Karakter Renklerimiz ve Takıntıya Dönüşebilen Huylarımız

Huy, karakter, alışkanlık gibi kavramlar yakın ve bazen birbirlerinin yerine ikame edilerek kullanılıyor. Psikoloji eğitim geçmişi bulunan veya özel ilgisi olan kişiler müstesna edilirse, eşdeğer şekilde kullanıldıklarını da söyleyebiliriz. İfade ettikleri anlamların şiddeti ve keskinliği arttıkça Takıntı/Saplantı (Obsesif-Kompülsif Bozukluk) gibi Psikiyatrik hastalıklara dönüşüyorlar.  Olayın ahlaki ve dini boyutlarını da katınca, bu sefer iyi ve kötü huy ve alışkanlıklar ile dini vesveselerin (evham) sevap/günah etkileri nedeniyle, çekici – itici duygusal dürtülerin çatışmaları, durumu daha da karmaşık bir hale dönüştürüyor. Davranışlarımızın ortaya çıkmasında ve şekillenerek basma kalıp tavırlar arasına girmesinde, toplumsal etkileşim ve kişisel tatmin veya gereksinim duyguları rol oynar. Bazen kaçınmaya, bazen de takdir ve teşvik ile olumlu tekrara neden olurlar. Sigara içme alışkanlığına yıllar önce verilen değer ile bugünkü durum arasındaki dinamik fark güzel bir örnektir.

İnsanların karakter yapılarının analizinde çeşitli sınıflama ve değerleme tanımları ortaya konulmuş. Bunlardan birisi de karakter renkleridir. Genel olarak 4 renkten söz edilir. Her insanda bu renklerden bir ton bulunur. Ancak bazılarında belirli bir rengin hakimiyeti veya iki rengin dengelenmiş baskınlığı da görülebilir.
SARI: Çılgın bir renktir, neşeyi ve hareketi simgeler. Özgürlüğüne düşkün, kurallarla ve düzenle pek arası olmayan uçuk tasarımlar yapabilme yeteneği doğal şekilde bulunan kişileri temsil eder.
MAVİ: Asaleti ve ciddiyeti simgeleyen bir renktir. Tertipli, düzenli, kuralcı ve disiplini seven insanlar bu gruba girerler.
KIRMIZI: Canlı ve dikkat çekici bir renktir. Gücü, kararlılığı ve sahiplenmeyi simgeler. Güçlü, kararlı ve yönetme eğilimli kişiler bu renkle simgelenir.
YEŞİL: Rahatlatıcı ve huzur verici bir renktir. Sükuneti ve uyumu simgeler. İdeal takım üyesi, fedakar, çatışmadan kaçınan, girişimcilik yanı pasif kalabilen insanlardır.

İnsanlar sadece renk yapılarına göre tanımlanamaz. Her insan, eşsiz bir sistemler bütünüdür. Bu bütünlüğe etki eden çok sayıda değişken söz konusudur. Yaş, cinsiyet, eğitim, aile ve toplum çevresi, dini inançlar, burç nitelikleri, sağlık durumu, ekonomik seviye, beden yapısı gibi pek çok etki alanı insan yapısını düzenler ve geliştirir. Yani söz konusu insan olunca, hiç bir şey kesin değildir. Her şeyin bir anlamı ve etkisi söz konusu olabilir. Yaratılmışların en şereflisi olarak, Yaratıcımız Allah Azze ve Celle‘nin doğrudan muhatap alıp, emanetler vermeyi lütfettiği insan olmak böyle bir potansiyeli gerektiriyor demek ki.

Bu yazımda, genel olarak mavi karakterli insanların, iç ve dış kaynaklı kurallara uymak için gösterdiği hassasiyetin normal ve patolojik seviyelere ulaşabilen bazı durumlarını irdelemeye çalışacağım.

Kurumsallaşan alışkanlıklara en güzel örnek Sünnet-i Seniyye’dir. Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) hane-i saadetlerinde ve diğer sosyal ortamlardaki her davranışı ve tavsiyeleri 1500 yıldır Müslümanlar tarafından basma kalıp davranış olarak örnek alınır ve özenle uygulanmaya çalışılır. Bu durum İslam toplumlarının genel karakterini etkilemiş ve alamet-i farıka haline gelmiştir. En Sevgiliye benzemek için günlük davranışlar içinde tutulmaya çalışılan bu tavırların terk edilmesi veya yapılamaması belirli bir kaygıya da neden olur. Örneğin; Abdest alırken, kollarımızı yıkadığımızda acaba dirseklerime kadar ıslatabildim mi şüphesi ile hassas davranıp kontrolcü davranışlar gösterebiliriz. Bu duruma özen endişesi, takva azmi veya benzer olumlu yaklaşımlar söylenebilir ve hatta teşvik edilir. Ama, iyi yıkanmadı veya temizlenmedi şüphesiyle onlarca kez bol suyla yıkamak ve yine rahat edememek sıkıntılı bir durumdur. Dini literatürde buna vesvese deniliyor. Temel kaynağı, kovulmuş ve lanetlenmiş olan Şeytandır. İnsanların özellikle ibadet yaparken veya hazırlanırken içlerinde oluşan şüphe, kuruntu ve tereddüt gibi rahatsız edici duygulara denir. Kişinin vesvese etkisinde kalması huzurunu bozar, kendisine olan güveni sarsılır ve ibadetinden lezzet alamadığı gibi, uzaklaşmasına da neden olabilir. Vesveselere erken zamanda müdahale edip gidermek gerekir. Geç kalındığında veya yanlış yaklaşımlarda bulunulduğunda zarar etkisi daha çok olur. Vesveseden muzdarip kardeşlerime Bediüzzaman Said Nursi‘nin “Vesvese Risalesini” okumalarını veya bilen birisinden açıklamasıyla dinlemelerini tavsiye ederim.

Yeşil karakterliler kurallara uyarlar, mavi karakterliler ise; hem kurallara uyar, hem de kendileri kurallar koyarlar. Üstelik kendi kurallarına uyulmasını da beklerler. Ama bu bekleyiş sınırlı bir güce dayanır. Kuralları uygulatmak için gereken gücü kullanabilenler ise kırmızı karakterlerdir. Mavilerin kural ve tedbir takıntısı bazen olayların gerisinde kalmalarına ve fırsatları kaçırmalarına da neden olabilir.

