam 25 yerde kullanılmıştır. Maalesef bunların hepsi Türkçe’ye tercüme edilirken aile olarak yazılmıştır. Halbuki hane içi veya ev içi şeklinde belirtilmeleri gerekirdi. Aynı şekilde, her hangi bir cinsiyet veya nikah birlikteliğini tanımlamayan partnerlik ilişkisi de, 5 yerde kullanılarak aile yaşantısına eşdeğer görülmüştür. Her hangi bir dini kaygısı olmayan Avrupa Konseyinin, çarpık ve sapkın toplumsal bakışı, bizdeki geleneksel aile yapısını yetersiz saymaktadır. Bu sözleşme ile Türkiye’de her türlü birlikteliği aile ile eşit değerde görmek zorunda bırakılmıştır. Haklar ve özgürlükler açısından sapkınlara sınırsız bir alan verilmiştir. Türkiye, İstanbul Sözleşmesini imzalayarak, aile kurumunun izzet ve şerefini, sapkın ve seviyesiz gayrı meşru birlikteliklerin çukuruna düşürmüştür.
3. İstanbul Sözleşmesi Kadın ve Erkeklerin Toplumsal Rollerini Yok Etmeye Odaklıdır
Sözleşmenin giriş kısmında aşağıdaki ifadeler bulunuyor:
“Kadına karşı şiddetin, kadınlarla erkekler arasında tarihten gelen eşit olmayan güç ilişkilerinin bir tezahürü olduğunu ve bu eşit olmayan güç ilişkilerinin, erkeklerin kadınlara üstünlüğüne, kadınlara karşı ayrımcılık yapmalarına ve kadınların tam anlamıyla ilerlemelerinin engellenmesine yol açtığının bilincinde olarak;
Kadına karşı şiddetin yapısal özelliğinin toplumsal cinsiyete dayandığını ve kadına karşı şiddetin, kadınların erkeklere nazaran daha ast bir konuma zorlandıkları en önemli sosyal mekanizmalardan biri olduğunun bilincinde olarak;
Kadınların ve genç kızların aile içi şiddet, cinsel taciz, ırza geçme, zorla evlendirme, sözde “namus” adına işlenen suçlara ve kadınların ve genç kızların insan haklarının ciddi bir biçimde ihlalini oluşturan ve kadınlarla erkekler arasında eşitliğin sağlanmasının önünde büyük bir engel olan kadın sünneti gibi ciddi şiddet türlerine sıklıkla maruz kaldığının çok büyük bir kaygıyla bilincinde olarak;“
Kadınların uğradıkları haksızlıkların kaynağı olarak dini ve geleneksel yapı gösterilmiş, aslında bunlara da uymayan yaklaşımların ayıklanıp temizlenmesi gerekirken toptan inkar yoluna gidilerek bütün değerler düşman ilan edilmiş ve “sözde namus” adıyla aşağılanmıştır. Namus adına işlene cinayetleri hoş görmek mümkün olmamakla beraber, kişileri cinayet işlemeye götüren yozlaşmaları da yok saymamak gerekir. Esas olan cinayet nedenlerini ortadan kaldırmak ve her şeye rağmen haksız bir cinayet işlendiğinde ise en ağır cezayı, yani idam kararını verebilmek olmalıdır. Oysa, idam cezası Avrupa Konseyinin İnsan Hakları Sözleşmesine ek 7. protokolün 5. maddesinde kesin olarak yasaklanmıştır. Kadın sünneti ise İslam’da yeri olmayan, özellikle bazı Afrika ülkelerinde geleneksel olarak devam eden bir uygulamadır. Sanki dinin emri ve yaygın bir alışkanlıkmış gibi gösterilmesi de kasıtlıdır.
İstanbul Sözleşmesi kadın ve erkek rollerinden arındırılmış cinsiyetsiz nötr bir topluluk yaşantısını dayatmaktadır. Kadın ve erkeklerin doğuştan gelen fıtri yapılarına uygun eğitim ve yönlendirmeyi kabul etmemekte ve kökünü kazımaya yemin ettirmektedir. Erkeğin hanımı ve ailesi üzerindeki kavvam sıfatıyla idareci yetkisi ve hakları, yani Aile Reisliği kesin olarak yok sayılmıştır.
İstanbul Sözleşmesi, üye ülkelerdeki kadınlara ve LGBT bireylerine şiddeti önleme adı altında, toplumsal yapıyı değiştirmeye ve dönüştürmeye, geçmişten gelen din ve diğer kültürel değerleri yok etmeye kararlıdır. Kadına şiddet konusu toplumsal dönüşümü meşrulaştırmak için bahaneden başka bir şey değildir.
4. Kadına Karşı Şiddet Tanımı Olağan Üstü Geniş ve Suistimale Açıktır
Sözleşmenin 3.Madde a fıkrası: ““kadına karşı şiddetten”, kadınlara karşı bir insan hakları ihlali ve ayrımcılık anlaşılacak ve bu terim, ister kamu ister özel yaşamda meydana gelsinler, söz konusu eylemlerde bulunma tehdidi, zorlama veya özgürlüğün rastgele bir biçimde kısıtlanması da dahil olmak üzere, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar ve acı verilmesi sonucunu doğuracak toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır;“
Bu kapsam içine istenirse erkeğin bütün söz ve fiilleri alınabilir. Evli bir erkeğin eşiyle birlikte olmak istemesi, aile bütçesini idareli kullanması için uyarması, çalışacağı işler hakkında veya çalışmak istemesi hakkında görüş bildirmesi, eşinin ve çocuklarının kılık kıyafetleri hakkında yorum yapması, bazı taleplerini uygun bulmaması, evden dışarıya giriş-çıkış saatlerini düzenlemesi vb. birlikte yaşanabilecek her türlü diyalogdan bir şiddet konusu çıkarılabilir. Kadınların böyle bir beyanı olduğu takdirde, doğruluğu ve delili sorgulanmaksızın kolluk kuvvetlerinin müdahale etmesi emredilmiştir. Fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik konuların dışında kalan bir aile hayatı zaten yoktur. Erkeklerin elleri, ayakları, dilleri ve cüzdanları bağlanmış ve esir alınarak beraber yaşadıkları kadınların insafına terk edilmiştir.
5. Aile İçi Şiddet Kapsamı Alabildiğine Geniş ve Belirsiz Sınırlarla Tanımlanmıştır
Sözleşmenin 3.Madde b fıkrası: ““aile içi şiddet”, eylemi gerçekleştiren, mağdurla aynı ikametgahı paylaşmakta olsun veya olmasın veya daha önce paylaşmış olsun veya olmasın, aile içinde veya aile biriminde veya mevcut veya daha önceki eşler veya birlikte yaşayan bireyler arasında meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır;”
Hem aile içi şiddet diye tanımlanıyor, hem de birlikte yaşayıp yaşamadığı, eski karı-koca veya partner olup olmadığı fark etmez deniliyor. Aile kurumuna bakışın çarpıklığı ve düşmanlığı belli ediliyor. Zaten family değil domestic kelimesi kullanıldığını yukarıda izah etmiştim. Bu çarpık tanıma göre ayrılmış eski karı kocaların gerçek veya iftira beyanları ile sapkın LGBT ilişkileri veya metres yaşantılarının sorunları normal aile içi şiddet kapsamına giriyor. Mesela kadın pazarlayan birisinin sermayesi olan kadınla tartışması ile, geceyi dışarıda geçiren 16 yaşındaki bir kızın babasıyla yaşadığı tartışma aynı değerde “aile içi şiddet”, “kadına karşı şiddet” kapsamında ele alınıyor. Milletimize dayatılan sefih aile ve sosyal yaşantı düzeyi işte budur.
6. İstanbul Sözleşmesi Pedofiliye Kapı Aralıyor
Sözleşmenin 3.Madde f fıkrası: ““kadın” terimi, 18 yaşından küçük kızları da kapsayacaktır.”
İstanbul Sözleşmesine göre kadınlar için bebeklik, çocukluk ve gençlik çağı diye bir şey yoktur! Doğumla birlikte kadın sayılır ve ona göre değerlendirilirler. Bu sapkın bakışın iki temel nedeni vardır:
İlki, LGBTQ+ içinde yer alan pedofiliye destek çıkmak içindir. Çocuk ve gençlerin de kadın olarak görülmesi onlara kadın gibi yaklaşmanın bir adımıdır. Zaten Avrupa Konseyinin Lanzorate Sözleşmesi de çocuk pornografisini ve erken yaşta cinsel deneyimi kolaylayan bir yapıda kurulmuştur. Pedofili sapkınlığının da normal bir cinsel yönelim içinde görülmesi için dünya çapında kampanyalar yürütülmektedir.
İkinci nedeni ise, kız çocuklarına kadın denilerek, onları da ebeveynlerinin kontrol ve yönlendirmesinden kurtarmaktır. Özellikle babalara karşı alınmış bir tedbirdir. Kız çocuğunun babası kıyafetine, kimlerle gezeceğine, 15-16 yaşından itibaren cinsel beraberlikler kurabilmesine karışamayacaktır. Yaptığı her eylem ve müdahale, kadına karşı şiddet ve aile içi şiddet tanımlamasıyla adli takibe uğrayacaktır. Tek gereken şey, bir şahidin görerek ihbar etmesi veya mağdur olduğunu iddia eden kızın şikayette bulunmasıdır. Sadece babalar değil, kız çocuklarının iletişimde bulunduğu bütün aile erkekleri, öğretmen veya esnaf gibi görevliler de kadına karşı şiddet zanlısı olma riski altındadır. Nitekim haklı veya haksız bu tür olay haberleri gündeme sıkça gelmektedir.
7. Kadın-Erkek Eşitliği İlkesi Fiilen Kadınların Lehine Ayrımcılığa Dönmüştür
Sözleşmenin 4.Madde 2. fıkrası: “Taraflar, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığı kınayacak ve ayrımcılığı önlemek üzere, özellikle aşağıdakiler dahil olmak üzere, gerekli yasal ve diğer tedbirleri alacaklardır: ulusal anayasalarında veya ilgili diğer mevzuata kadın erkek eşitliği ilkesini dahil edecek ve bu ilkenin uygulamada gerçekleştirilmesini temin edeceklerdir;”
Bütün yasal yapının ayarları bozulmuş ve kadının beyanı her türlü adli işlem için tek başına yeterli görülmüştür. Türk Ceza Kanunu 2004 yılında kadın beyanı ile işlem yapacak şekilde güncellendi. Boşanmış kadın fiilen çalışıyor veya birisiyle evlilik hayatı yaşıyor olsa bile, sadece beyanda bulunarak 1988 de güncellenen Türk Medeni Kanunu sayesinde, süresiz nafaka almaya devam edebilir. Velayeti elinde bulunduran kadın beyanını iftira ile vererek, çocuğun babası tarafından görülmesini engelleyebilir. Velayeti kötü kullandığı halde, aksine beyanda bulunarak cezai işlemden korunabilir. Boşanırken ziynet altınlarını götürdüğü halde, beyanda bulunarak hiç almamış gibi yeniden alabilir. Hiç bir şiddet veya tehdit olmadığı halde, 6284 sayılı kanun sayesinde basit bir iftira beyanı ile kocasını sahipsiz bir hayvan gibi aylarca sokağa atabilir. Zaten Aile Mahkemelerinin çoğunun Hakimi de kadınlardan olmuştur. Duruşmalara 5-0 önde başlar. Allah’tan korkmadan sıraladığı iftiralar sonucu kıvranan, mahkemelerde konuşmasına bile doğru dürüst izin verilmeyen, ifade ve delilleri görmezden gelinen erkeğin acı çekmesini zevkle izler. Hele boşandığı eski kocası yeni bir evlilik yapmış ve mutlu olmuşsa, o yuvayı da yıkmak için elinden geleni ardına bırakmaz. Çocuklarını silah olarak kullanır. Nafaka arttırım davalarını her yıl tekrarlar. Eski kocası %95 bedensel veya görme engelli, yatağa mahkum ağır hasta bile olsa nafakasını almaya devam eder. Yeni eş olan kadının ve çocuklarının rızkından zehir zıkkım edilerek verilen nafaka paralarını afiyetle yemeye devam eder.
T.C. Anayasası Madde 10 – “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. (Ek cümle: 7/5/2010-5982/1 md.) Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.”
2010 Yılında eklenen son cümle ile kadınların lehine cinsiyetçi ayrımcılıkların, eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanması önlenmek istenmiştir. Anayasada böyle yazılması, hayatın olağan akışına ve mağdur edilen erkeklerin hislerine engel olamaz. Cinsiyet ayrımcılığı ve adaletsizlik yapıldığı gerçeğini değiştirmez. İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı kanunun çıkmasından hemen önce yapılan bu düzenleme, bir zincirin halkası gibi üst akıl tarafından hazırlanmış, sistematik ve sonuçları hesaplanmış bir çalışma olduğunu göstermektedir. FETÖ ve benzeri yapılanmaların parmak izleri bu çalışmaların her aşamasında göze çarpmaktadır.
8. İstanbul Sözleşmesi Cinsel Yönelim Tanımlamasıyla Bütün LGBTQ+ Sapkınlıklarını Korumaya Almış, Aile Haklarının Verilmesini Sağlamıştır
“Madde 4 – Temel haklar, eşitlik ve ayrımcılık yapılmaması. 3) Taraflar bu Sözleşme hükümlerinin, özellikle de mağdurların haklarını korumaya yönelik tedbirlerin, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyetkimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin edeceklerdir.“
“3) The implementation of the provisions of this Convention by the Parties, in particular measures to protect the rights of victims, shall be secured without discrimination on any ground such as sex, gender, race, colour, language, religion, political or other opinion, national or social origin, association with a national minority, property, birth, sexual orientation, gender identity, age, state of health, disability, marital status, migrant or refugee status, or other status.”
Yukarıda Türkçesi verilen bu maddenin orjinal metnini de ekledim. Aynı kelimeleri de ortak bir renkle belirttim. Bu sözleşmenin amacı sadece cinsiyetler arası ayrımcılığı ve şiddeti önlemek olmuş olsaydı, ilk başta verilen Cinsiyet/Sex tanımlaması yeterli olurdu. Ama bu yetmez denilerek aynı cümle içinde 2 defa toplumsal cinsiyet/gender ifadesi kullanılmış. Ayrıca LGBTQ+ sapkınlarının da toplumun temel yapısı olan aile haklarının tamamına eşit şartlarda sahip olması için, cinsel yönelim/sexual orientation tanımıyla girmeleri sağlanmış.
Sorun sadece insanların şiddetten korunmak istenmesi olsaydı, bu kadar ayrıntıya zaten gerek yoktu! Türk Ceza Kanunu bütün insanlara karşı işlenen suçlara yönelik cezai hükümler içeriyor. Aşağıdaki hükümler 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu içinde yer alıyor. Aile üyelerine veya birlikte yaşanılan kişilere yönelik kötü davranışlara verilecek cezaları tayin ediyor. Zaten burada LGBTQ+ bireylerine yönelik bir ayrımcılık veya suçu görmezden gelme gibi bir durum da söz konusu değil.
“Kötü muamele Madde 232- (1) Aynı konutta birlikte yaşadığı kişilerden birine karşı kötü muamelede bulunan kimse, iki aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (2) İdaresi altında bulunan veya büyütmek, okutmak, bakmak, muhafaza etmek veya bir meslek veya sanat öğretmekle yükümlü olduğu kişi üzerinde, sahibi bulunduğu terbiye hakkından doğan disiplin yetkisini kötüye kullanan kişiye, bir yıla kadar hapis cezası verilir. Aile hukukundan kaynaklanan yükümlülüğün ihlali Madde 233- (1) Aile hukukundan doğan bakım, eğitim veya destek olma yükümlülüğünü yerine getirmeyen kişi, şikayet üzerine, bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (2) Hamile olduğunu bildiği eşini veya sürekli birlikte yaşadığı ve kendisinden gebe kalmış bulunduğunu bildiği evli olmayan bir kadını çaresiz durumda terk eden kimseye, üç aydan bir yıla kadar hapis cezası verilir. (3) Velayet hakları kaldırılmış olsa da, itiyadi sarhoşluk, uyuşturucu veya uyarıcı maddelerin kullanılması ya da onur kırıcı tavır ve hareketlerin sonucu maddi ve manevi özen noksanlığı nedeniyle çocuklarının ahlak, güvenlik ve sağlığını ağır şekilde tehlikeye sokan ana veya baba, üç aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”
Ayrıca her hangi bir suç işlendiği halde bildirimde bulunmayanlara yönelik ceza maddelerinde mağdur edilen kişilerin küçük yaşta olması veya hamile olduğu için kendini korumaktan aciz bulunması gibi hallerde suçu gizleyenlere yönelik cezalar daha da arttırılıyor:
“Suçu bildirmeme Madde 278- (3) Mağdurun onbeş yaşını bitirmemiş bir çocuk, bedensel veya ruhsal bakımdan engelli olan ya da hamileliği nedeniyle kendisini savunamayacak durumda bulunan kimse olması halinde, yukarıdaki fıkralara göre verilecek ceza, yarı oranında artırılır.”
Peki durum böyle iken, cinsel yönelim ve toplumsal cinsiyet kimliği ile tercih hakkını kullanan bireyler neden ısrarla maddeler arasına ekleniyor?
Çünkü bu sözleşmenin Avrupa Konseyinin ilk sözleşmeleri içinde yer alan “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi”ne giriş kısmında yapılan atıflarla bağlanması sağlanmış ve sayılan haklardan yararlanmak için kişilerin biyolojik cinsiyeti, toplumsal cinsiyeti veya cinsel yönelimi gibi nedenlerle hiç bir kısıtlama yapılamayacağı kayda alınmıştır. Bu durumda kadınlar ve erkekler arasında eşcinsel evlilikler, eşcinsel çiftlerde evlat edinme, eşcinsel kimliğiyle öğretmen, asker, polis, hakim, savcı veya imam olarak çalışabilme hakları hiç bir toplumsal değer dikkate alınmadan verilmek zorunda kalınacaktır. Nitekim Avrupa da bu haklar yıllar öncesinde uygulanmaya başlamıştır.
Türkiye açısından bakıldığında, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu evlenme ehliyeti maddesinde kadın ve erkeklerin yaş kısıtları gösterilmiştir. Ancak ilginç bir şekilde sadece kadın ile erkeğin evlenebileceğine dair özel bir ifade konulmamıştır. Bakınız:
“A. Ehliyetin koşulları I. Yaş Madde 124- Erkek veya kadın onyedi yaşını doldurmadıkça evlenemez. Ancak, hâkim olağanüstü durumlarda ve pek önemli bir sebeple onaltı yaşını doldurmuş olan erkek veya kadının evlenmesine izin verebilir. Olanak bulundukça karardan önce ana ve baba veya vasi dinlenir.”
Bu yorumda bulunduğum için acele edip şeytanın avukatlığı ile suçlayanların, aynı kanunda evlenemeyecek kişilerin belirtildiği maddelere de bakmalarını istiyorum:
“B. Evlenme engelleri I. Hısımlık Madde 129- Aşağıdaki kimseler arasında evlenme yasaktır: 1. Üstsoy ile altsoy arasında; kardeşler arasında; amca, dayı, hala ve teyze ile yeğenleri arasında, 2. Kayın hısımlığı meydana getirmiş olan evlilik sona ermiş olsa bile, eşlerden biri ile diğerinin üstsoyu veya altsoyu arasında, 3. Evlât edinen ile evlâtlığın veya bunlardan biri ile diğerinin altsoyu ve eşi arasında. II. Önceki evlilik 1. Sona erdiğinin ispatı a. Genel olarak Madde 130- Yeniden evlenmek isteyen kimse, önceki evliliğinin sona ermiş olduğunu ispat etmek zorundadır. b. Gaiplik durumunda Madde 131- Gaipliğine karar verilen kişinin eşi, mahkemece evliliğin feshine karar verilmedikçe yeniden evlenemez. Kaybolanın eşi evliliğin feshini, gaiplik başvurusuyla birlikte veya ayrıca açacağı bir dava ile isteyebilir. Ayrı bir dava ile evliliğin feshi, davacının yerleşim yeri mahkemesinden istenir. 2. Kadın için bekleme süresi Madde 132- Evlilik sona ermişse, kadın, evliliğin sona ermesinden başlayarak üçyüz gün geçmedikçe evlenemez. Doğurmakla süre biter. Kadının önceki evliliğinden gebe olmadığının anlaşılması veya evliliği sona eren eşlerin yeniden birbiriyle evlenmek istemeleri hâllerinde mahkeme bu süreyi kaldırır. III. Akıl hastalığı Madde 133- Akıl hastaları, evlenmelerinde tıbbî sakınca bulunmadığı resmî sağlık kurulu raporuyla anlaşılmadıkça evlenemezler.”
Bilişim dünyasında yazılım açıkları için kullanılan “bug” terimi buraya tam uyuyor. Aslında yaşları uygun ise, şuurları yerindeyse, üstsoy-altsoy ve hısım yakınlığı yoksa, boşanması tamamlanmamış bir evlilikleri yoksa, akıl sağlıkları yerindeyse ve kadınlarda boşanma sonrası 300 gün geçmişse, kadınların kadınlarla, erkeklerin erkeklerle evlenmelerinde buraya kadar yasal bir engel görülmüyor!
Şükürler olsun ki, evlenme başvurusu ve törenini tanımlayan bir sonraki 134. Madde içinde “Birbiriyle evlenecek erkek ve kadın, içlerinden birinin oturduğu yer evlendirme memurluğuna birlikte başvururlar.” şeklinde tevil edilemez bir hüküm var! Yasal zeminin eşcinsel evliliğe karşı geriye kalan son kalesi budur! Ne yazık ki onun da temeli sağlam değil! Çünkü Anayasamızın 90. maddesine göre : “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” Yani TMK 134. maddesi İnsan Hakları Sözleşmesi (madde 14) ve İstanbul Sözleşmesi ile çeliştiğinden etkisi yok hükmündedir. Başvuru halinde TBMM tarafından düzeltilmesi veya Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi gündeme gelebilir.
9. İstanbul Sözleşmesi Eğitim Sistemimizi Temelden Bozarak Milli Olmayan ETCEP Uygulamalarına Zorlamaktadır
“Madde 6 – Toplumsal cinsiyet konusunda hassasiyet gerektiren politikalar : Taraflar bu Sözleşmenin uygulanmasına ve sözleşme hükümlerinin etkilerinin değerlendirilmesine bir toplumsal cinsiyet bakış açısı katacak ve kadınlarla erkekler arasında eşitliğe ve kadınların güçlendirilmesine ilişkin politikalarını yaygınlaştıracak ve etkili bir biçimde uygulayacaklardır.”
“Madde 14 – Eğitim : 1 Taraflar, yerine göre, tüm eğitim seviyelerinde resmi müfredata, kadın erkek eşitliği, toplumsal klişelerden arındırılmış toplumsal cinsiyet rolleri, karşılıklı saygı, kişisel ilişkilerde çatışmaların şiddete başvurmadan çözüme kavuşturulması, kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve kişilik bütünlüğüne saygı gibi konuların, öğrencilerin zaman içinde değişen öğrenme kapasitelerine uyarlanmış bir biçimde dahil edilmesi için gerekli tedbirleri alacaklardır.”
Bu sözleşme fıtri ve biyolojik cinsiyet farklılığını reddeden toplumsal cinsiyet eşitliği tavır ve düşüncelerinin toplumda yayılması ve kabul görmesi için gereken her şeyin yapılmasını emrediyor. Toplumu dönüştürmenin en etkili ve kolay yolu eğitim olduğu için zaten sorunlu olan müfredatımıza ETCEP (Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi) zihniyeti, yani cinsiyetsiz okullar mantığı çoktan sokulmuş ve nesilleri zehirlemeye başlamıştır. Bununla beraber memur ve işçi olarak çalışanlarında zorunlu katılımlarının sağlandığı Toplumsal Cinsiyet Eşitliği eğitimleri yurt çapında yayılmıştır. TBMM’de kurulan KEFEK (Kadın ve Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu) bu işin öncülüğüne soyunmuş, tüm bakanlıklarda KEFE birimlerinin kurulması ve faaliyet göstermesi sağlanmıştır. Bu projenin sahipleri Sayın Emine ERDOĞAN’ın demeçlerini de etkilemiş ve onun ağzından “Çocuklarımızı engel, cinsiyet, ırk, etnik köken gibi farklılıklara karşı nötr kalacak şekilde yetiştirelim.” Şeklinde talihsiz ve tehlikeli ifadelerin çıkmasına neden olmuşlardır.
10. İstanbul Sözleşmesi Devleti Feminist ve Sapkın LGBTQ+ Dernekleri İle Birlikte Çalışmaya ve Desteklemeye Mecbur Kılıyor
“Madde 9 – Sivil Toplum Kuruluşları ve sivil toplum : Taraflar kadınlara karşı şiddet uygulanmasıyla mücadelede aktif bir rol oynayan sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarını her düzeyde takdir ve teşvik edecek ve destekleyecek ve bu kuruluşlarla etkili bir işbirliği gerçekleştirecektir.”
Yani, devletimiz mor veya yeşil fark etmeksizin; bütün feministlere, sapkın LGBTQ+ dernek ve örgütlerine maddi/manevi sahip çıkmak, faaliyetlerini desteklemek, daha çok çalışmalarını teşvik etmek zorundadır. Bu yüzden, Sözleşme imzalandığından günümüze kadar onlarca sapkın STK’nın resmen açılmasına, Ramazan ayında bile sapkın gösteriler yaparak, edep ve imanımın paylaşmama müsaade etmediği pankartlar sallamalarına, dini ve milli değerlerimize küfürler etmelerine izin verilebilmiştir.
11. İstanbul Sözleşmesinin Derdi Kadınları Korumak Değil Toplumları Formatlamaktır
“Madde 12 – Genel yükümlülükler: 1- Taraflar kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır.”
“1- Parties shall take the necessary measures to promote changes in the social and cultural patterns of behaviour of women and men with a view to eradicating prejudices, customs, traditions and all other practices which are based on the idea of the inferiority of women or on stereotyped roles for women and men.”
Orijinal metinde geçen eradicate kelimesi kökünü kurutmak, kökünü kazımak yani tamamen yok etmek anlamında kullanılıyor. Önyargılar, gelenekler, töreler, ve diğer uygulamalar denilerek açıktan ifade etmeye çekindikleri dini değerler ve hükümler de kapsam içine alınıyor. Zaten geleneklerin ve törelerin önemli bir kısmı da dini değerlere dayandığı için her şekilde yok edilmeleri isteniyor. Bu tavır sosyal sorunları gidermek değil, sosyal yapıyı değiştirmek, maziyle ve maziden gelen değerlerle ilişkisini kopartmaktır. Toplumun formatlanarak cinsiyetsiz, geleneksiz, ahlak ve namus gibi değerlerden sıyrılmış, şuursuz yığınlar haline gelmesi isteniyor.
“Madde 42 – Sözde “namus” adına işlenen suçlar da dahil olmak üzere, işlenen suçlar için gerekçelerin kabul edilmemesi 1 Taraflar bu Sözleşme kapsamında kalan şiddet eylemlerinin gerçekleştirilmesinden sonra başlatılan ceza davalarında kültür, töre, din, gelenek veya sözde “namus”un gerekçe olarak öne sürülmesinin önlenmesini temin etmek üzere, gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.”
Uğruna canımızı verdiğimiz, kurtuluş savaşını başlattığımız, Vatan gibi kutsal namus duygularımızla “sözde namus” denilerek alay edilmiştir. Münferit bazı olayların üzerinden, bütün toplumu ve ahlaki değerlerimizi töhmet altına alan, yaftalayan, kökü kazınacak tavırlar arasında gösteren bir hoyratlık vardır.
12. İstanbul Sözleşmesine Göre Ebeveynler Çocukların Cinsel Yönelimlerini Engelleyemez
“Bölüm IV – Koruma ve destek / Madde 18 – Genel yükümlülükler / 3- Taraflar bu bölüm uyarınca alınan tedbirlerin: / Çocuk mağdurlar dahil, hassas konumdaki insanların spesifik ihtiyaçlarına dönük olmasını ve bu imkanların mağdurlara sağlanmasını temin edeceklerdir.”
“Madde 23 – Barınaklar / Taraflar mağdurlara, ve özellikle kadın ve çocuklara, kalacak güvenli yer sağlamak üzere uygun, yeterli sayıda kolayca erişilebilir barınaklar oluşturmak ve mağdurların yardımına proaktif bir biçimde koşmak üzere gerekli yasal ve diğer tedbirleri alacaklardır.”
“Madde 31 – Velayet altına alma, ziyaret hakları ve emniyet / 1-Taraflar çocukların velayetinin ve ziyaret haklarının belirlenmesinde, bu Sözleşme kapsamındaki şiddet olaylarının göz önüne alınmasını temin edecek gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır. 2-Taraflar herhangi bir ziyaret hakkı veya velayet hakkının kullanılmasının mağdurun veya çocukların haklarını veya emniyetini tehlikeye düşürmemesini sağlayacak gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.“
İstanbul Sözleşmesine göre, reşit olmayan bir çocuk şayet cinsel kimliğini değiştirmeye kalkarsa, ebeveyninin yapabileceği bir şey yoktur. Artık onlar da birer mağdur kabul edilerek, gereken her şey yapılır. Ebeveyninden alınarak başka birilerinin koruyucu aile ortamına veya devlet yurtlarına konulmaları sağlanır. Velayetleri ve görüşme izinleri buna göre düzenlenir. Onların yaptırmak istemediği tıbbi ameliyat ve diğer ilaç uygulamalarını devlet yaptırır.
SONUÇ
6102 Sayılı Türk Ticaret Kanunu 18. Maddesinde Tacir (tüccar, ticaret yapan) tarifi yapılırken “Her tacirin, ticaretine ait bütün faaliyetlerinde basiretli bir iş adamı gibi hareket etmesi gerekir.” ifadesi yer alır. Yani tacirlerden işlerinde basiretli davranmaları beklenir. İşte biz vatandaşların da basiretli olması, devlet tarafından imzalansa bile kötü etkileri ortaya çıkan İstanbul, CEDAW ve Fulbright gibi sözleşmelere karşı uyanık ve hassas yaklaşması gerekir. Nitekim, koca sözleşmenin hiç tartışılmadan 15-20 dakika içinde TBMM de onaylandığını, onay için el kaldıran Vekillerin çoğunun okumadığını ve içeriğini bilmediğini, halen savunanların ve hatta karşı çıkanların bile okumamış olabileceğini görüyoruz.
İnsan oğlu/kızı hatalarla maluldür. Hatadan dönmek de bir erdemdir. Beklediğimiz şey değişiklik teklifleriyle Milli ve Manevi yapımıza, mefkuremize uydurulması imkansız derecede zor ve uzun sürecek olan bu sözleşmenin feshedilmesidir. Bu sözleşmeye dayalı olarak çıkarılan 6284 sayılı kanunun ıslah edilmesi, aile ve erkek düşmanı uygulamalara dayanak olmaktan çıkarılmasıdır. TCK içinde sadece beyanla verilecek olan cezaların kaldırılması gerçek delil ve ispatın esas olmasıdır. TMK içinde evlenme ile ilgili şartların toplum gerçeklerine uygun şekilde düzeltilmesi, süresiz nafaka yükümlülüğünün kaldırılması, çocuk velayetlerinin kültürümüzde olduğu gibi baba tarafında tutulması veya en azında eşit velayet sistemi getirilerek çocuk haczi ve ebeveyni yabancılaştırma sendromu (EYS) görüntülerinin önlenmesidir. Velayet şartlarını ihlal eden ebeveynin cezalandırılmasıdır. Erkeklerin kendi namus ve haysiyetlerini beş paralık eden, aldatma fiilini işleyen kadınlara nafaka ödemeye mahkum edilmesinin, çocukların ahlaksız bir hayat süren anne veya babaların yanında zarar görmesinin önlenmesidir. İşkence haline dönüşen boşanma davalarının asıl kısmının hızla bitirilmesi ve alacak-verecek ve velayet gibi sürtüşmelerin ayrı davalar şeklinde sürdürülmesidir. Yasal bir bağı kalmayan çiftlerin nafaka ve velayet sorunlarıyla tartışma ortamına girmelerinin önlenmesidir. Milli Eğitime çoktan sirayet eden ETCEP hastalıklı projelerinin ve ateist bakış açısının müfredatımızdan temizlenmesidir. Diyanet İşleri Başkanlığının özel projeler üreterek halkımıza İslam’da kadın, erkek ve çocuk haklarını anlatmasıdır. Sevgili Peygamberimizin s.a.s. örnek aile yaşantısının, karı-koca ilişkisinin, dini ve milli eğitim içinde verilmesidir. Edep, adap, usul, erkan, adab-ı muaşeret derslerinin çocuklarımıza verilmesidir. Evlenecek çiftlere İslamda evlilik yaşantısının, cinsel hayatın, eşlerin karşılıklı hak ve sorumluluklarının zorunlu olarak anlatılmasıdır. Erkeklere kavvam hak ve yetkilerinin geri verilmesi ancak sorumluluklarının da takip edilerek denetlenmesidir. Kadınların ne zulüm gören, ne de zulüm yaparsa yanına kalan hallerden korunmasıdır. Kanunlarımızı ve toplumumuzu kötü etkileyen ve bağlayıcı özelliği olan Fulbright, CEDAW ve Lanzarote gibi sözleşmelerin de iptali ve yasalarımızdaki izlerinin silinmesidir.
Hiç bir inanç ve meşru düşünce sistemi insanlara haksız yere eziyet etmeyi, can almayı meşru görmez. Kadınlara yönelik artan şiddetin kaynağında boşanma davalarının uzunluğu, haksız adli uygulama ve kararları, nafaka sorunları, çocukların intikam aracı olarak kullanılması, sadakatsiz zinakar eşlere her hangi bir ceza verilmeyişi, daralan iş piyasası ve işsizlik, hızla yükselen alkol alışkanlığı gibi pek çok neden vardır. Bunların tek tek ele alınıp düzeltilmeden, sırf sözleşme ve yasalara dayalı olarak aileleri parçalayarak, erkekleri sokak hayvanlarından değersiz ve potansiyel caniler gibi gösterilerek cinayet gibi elim olayların önlenmesi mümkün değildir. Mümkün olmadığını 2011 yılından beri katlanarak artan kadın cinayet sayıları gösteriyor. Sorunların asıl kaynağını görebilmemiz, yanlış sözleşme ve kanunları düzeltmeliyiz. Zinayı yeniden suç kabul etmeden, sapık ve katillere karşı idam cezasını getirmeden önce, daha kaç kişinin ölmesi, kaç yuvanın yıkılması gerekiyor?
Süresiz nafaka hükmü Türk Medeni Kanunu içine 1988 yılında girmiştir. Basiretli birkaç siyasetçi ve yazar dışında kimse zararını öngörememiş, daha sonra toplumu ne kadar yaygın etkilediğini, cinayetlere ve yuvaların dağılmasına neden olduğunu tahmin edememiştir. Toplumsal olayların ve kanunların tıpkı hastalıklar gibi tepe noktasına çıkmadan önce bir kuluçka ve gelişim süreci vardır. Süresiz Nafaka sorunu bu sürecin tepe noktasına ulaşmıştır. Bugün evlilik yaşının giderek yükselmesinde, boşanma sayılarının hızla artmasında, kadınların nafaka kesilmesin diye giderek artan gayrı meşru ilişki yaşama ve sigortasız çalışma sayılarında süresiz nafaka gerçeği doğrudan etkilidir. Artık, hemen her sülalede bir nafaka mağduru görülebilmektedir. Nafaka ile birlikte çocuk haczi ve EYS sorunları da tırmanmıştır. İstanbul Sözleşmesinin de kuluçka süresi sona ermiş, toplumun ateşini ve hastalığını hızla yükseltmeye başlamıştır. Son 6-7 yılda 6284 sayılı kanun nedeniyle evinden uzaklaştırılan erkek sayısının yaklaşık 2 milyonu bulduğu söylenmektedir. Kadın cinayetlerinin de artan eğrisi bu gerçeği teyit etmektedir. Bu yüzden; İstanbul Sözleşmesi imzalanalı 8-9 yıl olmuş, bu zamana kadar neden gündeme böyle yoğun gelmedi diyenler haksızlık ediyorlar. Basit bir mikrop bile vücuda girdiğinde hemen hasta etmiyorken, sosyal olayların bu kadar hızlı gelişmesini beklemek işbilmezlik ve bilmezlikten gelmektir. Maalesef acı olan şudur ki, bu sözleşme ve kanunların yaptığı sosyal ve ahlaki tahribatın giderilmesi de uzun zaman ve çok yönlü çalışma gerektiren zorlu bir süreçtir.