Mavi karakterli birisini gıcık etmenin en hızlı yolu, yaşam veya çalışma alanında oluşturduğu tertip ve düzeni bozmaktır. Sarı karakterli insanların görüntüsü bile mavileri irrite edebilir. Çünkü sarılar rahattır, dağınıktır, ehli keyif takılır. Kılık kıyafetinden saç sakal şekline kadar ben sarıyım diye bağırır, görebilene. Mavileri düzenli hallerinden, uyumlu ve üniforma gibi özenli kıyafetlerinden, derli toplu yaşam ve çalışma alanlarından kolayca fark edebilirsiniz. Simetriyi severler, bazıları başkalarının mekanlarındaki simetriye bile takılır ve müdahale etmekten kendilerini alamazlar. Dağınık kitap veya gazeteleri düzenler, çerçeveleri hizalar, sandalyelerin masalara olan mesafesini ayarlar ve bunlar gibi başkalarını rahatsız etmeyen ama onları geren düzensizlikleri gidererek rahatlarlar. Her şey zıddı ile bilinir veya kaimdir ilkesine göre, mavi renkli insanları dengeleyen ve aşırılıklarını törpüleyenler sarı renkli insanlar olur. Mesela, ev hayatında mavi renkli ve bazen kural despotu olabilen babaların duygusal şiddetinden çocukları koruyabilecek ve nefes almalarını sağlayabilecek sarı renkli annelerin varlığı büyük bir nimet sayılır, her iki taraf içinde. Sarıların da tedavisi mavi ile olur çünkü. Bizden biliyorum! Yeri gelmişken merak edenler için, kırmızı-mavi olduğumu da söylemiş olayım. Sizde kendinizin ve en yakınlarınızın renklerini biliyor musunuz?

Kaynaklar:

  1. Ana görsel: http://hr.tsu.edu/development-for-manager/
  2. Metin içi görsel: https://fonolo.com/blog/2014/07/does-personality-matter-for-call-center-agents/
  3. http://www.bilimvesaglik.com/psikiyatri/obsessif-kompulsif-bozukluk-saplantilar.html
  4. http://sunaalbayrak.info.tr/?p=287
  5. http://www.ilmedavet.com/vesvese-nedir.html
  6. http://www.sorularlarisale.com/kulliyat/73/ikinci_makam.html
  7. https://www.youtube.com/watch?v=IH4GGqqkO_Y

 




Zoraki Kahramanlar: Çalışan Anneler

Kadınlar hakkındaki duygu ve düşüncelerimi daha önce bazı yazılarımda ifade etmeye çalışmıştım. Kadınların hayatımızdaki yeri ve önemi kutsal kaynaklar başta olmak üzere, her platformda dile getirilen saf bir gerçekliktir. Kadınlığın zirve noktası ve insanlığın bekasını sağlayan durumda anneliktir. Bir eş ve anne olarak üstlendikleri sorumlulukların dışında, ayrıca yaşam şartları ve diğer nedenlerden dolayı çalışma hayatında da yer almaları, onları inanılmaz bir yük ve stresin altına sokuyor. Üstelik, çalışan annelerden beklentilerimiz çalışmayanlardan farksız olunca, kaçınılmaz şekilde zoraki kahraman rolüne giriyorlar.

Çalışan anneler, bir kadın olarak, hemcinslerinin iş hayatında yaşadıkları bütün zorlukları doğrudan paylaşıyorlar. Annelikten kaynaklanan ek sorumlulukları ise, iş ve duygu yüklerini arttırdığı gibi; yoğunlaşan baskı ve dayatmalara karşı daha fazla sabır gösterip, ailelerinin hatırına katlanmak zorunda oldukları azapların içine sokabiliyor. Annelik ve kadınlık görevlerinin yanına, sorunlu bir iş ortamının da eklenmesiyle kadınların bedenen ve ruhen güçlü ve hızlı bir ivme ile yıprandıklarını rahatlıkla görebiliriz. Bazı kadınlar, zorlu ev ve annelik görevleri nedeniyle, nispeten rahat olan iş yerlerinde resmen dinlenircesine çalışırlar. Bu kadınlar şanslı sayılabilen gruptadır. Büyük bir çoğunluğu ise, ağır iş mesailerinden sonra tıpkı erkekler gibi dinlenebilecek bir ortam ve zaman bulamadan, 2. ve 3. mesailerini yapan işçiler gibi ev ve annelik görevlerine devam ederler.

İş hayatı ekonomi ile doğrudan ilgili olduğu için, özel sektörün ekonomik çıkarlarını zedeleyecek şekilde, çalışan annelere yönelik etkili koruma ve ayrıcalıklar göstermesini beklemek safdillik olur. Anne ve kadın dostu uygulamalar yapan ve bazen diğer firmaların çok önüne geçebilen firmalarda dahi, bu uygulamalar bir nevi sosyal sorumluluk ve marketing faaliyeti gibi üretildiğinden, sembolik ve kota limitleri içinde kalıyor. Piyasaların temel yönetmeni ve kural koyucusu olarak, kamu gücünü kullanan devletin ve devleti yöneten Hükumetin politik söylemleri ile pratik uygulamasının en kısa süre içinde örtüşmesi ve çalışan anneler özelinde hayata geçmesi sağlanmalıdır. Nüfus yapımızı korumak için her ailede  en az 3 çocuk hedefini fiilen gerçekleştirebilecek güven ve imkan ortamını hazırlama işi, büyük ölçüde devletimize düşüyor. Bu yazı ile bazı sorunlu noktalara dikkat çekerek, çözüme yönelik katkıda bulunmak istedim.

Yetersiz ücretler, kötü çalışma koşulları, nitelikli tatil yoksunluğu gibi genel sorunların dışında, çalışan anneler açısından iş yerleri ile ilgili temel sıkıntıları şöylece sıralayabiliriz:

  • Ev ve iş yerleri arasındaki mesafe ve ulaşım zorlukları,
  • Mesai saatleri ile okul saatleri arasındaki uyumsuzluk,
  • İş yerlerinde kreş olmaması, diğer kreşlerin uzak veya pahalı olması gibi sorunlar,
  • Mesai saatlerinin uzunluğu nedeniyle eş ve çocuklarına yeterince vakit ayıramamaları,

İş yerine yakın yerde ikamet etmek, esasen bütün çalışanlar için gerekli ve değerli bir kolaylık demektir. Söz konusu kadınlar ve çalışan anneler olunca, bu durum daha da kritik hale geliyor. Uzak yerde çalışan annelerin; erken kalkıp geç gelmesi gerektiği için, ailesinin günlük yaşantısından kopması, kendisine ve ailesine daha az vakit kalması, uzun yolculuklar nedeniyle daha çok yıpranması, gün içinde ailesi ile ilgili acil bir durum geliştiğinde hızlı şekilde yanlarına gidememesi gibi kronik sorunlara yol açıyor. İstanbul’un Anadolu yakasında oturup Avrupa yakasında çalıştığım dönemde, günlük ortalama 3 saatim yolda geçiyordu. Mesai sırasında ailemden birisinin acil ihtiyacı olduğunda, en erken 2-3 saatte ancak yanlarına gidebiliyordum. Bu durum bir baba olarak beni yıpratıp aileme karşı faydasız kaldığım duygularına neden oluyordu. Aynı şartlarda çalışan kadın iş arkadaşlarımızın ıstırabını da her zaman gözlemliyordum. Önerilerim: Başta kadınlar olmak üzere çalışanların iş yerlerine yakın oturabilmesi için teşvik ve kolaylıklar sağlanmalıdır. En azından aynı ilçe sınırları içinde ikamet edebilmeleri için; gerek tayin noktasında, gerekse yeni ev alımı gibi durumlarda teşvik edici kolaylıklar ve vergi indirimi gibi destekler verilmelidir.