Yüce Rabbimiz, İstanbul Sözleşmesi ve bağlı mevzuatının verdiği zararların neresinden dönersek kar olacağını bilmeyi, biz vatandaşlara ve yöneticilerimize kabul ettirsin. Olayları ve belgeleri ferasetle, ön yargısız, çok yönlü ve çevre etkileriyle beraber değerlendirmeyi nasip etsin.
Ya Rabbi, Senden başka hiçbir İlah yoktur. Seni her türlü eksiklikten tenzih ederiz. Bizler nefsimize zulmettik. Neslimizi ve dinimizi tehlikeye attık. Bizleri senin yolunda birleştir. Bize yardım et! Bizleri bağışla! Sen her şeye Kadir’sin!
Amin…
Ercan ÖZÇELİK Türkiye Aile Meclisi Başkan Yardımcısı
Sağlık Personeli Neden Mutsuz ve Umutsuz?
Şurası acı bir gerçektir ki, sağlık personeli kamunun üvey evlatları gibi muamele görmüş; etinden, sütünden, emeğinden bol bol yararlanılmış ancak, diğer kariyer memurlarından çok daha kötü şartlarda maaş ve özlük haklarına mahkum edilmiştir.
Taban maaşı gittikçe eriyen ve en düşüklerde kalan memur grubudur sağlıkçılar.
Diğer memurlara tek kalemde verilen maaşla oluşan farkın bir kısmı, sabit ek ödeme adıyla bir lütuf gibi ödenen, onun da gelir vergisi eline geçmeden kesilen, emeklilik hesabına zerre kadar faydası olmadığı için, maaşının yarı yarıya azalma korkusuyla 65 yaşına veya ölene kadar çalışmak zorunda kalanlardır sağlıkçılar.
Kayıtlarda yok sayılan emeğine karşılık, güya performansına göre verilen ek ödemenin her ay korkulu bir kumara dönüştüğü, çoğu zaman sıfır veya sakız parası kadar geldiği, pandemi gibi olağan üstü hallerde bir parmak bal niyetine verilen 3 aylık tavandan ödemenin de, gecekondu misali alçak tavan hesabına takılarak hüsrana uğratıldığı memurlardır sağlıkçılar.
Pandemi sürecinde bile kronik özlük sorunları çözülmeyen, pandemi yüzünden görev başında vefat ettiği halde şehitlik unvanı ve hakları çok görülen, göstermelik 3 ay tavan ödemesiyle abartılı reklam yapılan, sizin haklarınız kuru alkışla ödenmez denilerek gerçekten de ödenmeyen, alkışlar kesilince yeniden unutulan mazlumlardır sağlıkçılar.
Sadece hekimlerin emeklerinin performansa değer görüldüğü, çalışma ve fedakarlık söz konusu olduğunda “sağlık bir ekip işidir, hep beraber gayret edelim” denilerek gaz verildiği, ama ek ödeme ve gelir paylaşımında sadece hekimlerin aslan payını kaptığı, diğer personelin alçak ek ödeme tavanlarına mahkum edildiği, aslında hak ettikleri rakamları alsalar da dengesiz ve adaletsiz paylaşım oranlarıyla hekimlerin diğer çalışanlarla birbirine düşürüldüğü, genel idari hizmetler ve yardımcı hizmetler sınıfının sadece sabit ödeme alabildiği, temizlik, güvenlik ve veri girişi gibi destek hizmetlerinin döner sermaye paylaşımında yok sayıldığı, huzursuz ve mutsuz çalışan emekçilerdir sağlıkçılar.
Polislerin maaşı yakaladıkları suçlu sayısına bağlanmaz. İmamların maaşı kıldırdıkları namazların rekat sayısına veya okudukları hutbeye göre değerlendirilmez. Subayların maaşı yerine getirdikleri veya verdikleri emir sayısına göre hesaplanmaz. Öğretmenlerin maaşı okuma yazma öğrettiği çocuklar veya çözdükleri sorular kadar yapılmaz. Ama sağlıkçılar için durum böyle değildir! Hekimler yaptıkları sağlık hizmeti kadar puan alır. Hekim dışı personelin emekleri koca bir sıfır sayılır. Asıl olan hekimlerin ek ödeme almasıdır. Ayıp olmasın diye diğer personele de biraz koklatılır.
Diğer memurlar her ay ne kadar maaş alacaklarını bilir, ama sağlıkçılar bunu asla bilemez! Hastane yönetimleri bütçeyi zorlar, toparlanmak için ek ödemeleri kısıtlar. SGK sağlık harcamalarını baskılar, gelirler azalır, giderler artar, pratik çözüm olarak ek ödemeler kısıtlanır. Velhasıl her ay sağlıkçıların yaşadığı kronik stres kaynağıdır maaşlarının ne kadar yatacağı!
Memurların baş belası olan vergi dilimleri sağlıkçıları da feci şekilde acıtır. Her yıl Temmuz ayında sözde maaş zammı yapılmış olsa bile, ellerine geçen net maaş tutarı 6 ay önceki Ocak maaşından daha düşüktür! Dev patronların ve şirketlerin çoğu kere yüzsüzlükten biriken vergi borçları her fırsatta silinir, düşürülür, ötelenir ama sağlıkçılar gibi bordrolu çalışanların vergileri kuruş sekmeden ve ellerine geçmeden kesilir. Maaş zamları da koca bir yalan olur.
Diğer memurların dilediği gibi kullanabildikleri yıllık izinler sağlıkçılar için pahalı bir lüks haline gelmiştir. Çünkü kullanırlarsa ek ödemeleri ceza olarak kesilir. Sürekli ve sabit giderlerini ödemeleri zorlaşır. Tatile çıksalar da döndüklerinde zehir edilir. Yani sağlıkçılar tatil günlerini parayla satın aldıkları için kolay kolay çıkamazlar. Kamuda birikmiş izin gün stoğunda sağlıkçıların lider oldukları tahmin ediliyor!
Pandemi sürecinde görüldüğü gibi, sağlığın en riskli meslekler arasında olduğu bellidir. Özellikle son 20 yıldır sağlıkta dönüşüm programını fiilen çalışarak gerçekleştiren sağlıkçıların emekleri yok sayılmış, 2018’de büyük bir fiyasko şeklinde çıkarılan yıpranma kanunu içinde değerlendirilmemiştir. Daha önce 6-7 yıl boyunca sözü edilen, umut verilen yıpranma payında çok sınırlı ve adeta vermemeye odaklı bir oran ve hesaplama şekli tayin edilmiş, mevcut çalışanların hizmetlerine fayda etmemiş, halen çalışanların ancak 10 yıl sonraki emeklilik hesaplarına yansıyacak şekilde ulaşılmaz bir noktaya konulmuştur. Bu hali ile sadece mesleğe yeni başlayanlara sınırlı bir faydası olacaktır. Bu eksik ve haksız kanun düzenlemesi de hem siyasetçilerin hem de beceriksizliği tescillenmiş yetkili sendika ağalarının istismar ettiği bir sorun olmuştur.
Askeri personelin subay-astsubay olarak her hangi bir eğitim ve meslek ayrımı olmaksızın yıllardan beri yararlandırıldığı 3600 ek gösterge hakkı sağlık personeline bir türlü verilmemiş, verileceği söylendiği zamanlarda ise sadece hemşirelerin adı anılarak personel arasında huzursuzluğa neden olunmuştur. Meslek bazında tıpkı subay-astsubaylar gibi eğitim farkına bakılmaksızın tüm sağlık hizmeti sınıfına 3600 ek göstergenin çoktan verilmiş olması gerekirdi.
Sağlık personeli, içinde aynı işi yapan ama çok farklı atama usulüne tabi tutulan, dönemsel olarak bazılarının kayrıldığı, bazılarının mağdur bırakıldığı 3+1, 4+1, sözleşmeli, vekil gibi değişik statülerin olduğu değişik bir gruptur.
Hastanelerde çalışanlar yıllar önce kıtlık şartlarına göre hazırlanmış yemek yönetmeliği yüzünden yetersiz ve kalitesiz yemekler yemeye mahkumdur. Ya evden bir şeyler getirecek veya hastaneden yiyerek sindirim sistemini de zora sokacaktır. Mesela yemeklerde öğün başına verilen çiğ et gramajları yetersizdir. Yemekler 3 öğün olarak ihale edilir ama idari istek sonucu firma 4. çeşidi ek ücret almadan çıkarır. En düşük fiyat esasına göre 3 çeşit için yapılan ihale sonucu en ucuz veren firma 4 çeşit yemek verirse 6-7 TL gibi rakamlar için kullanılan malzemelerin kalitesi ve miktarları ne kadar sağlıklı olabilir?
Sağlık sendikaları yetkili olana kadar en ateşli muhalif kesilen, yetkili olunca yönetime karşı süt dökmüş kediden öte poz veremeyen, mesailerinin çoğunu eş dostlarının sözleşmeli atama kulislerine harcayan, ileride bir koltuk kapabilmek için siyasetçilere yanaşılan, sendika yönetimine geçince içlerinde saklı kalan lüks yaşamaya hevesli canavarın serbest kaldığı, ilk iş olarak maaşlarını ve makam arabalarını yükselten, utanç ve usanç kaynakları olmaktan öteye gidememiştir. Sahada sırılsıklam ter dökerek çalışan, 24 saat kesintisiz emek veren aziz sağlıkçıların iradelerini, ucuz hesaplar için peşkeş çeken, üyelerin seslerini duyurmaktan ziyade bastırmaya odaklanan, sahte kahramanlar yuvasıdır yetkili sağlık sendikaları. Gelenin gideni arattığı, kalitenin sürekli düştüğü, fiyasko işlerin üretim merkezidir yetkili sağlık sendikaları. Bu yüzden üyelerinin inancı ve saygısı kalmamış, tepki vermeye dahi değer görülmemiştir artık.
Hekim dışı sağlık personeline özel sendikaların olmaması da ayrı bir sorundur. Çünkü mevcut sendikaların talepleri üyeler arasında çıkar çatışmasına yol açtığı için yargısal boyutta olumsuz karşılanmaktadır. Hekim dışı sağlık profesyonellerini kucaklayan ve sorunlarını çözmeyi ilke edinen sendika veya diğer STK’ların kurulumu da geciken bir ihtiyaçtır.
Kısaca sağlıkçılar bunlar yüzünden mutsuz ve umutsuz kaldılar. Bekledikleri şeyler de insaf, adalet ve hakkaniyettir sadece.
Allah’a şükürler olsun ki, biz aciz kullarını Rabbimize ve birbirimize “yaklaştıran” bir Kurban Bayramına daha kavuşmak üzereyiz.
Evet, “Kurban” yakınlaşmak, yaklaşmak anlamlarından geliyor. Sevdiklerimize yakın olmak isteriz. Akrabalarımız da öyledir. Akraba ve kurban aynı kelime kökünden çıkar.
Hz. İbrahim a.s. dan bu yana mü’minler Allah’a yakınlaşmak için kurban keserler. En son ve hak din olan İslam’ın eşsiz kaynağı Kur’anı Kerim’de Rabbimiz: “O Halde, Rabbin için namaz kıl, kurban kes.” (Kevser/2) buyuruyor. Biz Müslümanlar da Sevgili Peygamberimizin s.a.v. gösterdiği gibi kurbanlarımızı keser ve paylaşırız.
Kurban yaklaşmak olduğuna göre, kurban kesen insanların Rabb’lerine yaklaşması maddi değil manevi boyutta yaşanacaktır. Duygu, düşünce, his ve inanç boyutunda bir gelişimden söz ediyoruz. Durum böyle olunca, kurban kesimi sırasında özel bir deneyim yaşanması gerekir. Bu deneyimin en güçlü yaşanma şekli bizzat kurbanımızı kendimizin kesmesiyle ortaya çıkar. Zaten ayet-i Kerime de “kes” diyor, “kestir” demiyor.
Satın aldığımız bir arabayla ilgili farklı deneyimlerimiz olabilir:
1-Arabamızı bizzat sürebiliriz.
2-Arabamızı başkası sürerken ön koltuğunda seyahat edebiliriz.
3-Arabamızı başkası sürerken arka koltuğunda seyahat edebiliriz.
Bu seçenekler arasında en yoğun his ve duyguları şüphesiz 1. seçenekte yaşarız. Çünkü tam bir sorumluluk ve fiili kontrol vardır. Sahibi olduğunuz aracı korku, zevk, merak ve heyecan gibi farklı duygular içinde sürer, hareketlerinizden sorumlu olmak, beraberinizde seyahat edenleri de düşünmek zorunda kalırsınız. Diğerleri de sırayla farklı duygu ve düşünce deneyimleri yaşatır.
Hiç kimse, sahibi olduğu aracı bizzat sürerken aldığı zevki başka birisi sürerken duyamaz! Özellikle yabancı birisi sürüyorsa. Kendi ailesinden oğlu, kızı veya eşi sürdüğünde gururlanır elbet. Ama başkaları sürdüğünde öyle olmaz.
Kurban kesmek de böyledir. Özellikle erkeklerin kendi kurbanlarını bizzat kesmesi, kan akarken, Allah için bir can feda edilirken yaşanan manevi yoğunluğu, acizliği ve dünyadan kopup gitmenin kolaylığını bizzat görmesi, yaşaması lazımdır. Kurban kesmeye hevesli ve becerisi uygun kadınlar da bizzat bu deneyimi yaşamalıdır.
Kurban kesen kişiye bir sükunet gelir. Canın ve canlı olmanın kıymetini anlar. İbadet niyetiyle bile olsa can almanın zorluğunu, manevi sorumluluğunu hisseder. Şiddet ve cinnet duygularından sıyrılır. Hayatın söz konusu olduğu anlarda küçük şeylere takılmanın yanlışlığını görür.
Kurbanı bizzat kesmek elbette iyidir. Ancak, aynı günde birden fazla kurban kesmek ve etlerini paylamak bile duygularda köreltmeye, acıklı olan bu durumu kanıksamaya yöneltebilir. Kesme işini de abartmamak lazım. Kendimden biliyorum! Bir defasında nasip olmuştu ve ailemiz adına 3 kurbanı birden sırayla kesip etlerini paylamıştım. Bütün gün et ve bıçakla uğraşınca algılarım da değişmişti. Akşama ziyaretimize gelen sevgili bacanağımın, kısa kollu gömleğinden çıkan kollarına bakarak, bıçağı nereden takıp kemiği nasıl sıyıracağımı gözümle hesap ederken yakaladım kendimi!! Sürekli yapılan işlerde mesleki yozlaşma başlar. Zaten, Osmanlı döneminde kasapların merhamet ve şefkat gibi insani duyguları zayıflamasın diye 6 ayda bir zorunlu izne çıkarılmaları ve tarım gibi işlerle meşgul edilmeleri de bu mesleki yozlaşmayı engellemek içindi.
Kurban Bayramları toplumda sevgi ve dayanışmayı arttırır. Zenginlerin mallarından fakirlerin haklarını ayıklayarak tıpkı zekat gibi bereketlenmesini sağlar. Şiddet olaylarını azaltır. Karı-Koca arasında muhabbeti geliştirir. Çocuklar ile birlikte ailecek hayır ve hasenat çalışması yapmanın mutluluğunu yaşatır.
Son zamanlarda ülkemizdeki Müslümanlar arasında, yurt dışında bağış yolu ile kurban kestirmek moda oldu. Tıpkı bilgisayar oyunu gibi uzaktan kumandalı ve hassas olanlar için video gösterimli sıradan bir etkinliğe dönüştü. Bunun çeşitli nedenleri var. En başta daha ucuz ve zahmetsiz olması, cemaat ve derneklerin ısrarlı talepleri ve daha kötü durumdaki Müslümanlar için yardım isteği. Maddi durumu çok iyi olan ve hem Türkiye’de hem de yurt dışında birden fazla kurban kesebilenleri hariç tutmak üzere, bu akımı doğru ve sağlıklı bulmuyorum.
Şu sebeplerden dolayı:
-Kurban kesen kişi hiç bir duygu ve yakınlaşma hissetmeden yasak savar gibi para bağışı ile ibadetin ruhunu yaşayamıyor.
-Etrafında yaşayan fakirlerin ve akrabalarının haklarını ihlal ediyor.
-Kurban ibadetini yıllık vurgun gibi gören art niyetli STK ve kişilerin emellerine hizmet ediyor.
-Kurbanını dışarıdan alarak ülke ekonomisine ve yerli üreticilere zarar veriyor.
Kurban ibadetini tamamen et satışına çeviren ve adeta kasaptan sipariş boyutuna getiren zincir market ve kar odaklı yerli STK uygulamaları da sakıncalıdır.
Uzun lafın kısası, Kurbanımızı mümkün olduğu kadar kendimiz keselim. Yapamıyorsak, kesim sırasında yanı başında duralım. Kurbanımızı sevelim, okşayalım ve kutlu yolculuğuna güzellikle gitmesi için yanında nöbet tutalım. Et niyetiyle değil, ibadet niyetiyle kurban ettiğimizi, kurbanların etlerinin veya kanlarının değil, Rabbimize sadece niyetlerimizin gittiğini unutmayalım.
Allah her Müslüman kardeşimize kendi kurbanını gönül hoşluğuyla alabilmeyi, güzellikle ve bizzat kesebilmeyi, mübarek etini en güzel şekilde hayırlara vesile edebilmeyi nasip eylesin!
SOSYAL GİRİŞİMCİLİK başlıklı bu makalem “International SOCIAL SCIENCES STUDIES JOURNAL” Dergisi 2020-Mayıs 6.Cilt 63. sayısında yayınlanmıştır. Uluslararası yayın sınıfına giren bu makalemde, Sosyal Girişimciliği çeşitli boyutlarıyla irdelemeye çalıştım. Sonuç kısmında ise oldukça erdemli ve topluma yüksek faydaları olan bu faaliyetlerin, cinsiyetçi odaklı Sosyal Mühendislik projelerine kurban edilmemesi gerektiğini özellikle vurguladım.