Sabah saat 08:00‘de işe başlayan bir kadın çalışan, evinde kimsesi yok ise (artık hepten çekirdek aile yapısına döndüğümüz için, kentlerde geniş aileler yok denecek kadar azaldı) ilk öğretimde saat 08:50‘de dersi başlayan çocuğunu ne zaman ve nasıl okula götürecek? Servis tutsa bile servise kim teslim edecek? Daha da kötüsü, öğleden sonra saat 14:30‘da dersi biten çocuğunu kim alacak? Rica minnet etüd uygulaması yapan okullarda saat 16:00‘da biten etüd derslerinden sonra yine kim alacak çocukları? Mesai saat 17:00‘den önce bitmiyor çünkü. Önerilerim: Kadın çalışanların mesaileri ile okulların ders başlangıçları ortak şekilde dikkate alınarak düzenlenmelidir. Çocukların gelişim ve ihtiyaçları nedeniyle ders saatlerinin başlangıç ve bitişleri mesai saatlerine eşitlenemiyor ise çalışan annelerin ilk öğretim çağında çocukları olması halinde onlara özel mesai uygulaması yapılmalıdır. Devlet sadece süt bebekleri için günlük 1,5 saat izin vererek sorumluluğunu yerine getirmiş olamaz. Lise çağına kadar, çocuklu annelere özel imtiyazlar tanınması gerekir. Arada oluşan mesai kaybı, bütün toplumun karşılaması gereken bir bedeldir.

Çalışan kadınlar için, çocuk sahibi olmak katlanılamaz ölçüde zorlukların altına gönüllü girmek gibi, ağır bir duygudur. Bir yandan eşiyle birlikte evlat sahibi olmanın getireceği mutluluk ve tamamlanmış aile özlemi yaşanırken, diğer yandan hem çalışıp hemde çocuğun büyütülmesi sürecindeki zorluklar anne ve baba adaylarını yıldırıp bağırlarına taş bastırarak mecburi ertelemeye neden olmaktadır. Bu durumda; ya ileri yaşlarda çocuk sahibi olmayı ya da 1 veya en fazla 2 çocukla yetinmeyi mecbur görürler. Doğum sonrası memur veya işçi annelere verilen ücretli izin bir kaç aydan fazla değildir. İznin bitmesi ile ilk sıkıntılı karar verilir. Bebeği büyütebilmek için 1-2 yıllık ücretsiz izin alınır veya bebeği ücretli/ücretsiz bakabilecek birileri ayarlanarak işe başlanır. Bebeğini bırakıp işe giden annelerin her zaman bir kanadı kırık olur ve aklı bebeğinde kalır. Evde bakım aşaması bitince bu sefer kreş/çocuk yuvası koşturmacası yaşanır. Kreş fiyatlarının yüksekliği, çocuğu kreşe bırakıp mesaiye yetişmenin stresi, çocukların yaşadığı travmalar gibi etkenler bezginlik ve mutsuzluk kaynağıdır. Önerilerim: Okul öncesi yaşlarda çocukları olan kadın çalışanlar için, 0-6 yaş arası çocuklarını getirebilecekleri kreşlerin iş yerlerinin standart bir birimi olarak açılması gereklidir. Çocuklu anneler için kreş hazırlanması bir lütuf değil temel ihtiyaçları için gerekli bir durumdur. Çalışan kadınlara kendi iş yerlerindeki kreş hizmeti ücretsiz olmalıdır. Kreşin personel ve diğer giderleri çalıştığı kurumun döner sermayesi veya genel bütçesinden karşılanmalıdır. Özel kurumlarda kendi sermayelerinden karşılayarak işletme gideri şeklinde gösterebilmelidir. Çalışan annelerin günün belirli zamanlarında çocuklarını ziyaret edebilmelerine fırsat verilmelidir.

Kadınların mesaileri toplumun geleceği de dikkate alınarak özenle hesaplanmalıdır. Mutsuz kadınlar ve anneler; toplumun temel yapısı olan aile kurumunun temelden sarsılmasına, evliliklerin çabuk yıkılmasına, genç nüfusun yetersiz kalmasına ve var olan çocuklarında sağlıksız şartlarda verimsiz eğitimle büyüyüp toplumun geri kalmasına neden olacaktır. Kadınların ve özellikle çocuğu olan çalışan kadınların tam gün mesai yapmaları toplum kültürünün ve geleceğinin altına konulmuş dinamit gibi tehlikelidir. Önerilerim: Kadınlar çocuk sahibi olduktan sonra günlük en fazla 6 saat mesai yapmalıdır. Ayrıca evden çalışma ve yarı zamanlı çalışma halleri işlerin durumuna göre anneler için kolay uygulanabilir şekilde teşvik edilmelidir. Fazla mesaiye zorlayan kural ve yönetmelikler kanun gücüyle düzeltilmeli ve istismar edenler için kayda değer cezai yaptırımlar ön görülmelidir.

Bütün bu yorumlarımdan sonra denilebilir ki, kadınlar özellikle anne olanlar hiç mi çalışmasın? Bende diyorum ki; Kadınlar bizim rahatlıkla istismar edebileceğimiz ucuz iş gücü kaynağımız değildir. Toplumun temel yapı taşlarından ve en kıymetli değerlerimizdendir. Sağlıklı bir kadın ve anne ögesinin olmadığı toplumlar bozulmaya ve dağılmaya mahkumdur. Kadınların ve özellikle annelerin piyasada kuralsız ve kolayca istihdam edilmesi tıpkı likit para gibi geçici bir rahatlık ve refah etkisi yapabilir. Ancak kaynaklar sınırsız değildir. En değerli varlıklarımızı nakde çevirip, günü kurtarmak için harcadığımızda yerine koyamayacağımız kayıplar yaşayabiliriz. Kadınlara özel hizmetler veya kadınların yüksek değer katacağı meşru işler nedeniyle mutlaka kadın çalışanlara ihtiyaç duyuluyor ise bunun bedeli uygun şekilde ödenmeli ve toplumun geleceği açısından güçlü kurallar ile kadınlar ve anneler koruma altına alınmalıdır. Kadın emeği gibi değerli bir ürünü sağlamak isteyen kurum veya işletmeler hakkını vermeye de razı olmalıdır.

TÜİK’in 7 Mart 2016 tarihli “İstatistiklerle Kadın, 2015” Haber Bülteni çok önemli sorunlarımıza işaret ediyor. Okuma yazma bilmeyen kadın nüfus oranı erkeklerden 5 kat fazla! Kadınlar ortalama 24 yaşlarında evlenip, 35 yaşlarında boşanıyor. Kadınların eğitim oranı yükseldikçe çalışma oranı daha fazla artıyor ama her eğitim seviyesinde kadın çalışanlar erkeklerden daha az ücret alıyor. Yani açıkçası kadınlar halen sömürülüyor.

İdeal durum ile fiili durum arasında fersahlar boyu mesafe olduğunu görüyoruz. Öyleyse yapacak çok işimiz var. Zoraki Kahramanlarımıza sahip çıkmalı ve onlara layık oldukları değeri her açıdan göstermeliyiz. Neden bu kadar ilgiliyim? Bizim evde de harika bir zoraki kahraman var da ondan…

 

Kaynaklar:




Denetimli Serbestlikle İlgili Duygu ve Düşünceler

Görev yaptığım kurumda, resimdeki yelekten giyerek çalışan bir kaç kişiyi görünce merak edip durumlarını sordum. Kendilerinden öğrendiklerim ve  ilgili kurumun resmi sitesindeki açıklamalar beni farklı duygu ve düşüncelere götürdü. Hislerimi böylece yazmaya karar verdim.

Önce, konuyu fazla duymayanlar için kısa bilgilendirme yapayım. Adalet Bakanlığının Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne bağlı Denetimli Serbestlik Daire Başkanlığı var. Uygulama hakkındaki bilgi ve belgelere aşağıda bağlantısını verdiğim resmi sitelerinden ulaşabilirsiniz. Buradaki tanımı ile Denetimli Serbestlik; “Mahkemece belirtilen koşullar ve süre içinde, denetim ve denetleme planı doğrultusunda şüpheli, sanık veya hükümlünün toplumla bütünleşmesi açısından ihtiyaç duyduğu her türlü hizmet, program ve kaynakların sağlandığı toplum temelli bir uygulamayı ” ifade ediyor.

Denetimli serbestlik tedbiri uygulanmak suretiyle cezasının infazına karar verilen hükümlünün, cezasını koşullu salıverilme tarihine kadar;
– Kamuya yararlı bir işte ücretsiz olarak çalıştırılması veya,
– Bir konut veya bölgede denetim ve gözetim altında bulundurulması,
– Belirlenen yer veya bölgelere gitmemesi,
– Belirlenen programlara katılması,
Şartları dikkate alınarak süreç işletiliyor. Eğer hükümlü veya tutuklu bu şartları ihlal ederse ertelenen cezalar hapis gibi en ağır halleri ile uygulamaya geçiliyor.

Sizleri bilmem ama, ben kendimi dünyada Denetimli Serbestlik içinde dolaşan bir kul gibi hissettim. Çünkü heva ve heveslerime uyacak olursam yapabileceğim çok şey var. Bunları yapabilmek için gerekli şartların bir çoğunu da sağlayabiliyorum ama, tıpkı Denetimli Serbestlikte olduğu gibi bunun acı sonuçları ile yüzleşmem gerekecek. Allah‘ın rızası ve korkusu nefsime uymaktan men ediyor. Her şeye rağmen nefsime uyduğum hallerin cezası ve affı için şanı yüce ve hakiki adalet sahibi olan Allah‘a sığınıyorum. Gayri meşru yer ve ortamlardan uzak durmam lazım. Topluma ve ümmete faydalı işler yapmam gerek. Bireysel ve toplu ibadetlere katılım sağlayarak, tıpkı imza verir gibi, günde en az 5 vakit Rabbimin makamını manen ziyaret edip, buradayım Ya Rab!, eksiklerimle, günahlarımla, acziyetimle yine sana geldim, ne olur beni razı olduğun kulların zümresine yaz, demem lazım.

Denetimli serbestlik içindeyken imkanınız olduğu halde istediğiniz seyahate çıkamazsınız, kayıt dışı işlem ve eylemlerde bulunamazsınız, mallarınız ve diğer varlıklarınız üzerinde istediğiniz tasarrufu yapamazsınız. Ta ki, mahkemenin tayin ettiği ceza/ıslah süresini tamamlayıncaya kadar. Süreniz bitince, yine beşeri kanunlar açısından haddinizi aşmamak şartı ile istediğinizi yapabilme özgürlüğüne kavuşursunuz. Aynen bu şekilde, kul olarak sınırlarımızı ve dünyadaki denetimli serbestlik kurallarımızı dikkate alarak yaşarsak, Allah’ın izni ve keremi ile Cennet‘le müjdelenenlerden olup, dünyada sınır koyduğumuz her türlü meşru arzu ve hayallerimize kavuşup yapabileceğiz inşAllah.

Denetimli Serbestlikte olduğu gibi, kulluğumuzu en iyi şekilde yapabilmemiz için, Allah’ın bir memuru ve elçisi olarak Sevgili Peygamberimiz  Hz. Muhammed (s.a.v.) bizlere en güzel rehber ve yol aydınlığı olmuştur. Peygamberimizin vesilesi ile Allah’ın bizlere bahşettiği Kur’anı Kerim‘de temel anayasamız olarak hakikat yolunu belirlemiştir. Yaratılışımızın asıl amacı olan Allah’a kulluk görevimizi layıkıyla yaptığımızda, kavuşacağımız nimetleri sayan bir çok ayet-i kerime ve hadis-i şerifte bu durumu teyit ediyorlar. Denetimli Serbestlik şartlarına uyulmadığında dünyada karşılaştığımız ceza ve yaptırımlar Allah’ın gazabı ve cezaları karşısında güllük gülistanlık kalacaktır. Rabbimiz cümlemizi şaşırtmasın ve dünya imtihanını kazananlardan eylesin. Amin…

Kaynak:

http://www.cte-ds.adalet.gov.tr/

 




Kanaat Önderlerimiz Daha Neyi Bekliyor?

İnsanlık için ikinci Hz. Adem (a.s.) sayılan Hz. Nuh‘un (a.s.) gemisiyle karaya çıktığı Cudi Dağı gibi, Hz. İbrahim‘in (a.s.) içine atıldığı sırada mucizevi olarak suya dönüşen büyük ateşin yakıldığı Şanlı Urfa gibi, birçok Peygambere, Sahabelere ve Allah dostlarına yurt olmuş mukaddes beldelerin yer aldığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Kutlu Peygamberimizin (s.a.v.) yolunda birleşerek devletler kurmuş ve i’lây-ı kelimetullah‘ı gerçekleştirmek üzere kendini adamış, kadim bir medeniyetin temsilcileriyiz. Manevi hazinelerinin yanı sıra, maddi zenginliklere de köprü olan, enerji ve ticaret koridorlarının merkezindeki vatanımız, tarihte hiç bir zaman kendi halinde bırakılmadı ve bundan sonra da bırakılmayacaktır.

Son yıllarda, yerli ve yabancı hain odakların işbirliğinde gelişen fitne ve saldırılar gittikçe şiddetlendi ve 15 Temmuz‘da zirve yaptı. Buna karşılık manevi kanaat önderlerimizin toplumda birlik ve beraberlik çağrıları olsa da beklenen seviyeyi bir türlü göremedik. Bu iş, basın açıklaması veya sorulduğunda konuşma yapacak kadar basit ve etkisiz kalamaz. Manevi kanaat önderlerimize Ayet ve Hadislerden örnekler vererek haddimi aşmak veya ukalalık yapmak niyetinde değilim. Basit bir vatandaş olarak sorumluluklarını ve yüklendikleri vebali hatırlatmak istiyorum. Madem, hepimiz yönetmekte olduğumuz insanların çobanı hükmündeyiz ve madem, hepimiz bildiklerimizden ve imkanlarımızdan sorumlu olarak hesap vereceğiz, manevi kanaat önderlerimizden makamlarına yaraşır şekilde davranmalarını beklemek hakkımızdır.