Sevgili Hocamız Prof. Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN‘a teşekkür eder, faydalı olması dileğimle dikkatlerinize sunarım…
SOSYAL GİRİŞİMCİLİK
Ercan ÖZÇELİK
Doktora Öğrencisi (Üsküdar Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Sağlık Yönetimi Bölümü),
Tıbbi Teknolog (Sağlık Bakanlığı Koşuyolu Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi), TÜRKİYE
ORCID ID: https://orcid.org/0000-0002-9326-7403
ÖZET
Dünya genelinde sosyoekonomik ve teknolojik gelişimin yaygınlaşmasının kaçınılmaz sonuçlarından birisi de sosyal gruplar arasındaki eşitsizliğin giderek artmasıdır. Bu eşitsizliğin azaltılması için toplumların kendi değer sistemlerinden gelen, geçmişleriyle bağlantılı destekleyici ve düzenleyici dinamikleri bulunmaktadır. Devlet yapılarının amaçlarından birisi de toplumsal refahı yaygınlaştırmak ve geliştirmek olmuştur. Sosyal Girişimcilik ise özellikle sivil inisiyatif sahiplerinin sosyal eşitsizliklerin giderilmesinde sürdürülebilir çalışmalar yapması ve bunları kurumsallaşmaya yöneltmesiyle öne çıkan faaliyetlerdir. Bu makalede Sosyal Girişimcilik kavramı etrafında belirginleşen değerlerin derlenmesine ve örnek projelerin ifadesine çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Sosyal Ekonomi, Genel Refah, Girişimcilik, Sosyal Girişimcilik
JEL Kodları:B55, I31, L26, L31
SOCIAL ENTREPRENEURSHIP
ABSTRACT
One of the inevitable consequences of the spread of socioeconomic and technological development worldwide is the increasing inequality between social groups. In order to reduce this inequality, societies have supportive and regulatory dynamics related to their past, coming from their value systems. One of the aims of state structures has been to promote and improve social welfare. Social Entrepreneurship, on the other hand, is a prominent activity, especially when civil initiative owners carry out sustainable works in eliminating social inequalities and direct them towards institutionalization. In this article, it will be tried to compile the values that are evident around the concept of Social Entrepreneurship and to express the sample projects.
Key Words: Social Economy, General Welfare, Entrepreneurship, Social Entrepreneurship
JEL Codes:B55, I31,L26, L31
1. GİRİŞ
İnsanlar, yaşadığı sorunlara uyum sağlama ve çözüm geliştirme yönünde yüksek kabiliyetli, esnek ve dinamik topluluklar içinde kendi geleneklerini ve değerlerini korur ve geliştirirler. Yaşadıkları sorunların giderilmesinde, din temelli sabit inanç ve davranış kalıplarının yanı sıra kendi geliştirdikleri ve geniş kabul görmesini sağladıkları kurallar ve hassasiyetlere de uyma eğiliminde olurlar.
Sosyal eşitsizlik ve gelir dağılımındaki dengesizlik dünyada olduğu gibi Türkiye’de de insanların hayatını etkilemekte, beslenme bozukluğu gibi kronik sağlık sorunlarına da neden olmaktadır. Toplumun bir kısmı lüks yiyecek ve içeceklerle beslenebilirken, önemli bir kısmının haftalık alışverişini yapmaktan aciz olması ve sağlıksız da olsa en ucuz yiyeceklere yönelmesi söz konusudur. Türkiye bir geçiş formunda olduğundan, hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerin beslenme sorunlarını yaşamaktadır. Ülke nüfusunun % 15 kadarının açlık sınırının altındaki şartlarda yaşadığı resmen tespit edilmiştir. Halkın neredeyse yarısı da yetersiz ve dengesiz gıda almaktadır. Ayrıca aşırı ve yanlış beslenme nedeniyle erişkin insanlarımızın obezite ve ilişkili kronik hastalıklara yakalanma oranları da neredeyse gelişmiş ülkelere yakın haldedir (Baysal, 2003).
Yoksul insanlar her zaman aramızda olacaklar. Ancak fakirliklerin türü ve anlamları farklılaşacak. Erişkin insanların tamamının üretim faaliyetlerine katılması gereken toplumlarda fakir olmak aynı şekilde kalamaz. Bunun nedeni geçmişten gelen üretim kültürünün gelişmesi ve hayatın her alanında etkili olmasıdır. Üretim toplumlarında bütün üyelerin profesyonel yeteneklerini kullanarak katkıda bulunmaları beklenir. Üretimi ve gelişmeyi temel yapı olarak benimseyen gelişmiş organizasyonların ve profesyonel mesleklerin icra edildikleri toplumlardaki yoksullar ile tüketim ağırlıklı yaşayan, kaynaklarını başkaları tarafından üretilen hizmet ve malları elde etmek için harcamak zorunda kalan toplumlarda yoksul olmak tamamen değişik durumlardır. Önceleri fakirliğin tanımlanmasında işsizlik esas alınırken, günümüzde daha çok “defolu tüketici” olması öne çıkmaktadır. Bu fark yoksul yaşamanın kanıksanması ile sefaletten kurtulmanın arayışı arasındaki değişimi göstermektedir (Bauman, 2005).
Bazı neo-liberal yaklaşımlara göre, yoksulluk kapitalizmle beraber başlayan bir durumdur. Kapitalizm ise politik yönlerinden ayrılarak tanımlanamaz. Kapitalizmin sonuçlarından birisi de yeni yoksulluktur. Yeni tip yoksulluk ise politik dinamiklerden bağımsız sayılamaz. Sonuçta yoksulluğun kendisi politik bir sorun ve sonuçtur (Karakaş, 2005).
Sosyal girişimcilik dediğimiz olgu, bireysel veya kurumsal sorumluluk ve yetkinliklerin tetikleyerek geliştirdiği, toplumsal refahın yaygınlaşmasını ve eşitsizliklerin azaltılmasını sağlamaya çalışan bir yaklaşımdır. Sosyal girişimcilik, topluma karşı bir ödev ve toplumda yaşayarak gelişmenin doğurduğu bir şükran ifadesi yerine de geçmektedir.
Bu çalışmada sosyal girişimciliğin kuramsal çerçevesi verildikten sonra, örnek veya önemli bazı projelerin işletilmesi hakkında bilgiler sunulacaktır.
2. SOSYAL GİRİŞİMCİLİKTE KURAMSAL ÇERÇEVE
Girişimci ifadesi, Latincedeki “intare” köküne dayanan, İngilizcede ise enter (giriş) ve pre (ilk) sözcüklerinin birleşimiyle oluşan entrepre-neur, yani “ilk girişen, başlayan” anlamında kullanılmıştır (Korkmaz, 2000). Girişimcilik hakkında konuştuğumuzda karmaşık tanımlarla karşılaşırız. Türkçeye girişimcilik olarak çevrilen İngilizce “entrepreneur” teriminin diğer kökeni de Fransızca “entreprendre”dir. Bir şeyler yapmak, başlatmak anlamındadır. Ortaçağ döneminde her hangi bir işi yapan kişiler için söylenmiştir. Ekonomi literatürüne girişi 1730 yıllarında Fransız yazar Richard Cantillon’un bir eseri ile olmuştur. İngilizler tarafından gündeme alınması da John Stuart Mill ile 19’uncu asırda olmuştur. 20’nci asırdan itibaren girişimcilik ifadesi beşeri bilimlerin çoğunda kullanılmaya başlanmıştır (Çetindamar, 2002).
Üretmek için gerekli unsurların derlendiği, teknolojik, iktisadi ve yasal oluşumlara da “girişim” veya “işletme” denilir. Böyle bir işletmeyi hayata geçirmek için gayret ve çalışmada bulunan kişilerin faaliyetlerine de girişim denilebilir. Girişimciler, işletmeleri planlayarak açan, yöneten, hedeflerini tayin ederek kaynaklarını seferber eden kişilerdir. Başka bir açıdan girişimciler, mal veya hizmet üretebilmek için risk alarak doğal kaynaklar, sermaye ve işgücü gibi üretim unsurlarını birleştirerek icraatta bulunan kişilerdir (Yelkikalan vd., 2010).
Girişimciliğin sosyal ve ekonomik etkileri çok yönlüdür. Toplumda işsizliğin azaltılmasında, gelir sağlayan kesimlerin çoğalarak daha kaliteli hayat seviyesine yükselmesinde, sürekli ve yükselmiş gelir akışıyla ertelenen evlilik ve yatırım gibi önemli kararların uygulamaya konulmasında, atıl duran kaynakların ekonomiye kazandırılmasında oynadığı rol, girişimciliğin çok yönlü etkileşimlerini göstermektedir. Ülke ve toplumların sosyal ve ekonomik açıdan sağlıklı bir düzene girebilmesinde girişimcilerin bu işlevleri önemli bir paydayı kapsamaktadır. Girişimciliğin bu fonksiyonları kalkınma ve sosyal gelişmişlik yönünden önemli faaliyetlerdir. Bu fonksiyonları nedeniyle dünya genelinde ülkelerin ekonomik yapıları büyük ölçüde girişimciliğe hazır ve buna bağlanmış şekilde kurulmaya çalışılmaktadır (İlhan, 2004).
Ahi sözcüğü Arapça “kardeşim” anlamına gelir. Ahinin Türkçe ’deki akıdan (cömert) türediği de söylenmektedir. İslam dini esaslarına hassasiyetle bağlanmayı, ticaret ve sanatkârlık içeren esnaflıkta da bu duyarlılığa uygun davranmayı esas alan Ahiliğin tasavvufla da ilişkisi vardır. Türkler arasında yiğitliğin, cömertliğin ve kahramanlığın ön plana çıktığı kurumsal esnaflık duruşuyla nam salmıştır. Şeyh Nasîrüddin Mahmûd (ö. 1262), “Ahî Evran” namıyla tanınmış ve ahiliğin piri olarak saygı görmüştür. Ahîliğin Anadolu topraklarında yeşerip büyümesinde Ahî Evran’ın çok önemli katkıları bulunmuştur (Kazıcı, 2020).
Ahi zihniyetli girişimciler, dünyanın her yerinde toplumların iktisadi, politik ve kültür yaşantısında önemli katkılarda bulunur ve gelişmelerinde doğrudan etkili olurlar. Atıl durumda kalan yer altı ve yer üstü zenginlikleri ekonomik dolaşıma sokarak değerlenmelerini ve toplumların ekonomik açıdan büyümelerini sağlarlar. Dünya genelindeki yoksulluğun nedeni kaynakların azlığından ziyade, girişimcilerin eksikliğindendir. Yoksul kesimlerin azaltılmasında etkili olan durum, ekonomik kaynakların bolluğu değil, bunları ulaşılabilir kılan ahi zihniyetli girişimcilerin çokluğudur. Ahi girişimciler herkesin baktığında farklı olanı görebilen, gecenin sabaha evirileceğini anlayan, tohumdan bitkiyi hisseden, toprağın zenginliklerini keşfeden adeta simyacı gibi bilge ve becerikli insanlardır (Gürdoğan, 2019).
Sosyal Girişimcilik ifadesi, aktif yaşantı içinde çok yönlü faaliyetler dizisini barındırmaktadır. Kendisine özel bir misyon tayin etmiş olan girişimciler, kar amacı olmayan sektörlere kar amaçlı teşvikler sağlamaya kararlı sosyal hedefli iş girişimleri, melek yatırımcılar denilen risk sermayesi gibi “yatırım” projelerini destekleyen hayırseverler ile iş hayatının zorunlu ve faydalı yönlerinden gerekli eğitim ve derslerini alarak kurumsal süreçlerini iyileştiren, kar amacı gütmeyen kuruluşlar şeklinde sayılabilirler. 2010 yılından itibaren sosyal girişimciliğin dünya çapında popüler olduğunu ve sosyal değerler katma açısından düşünce ve davranışları dönüştüren bir “fenomen” haline geldiğini görüyoruz. Bu girişimlerin bazıları tamamen farklı ve yenidir. Ancak geneline bakıldığında uzun zamana yayılan faaliyetleri ile geniş çevrelere ulaşabildikleri görülmektedir (Macmillan, 2010).
Sosyal girişimcilerin temel amaçları sosyal, doğal veya teknolojik sorunları çözmektir. Bu sorunlar; aşırı kalabalık yollar, yetersiz veya uygunsuz giysiler, trafiği terörize eden sürücüler, insanları rahatsız eden başıboş ev hayvanları veya telefonla arayan satıcılar gibi rahatsızlık veren durumlar olabilir. Günlük sorunlar dışında huzurumuzu ve geçim kaynaklarımızı tehdit eden çevre kirliliği, adli suçlar, kamu ve özel sektördeki yolsuzluklar, ekonomik krizler gibi olaylar da bulunmaktadır. Doğrudan hayatımızı tehdit eden iklim değişikliği, savaşlar, kıtlıklar, terör saldırıları, hastalıklar ve doğal afetler gibi etkenler de bulunur. Gün geçtikçe yaşadığımız sorunların zorluğu ve karmaşıklığı artmaktadır. Ayrıca bunlara yeni ve farklı sorunlar da eklenmeye devam ediyor. Sosyal girişimciler bütün bu sorunların içinden çözümünü üstlenmek veya çözüm yolunda katkıda bulunmak istediklerini seçer ve görev listelerine koyarlar. Başlangıçta küçük hedeflere odaklanmak ise gelişim ve başarı etkinliği için tavsiye edilen bir durumdur. Başarı sağlandıkça büyüyen ve toplumun geniş kesimlerine ulaşabilen projeler üretilebilir. Sosyal girişimcilik ve yöntemleri, genelde ticari hayatın uygulamalarından esinlenerek geliştirilmiştir. Bu açıdan önemli bir tatmin ve mutluluk kaynağı olabilen sosyal girişimcilik uygulamaları, gittikçe daha popüler olmaya başlamıştır. Sosyal girişimcilerin, yerel, bölgesel, ulusal veya uluslararası sosyal problemlere karşı geliştirdikleri yöntemler, oldukça yenilikçi ve başarılı olabilmektedir. Hemen her girişimcinin, başlangıçta karar vermesini ve eyleme geçmesini tetikleyen, merhamet ve cömertlik duygularını uyandıran temel bir misyonu veya projesi olmaktadır. İlk ve somut faaliyetleri de bu misyona dönüktür. Genel olarak sosyal girişimciliğin üç ana unsuru vardır: Bunlar motivasyon, organizasyon ve toplumdur. Motivasyon, sosyal girişimciyi ilk defa harekete geçiren, aciliyet ve merhamet duygularını uyandıran durumdur. Sosyal girişimcilik önemli bir organizasyondur. Yasalar tarafından belirlenmiş birleşik bir yapılaşmadır. Bütün organizasyonlarda olduğu üzere, yöneticilerin planlama, organizasyon ve yürütme faaliyetlerini sürdürmesi gerekir. Bunun için etkili bir liderlik performansı beklenir. Sosyal girişimcilik toplumdan uzak bir alanda icra edilemez. Sosyal gruplar ve bireylerle çalışmak sosyal girişimciliğin temel nitelikleri içindedir. Bu nedenle sosyal girişimlerin toplumla uyum sağlaması, iletişim içinde olması ve geri dönüşleri algılayabilecek duyarlıkta olması gerekir. Toplum yararına özel ve kamu kaynaklarını da harekete geçirebilmek için sosyal etkileşimin açıklığı gerekir. Kar amaçlı sosyal girişimler de doğal olarak kapitalist kurallara göre faaliyet gösterirler. Bunların diğer işletmelerden farkı ise kar bekledikleri faaliyetlerinin sosyal ve çevresel faydaya da hizmet etmesine çalışmalarıdır (Durieux ve Stebbins, 2010).
Sosyal girişimcilikte yaşanan terminolojik çeşitlilik ve karışıklık nedeniyle araştırmacıların kendi tanımlarını ve terimlerini kullanmasına neden olmuştur. Sosyal girişim, hayırseverlik, sivil toplum kuruluşları (STK), kar amacı gütmeyen kuruluşlar, kurumlar, 3.sektör gibi terimler birlerinin yerine veya yakın anlamlı olarak kullanılmaktadır. Fakat bu organizasyonları ortaya çıkarak toplumsal değerler ve ihtiyaçlar farklı nedenlere dayanabilir. ABD için konuşulduğunda “sosyal girişimcilik” ifadesi sosyal sorunların çözümünde sivil inisiyatifin öne çıkmasında kullanılır. Karşılık beklenmeyen tek taraflı yardımlar ise “hayırseverlik” şeklinde tanımlanır. Avrupa’daki “sosyal girişim” kavramı ise karlılık, finansal ve kurumsal yönetim açısından oturmuş değildir. Avrupa’da yürütülen sosyal savunmacılık, pazarlamayı tetikleme ve ikinci düzeydeki çalışmaların idaresi ile birlikte bakıldığında sosyal girişimcilik şeklinde anlaşılmaktadır. ABD içinde bu tür faaliyetler genellikle düşünce ve lobi kuruluşlarının yaptıkları içindedir. Çin veya gelişmekte olan diğer ülkelere bakıldığında daha karmaşık ve çeşitli yasal formların olduğu görülmektedir. Bazılarında ulusal kaynakların bir kısmının kar amacı gütmeyen kuruluşlar için ayrılığı bilinmektedir. Bu farklılıklara bakıldığında sosyal girişimciliğin neden geniş çapta kabul gören bir tanımının olmadığı belli olmaktadır. (Wolfgang Grassl, 2012).
Dezavantajlı şartlarda yaşamaya çalışan insanların hayatını kolaylaştırmaya ve bulundukları durumdan kurtulmalarına destek vermeye çalışmak gerekir. Bunun için sorumluluk sahibi ve sosyal ihtiyaçlara duyarlı yeni ve farklı sosyal sermaye tiplerini geliştirmeye ihtiyaç duyulmaktadır (Leadbeater, 1997).