Cemaat ve tarikat gibi din temelli sosyolojik örgütlerin önemli bir kısmı, ehli sünnet çizgisinde yer aldığı sürece, tarihsel olarak geniş kabul görmüş ve İslam kültürü yelpazesinin renklerini oluşturmuştur. Bunların zaman içinde gelişmesi, liderlerine göre farklı gruplara ayrılması bazen olağan, çoğu kez de suni olarak yaşanmıştır. İslam tarihinin ilk ve en meşhur münafıklarından Yahudi kökenli Abdullah İbni Sebe‘nin, Hz. Ali‘ye (r.a.) “Sen Tanrısın” diyerek secde etmesi ile başlayan fitne ateşi, Şia‘nın ehli sünnet çizgisinden ayrılarak, kabul etmediğimiz yönlere gitmesine temel oldu. İngilizlerin, Lawrence gibi ajanları vasıtası ile Osmanlı zamanında Arabistan’da çıkardığı fitneler, Suudilerin baştan çıkarılarak Vehhabilik fitnesine sarılmalarına ve kutsal beldelerimizin Vehhabiliğin işgali altında kalmasına yol açtı. Türkiye’de, Bediüzzaman‘ın vefatından sonra, Risale-i Nur hareketi içine giren fitneler sonucu hızla bölünmeler yaşandı. Kürtçülük yapanlardan, bir masona pervane olanlara kadar, yaşanan bölünmelerin en kötüsü FETÖ alçaklarının eliyle hayat buldu. Risale-i Nur hareketini aşağılık emellerine perde yapan FETÖ, en büyük zararı İslam kardeşliğine ve Risale-i Nur hareketine vermiş oldu.

Dini grupların hemen her lider değişiminde, tıpkı miras paylaşımı ile gittikçe küçülen tarım arazileri gibi verimsiz bölünmeler, ayrılıklar ve kendi aralarında gereksiz husumetlere varan görüş farklılıkları yaşanmıştır. Bir araya gelemeyen, toplumda birlik resmi veremeyen liderlerin durumu; zirveleri birbirine uzak, temele doğru yakınlaşan piramitler gibi yalnızlıktır. Üstelik, gittikçe küçülmeleri de etkilerini azaltmakta, kolayca yönlendirilebilen dağınık yapılar haline getirmektedir. Halbuki, bütün kanaat önderleri kibirsiz ve hesapsızca bir araya gelebilse, hemen her vesile ile buluşup takipçilerine sevgi ve kardeşlik şuuru aşılamış olsa, İslam kardeşliği merkezinde buluşup; harika bir çiçeğin yaprakları gibi uyumlu, birbirine bağlı güzel bir resim vermiş olurlardı.

cenazeÖrneğin, geçtiğimiz hafta merhum Süleyman Hilmi Tunahan Hocaefendinin (k.s.) varislerinden Ahmet Arif Denizolgun vefat etti. Yüce Allah mekanını Cennet eylesin. Cenaze törenini izlediğimizde, ağırlıklı olarak mavi takkeli bağlılarının yer aldığını gördük. Gönül isterdi ki, diğer kesimlerinde yeterince katıldığı rengarenk İslam zenginliğini ve kardeşliğini gösteren bir tablo oluşsun. Taze bir örnek olduğu için zikretmiş oldum. Ama aynı durum maalesef hemen her grup için geçerli. Kapalı kapılar ardında veya dostlar görsün kabilinden ziyaret ve mesajlaşmalar derdimize derman değil. Her bayram veya önemli günde, siyasi parti temsilcilerinin birbirlerine yaptıkları nezaket ziyaretlerinin bile, toplum tarafından ne kadar memnuniyetle karşılandığını ve bir süreliğine de olsa, barış rüzgarları estirdiğini görmüyorlar mı?

yenikapi

Bu Aziz Millet, 7 Ağustos 2016 da yapılan muhteşem İstanbul Yenikapı Mitingine 5 milyondan fazla katılım sağlayarak; birlik ve beraberliğe, zalimlere karşı ortak duruşa ne kadar ihtiyacı olduğunu ve kardeşliği desteklediğini dosta düşmana açıkça göstermiş oldu. Kanaat önderlerimizin, artık hemen her fırsatta bir araya gelerek kardeşlik temelinde buluşmaları ve ayrılıkçı söylemleri terk etmeleri gerekir.

Sadece hamaset duygularının kabardığı zamanlarda değil, her an kardeşlik ve birlik görüntüsü verebilmek için, kalıcı kurumsal yaklaşımlar gösterilmesi gerekir. Manevi kanaat önderlerinin her ilimizde temsilcilerinin yer aldığı meşveret heyetleri kurması, toplumsal ve grupsal sorunlarının çözülmesinde hakem rolü üstlenerek kardeşliğin tesisinde, fitnelerin bertaraf edilmesinde ve diğer hayırlı işlerinde resmi otoriteye yardımcı rol oynaması gerekir. Bunları yaparken yardımcı rolünü unutmamalı, FETÖ fitnesinde olduğu gibi, iktidar şehvetine kapılanlara fırsat vermemelidir.

Bayramlarda, kandillerde, düğünlerde, cenazelerde vb. her vesile ile, en büyük grupların kanaat önderlerinin bir araya gelerek, ulusal medyada haber olacak şekilde, güzel ve etkili mesajlar vermeleri, artık kaçınamayacakları, vebalen sorumlu tutulacakları bir tavır olarak kendilerinden beklenmelidir. Bir daha yeni 15 Temmuzlar yaşanmaması için, haçlı ve siyonist zihniyetin maddi ve manevi işgal girişimlerinin önlenebilmesi için, buna çok ihtiyacımız var. Kendi adıma, bu çağrıyı dile getirerek dilsiz şeytanlardan ayrılmaya azmediyorum. Yüce Rabbimiz, İslam dünyasındaki bütün hak grupların kardeşliğini ve dayanışmasını nasip etsin. Batıl grupların ve batıla hizmet edenlerin önünü tıkayıp, şerlerinden bizleri emin eylesin. Amin

 Kaynaklar:

  1. Ana görsel kaynağı: https://www.quora.com/What-ethnic-groups-cultures-are-generally-uncomfortable-with-hugging
  2. https://tr.wikipedia.org/wiki/Cudi_Da%C4%9F%C4%B1
  3. https://sorularlaislamiyet.com/sanliurfadaki-balikli-gol-hz-ibrahim-asin-atese-atildigi-yer-midir
  4. http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=010133&idno2=c010165
  5. http://www.dunyabulteni.net/tarih-dosyasi/311690/ortadoguda-bolucu-bir-ajan-arabistanli-lawrence
  6. http://www.mehmedkirkinci.com/index.php?s=article&aid=1320
  7. http://www.bediuzzamansaidnursi.org/
  8. http://www.tunahan.org/vazife-ve-hizmetleri-i5.html
  9. http://www.erzurumsayfasi.com/haber/suleymancilarin-yeni-lideri-kim-yeni-lider-belli-oldu-h587.html
  10. http://www.nurnet.org/mesveret-nedir/
  11. http://www.ahaber.com.tr/webtv/gundem/fethullahci-teror-orgutu-feto
  12. http://www.haberturk.com/gundem/haber/1278173-rakamlarla-yenikapi-mitingi



Köpeklerin Sadakati Üzerine

Köpekler, insanların hayatında yer eden ilk hayvanlardan birisidir. Yaklaşık 12 bin yıl önce  evcil olmalarının ardından, çok talep görmelerinin en önemli nedenlerinden birisi de sahiplerine olan sadakat ve sorgusuz bağlılıklarıdır. Yiyeceklerini, sularını ve diğer ihtiyaçlarını düzenli olarak sağlayan sahiplerine, adeta taparcasına bağlanır ve karşılık olarak efendilerinin komutlarına sorgusuz itaat ederler. Sadakatlerinin temelinde, ihtiyaçlarının karşılanmasından kaynaklanan sevgi ve minnettarlıkla, bunların kesilmesinden duyulan endişe ve efendilerinin cezalandırabileceği korkusu birlikte yer alır. Sevgi, saygı ve korkunun harman olduğu bir ilişki söz konusudur.

dogs (5)dogs (1)
İnsanların dostluk ve arkadaşlık gibi duygularını tatmin eden, engellilerin hayatında en önemli yardımcılardan birisi olabilen köpekler, eğitimle birçok beceriye sahip olabilirler. Çoban köpekleri ve arama kurtarma köpekleri gibi.

Ancak; efendilerinin en aşağılık zulüm emirlerini bile sorgulamadan yapmaları da köpeklerin meşhur özelliğidir. Efendisinden başka otorite tanımayan köpekler, ne için eğitilmiş ise yapmaktan geri durmazlar. Elleri kolları bağlı Müslüman esirlere işkence yapan zalim ABD askerlerinin köpekleri de kendileri gibi zalim ve aşağılık yaratıklardır. Karşılarındaki savunmasız ve hatta çıplak insana saldırmayı görev bilecek kadar şuursuz bir köpeklik söz konusudur.

Bütün dünyanın gözleri önünde devam eden siyonist zulmün en önemli işkence araçlarından birisi de vahşice saldırmak için eğitilen köpeklerdir.

Şeytanın yer yüzündeki temsilcileri gibi davranan zalimlerin eğittiği köpekleri; bazen Filistinli bir gencin kolunu parçalarken, bazen de yoldan geçen bir kadına saldırırken görebilirsiniz.

Para, güç, kadın veya makam gibi dünyevi istek ve ihtiraslar uğruna, bazı güç odaklarının veya devletlerin köpekliğine soyunan insanlardan daha zavallısı var mıdır? Köpek tabiatlı bazı insanlar, yaptıklarının suç veya günah olduğunu bilmesine rağmen, sırf heva ve heveslerinden dolayı gayri meşru işlerini efendilerinin talimatlarına uyarak yapmaya devam ederler. Bunlardan daha zavallı ve alçak olanlar ise, beyinlerini efendilerinin aşağılık duygu ve düşünceleri ile uyuşturup iradelerini tamamen teslim eden, verilen gayri meşru talimatları bir ibadet aşkıyla yapan mahluklardır. İşte 15 Temmuz 2016 akşamında, böylesine aşağılık ve aklı ile beraber imanını tatile çıkaran FETÖ hainlerinin eylemlerine şahit olduk. Din kardeşlerinin üzerine; babası yaşındaki insanlara, kadınlara ve çocuklara, bomba ile, tank ile, uçak ile saldıran ve acımadan mermi yağdıran alçakların, efendilerine bağlılığı köpekler gibi şuursuz ve adice bir bağlılıktır. Haçlı ve siyonist efendilerine bağlılığı artık apaçık ortada bulunan sözde hocalarının, şeytandan ilham aldığı belli olan talimatlarının gereğini utanmadan yaptılar. Milletin iradesi ve imanı ile durdurduğu bu hayasız akının kalıntıları, halen şeytani inatlarında ısrar ile hatalarını kabulden uzak duruyor. Gözleri öylesine dönmüş ki, kendilerinin iyiliğini isteyen aile fertlerinin uyarılarına bile kulak asmayıp anne-babalarını ve kardeşlerini gerekirse yok saymayı marifet biliyorlar.

Haşa, Hz. Peygamber (s.a.v.) çıkıp karşısına gelse sözünü dinlemeyeceğini, Hz. Cebrail (a.s.) parti kursa oy vermeyeceğini arsızca ifade eden FETÖ alçağının şuursuz takipçileri, Kur’anı Kerim’de aklımızı kullanmamızı, düşünmemizi emreden onlarca ayeti neden dinlemezler? Hz. Peygamberin (s.a.v.) sünnet-i seniyyesi dışında, kendine has tavırlar geliştiren tanrı kompleksli bir bunağın; İslam esaslarına aykırı, şeytani fetvalarını neden sorgusuz sualsiz kabul ederler?

Ya Rabbi! içimizdeki akılsızlar ile beraber hepimize hidayet ver. Hidayet vermediklerinin şerlerinden bizleri muhafaza eyle. Aramızdaki ahmaklar yüzünden bizleri de helak eyleme. Bizleri senin ve Resulünün yolunda birleştir. Amin

 

Kaynaklar:

1- Görseller google arama motoru ile açık kaynaklardan bulunmuştur.
2- https://tr.wikipedia.org/wiki/Kopek
3- https://www.youtube.com/watch?v=y7TovXM60_w
4-https://www.youtube.com/watch?v=ePSlWtV8JIU




Hain Darbe Teşebbüsünün Ardından…

Allah‘a şükürler olsun ki, büyük bir belayı bedeli ağır da olsa, aziz şehitlerimizin canları pahasına atlatmış bulunuyoruz. Vatanımızı korumak, Milletimizin tercihlerine sahip çıkmak için; Siyonistlerle Haçlılara hizmet ettiği açıkça görülen bu gözü dönmüş canilerin gasp ettiği tank ve uçaklara karşı, kendilerini korkusuzca siper eden Şehitlerimizin ruhları şad olsun. Cennet-i Ala’daki makamları yüce ve olabildiğince geniş olsun İnşallah. Gazilerimize şifalar, şehit ve gazi yakınlarına da sabırlar diliyoruz. Cumhurbaşkanımız meydanlar için ilk çağrıyı yaptığında; koşarak, bastonuyla tutunarak, arabasıyla, tek yada  ailesi ile birlikte, bende varım diyenlere selam olsun. İlklerden olmak ne güzel bir duygudur. Elhamdülillah oğlumla bana da nasip oldu. Yıllar sonra utanç duyup, keşke bende gitseydim diye hayıflanmak yerine, Yaradana sığınıp iman gücüyle meydanlara çıkmak lazımdı.