Sosyal sermaye, toplum temelli maddi ve maddi olmayan varlıkların üretilmesi için kaynak ayrılması anlamına gelir. Yoksa toplumun kendisinin varlığı tehlikeye girecektir. İşletme ve kuruluşlar, tanımlanabilir hissedarlara ait olmadıkları sürece “sosyal” sayılırlar. Bunlar için asıl itici güç ve hedef karlılık değildir. İçinde bulundukları toplumun bir parçası ve topluma ait yapılar gibi görülürler. Bu anlayış, sosyal sermayeyi “insanların gruplar ve organizasyonlarda ortak amaçlar için birlikte çalışma yeteneği” şeklinde yorumlayan (Fukuyama, 1995) gibi yazarların tanımlarından değişik ama ilintilidir.
Sosyal ağlar ve topluluk grupları, toplulukların faydalanması adına somut, fiziksel değerler üretir ve kullanıma açar. Kalkınmış ülkelerde bile kendi içlerinde yardım için ulaşamadıkları insan grupları bulunmaktadır. Normal şartlarda yardım ve hizmet unsurları yerel yönetimlerin imkânları ile daha verimli ve etkili dağıtılır. Leadbeater (1997), toplum temelli olan ve zaman içinde bir mahalle tabanından ulusal ve hatta uluslararası bir kimliğe sahip olabilen, belirli bir yöreyi yenilemeye, kalkındırmaya çalışan birkaç sosyal girişimciyi anlatmıştır. Ancak, sosyal girişimlerin çoğunluğu küçük ve yerel ölçekte kalmaktadır. Bu durum da mikro ve küçük işletmelerin çoğunun orta ölçekli işletmelere dönüşememe durumunu ortaya çıkarmaktadır. Başarılı projeler yapan sosyal girişimcilerin önemli niteliklere sahip oldukları görülmüştür.
Şekil 1. Sosyal Girişimciliğin Sektörler ile ilişkisi (Leadbeater, 1997)
Sosyal girişimciliğin akademik soruşturma geçmişi nispeten kısa sayılacak bir süredir. Sosyal girişimcilik, çeşitli kurum ve kuruluşlarca yürütülen çok yönlü ekonomik, eğitimsel, araştırma, refah, sosyal ve manevi faaliyetler şeklinde ifade edilebilir (Leadbeater, 1997). Bu kadar çok çeşitli faaliyetleri inceleyen araştırmacılar, sosyal girişimcilik olgusunu kamu sektörü, toplum örgütleri, sosyal eylem örgütleri ve hayır kurumlarını da dahil ederek bir dizi kavramlar içerisinde tanımlamaya çalıştılar. Sosyal girişimcilikle ilgili araştırma ve belgeleme çalışmalarının önemli bir kısmı, kamu gücü dışında kalan kar amacı gütmeyen kuruluşlar tarafında yoğunlaşmıştır.Sosyal girişimciler ile iş girişimcileri arasındaki temele fark, başkalarına bir şekilde yardım etme konusunda verdikleri güçlü taahhüttür. Girişimciler bir ihtiyaç boşluğunu ve ilgili fırsatı anlar ve saptamalarda bulunur. Çözümlerine hayal gücü ve vizyonlarını ekler. Projeleri için insanları istihdam ederek motivasyonlarını sağlar ve yönlendirir. İhtiyaç duyulan kaynakları güvenceye alır. Engellerin ve zorlukların üstesinden gelmek için iç veya dış riskleri ölçerek değerlendirir ve yüklenir. Girişimini yönetim ve kontrol etmek için uygun sistemleri kurar (J. L. Thompson, 2002).
Bazı araştırmacılar da (Cook, Dodds, ve Mitchell, 2003),(Wallace, 1999), kar amacı gütmeyen diğer faaliyetlerin desteklenmesi için faaliyet gösteren sosyal girişimlerin de sosyal girişimciler şeklinde anlaşılması gerektiğini iddia etmektedir. Diğerleri ise sosyal sermayenin derlenmesi için yeni ve öncü faaliyetler gösterebilen kar amaçlı kuruluşların da sosyal girişimcilerden sayılması gerektiğini savunmuşlardır.
(CCSE (Canadian Centre for Social Entrepreneurship), 2001) ve (J. Thompson, Alvy, ve Lees, 2000)’e göre sosyal girişimcilik, belirli işleri yapmak için bazı taahhütlerde bulunmuş ve kâr hedefli kurulmuş işletmelerde, sosyal bir amaç için kurulmuş ve işletme gibi faaliyet gösteren yapılardır. Gönüllü ya da kar amacı gütmeyen sektörler içinde faaliyet gösterirler. Hepsine birlikte baktığımızda sosyal girişimciliğin merkezinde gönüllü sektörünün bulunduğunu görürüz (Weerawardena ve Sullivan Mort, 2006).
Öyleyse, Sosyal Girişimciliği girişimcilik yapan nedir? Dees, Emerson, ve Economy (2002)’e göre “Sosyal girişimciler cins, girişimci de bir türdür”. Girişimcilik tanımlanırsa, girişimcilerin girişimci olmak için yaptığı eylemlerdir şeklinde ifade edilebilir. İşletme Girişimi Dergisi editörü Venkataraman (1997)’ın gözlemlerine göre “… Girişimci kavramının ve girişimci rolün temelde farklı kavramları ve yorumları vardır, sektörün girişimci açısından tanımlanması konusunda fikir birliği belki de imkânsızdır” (Venkataraman, 1997). Genel yaklaşıma göre, ortak kullanım alanları araştırılmalı ve ortak kullanım alanları da tespit edilerek kesin tanıma (Salmon, 2013) ulaşmak için değerlendirmeler yapılmalıdır (Peredo ve McLean, 2006).
Sosyal girişimin tanımlama alanının çok boyutlu olduğu ortak kanaattir. Geleneksel İşletme ve Sosyal Ekonomi öğelerini ve özellikle bu tür organizasyonların sosyal hedeflerini, ekonomik motivasyonlarını ve yönetim modellerini etkileyen unsurlarını da derleyip toparlar (Borzaga ve Defourny, 2003).
Akademik literatüre bakıldığında hem Avrupa kökenli hem de Anglo Sakson geleneğinden ortaya çıkan birbirinden farklı sosyal girişim modellerini barındırmaktadır. Avrupa sosyal girişimleri esas olarak kolektif sosyal girişimcilerle, Anglo Sakson sosyal girişimleri ise öncelikle bireysel sosyal girişimcilerle ilişkilidir. İncelenen öbür yönleri ise işletmelerin faaliyet gösterdiği ekonomik iş kolu, tamamen kar amaçlı girişimlerle ortak özellikleri, meşru ve yasal statüleri ve yönetim sistemleridir. Açıkçası sosyal girişimci terimi iki modele bağlıdır: Birincisi, sosyal girişimcilerin ortaklaşa meydana getirdiği ve Sosyal Ekonomiye bağlı sayılan Avrupa modeli sosyal girişimlerdir. Diğeri ise, tamamen kapitalist modelin sosyal girişim amacıyla da işletildiği ABD tipi Anglo Sakson modelidir. Ortak unsurların literatürdeki değerlendirmelerine bakıldığında öne çıkan konular: Yenilik kapasiteleri, fırsatları tanıma becerileri, proaktif davranabilmeleri ve diğer kuruluşlar ile uyum sağlayarak değişebilme yetenekleridir (Díaz-Foncea ve Marcuello, 2012).
Sosyal girişimciliği tetikleyen unsurlardan birisi de aniden yaşanan afetler gibi büyük ve geniş etkili olaylardır. Yaşanan afet ve felaketlerin zararlı etkileri maruz kalan ülkelerdeki refah seviyesi ve nüfus yoğunlukları gibi farklı özelliklerine göre farklı sonuçlara neden olmaktadır. Ekonomik olarak düşük profilli gelişmekte olan ülkelerde yaşanan deprem ve sel gibi felaketler daha fazla can ve mal kayıplarına neden olmaktadır. Afetlerden sonra ekonomik ve sosyal dengeler bozulmakta ve ülke çapında geri kalmalar ve sosyo-ekonomik krizler görülebilmektedir. Felaket ve afetlerin ülke kaynaklarını hızla tükettiren ve dengeleri bozan etkileri de bilinen ve yaşanan sonuçlardır (Özçelik, 2020).
Sosyal girişimcilik karmaşık sosyal ihtiyaçlarla ilgilenmek için yenilikçi bir yaklaşım olarak gündeme gelmiştir (Peredo ve McLean, 2006).
Sosyal girişimcilik, kısaca tanımlandığında kâr amacı gütmeyen bir kuruluş, özel sektör ile kamu sektörlerinde veya bunların arasında işbirliği yapılarak ortaya çıkabilen yenilikçi, sosyal yapıya değer katan faaliyetler şeklinde tanımlanabilir. Ancak, yaygın kullanımda ve akademik çalışmalarda sosyal girişimciliğin tanımlanmasında daha çok öne çıkan yönü kâr amacı gütmeyen kuruluşlar ile özel sektör içinde veya arasında meydana gelen sosyal girişimciliktir (Austin, Stevenson, ve Wei-Skillern, 2012).
Genel yapı değerlendirildiğinde, kâr amaçsız işletme ve kuruluşların yaşayabilmeleri için kendilerine gelir sağlayıcı iş fırsatlarını ortaya çıkarma, faaliyetleri için gerekli kaynakları harekete geçirme ve işletme kurallarına göre değerli çıktılar üretebilmek için yapılan düzenli ve planlı faaliyetlere sosyal girişimcilik denilebilir (Özdevecioğlu ve Cingöz, 2009).
3. SOSYAL GİRİŞİMCİNİN ÖZELLİKLERİ
Sosyal hayat içinde kalkınmışlık ve refah seviyesinin ulaşamadığı, çözümü gerekli de olsa zorlanılan, tanımlı veya tanımsız sorunların farkına varan ve çözüm sağlamak için ekonomik kaynakları harekete geçirebilen kişi veya kuruluşlar sosyal girişimcilerdir. Sosyal girişimcilik alan olarak karışıktır ve bu durum bireysel sosyal girişimciliği de kapsamaktadır. Şayet sosyal girişimciliği, piyasa yönetimi ve yeteneklerini kar amacı gütmeyen sektöre aktarmak şeklinde tanım yapılırsa, sosyal girişimcinin taşıması gereken özellikler mevcut sorunlara yeni çözüm yolları bulmaktan ve özgünlüğünden farklı olacaktır. Tanımların genelinde sosyal girişimciliğin ticari faaliyetlerinden ziyade sosyal boyutları vurgulanmaktadır. Bu tür bireylerin sosyal misyonu olan bir girişimci türü oldukları kabul edilir. Birçok yazara göre, sosyal girişimcilerin başlangıçta yaşadıkları kaynak darlıkları onları harekete geçmekten alıkoyamaz ve tıpkı ekonomik girişimciler gibi cesaretle ilerlemeye çalıştıkları görülür. Ayrıca ekonomik girişimcilerle pazarı yönetme ve kontrol altında tutma konusunda güçlü bir işbirliği ve koordinasyon içinde bulunurlar. Ekonomik girişimcilerin başarılı olabilmeleri için ikna ve yönlendirme yeteneklerini de paylaşırlar. Bütün faaliyetlerinin birleştiği temel motivasyon kaynakları ise sosyal adaleti tesis etme arzularıdır (Johnson, 2003).
Sosyal girişimciler, kamu veya özel sektör tarafından fark edilmemiş veya karşılanamamış boşlukları bulmak ve sorunları gidermek isterler. Sosyal girişimcilerin temel özellikleri: Sosyal bir gereksinimin farkına varan ve çözümünü fırsata dönüştürebilendir. Projesi için gerekli insanları bularak ortak hedefleri doğrultusunda istihdam edebilendir. Girişimi için gerekli sermaye ve diğer kaynakları bulabilendir. Sorunlar ve zorluklar karşısında yılmayan, risk almaktan çekinmeyendir. Proje ile birlikte risklerini de yönetebilendir. Hedefine aldığı sosyal sorunu yok etmek veya azaltmak için şartların zorluğuna ve darlığına aldırış etmeden azimle çalışabilen ve çevresini de dönüştürebilendir. Tıpkı normal girişimciler gibi yeni sistemler ve örgütler kurarak programlarını uygulatabilen, mal ve hizmet çıktılarını paylaşılabilir değerler haline getirebilendir (Özdevecioğlu ve Cingöz, 2009).
Girişimciliğin 3 temel unsuru bulunur. Bunlar: Belli bir vizyon, bu vizyonu hayata geçirebilecek yeteneklere sahip liderlik ve geliştirilerek büyümesi istenen bir iş veya projedir. Bu yüzden girişimcilik hep bir hayal projesi ve onunla ilgili çalışmalar şeklinde ortaya çıkar. Kuruluşların da belirsizlik ortamlarında geleceğe yönelik sağlam öngörüleri bulunmalıdır. Kuruluş vizyonunda hedeflendiği şekilde kaynakları sağlamak ve harekete geçirmek gerekir. Önemli kişilerin tespit edilerek proje içindeki rollerini gerçekleştirmeleri de sağlanmalıdır (J. Thompson vd., 2000).
Sosyal girişimcilerin diğer işletme girişimcilerine göre en belirgin özellikleri sosyal nitelikli sorunlara odaklanmaları ve bu alanda değer üretmeyi aşırı derecede önemsemeleridir. Onlar için asıl karlılık maddi kazançlar değil, sosyal sorunlardaki iyileşmelerdir. Ticari kar ve gelirler ise ikinci planda kalan yan çıktılar olurlar. Ticari karlılığın önemi de sosyal sorunları gidermede araç olmasından ve imkân sağlamasındandır (Koçak ve Kavi, 2015).
Sosyal katmanların gereksinimlerini karşılamak üzere tamamen kar amaçlı veya kar amacı gütmeyen işletmeler açılabilir. Sosyal girişimlerin etki ve kapsam genişliği içinde bulunduğu toplumların gelişmişlik ve eğitim seviyeleri, kişi başına düşen milli gelir miktarı gibi değişkenlerle ilişkilidir. Sosyal girişimler tıpkı tamamlayıcı sağlık sigortaları gibi faaliyet gösterirler. Özel veya kamu sektörün alternatifi değil, eksik kalan kısımlarını tamamlayıcı fonksiyon rolünü alırlar (A. S. Yılmaz, 2014).
Normal organizasyonlar gibi Sosyal Girişimlerdeki personelin güçlendirmesi gerekir. Personele sadece destek vermekle kalmayarak, süreçlere daha aktif katılımını sağlamak üzere eğitim ve diğer becerilerle donatmak lazımdır. Personel güçlendirmenin de işletme ile beraber gelişmesi ve uyumlanması için eğitim ve destek faaliyetleri ihmal edilirse uyumlu olma ve güncel kalma yetenekleri bir süre sonra gerileyecektir (Y. Alacahan, 2020).
Sosyal girişimciliğin faaliyet ve destek alanlarından birisi de sağlık turizmi olabilir. Çünkü sağlık turizmi ile sosyal yapıyı oluşturan bireylerin sağlıklarının korunması, geliştirilmesi, bozulan sağlıklarının tekrar kazandırılması amaçlanmaktadır. Sağlık turizminin seyahat, konaklama, tedavi ve tesis yatırımı içeren unsurları toplumların etkileşimini de arttırmaktadır. İnsanların sağlıklarını korumak veya iyileşmek için bulundukları yerlerden başka şehir veya ülkelere giderek profesyonel sağlık hizmeti almalarına kısaca sağlık turizmi denir (S. Yılmaz, Sarıaydın, ve Sönal, 2020).
Sağlık turizminin bir kolu da önemli bir toplumsal sağlık sorunu olan engelliler için tasarlanan engelli turizmidir. Engelli kişilerin mevcut durumlarını iyileştirmek veya koruyarak toplumsal entegrasyonlarına katkı sağlamak için yapılmaktadır. Bu hizmetler arasında rehabilitasyona yönelik sağlık hizmetleri de düzenli olarak verilebilmektedir (Bozça, Çiftçi Kıraç, ve Kıraç, 2017).
Sosyal yapının önemli unsurlarından birisi de yaşlılardır. Hayat sürecinin ileri dönemlerine erişebilen erişkin kişilere yaşlı denilir. İhtiyarlık ise yaşlılığın daha da ilerlediği dönemleri tarif etmek için kullanılır (Bulut ve Türkmenli, 2015).Yaşlılar için tedavi kurumları (Geriatrik Merkezler), huzurevleri veya klinik konuk evleri içinde hizmet verilmektedir. Yaşlı veya engelli turistler için rehabilitasyon ve sağlık hizmetleriyle birlikte bakımlarının da yapıldığı tesisler kurulmaktadır (Aksoy, 2019)
Sağlık harcamalarının katastrofik yani yıkıcı boyut kazanabilmesi de başka bir sosyal sorun kaynağıdır. Bu nedenle sosyal girişim projeleri içinde yer alması önerilen konular arasında yer alır. Katastrofi ifadesi “ani şekilde ortaya çıkan felaket veya talihsiz durumu” açıklamak için literatüre girmiştir. Sağlık harcamalarının katastrofik ölçeğe geldiğini belirlemek için hane halkı tarafından yapılan sağlık harcamalarının hane gelirine göre belirli bir oranı aşması esas alınır. Bu nedenle, sağlık politikalarını düzenleyen yetkililer, cepten yapılan sağlık harcamalarının hanelerin maddi kaynakları üzerindeki etkisini dikkatle takip ederek karar almaya çalışırlar (E. Alacahan, Baktır, Sur, ve Yilmaz, 2019)
4. ÖNEMLİ SOSYAL GİRİŞİMCİLİK ÖRNEKLERİ
Yirminci yüzyılın ikinci yarısına iyiliğin ve sosyal refahın öncü güçleri olmuş sosyal girişimciler damga vurmuştur. Bu alanda akla gelen isimlerin en başında Muhammed Yunus yer alır. “Faiz karşılığında ödünç para verenler, çözümlerden daha çok sorunların kaynağı olurlar” diyerek özel ve yaygın etkili bir borç sistemi geliştirmiş ve uygulamaya koymuştur. Bangladeş’te büyük maddi sıkıntılar içinde yaşamak zorunda kalan ev hanımlarını, miktarı küçük ama etkisi büyük olan borç paralarla destekleyerek her birinin küçük birer girişimciye dönüşmelerini sağlamıştır. Mütevazi girişimleri olan kişilere verdiği mütevazi borçların meydana getirdiği olumlu etkiler sayesinde tüm dünyada konuşulan ve takdir edilen bir statüye yükselmiştir. Yoksul insanlara küçük borçlar vererek kimseye minnet etmeden yaşayabilecekleri gelirleri sağlamalarına vesile olmuştur. Bu sistem sayesinde insanların iş aramak yerine iş kurmak yönünde gelişmesine fırsat vermiştir. Verilen küçük borçların faiz gibi yıkıcı etkilerden arınması nedeniyle verimliği ve bereketi de yüksek olmuş, büyük işletmelere kapı açan gelişmeler doğurmuştur. Yeryüzünde yaşayan bütün canlılar arasında iyilik far edilir ve değeri de bilinir. Toplumlarda dayanışma kültürü yaygınlaştığında toplam sinerji gücünün dönüştürücü ve geliştirici etkisi de katlanarak artar. İnsanlar içlerinde yer alan yetenek ve becerilerini keşfeder. Özgüvenleri yükselir. Genel ve yaygın başarı için sosyal girişimcilerin toplumun düşük gelirli ve çoğunluğunu oluşturan tabakalarında faaliyet göstermesi daha etkili ve gereklidir. Sosyal girişimler ve sahip oldukları iletişim kanalları sayesinde, insanlar kendilerini ifade edebilmeyi, mücadele ve gayret göstermeyi, dayanışma içinde büyümeyi, fedakârlığı ve diğerkâmlığı yaşayarak öğrenirler. Sosyal girişimcilerin bu başarı ve etkinliği sayesinde, siyasetçilerin toplum yararına projelere eğilmeleri, çevre sorunlarına duyarlı olmaları, toplumsal refahın yükselmesi ve eşitsizliklerin giderilmesi için çalışmaya odaklanmaları daha kolay olur. Yeryüzünden hızla tükenen tabi kaynakların verimli kullanımları, toplumlar arasında adil paylaşımı ve gelecek nesiller için alternatif kaynak yatırımlarının yapılması lazımdır. İletişim ve teknolojinin fiilen kaldırdığı ülke sınırlarından sonra şehirlerin önemi artacak ve farklı değerler üretebilenler sıyrılarak liderliğe gidecektir. Kaynakların sınırsız olmadığı her geçen gün daha açık ve dramatik şekilde hissedilir olacaktır (Gürdoğan, 2019).
Muhammed Yunus bambu ağaçlarını üreten köylülerin tefeci ve aracılar tarafından ağır şartlara zorlandığını ve bir sömürü düzeninin kurulduğunu fark edince küçük ama onlar için çok etkili bir borçlandırma sistemi geliştirmiştir. Daha sonra bu sistem mikro kredi formatında Grameen Bankın uygulayarak yaygınlaştırdığı bir sosyal girişimcilik efsanesine evirilmiştir. Banka kredilerinde yoksulların en büyük engeli olan teminat sorununu göz ardı edebilen bir yaklaşımla özellikle kadınların aile ekonomilerini iyileştirmelerine fırsat sağlanmıştır (Soyak, 2010).
Yapılan çalışmaların doğurduğu sosyal sonuçları ölçebilme ihtiyacı, Kevin McDonald gibi sosyal girişimcileri zorlayan seviyelere ulaşmıştır. Her yeni olay ve ihtiyaç karşısında sosyal girişimcilerin eski uygulamalardan daha farklı ve özgün tasarımlarda bulunmaları gerekebiliyor. Doğal olarak yeni stratejiler ve yöntemler geliştirerek sabır ve gayretle hayata geçirmeye çalışıyorlar. Dünya çapında duyulan ve izlenen önemli sosyal girişimciler vardır: Grameen Bank adına Bangladeş’teki mikro kredi programını kuran ve yöneten Muhammed Yunus. Yeni kolej mezunlarını şehir içi okullarda öğretmen olarak istihdam eden Teach for America’nın kurucusu Wendy Kopp. AIDS, Tüberküloz ve gelişmekte olan ülkelerdeki diğer hastalıklar için düşük maliyetli tedavi imkânı sunan Partners In Health’in kurucusu Paul Farmer. Bu öncü kişiler ve kuruluşları, sosyal sorunları mümkün olduğu kadar gidermek için sahip oldukları kaynakları verimli kullanmaya, planlı ve programlı büyümeye gayret ediyorlar. O yüzden sahip oldukları fonları doğru ölçeklerde dolaşıma eklemek zorundalar (Bloom ve Chatterji, 2009).
Sosyal veya iş girişimcilerinin ortak özelliği hayal güçleri ve sorunlara çözüm bulabilme kabiliyetleridir. Sosyal girişim süreci sorunların fark edilmesiyle başlar. Sosyal girişimci önce kendi imkânları ile yapabileceklerini değerlendirir ve sorunun yaygınlığını ve maliyet gibi boyutlarını tanımlamaya çalışır. Toplum mensuplarından bazılarının temel insan haklarını kullanamaması ve toplumun yaygın imkânlarından yararlanamaması en çok dikkat çeken konulardır. Bu tür kronik sorunlara kalıcı çözümler sağlamak sosyal girişimcinin hedefleri arasındadır. Sosyal girişimciler sosyal dönüşümlere sivil liderlik yapan, yüksek duyarlıkta vatandaşlık şuuruna sahip, ekonomik kalkınmayı önceleyen, çevre sorunlarına duyarlı, halkın sağlıkla ilgili sıkıntılarını gidermek isteyen, evrensel insan haklarının bilincinde, eğitim ve öğrenim hizmetlerinin yaygınlaşmasını önemseyen kişilerdir. Her iş planı veya girişimi gibi sosyal projelerin de yenilik ve değişimlere açık olması, uygulamaya hazır forma girebilmesi, devam edilebilir nitelikleri olması, farklı mekân ve zamanlara taşınabilir ve uyumlanabilir olması en güçlü yanları arasında kabul edilir (Betil, 2007).
Küresel ölçekte bilinen en büyük sosyal girişimci kuruluşlardan birisi de Ashoka Uluslararası Sosyal Girişimciler Ağı’dır (www.ashoka.org). William Drayton 1980 yılında Hindistan merkezli olarak başlatmıştır. Ashoka toplumun hemen her sorununa karşı çözüm arayan sosyal girişimcileri destekleyen, gerektiğinde uluslararası ölçekte organizasyonlar sağlayan bir kuruluştur. Alanında dünyanın en önce ve en büyük ölçekte kurulan bir yapıdır. Sosyal girişim projeleri olan girişimcileri tespit ederek onları cesaretlendiren, maddi ve manevi unsurları harekete geçirip verimliliklerini arttıran ve gayelerine ulaşmalarını sağlayan bir çalışma sistemini benimsemektedir. Bu meyandaki faaliyetleri 3o yıldır sürmekte, 70 farklı ülkenin 3000’den fazla üye ve çalışanları ile sürmektedir (Şenturan ve Şentürk, 2016).
Muhammed Yunus’a göre, “Gerçek bir mikrokredi kuruluşu, faiz oranını mümkün olduğunca fon maliyetine yakın tutmalıdır” ancak genellikle kamu dışındaki finans kuruluşlarının çoğunun aslında Yunus’un tavsiye ettiği seviyeden daha yüksek faiz veya ücret aldıkları görülmektedir (Cull, Demirgüç-Kunt ve Morduch, 2009).
Sosyal girişim alanında Endonezya’da mikrokredi uygulaması 1970’de Bali’de faaliyete geçen özel Bank Dagang Bali (BDB) ile başladı. 1984’de yerel bankacılık yapısının güncellenmesiyle yurt genelinde Bank Rakyat Endonezya (BRI)nın DESA birim sistemi, halen gelişme yolundaki ülkelerde finansal yeterlilik ve sürdürülebilirlik açısından en büyük ve sağlıklı mikrokredi yapılanmasıdır. Endonezya’daki mikrofinans uygulaması sayesinde, 1970’li yıllarda %40 civarında seyreden yoksulluk insidansı, 1996 yılında yeniden hesaplandığında %11’lere düşürülmüştür (Robinson, 2003).
Filipinler’de bulunan Asya Kalkınma Bankasının kurmuş olduğu MIX (Mikrokredi Bilgi Alışveriş Merkezi tarafından, belirli aralıklarla Asya’daki en etkili veya büyük 100 sosyal girişim finansörü kuruluş ve faaliyetleri hakkında kitaplaştırılmış durum tespit raporları yayımlanmaktadır (Gaul & Tazi, 2008). Aşağıdaki tablo da 2008 yılına aittir. Burada ilk 20 kuruluş ve bunların ülkelerdeki durumları gösterilmektedir. Bangladeş’de bulunan ve Muhammed Yunus’un geliştirdiği mikrokredi sistemini kullanan Grameen Bankasının ulaşabildiği insan sayısının yüksekliği dikkat çekicidir.
Tablo 1. MIX Asya 100 Sosyal Yardım Yapanlar ve Borçlular Sıralaması (Gaul ve Tazi, 2008)
Grameen mikrokredi sisteminden önce 1850’li yıllardan itibaren uygulamaları başlayan Alman kooperatif kredileri uygulaması da bulunmaktadır. Ancak Almanya’daki kooperatif kredileri günümüz mikro kredi sisteminden önemli farklara sahiptir. Bunların başında mikro kredi yapısında grup kredi paketleri varken kooperatif sisteminde özgün kredilerin verilebilmesi gelir. Almanya’daki kooperatif kredilerinin çoğunu bir ortak imzalayan tarafından temin edilmiştir. Bu uygulama Grameen tarzı bir gruptan farklıdır, çünkü “grup” un sadece bir üyesi ödünç almaktadır. Ayrıca, grup halinde kooperatif üyeliği, mevduat sahibinin fonlarından toplu olarak sorumlu oldukları için bir bütün olarak görülebilir. Mikrofinans kurumlarından farklı olarak birçok kooperatif üyesinin belirli bir zamanda kullandığı kredisi de yoktur. Kooperatif kredilerinde bir ortak imzalayan da izlemci/denetçi görevi görür ve eğer kredinin geri ödenmezse ortak imzalayan da sorumlu tutulur. Uygulanan kooperatifin diğer özellikleri de Grameen tarzı gruplardan farklıdır. Kooperatif “grup” yapısı sadece iki kişi ile sınırlı kalmadığı gibi, her bir üyenin sonunda hem kredi alabileceği hem de diğerlerinin kullandığı kredilerinden sorumlu olacağı açık bir program da kurulmadı. Alman kooperatifleri ve Grameen gibi erken grup kredi veren kurumlar arasındaki önemli bir farkta kredi büyüklükleriyle ilgilidir. Alman kooperatifleri tarafından verilen kredilerin büyüklüğü önemli oranlarda değişebiliyordu. Grameen tarzı kurumlar misyonlarını kadınlar ve yoksullar gibi nüfusun belirli bir dilimine hizmet olarak görme eğilimindedir. Kooperatif üyeleri ise kuruluşlarında belirli gruplara odaklanmak yerine yerel halka hizmet etmek şeklinde yaklaştılar. Bu bakış açısı kooperatiflerin daha geniş çapta kredi kullandırmasını sağlamıştır. Alman kredi kooperatifleri ve mikrofinans kuruluşları arasındaki son önemli farkta günümüzdeki hedefleriyle ilgilidir. Grameen Bank gibi bazı mikro borç verenlerin belirgin ideolojik hedefleri görülmektedir. Alman kooperatiflerinin ise yerel kalkınmayla ilgili ekonomik hedefleri belirgindir. Daha ucuz kredi ve ekonomik kalkınmanın yayılması istenir. Bununla birlikte, kooperatif formunu “Hristiyan sadaka” sistemi ve kırsal kesimin kapitalist düzenden korunması şeklinde görenler de bulunmaktadır (Guinnane, 2011).
4. SONUÇ
Sosyal Girişimciler toplumun bağrından çıkan, beslenip geliştiği toplumun sosyal sorunlarına kayıtsız kalamayan, mutluluğun ve kalkınmanın dayanışmada ve paylaşmada olduğunu keşfeden yüce gönüllü insanlar veya onların kurdukları işletmelerdir.
İnsanlar arasındaki eşitsizlikler ve kapitalizmin vahşi uygulamaları sona ermediği sürece sosyal sorunların varlığı gittikçe genişleyerek devam edecektir. Zor şartların kahramanları doğurması gibi, sosyal sorunların yaygınlığını ve kötü etkilerini fark eden bazı duyarlı insanlar herhangi bir baskıya maruz kalmadan sorumluluk almaya gönüllü olacaktır. Sosyal girişimcilik ise bu insani duygu ve düşüncelerin kurumsal ve sürdürülebilir boyutlara taşınmasını sağlamaktadır.
Her toplumun farklı sorunları olabileceğinden, sosyal girişimcilik alanları da değişkenlik gösterebilir. Muhammed Yunus’un geliştirdiği mikro kredi uygulamasının hem toplumsal kalkınmaya sağladığı müthiş desteği hem de sosyal girişimcilik projelerine öncülük ederek tanınmasına neden olması açısından önemli ve değerlidir.
Sosyal girişimcilik projeleri her toplumun sosyal ve kültürel yapısına uygun tasarlanmalı, yeni sorunlara yol açabilecek gelişmelere kaynaklık etmemelidir.
Türkiye’de mikro kredi uygulamalarına bakıldığında, öne çıkan hedef kitle kadınlar olmasına rağmen fiilen erkeklerin daha fazla yararlandığı tespit edilmiştir (Soyak, 2010).
Kadınların toplumsal hayat içindeki rollerinin değiştirilmeye çalışılması ve George Soros’un Türkiye’deki Açık Toplum Enstitüsü gibi kuruluşların mikro kredi projelerine müdahil olması (Soyak, 2010) nihai amaç ve hedefler açısından şüpheli görülmüştür.
Nitekim, Türkiye’deki mikro kredi uygulaması için Diyarbakır’daki “Grameen Mikrofinans Programı” projesinden faydalanan 100 kadın ile yapılan araştırma bulguları tatmin edici bulunmamıştır. Kırsal kesimde erkeklerin hane reisliği etkisi halen kuvvetli olduğu için mikrokredilerden yararlanma ve değerlendirme alanlarını belirlemede inisiyatif erkeklerdedir. Kadınların aile düzenlerinin dışına çıkarak girişimde bulunmaları, işletmecilik yapmaları zor ve genelde kabul edilebilir bir durum değildir (Şenturan & Şentürk, 2016).
Sosyal girişimcilik projelerinin sosyal mühendislik araçlarına dönüştürülmeden saf ve iyi niyetli kalabilmeleri önemlidir. Bu açıdan bakıldığında, cinsiyetçi yaklaşımların etkisinde kalmadan sosyal refahın yükseltilmesine odaklanan sosyal girişim projelerinin desteklenerek fayda ve etki çevrelerinin genişletilmesi anlamlı olacaktır.
Aksoy, C. (2019). Sağlık ve Sosyal Refah Araştırmaları Dergisi. Sağlık ve Sosyal Refah Araştırmaları Dergisi, 1(2), 27–39.
Alacahan, E., Baktır, Y., Sur, H., & Yilmaz, S. (2019). Sağlık Harcamalarının Hane Halkı Gelirleri Üzerinde Katastrofik Etkisi. Social Sciences Studies Journal, 5(42), 4581–4586.
Alacahan, Y. (2020). Personel Güçlendirme. In S. Yılmaz (Ed.), İnsan Kaynakları Yönetiminde Güncel Konular (1.Baskı, pp. 149–179). İstanbul: Efe Akademi Yayınevi.
Austin, J., Stevenson, H., & Wei-Skillern, J. (2012). Social and commercial entrepreneurship: same, different, or both? Revista de Administração, 47(3), 370–384. https://doi.org/10.5700/rausp1055
Bauman, Z. (2005). Work , consumerism and the new poor. In T. May (Ed.), New York (Second edi). Open University Press.
Baysal, A. (2003). Sosyal Eşi̇tsi̇zli̇kleri̇n Beslenmeye Etki̇si̇. C.Ü. Tıp Fakültesi Dergisi Özel Eki, 25(4), 66–72.
Betil, İ. (2007). Girişimcinin Gündemi – Sosyal Sorumluluk. Girişimcilik ve Kalkınma Dergisi, 2(2), 21–24.
Bloom, P. N., & Chatterji, A. K. (2009). Scaling social entrepreneurial impact. California Management Review, 51(3), 114–133. https://doi.org/10.2307/41166496
Borzaga, C., & Defourny, J. (2003). The Emergence of Social Enterprise (Seconda Ed). Retrieved from file:///C:/Users/Ichiyanagi/Downloads/epdf.tips_emergence-of-social-enterprise-routledge-studies-i.pdf
Bozça, R., Çiftçi Kıraç, F., & Kıraç, R. (2017). Sağlık Turizmi SWOT Analizi: Erzincan. GümüĢhane Üniversitesi Sağlık Bilimleri Dergisi, 6(3), 157–163.
Bulut, C., & Türkmenli, E. (2015). Yaşam Kalitesi ve Yaşlılıkta Değer Algısı. In Sosyal Hizmet Sempozyumu. Manisa.
CCSE (Canadian Centre for Social Entrepreneurship). (2001). Social Entrepreneurship Discussion. Canadian Centre for Social Entrepreneurship, (1), 1–6.
Çetindamar, D. (2002). Türkiye’de Girişimcilik. Retrieved from http://tusiad.org/tr/yayinlar/raporlar/item/1880-turkiyede-girisimcilik
Cook, B., Dodds, C., & Mitchell, W. (2003). Social entrepreneurship – False premises and dangerous forebodings. Australian Journal of Social Issues, 38(1), 57–72. https://doi.org/10.1002/j.1839-4655.2003.tb01135.x
Cull, R., Demirgüç-Kunt, A., & Morduch, J. (2009). Microfinance meets the market. Journal of Economic Perspectives, 23(1), 167–192. https://doi.org/10.1257/jep.23.1.167
Dees, J. G., Emerson, J., & Economy, P. (2002). Strategic Tools for Social Entrepreneurs: Enhancing the Performance of Your Enterprising Nonprofit. New York: John Wiley & Sons, Inc.
Díaz-Foncea, M., & Marcuello, C. (2012). Social enterprises and social markets: Models and new trends. Service Business, 6(1), 61–83. https://doi.org/10.1007/s11628-011-0132-8
Durieux, M., & Stebbins, R. (2010). Social entrepreneurship for dummies. Indianapolis: Wiley Publishing, Inc.