FETÖ meczuplarının bu ülkeye verdikleri zarar ve ziyan PKK‘dan çok daha fazla, İslam toplumuna ve duygusuna verdikleri hasar ise, DAEŞ alçaklarından fersahlarca ileridir. Çünkü; en başta emniyet, güven ve aile birliği duygularına saldırmış, İslam kardeşliğinde kapanmaz yaralar açmışlardır.

PKK gibi; üzerini biraz kazıyınca Marksist, Leninist, Zerdüşt özentili, ayrılıkçı Ermeni temelli çirkin yüzleri ortaya çıkan, kandırılmış veya hainliğe gönüllü olmuş zavallıların meydana getirdiği terör örgütleri sınırlı derecede etkide bulunabilirler. Arkalarındaki onca devletin ve gizli servislerin maddi ve lojistik desteğine rağmen, ancak bu kadar varlık gösterebiliyorlar. Halkımızın birliği ve Devletimizin güçlü kararlılığı sayesinde, aynı zihniyete sahip ve ortak efendilerine hizmet eden terör örgütlerinin sırtlanlar gibi birleşmek zorunda kaldıklarını da gördük çok şükür.

DAEŞ alçakları her ne kadar sözde İslam adına hareket ettiklerini ilan etseler de, dünya alem biliyor ki ancak siyonist efendilerine ve haçlı zihniyetine hizmet ediyorlar. Sadece masumlara, en çokta Müslümanlara zararları dokunuyor. ABD, İsrail ve İngiltere başta olmak üzere, kendilerini eğiten ve donatan efendilerinin tasmasıyla İslam diyarlarında kaos, kan ve gözyaşlarına sebep olurken, Avrupa‘da efendilerinin siparişleriyle yaptıkları aşağılık eylemleriyle İslamofobinin iyice yerleşmesine ve İslamın kalpleri huzura erdiren müjdeli genişlemesine engel olmaya çalışıyorlar. Saflarına katılan bazı akılsız ve ahlaksızlar dışında İslam toplumlarında kabul görmediler. Fitneleri ancak silah ve zorbalıklarıyla ayakta durabilen, gizli servislerin ve saydığımız devletlerin maşası olmaktan öteye gidememiş bir hale geldiler.

FETÖ ise PKK‘dan ve DAEŞ‘ten çok daha derinde, içimizde yerleşip ciğerimizi yaktı. Hainlik seviyesini belki de bir daha kimselerin ulaşamayacağı kadar derin çukurlara indirdi. Bizlerin imkanlarını ve duygularını kullanarak başladı, gelişti ve bir kanser gibi yıkıcı ve öldürücü hamlelere girişti. PKK ve DAEŞ‘ten daha çok acıttı çünkü; inanmış ve gelişmeleri için devlet-millet hep birlikte maddi-manevi destek vermiştik. Dünyanın bir çok yerinde okullar açarak Türkiye‘nin sesi ve elçisi olmalarından bizde mesrur olmuştuk. Türkiye’de nitelikli ve iyi ahlaklı gençlerin yetişmelerine hizmet ettiklerini sanıyorduk. Bütün kamu kurumlarında, ve medya sektöründe bu kadar gizli/açık yayılmalarına rağmen tatmin olmayıp, Devlet yönetimine böylesine aşağılık bir yöntemle el koymaya cür’et edebileceklerini kimse düşünemezdi. 17-25 Aralık olayları ve benzerlerinde artık niyetleri anlaşıldığında bile 15 Temmuz gecesindeki vahşiliklerine ihtimal verilemezdi. Yüce Rabbimiz dünyada ve ahirette hesaplarını en güzel şekilde sorsun ve tekrar toparlanmalarına fırsat vermeyip şerlerinden bizleri emin eylesin.

Darbe ve darbeciler hakkındaki duygu ve düşüncelerimi kısaca ifade ettikten sonra, 2 konuda daha yazma ihtiyacı duyuyorum. Birincisi, demokrasi ve demokrasi şehitliği meselesi. Diğeri de; FETÖ gibi, sözde iyi niyetli başlayan örgütlerin, oluşup büyümesine neden ve fırsat veren sistemimizdeki sorunlardır.

Her şeyden önce, ben demokrasiye iman edenlerden değilim. İdeal bir yönetim sistemi olarak, Ehl-i Sünnet İslam uygulamasından daha iyi ve doğrusunu da bilmiyorum. Demokrasinin bir din gibi en mükemmel yaşam şekli olarak dayatılması, putlaştırılmasına karşıyım. Demokrasi şehitliği ifadesini de son derece tehlikeli görüyorum. Vatan ve Millet uğruna canını zalimlere siper edenlere demokrasi şehitleri denilmesi yanlış ve bozuk yollara götürür. Kahramanlarımızın hatırasına gölge düşürür. Yönetim şeklimiz demokrasi değilde, İngiltere‘deki gibi monarşi olsaydı isyancılara karşı gelenler neyin şehitleri olacaktı? Çanakkale‘de şehit olan ceddimizden Padişahlık Şehitleri olarak bahsedebilir miyiz? Demokrasi, eksikleri ve hastalıkları çok olan bir yönetim şeklidir. Ne var ki, bugünkü şartlarda kurulabilen düzenlerden kötünün iyisi olarak yaşadığımız bir gerçekliği gösterir. Demokrasi, halkın gerçek anlamda söz sahibi olmasına hiç bir zaman imkan vermemiştir. Demokrasilerinde arka planda gizli sahipleri, efendileri, görünmez kural koyucuları vardır. Genelde gizliden ve derinden, bazen de açıktan darbe gibi eylemlerle kendilerini belli ederler. Darbecileri efendi olarak gördüğümü sanmayın, onlarda zavallı birer piyon ve maşadan ibarettir. Örneğin; halkın büyük bir çoğunluğu yıllardır idamın gelmesini, Ayasofya‘nın açılmasını, zinanın yasaklanmasını, faizin kan damarlarımızdan çekilmesini ve daha nice yamuk işlerin düzelmesini ister, ama yapılamaz ve referandum konusu bile olamaz. Çünkü, demokrasimizin de sınırları ve engelleri vardır. Demokrasilerde meşru görülmesi zinayı, faizi, içkiyi, kumarı haramken helal kılamaz. Bütün bu yanlışları normal görmenin vebalinden de bizleri kurtaramaz. Artık, Müslümanlar arasında iyice kök salmış bulunan demokrasi seviciliği, bende Yüce Rabbimizin A’raf Suresi 148. ayetinde buyurduğu durumu çağrıştırıyor:

(Tûr´a giden) Musa´nın arkasından kavmi, zinet takımlarından, böğürebilen bir buzağı heykelini (tanrı) edindiler. Görmediler mi ki o, onlarla ne konuşuyor ne de onlara yol gösteriyor? Onu (tanrı olarak) benimsediler ve zalimler oldular.