Fukuyama, F. (1995). Trust: The Social Virtues and the Creation of Prosperity. London: Hamish Hamilton.
Gaul, S., & Tazi, H. (2008). MIX Asia 100 (B. Stephens & N. A. Fernando, Eds.). Manila, Philippines: Asian Development Bank.
Guinnane, T. W. (2011). The Early German Credit Cooperatives and Microfinance Organizations Today: Similarities and Difference. In B. Armendáriz & M. Labie (Eds.), The Handbook Of Microfinance (pp. 77–100). Singapore: World Scientific Publishing Co. Pte. Ltd.
Gürdoğan, E. N. (2019). Girişimcilik ve Girişim Kültürü (1.baskı; Y. Ayyıldız, Ed.). İstanbul: İGİAD Yayınları.
İlhan, S. (2004). Girişimcilik ve Sosyo-Ekonomik Süreçteki Rolü. Doğu Anadolu Bölgesi Araştırmaları Dergisi, 3(1), 70–75.
Johnson, S. (2003). Literature Review Of Social Entrepreneurship. New Academy Review, 2, 1–17. Retrieved from https://www.researchgate.net/publication/246704544_Literature_Review_Of_Social_Entrepreneurship
Karakaş, M. (2005). Yeni Yoksulluk Bağlamında Sosyal Ki̇mli̇k ve Tüketi̇mde Eşi̇tsi̇zli̇k. Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 7(2), 1–16. Retrieved from http://dergipark.gov.tr/gaziuiibfd/issue/28338/301191
Kazıcı, Z. (2020). AHÎLİK – TDV İslâm Ansiklopedisi. Retrieved May 15, 2020, from Türkiye Diyanet Vakfı website: https://islamansiklopedisi.org.tr/ahilik
Koçak, O., & Kavi, E. (2015). Sosyal Politika Aktörü Olarak Sosyal Girişimci Belediyecilik. Hak İş Uluslararası Emek ve Toplum Dergisi, 3(6), 26–49. Retrieved from https://dergipark.org.tr/hakisderg/issue/7580/99509
Korkmaz, S. (2000). Girişimcilik ve Üniversite Öğrencilerinin Girişimcilik Özelliklerinin Belirlenmesine Yönelik Bir Araştırma. Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 18(1), 163–179. Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/huniibf/issue/30223/326859
Leadbeater, C. (1997). The rise of the social entrepreneur. London: DEMOS.
Macmillan, P. (2010). Social Entrepreneurship. In J. Mair, J. Robinson, & K. Hockerts (Eds.), Political and Civic Leadership: A Reference Handbook. https://doi.org/10.4135/9781412979337.n84
Özçelik, E. (2020). Afetlerde Sosyal Hizmetler. Ankara Üniversitesi Afet ve Risk Dergisi, 3(1), 46–55. https://doi.org/10.35341/afet.680665
Özdevecioğlu, M., & Cingöz, A. (2009). SoGi̇ri̇şi̇mci̇li̇k Ve SosGi̇ri̇şi̇mci̇ler:Teori̇k Çerçeve. Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 0(32), 81-95–95. https://doi.org/10.18070/euiibfd.68432
Peredo, A. M., & McLean, M. (2006). Social entrepreneurship: A critical review of the concept. Journal of World Business, 41(1), 56–65. https://doi.org/10.1016/j.jwb.2005.10.007
Robinson, M. S. (2003). The microfinance revolution: v.2: Lessons from Indonesia. Choice Reviews Online, 40(06), 40-3534-40–3534. https://doi.org/10.5860/choice.40-3534
Salmon, M. H. (2013). Introduction to Logic and Critical Thinking (Sixth Edit; J. Kozyrev, Ed.). Boston: Clark Baxter.
Şenturan, Ş., & Şentürk, N. (2016). Gi̇ri̇şi̇mci̇li̇ği̇n geli̇şi̇mi̇ ve mi̇krofi̇nans uygulamalarının önemi̇. Uluslararası Yönetim İktisat ve İşletme Dergisi 3. ICAFR 16 Özel Sayısı, 812–822.
Soyak, M. (2010). Kadın Gi̇ri̇şi̇mci̇li̇ği̇ ve Mi̇krofi̇nans (Türki̇ye Deneyi̇mi̇). Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, (24), 129–144. Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/musbed/issue/23516/250558
Thompson, J., Alvy, G., & Lees, A. (2000). Social entrepreneurship – a new look at the people and the potential. Management Decision, 38(5), 328–338. https://doi.org/10.1108/00251740010340517
Thompson, J. L. (2002). The world of the social entrepreneur. International Journal of Public Sector Management, 15(4–5), 412–431. https://doi.org/10.1108/09513550210435746
Venkataraman, S. (1997). The distinctive domain of entrepreneurship research: An editor’s perspective (Advances i; R. Katz, J., & Brockhaus, Ed.). Greenwich, CT: JAI Press.
Wallace, S. L. (1999). Social entrepreneurship: The role of social purpose enterprises in facilitating community economic development. Journal of Developmental Entrepreneurship ; Norfolk, 4(2), 153–174.
Weerawardena, J., & Sullivan Mort, G. (2006). Investigating social entrepreneurship: A multidimensional model. Journal of World Business, 41(1), 21–35. https://doi.org/10.1016/j.jwb.2005.09.001
Wolfgang Grassl. (2012). Business Models of Social Enterprise: A Design Approach to Hybridity. ACRN Journal of Entrepreneurship Perspectives, 1(1), 37–60.
Yelkikalan, N., Akatay, A., Yıldırım, H. M., Karadeniz, Y., Köse, C., Koncagül, Ö., & Özer, E. (2010). Dünya ve Türkiye Üniversitelerinde Girişimcilik Eğitimi: Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi Sosyal Ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, 2010(2), 51–59. Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/kmusekad/issue/10217/125589
Yılmaz, A. S. (2014). Bir Sosyal Değişim Ajanı Olarak Girişimcilik Eğitimi. Zeitschrift Für Die Welt Der Türken, 6(1), 297–310.
Yılmaz, S., Sarıaydın, İ., & Sönal, T. D. (2020). İngiltere Özelinde Türkiye’nin Sağlık Turizmi Fırsatları. Avrasya Sosyal ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi, 7(1), 74–85.
Mevzuatımızda Aile ve Gençliğin Tanımları da Olmalı!
Anayasa ve kanunlarımızda aile ve gençliğin ne olduğu açıkça yazılmalı!
4721 sayılı Türk Medeni Kanununda; kadın ve erkeklerin 17 yaşını doldurmadan evlenemeyeceği (Madde 124), veya olağan üstü durumlarda 16 yaşını doldurunca hakim kararıyla evlenebilecekleri, birbiriyle evlenecek erkek ve kadının (çok şükür şimdilik erkek ve kadın yazıyor!) başvuruları ve tören usulünün anlatıldığı 134-144. maddeler arasındaki bölüm vardır.
Ancak bu bölüm, bildiğimiz aile tanımını yapmıyor. Erkek ve kadının evlenme şekil şartını açıklıyor. Aile tipleri ve birlikteliklerin hangilerinin aile kabul edileceğine dair bir kıstası yok! İlerleyen kısımlarda da evlenmesi yasaklanan kişiler veya evliliğin iptal edileceği haller verilerek devam ediliyor.
Aile tanımının neden önemli olduğunu açıklamadan önce, kısa bir hukuk bilgisi paylaşmam gerekir:
Bunların dışında özel konumları olan 2 metin daha vardır. Birincisi, önceden Kanun Hükmünde Kararname (KHK) olarak çıkarken şimdilerde Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (CK) formunda devam edenler, ikincisi de Uluslararası Sözleşmelerdir. Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ayrı bir mevzu olduğu için kenarda bırakıyorum. Uluslararası Sözleşmelerin TBMM’de kabul ediliş kararı ve kanunları çıktıktan sonra diğer kanunlarımıza denkliği kabul edilir. Kanunlarımız ile aralarında bir çakışmanın ortaya çıkması halinde ise, daha üstün ve öncelikli olanlar Uluslararası Sözleşmelerdir!
Anayasamızın 90. Maddesi: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.”
Asıl konuya gelecek olursak, bizim kanunlarımızda yer almayan aile kavramını ve kapsamını imzaladığımız uluslararası sözleşmeler belirleyerek bize dayatıyorlar!
İstanbul Sözleşmesinin ilk bölümünde:
“Article 1 – Purposes of the Convention, 1- The purposes of this Convention are to: a) protect women against all forms of violence, and prevent, prosecute and eliminate violence against women and domestic violence;” (İngilizce Orjinali)
“Madde 1 – Sözleşmenin Maksatları, 1- Bu sözleşmenin maksatları şunlardır: a) kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak;” (Avrupa konseyi Türkçe çevirisi)
“Madde 1 – Sözleşmenin Amacı, 1- İşbu sözleşmenin amacı; a) Kadınları her türlü şiddete karşı korumak, kadınlara yönelik şiddet ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak,” (TBMM’de onaylanan Sözleşme Metni)
Orjinal metinde İngilizcede aile için kullanılan family kelimesinin tercih edilmemesi çok önemli bir farktır. Çünkü family denildiğinde aralarında anne, baba ve çocuk ilişkisinin olduğu belirli bir insan grubu anlaşılmaktadır (bakınız Cambridge sözlük). Domestic ifadesi family’den çok daha geniş, aynı evde yaşayan her türlü insan, hayvan veya eşya ilişkisini (LGBTQ’nun bütün formları dahil) kapsamaktadır. Hiçte abartmıyorum! Bugün Avrupa’da halısıyla, köpeğiyle veya bir ağaçla evlenebilen insanlar var! Eşcinsel evlilikler de sıradan olaylar arasına girmiştir!
İstanbul Sözleşmesinin orijinal metninde family kelimesi 4 kez, domestic kelimesi 26 kez kullanılmıştır. Avrupa Konseyinin Türkçe tercümesinde ise aile kelimesi 30 yerde geçmiştir. Türkçeye çevrilirken, domestic karşılığında ev içi veya hane halkı yerine, AİLE yazılarak kabul edilmesi büyük bir facia ve gaflettir!
İstanbul Sözleşmesinin 3.Maddesi b. fıkrasında “aile içi şiddet” eylemini tanımlarken “aile içerisinde veya hanede veya, mağdur faille aynı evi paylaşsa da paylaşmasa da eski veya şimdiki eşler veya partnerler arasında meydana gelen her türlü fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddet eylemi anlamına gelir” (TBMM onaylı belge) deniliyor. Bu durumda, normal aile yapıları ile birlikte diğer bütün partnerlik ilişkilerini de aile çatısı altında kabul ettiğimizi resmen imza ile tasdik etmiş oluyoruz. Partner ilişkisi içine LGBTQ’nun bütün sınıfları girmektedir!
Bu sözleşmeye göre eşcinsel ve benzeri sapkın evliliklerin yapılabilmesinin önü açılmış ve korumaya alınmıştır. Medeni kanunda yer alan kadın ve erkek ibaresinin önleyici bir hükmü kalmamıştır. Çünkü İstanbul Sözleşmesi daha üst konumdadır. Uyumsuz kanunların re’sen veya başvuru sonucu Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilme yoluna gidilmesi veya TBMM tarafından düzeltilmesi gerekir. Türkiye Barolar Birliğince 2004 yılında “İnsan Hakları Uluslararası Sözleşmelerinin İç Hukukta Doğrudan Uygulanması Paneli” yapılarak bu konu ayrıntılı şekilde irdelenmiştir.
İstanbul Sözleşmesi feshedilmeli ve tıpkı Polonya gibi temel aile tanımı Anayasamıza net olarak eklenmelidir. Polonya Anayasası Madde 18. “Bir erkek ve bir kadın birliği, hem de aile, annelik ve ebeveynlik olarak evlilik, Polonya Cumhuriyetinin koruması ve gözetimi altındadır.“
İspanya Anayasasında, İstanbul Sözleşmesinin “kökünü kazımak” istediği “namus” kavramı koruma altına alınmıştır!: “Madde 18. (Mahremiyet hakkı, Konut dokunulmazlığı.) 1. Namus, kişi ve aile mahremiyeti ve kişinin kendi görüntüsüyle ilgili hakları teminat altındadır.”
Kimlerin kadın görüldüğü de İstanbul Sözleşmesinde dayatılmıştır. Doğumundan itibaren bütün kız çocukları “kadın” olarak sayılmıştır. Bebek, kız çocuğu, genç kız gibi kavramlar yok edilmiştir. Bu tavrın amaçlarından birisi bütün çocukları kadın diye vasıflayarak aile ve toplumun terbiye, eğitim ve idare yetkisinden kopartmaktır. Çünkü, kadın olarak tanımlandığı anda hiç kimsenin her hangi bir nedenle yönlendirmesi, sınırlandırması veya taleplerine karşı çıkması imkansız hale gelecek, yapılan veya yapılma ihtimali olan her şey “kadına şiddet” adıyla adli takibe girebilecektir!
Diğer önemli bir amacı da LGBTQ ya eklenen P yani pedofiliyi (çocuklara karşı cinsi sapkınlık) meşrulaştıran yolu açmaktır! Zaten artık hiç çekinmeden kendilerini göstermeye ve pedofiliyi normalleştirmeye çalışıyorlar. Twitter’da pedofiliyi açıkça destekleyen hesapları askıya alınsa bile #heartprogress gibi etiketlerle faaliyetlerine devam ediyorlar! Pedofili talebinin geldiği yeri görmek ve anlamak için Aliya adlı twitter hesabının yayınına bakabilirsiniz.
Gelelim gençliğin tanımı meselesine:
Anayasamızda genç ifadesi 5 yerde geçiyor. Biri giriş metninde, ikisi başlıklarda kullanılmış. Kalan kısmı 58. Maddede yer alıyor: “Devlet, istiklal ve Cumhuriyetimizin emanet edildiği gençlerin müsbet ilmin ışığında, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda ve Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı tedbirleri alır. Devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden, suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için gerekli tedbirleri alır.“
3289 sayılı Gençlik ve Spor Hizmetleri Kanununda 193 kez genç kelimesi kullanılmış ama kime genç denildiği belli değil! Hangi yaş grupları gençlik çağı sayılır, anlaşılmıyor. Adı Gençlik kanunu ama Gençlik Bakanlığının merkez ve taşra teşkilatını anlatıyor o kadar!
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu içinde de ne gençlik tanımı var ne de kelimesi! Gençlerimiz olmadan medeni olmaya çalışıyoruz! Diğer kanunlara da bakmadım artık.
Bilimsel kaynaklarda gençliğin ne olduğu açıkça tanımlanmıştır. Örneğin Doç. Dr. Fatma Alisinanoğlu’nun 2002 yılındaki makalesine göre Gençlik: “Ergenlik dönemi (puberte) ile başlayan ve kimliğin kazanılması ile sonlanan çocuklukla genç yetişkinlik arasında bir dönemdir. 12-22 yaşlar arasını kapsayan fiziksel, psikolojik ve sosyal bir gelişme ve olgunlaşma sürecidir, Aslında erinlik ve ergenlik dönemlerinin başlangıcı ve bitişi konusunda kesin bir zaman vermek oldukça güçtür. Çünkü bu dönemdeki gelişim cinsiyet, beslenme, coğrafi etkiler ve sosyo-ekonomik düzey gibi birçok etkenden etkilenmektedir. Erinlik cinsiyet yeteneklerinin kazanıldığı dönemdir. Ortalama olarak kızlarda 12-13, erkeklerde 13-14 yaşlarında başlayan bu dönemde fiziksel gelişme ve değişme oldukça hızlıdır. Erinlik döneminin hemen arkasından gelen ergenlik dönemi kızlarda yaklaşık olarak 18, erkeklerde ise 21 yaşına kadar sürmektedir.”
Demek ki 18 yaş altındaki her kız kadın olmadığı gibi, çocuk olarak ta kabul edilemez. Normal şekilde 0-1 yaş arası bebeklik, 1-12/15 (gelişim durumuna göre) yaş arası çocukluk çağıdır. Ergenlik dönemiyle başlayan gençliğin ortalama 21 yaşına kadar geçen süreyi kapsadığını söyleyebiliriz.
İmza ve onaylayarak tarafı olduğumuz Avrupa Konseyi Lanzarote Sözleşmesinde “Madde 3-Tanımlar Bu Sözleşme amacı için: a-“Çocuk” 18 yaşın altındaki herhangi bir kişi anlamına gelir” yazıyor! Aynı Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesinde de 18 yaş altı kızlar da kadın sayılır demişti! Lanzarote Sözleşmesini ayrı bir yazıda ele almak üzere bırakıyorum. Ancak, çocuk pornografisine meşru yol açtığını şimdiden belirtmiş olayım!
Bebeklik, çocukluk ve gençlik çağlarının mevzuatımızda yer alması, pedofili gibi sapkınlıkların önlenmesi için yasal zemini güçlendirmenin yanı sıra, 18 yaş altını çocuk kabul eden zihniyetin düştüğü hayatın akışına aykırı yaklaşımları da önlemek için yararlı olacaktır. Mevzuatların hayatın gerisinde kalması sorunların katmerlenmesine ve kötü niyetli kişi ve kurumların daha rahat faaliyet göstermesine fırsat vermektedir.
Aile, çocukluk ve gençlik tanımları mümkünse anayasamızda, hiç olmazsa kanunlarımızda açık ve net olarak yapılmalıdır. Yetki ve sorumluluğu olanlara hatırlatmış, bilmeyenlere de anlatmış olduğumu varsayarak dikkatlerinize sunarım. Kadir Mevlam sonumuzu hayırlı eylesin…
Ercan ÖZÇELİK Türkiye Aile Meclisi Yönetim Kurulu Üyesi
Genel Başkan Yardımcısı
Kulları, Allah’u Teala’ya VPN’le Bağlanır. Proxy Server kullanılamaz ne demektir?
Bilmeyen dostlarımız için kısaca Proxy Server: Vekil sunucu veya yetkili sunucudur. İnternet’e erişmek isteyen bazı bilgisayarların zorunlu olarak bağlandığı ara sunucu demektir. Bir siteye bağlanmak isteyen bilgisayar talebini iletmek için Proxy sunucuya bağlanır. Talep sahibi doğrudan istediği yere bağlanamaz. Proxy sunucu gerekirse ilgili yere bağlanır ve talep sahibi bilgisayara uygun gördüğü veri veya içerikleri gönderir. Bazen de yetkili veya gerekli görmediği için talepleri hiç karşılamaz.
VPN ise Virtual Private Network yani Sanal ve Özel Ağ demektir. VPN istemci bilgisayarı internet üzerinden erişmek istediği bilgisayar sistemine sanal bir noktadan-noktaya (point-to-point) bağlantı kurar, bu bağlantı sırasında karşılıklı kimlik kontrolü, güvenlik ve şifreleme protokolleri devreye girerek aracısız, doğrudan ve çok güçlü şifreleme sistemiyle korunmuş bir veri alış-veriş yolu yani tüneli açılır.
Bu kısa teknik izahattan sonra cümlemizi açarak ilerleyelim:
Allah’u Teala kullarıyla arasına proxy sunucu gibi vekil varlıklar veya güç merkezleri koymamıştır. Kullarının doğrudan kendisine bağlanmasını ve yalnızca ona ibadet etmesini emreder. Bu konu çok önemli olduğu için, günde 40 rekat namaz içinde okuduğumuz Fatiha suresinin 5. ayeti: “(Rabbimiz!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.” Bu durumu bize sürekli hatırlatır ve tekrarlatır.
Müslümanların içinde dahi, iyi niyetle çıktığı yoldan sapanlar, bazı kişilere haddinden fazla değer verenler, birilerini Allah ile arasında Vekil gibi görenler çıkabileceğini bildiği için, başka ayetlerde de ikaz etmeye devam eder: “Dikkat et, hâlis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: Onlara, bizi sadece Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez.” (Zümer-3).
Her ne sıfatla olursa olsun, Allah ile kulların arasına hiç kimsenin girmesine müsaade yoktur! İslam’da, tahrif edilmiş önceki dinler gibi Ruhbanlar veya Ulular sınıfı yoktur. Bize İslamı anlatan Hz. Peygamber’e uyar, alimlerimizin meşru nasihatlerini dinler, ilmimizi ve ibadetimizi geliştirmeye çalışırız. Faydasını gördüğümüz ilim erbabına teşekkür ile onların da Allah’ın rızasına nail olmaları için dua ederiz o kadar. Allah ile aramıza hiç kimseyi alamayız.
Her insanın yaratıcısı olan Allah c.c. ile arasında VPN gibi tamamen özel ve ayrı bağlantı kanalı vardır. Hiç kimse bu kanalı kapatamaz, taraflardan birisi açıklamadıkça veri alışverişinden haberdar olamaz. Kulları iman nimetiyle şereflendiğinde bu bağlantı olağanüstü bir güçle tam kapasite devreye girebilir. Kulun iman etmesi VPN’in canlı yayına geçmesini sağlar. İman etmeyen kulları ile Allah arasında yine bir bağ olmakla beraber, zayıf ve Allah’ın Rahman ve diğer isimlerinin gereği olan nimet akışları için temel iletişimi sağlamaya devam eder.
İnsanların Allah c.c. ile aralarındaki VPN protokolü sözleşmesi Kalu Bela’da yapılmıştır. Dünyaya gelmeden çok önce, bizler daha ruhlar alemindeyken, Rabbimize karşı kulluğumuzu ikrar etmiş ve sorumluluklarımızı da kabul etmiştik.
Bilgisayar Yazılımları her zaman sağlıklı çalışmayabilir. Test ortamlarında incelenmeleri ve duruma göre güncellemeleri gerekir. İnsanların dünyaya gelmelerindeki temel gaye Allah’a olan kulluklarını gösterebilmeleridir. Yani Kalu Bela’da imzaladıkları VPN protokolünün teste tabi tutulmasıdır. Çünkü “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat-56) Buyuran Rabbimiz böyle murat eylemiştir.
Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar ve Allah ile arasındaki orijinal VPN tüneli hazır gelir. Allah c.c., her bir kuluna 7 gün 24 saat canından daha yakın olabilen yegane güç ve kudret sahibidir. Nitekim Kaf Suresi 16. Ayetinde “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.” buyurmuştur. Bu tünelin veri işleme kapasitesi ve bağlantı kalitesi dinamik bir şekilde hal ve hareketlerimize, bulunduğumuz mekan ve zamanlara göre değişir. Yaptıklarımız gibi ve yapmadıklarımız da VPN kapasitesini ve performansını etkiler.
VPN’lerin kendisi de birer yazılım olduğu için, ideal çalışma düzenine gelinceye dek güncellenmeleri gerekebilir. İnsanlar ile Allah’ın arasındaki VPN yazılımını güncelleyen kodlar, kutsal emirler ve kitaplar halinde gönderilmiş, rehberlik yapan Peygamberler sayesinde açıklanmış ve uygulamaları öğretilmiştir. Peygamberler VPN’ler için kodlayıcılar değil, eğitim destek uzmanları şeklinde görev almıştır. “Peygamberleri onlara dediler ki: <(Evet) biz sizin gibi bir insandan başkası değiliz. Fakat Allah nimetini kullarından dilediğine lütfeder. Allah’ın izni olmadan bizim size bir delil getirmemize imkân yoktur. Müminler ancak Allah’a dayansınlar.>” (İbrahim –11). VPN’in sağlıklı çalışması için kurallara uygun kullanılması çok önemlidir. İşte Peygamberler de tam olarak bunu sağlamaya, ümmetlerini eğitmeye çalışırlar. Bunu yapmaktan kaçınanları mahşer günü büyük bir hüsran beklemektedir. “O gün zalim kimse, (çaresizlik içinde) ellerini ısırıp şöyle diyecektir: “Ne olurdu ben de peygamberle beraber aynı yolu tutsaydım! Yazıklar olsun bana, keşke falanı dost edinmeseydim!” (Furkan-27/28)
İslam, en son ve en mükemmel din versiyonu olarak yürürlüktedir ve kıyamete kadar İlahi bir güncelleme yapılmayacağı da ilan edilmiştir. “… Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim…” (Maide-3). “Allah nezdinde hak din İslâm’dır…” (Al-i İmran-19)
Her mekanın ve zamanın kendine has bir enerjisi vardır. Bazı mekanlarda ve zamanlarda insanın Rabbiyle olan VPN bağlantı kalitesi zirvelere çıkabilir. Mübarek gün ve geceler, 3 aylar gibi zaman dilimleri özeldir. Namaz esnasında ve özellikle secde halinde, hastalıklarda ve zulme maruz kaldığı zamanlarda, aile ve akrabaları için, geçmişleri için yapılan samimi dualarda, Mekke, Medine ve Kudüs gibi kutsal beldelerde, kulların Allah ile bağlantıları oldukça güçlenir ve etki seviyeleri artar. Böyle zamanlar ve mekanlar adeta Repeater (sinyal güçlendirici, tekrarlayıcı) etkisi yaparlar.
İnsanların Allah ile aralarındaki VPN oldukça özel ve yüksek mahremiyetle çalışır. Kulların yaptığı hataların veya günahların affedilebilme şartlarından birisi de mümkün olduğu kadar gizli bırakılması ve diğer insanların şahit tutulmamasıdır. Şahitli günahların durumu farklılaşır. Örneğin gizlice içki içenler ile, herkesin arasında şov yaparak, günahı överek ve bir nevi meydan okurcasına alkol tüketen kişilerin hesabı daha farklı olacaktır. Benzer şekilde, teşhirciler gibi insanları taciz edercesine dekolte giyinenler, Allah’ın lanetlediği dövmeyi yaptırıp ulu orta sergileyenler, oruçla dalga geçer gibi açıktan ve mazeretsiz oruç yiyenler, hep kendi ayağına sıkan divaneler gibidir. Bu konuda Sevgili Peygamberimiz (s.a.s): “Suçunu açığa vuranlar hariç ümmetimin hepsi bağışlanmıştır. Adamın biri geceleyin bir günah işlemişken sabah olunca “Ey falan! Dün gece şöyle şöyle yaptım ” demesi günahını açığa vurmasıdır. Hâlbuki geceleyin Rabbi onun günahının üzerini örtmüşken, o ayıbının üzerine Allah’ın çektiği örtüyü kaldırmıştır.” (Buhari, Müslim) buyurmuştur.
Kodları bizzat Allah c.c. tarafından yazılan bu VPN yapısına uyumlu olan diğer yazılımlar, yani sosyal ve kültürel uygulamalar ile gelenek ve görenekler, VPN yapısının esas olduğu bir düzen içinde birlikte çalışabilirler. Ancak uyumlu olmayan, farklı değerler üreten her türlü inanç ve ideoloji sistemi kabul edilemez ve VPN içine alınamaz. Aksi takdirde protokol esasları ihlal edilmiş olur ve cezai yaptırımları gerektirir. Yani, İslam sözleşmesi ve VPN yazılımı özgün ve özel bir Lisans Paketi anlaşmasıdır. Diğer din ve ideolojilerden yamalar, eklemeler, değişiklikler ve güncellemeler yapılamaz. Keyfi olarak bazı kuralları da yok sayılamaz.
Allah ile kulları arasındaki bu VPN sözleşmesi, yani kulluk anlaşmaları karşılıklı haklar ve sorumluluklar doğurur. Müslümanların ve İslam gelmeden önceki din mensuplarının, kendi kurallarına göre kulluk vazifelerini yerine getirmeleri karşılığında, Allah’ın rızası ve Cennet gibi somut vaatleri vardır. Sözleşme şartlarına tam veya hiç uymayan insanların da mahşer günü yapılacak genel sayım ve muhasebe sonrasında takdir edilebilecek Cehennem gibi cezai sonuçları da olacaktır. Rabbimiz bu konuyu farklı ayetlerde açıklamıştır. Örneğin: “Kim iyi bir işe aracılık ederse onun da o işten bir nasibi olur. Kim kötü bir işe aracılık ederse onun da ondan bir payı olur. Allah her şeyin karşılığını vericidir.” (Nisa-85)
Yüce Allah, Rabbi Rahimimiz, Müslümanların VPN bağlantılarını en güzel ve faydalı seviyede tutabilmelerini nasip eylesin. Müslümanların, kendisiyle olan VPN bağlantılarına zarar verebilecek her türlü zararlı yazılımlardan, virüslerden ve hacker saldırılarından muhafaza etsin. Amin… 🙂
Nihayet gündemde yer almaya başlayan İstanbul Sözleşmesi ile ilgili tartışmalar hızla devam ediyor. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği adı altında bu sözleşmenin 3.Bölüm 12.Maddesinde sözleşmeye taraf ülkelerin “kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır” talimatı var!
İstanbul Sözleşmesini imzalayan Hükumet Yetkililerine, Milletvekillerine ve kutsal bir metin gibi savunan KADEM gibi görüntüde müspet yapılı STK’lara bu maddenin ne demek olduğunu bir türlü anlatamadık!
Mübarek Ramazan ayının sonuna geldiğimiz bu Cuma akşamında ailemle iftar sofrasında yaşadığımız bir olay üzerinden tekrar açıklamaya çalışacağım. Yüce Rabbim bana ifade edebilmemde, okuyanlara da anlayıp gereğini yapmalarında kolaylıklar lütfetsin!
Dünyalar güzeli kızım bu yıl 10 yaşına girdi ve şükürler olsun ki Ramazan orucunu da rahatsız olduğu bir gün dışında bizimle birlikte azimle tutarak eşlik etti. O yüzden iftar sofralarımız farklı bir hevesle beklenir ve iştahla yenilir oldu Elhamdulillah.
Sevgili Hanımım bahçemizde büyüttüğümüz üzüm ağacının yapraklarından çok lezzetli bir yaprak sarması yapmıştı. Herkesin yemeği dışında yaprak sarması da ortaya konulan geniş bir tabakta sunuldu. Sarma güzel olunca da iştahla yenildi. Son iki sarma kaldığında güzel kızımın önce birisini ağzına aldığını, daha onu çiğnemeden sincaplar gibi yanağına depoladığını ve hemen hamle yaparak son sarmayı da ağzına attığını gördüm.
Doğal olarak hoşuma gitmedi ve üzgün bir tavırla -Kızım bu yaptığın hiç hoş değil! Hem sofradakilere karşı ayıp oldu hem de bir genç kız olarak sana ayrıca yakışmadı! dedim.
Kızım da geri durmadı hemen ve – Ne oldu ki? Genç kızlığımla ne alakası var? diye sordu.
Sofranın huzuru kaçmasın diye -Annen sana sonra anlatır. diyerek konuyu kapattım.
Yemekten sonra ben sofradan kalktığımda hemen annesine sormuş: -Babam niye öyle söyledi? Genç kız olmamla son dolmayı yememin ne ilgisi varmış? diye.
Annesi de öncelikle bir insan olarak sofradakilerden kaçırır gibi yemesinin kaba bir davranış ve görgüsüzlük olduğunu anlatmış. Genç kızlığının ne ilgisi olduğunu ise, kızların daha kibar, nazik, edepli, saygılı ve çevresine karşı daha şefkatli olması gerektiğini anlatmış.
Yani annesi kızına, kadına yönelik Toplumsal Cinsiyet Rollerinden birini öğretmeye çalışmış oldu.
İşte İstanbul Sözleşmesinin ve bağlı kanunların Kökten Kazıma (eradicating) emri verdiği Toplumsal Cinsiyet Rolü eğitiminin bir parçası da buydu. Ben ve Hanımım, sevgili kızımıza İslam dini esaslarıyla yoğrulmuş kadim kültür değerlerimize göre edep ve haya, hoşgörü ve saygı terbiyesini vermeye çalışarak aslında SUÇ işlemiş olduk.
İstanbul Sözleşmesinin kökten kazıyın talimatını verdiği bu aile terbiyesi uygulaması için, yine İstanbul Sözleşmesine dayanarak çıkarılan 6284 sayılı kanuna göre ben bir “kadın” sayılan sevgili kızıma karşı “kadına şiddet” suçu işlemiş gibi oldum! Çünkü ciğerparem ve Umre dualarımın yaşayan karşılığı olan sevgili kızım, evden dışarı bile çıkmadan 155 veya 183 nolu telefonları arayarak “babam bana psikolojik şiddet uyguladı, rahatça yemek yememi engelledi, kendimi onun yanında güvende hissetmiyorum, bana fiziksel şiddet uygulamasından korkuyorum, yemek yiyemedim aç kaldım” gibi ifadelerde bulunmuş olsaydı resmen mahvolmuş ve hayatım kaymış olurdu! Ne şerefim ne de haysiyetim kalırdı! Evimden uzaklaştırılır ve belki de tutuklanarak hapse atılırdım!
Bu yazdıklarımı ilk defa duyanlar abarttığımı falan sanacak, ama hiçte öyle değil! Bu ülkede kendi evinde başka bir erkekle yatakta yakaladığı kızına, sadece tokat atıp kızdığı için hapis cezası alan ve paraya çevrilerek ödemek zorunda bırakılan babalar oldu! İnanmayan bu haberi okuyabilir.
İstanbul Sözleşmesinin çıkardığı manevi yangın ülkenin her yerini sarmıştır. Bu lanet sözleşme ve destek mevzuatları yüzünden ne İslam’ın, ne ahlakın, ne kültürün ve ne namusun hiç bir saygınlığı ve değeri kalmamıştır! Acil durum ilan edilerek bu tip sözleşme ve kanunların derhal ıslahı veya iptali gereklidir!
Şu anda görüntüde muhafazakar bir iktidarın olması nedeniyle İstanbul Sözleşmesinin tam uygulanmasını hissetmiyor olabiliriz. Hissettiğimiz kadarı bile felaket sınırlarında. Son 5 yılda evinden uzaklaştırma alan veya çeşitli nedenlerle mahkemelik olan aile sayısının 2 milyonu geçtiği belirtiliyor. Şiddet iddialı yansımaları sadece bu kadar. Yarın seküler zihniyetli bir iktidar olursa eşcinsel evlilikleri dahil her türlü sapkınlığın her hangi bir yasal düzenlemeye gerek kalmadan hayata geçeceğine emin olabilirsiniz! Zaten kimlik belgelerimizde cinsiyetsizleştirme uygulaması çoktan yapıldı. ETCEP projeleri ile çocuklarımızın zihinleri Milli olmayan eğitim müfredatları eliyle dönüştürülmeye başlandı. Her bakanlıkta KEFE (Kadın Erkek Fırsat Eşitliği) birimleri kurularak memurların hizmetiçi eğitimlerine de Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Eğitimleri konuldu. Yasal ve eğitimsel altyapı bitirildi! Sadece İstanbul Belediye Başkanının da ifade ettiği gibi eşcinsel evliliklere “henüz toplumumuzun hazır olmadığı” gibi bir ayrıntı kaldı. Zaten o kısım da 2-3 yıl içinde toplumsal dönüşümle sağlanır bu gidişle! Yasal altyapı sağ olsun muhafazakar iktidar tarafından güzelce(!) tamamlandı.
Bundan 10-15 yıl önce, dövme yaparak Allah’ın ve Peygamberinin lanetlediği günahı bile bile işleyen kişilere toplumun geneli ters bakar ve itici bulurdu. Şimdi ise daha ortaokuldan itibaren çocuklar dövme yaptırmaya başlıyor! Kimse rahatsız olmuyor. Hatta kıskanıp onlar da yaptırmak istiyor. Sonra da bunca felaketler başımıza neden geliyor diye şaşırıyoruz saf saf.
Yani demem o ki, olmaz dediklerimiz oldu ve olmaya da devam ediyor! Kefere ve şeytanlar boş durmuyor, boş vermiyor!
Yüce Allah, Müslümanlara ve idarecilerine öncelikle hidayet ve sonra da basiret ve feraset versin!
İstanbul, CEDAW ve Lanzarote Sözleşmelerinden acilen çekilmeyi, bunlarla gelen yıkım kanunlarını da kaldırmayı TBMM’ye en kısa zamanda nasip etsin!
Şayet yapmayacaklarsa, onların yerine yapacak hamiyet sahibi Vekillerin tez zamanda seçilerek gelmelerini sağlasın!
Amin! Amin! Amin!
Ercan ÖZÇELİK Türkiye Aile Meclisi Yönetim Kurulu Üyesi
Genel Başkan Yardımcısı