Demokrasiyi putlaştırmak yerine hastalıklarını teşhis edip, tedavi yoluna gitmeliyiz. Bu vesile ile demokrasi kavramı ve yorumları üzerindeki şerhimi ifade ediyorum.

FETÖ gibi oluşumların doğmasına gerekçe olan, devlet sisteminin Müslümanları dışlayan yapısı normal hale getirilmelidir. Eşi veya anne babası başörtülü olduğundan veya içki içmeyip, namaz kılanlardan olduğu için, geçmişte düşman muamelesi görüp, ordudan atılan çok insanımız var. Asker oğlunun yemin törenine veya orduevindeki düğününe;  sakallı olduğu için katılamayan babalar, başörtülü olduğu için nizamiyede kalan anneler, bacılar oldu. Halkının çoğunluğu Müslüman olan ve üstelik ordusuna Peygamber Ocağı diyen bir toplumun gördüğü bu eziyetler, FETÖ gibi oluşumların takiyyelerine mazeret oldu. Kendilerini gizlemek için namazdan, oruçtan, tesettürden uzak durup, içki vb. haramları bilerek işleyenler; inandıkları gibi yaşamayınca, yaşadıkları gibi inanmaya başladılar. Peygamber (s.a.v.)’in hayattayken vermediği ruhsatları iftira ile O‘na mal edip her türlü melaneti meşru gösterdiler. İslama benzemeyen iki yüzlü yalanlarla bezenmiş hayatlarında, kendilerine tek kurtuluş yolu olarak gördükleri hocalarının ve abilerinin paçalarına ölesiye yapıştılar. Onlar hakkında söz söyletmeyip, gerekirse kendi ailelerine karşı geldiler. Çünkü, yaşadıkları garip hayat hiç bir meşru kalıba uymuyordu. Örgütün dünyevi hedefleri için, ahiretlerini bile bile riske soktular. Akıllarını ve imanlarını hocalarının ve onları yöneten abilerinin ceplerine koydular. Müslüman duruşu öne çıkan devlet adamlarına ve masum halka acımadan saldırdılar. Böylesine bir teslim oluş ve aldanış oldukça enderdir. Cumhurbaşkanımızın haşhaşi benzetmesinin ne kadar yerinde bir tespit olduğunu, gerçekten acı bir şekilde gördük. Ordumuzun; namaz, oruç ve tesettür gibi tabuları artık olmamalıdır. Ankara‘da askerlik yaparken, Mehmetçik Gazinosunun girişinde, ziyaretime gelen eşimin başörtüsünde iğne olup olmadığını kontrol eden nöbetçiler gördüm. İğne olursa içeri almıyorlardı. Artık, bu ve benzeri garipliklere son verilsin ki, FETÖ ve benzerleri bahane bulamasın.

Ordu için açıkladığım sıkıntılar, çoğu kere diğer kurumlar içinde geçerli olmuştur. Son zamanlarda başta başörtüsü olmak üzere, birçok konuda rahatlama sağlansa da, tamamen sona erdiği iddia edilemez. Yargı içinde belirli siyasal görüş ve mezhepçi yaklaşımların ağırlığından şikayet edip, çözüm üretmeye çalışılırken; FETÖ zihniyetinin sinsi örgütlenmesine fırsat verildi. Yangından kaçarken, doluya tutulmak gibi. Üniversitelerde de, belirli siyasi görüşlerin ve masonik yapılanmaların etkilerini sürekli yaşadık. Bunlara karşı özgür ve adil bir ortam sağlanamaması, yine FETÖ tipi gizli yapılanmalara, başta masum görülen sinsi amaçlı fırsatlar doğurdu. Kamu kurumu niteliğine haiz Türkiye Barolar Birliği, Türk Tabipler Birliği, TOBB gibi oluşumların, halkımızın yapısını ve görüşlerini homojen olarak yansıttığını kim iddia edebilir? Halkımıza ve değerlerimize, gerekirse açıktan cephe almaktan çekinmeyen bu oluşumlarında ıslah edilip, suistimale açık tekel niteliğindeki pozisyonları normal duruma getirilmelidir.

Sonuç olarak, FETÖ yü ortaya çıkaran nedenleri iyi analiz ederek, sivrisinek yerine bataklık mücadelesi gibi yapıcı kurumsal çözümler üretmek zorundayız. Devlet sistemi gerçek anlamda, Müslümanlar ile barışmalı ve tehdit unsuru olarak görmekten vazgeçmelidir. Yoksa, bugün FETÖ adıyla ortaya çıkan anarşi odakları ile, yarın başka isimler altında yüzleşmek zorunda kalabiliriz. Allah muhafaza etsin…




Yozlaşan Törenlerimiz: #Düğünler

Günümüzde yapılan Düğün Törenlerimiz, kültür dünyamızda meydana gelen erozyon ve yozlaşmanın önemli göstergelerinden birisidir. Yaşadığımız sosyal erozyon sadece evlilikle sınırlı değildir. Sosyal yapımızda baş gösteren tuhaflığın nedenlerini rahmetli Uğur MUMCU şöyle sıralamış:

Türk vatandaşı; İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalyan ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza mahkemeleri usulü yasasına göre yargılanan, Fransız idare hukukuna göre idare edilen ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir.

İnsanın büyük bir yolculuk yaptığına, dünyanın da bir istasyon gibi geçici bir bekleme alanı olduğuna iman etmiş insanların, yani Müslümanların çoğunlukta olduğu bir vatanın evlatlarıyız. Bu yolculuğumuzun veciz bir ifadesi  Bediüzzaman Said Nursî‘nin, Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde yer alıyor:

İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.

Ruhlar aleminde sıramızı beklerken, dünya yolculuğumuzu başlatan doğum olayı, en kutsal ve önemli anlardan birisidir. Doğuma vesile olan erkek ve kadınların evlilik törenleri, Hz. Adem (a.s.)’dan Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimize kadar, gelmiş geçmiş bütün Peygamberlerin önem verdiği bir olay olmuştur. Çünkü nikah ilişkisi sadece bu dünyaya özel değil; ahirete ve çiftlerin amel durumuna göre sonsuzluğa uzanan bir birlikteliğin başlangıcıdır. Çocuk ve torunların da katılması ile geri dönüşü olmayan bağların kurulmasına zemin hazırlar.

Peygamberlerin rehberliğinde yapılan nikah törenleri hayatımızın en özel anlarından birisidir. Diğer semavi dinlerde, nikahın dini ritüelleri günümüze kadar yaşatılmaya çalışılarak gelmiş, modern hayat ve devlet yapılanmaları içinde kurumsal varlıklarını sürdürmüştür. Din görevlilerinin nikah akdini oluşturma ve yönetme hakları özenle korunmuştur. Bu konudaki yetkileri sayısal temsil kabiliyetlerinden bağımsızdır. Örneğin, İslam literatüründeki Mescitlerin benzeri sayılabilecek Chapel isimli küçük kiliselerdeki görevliler bile 7/24 nikah kıyabilir durumdadır. Bunların en meşhurları, filmlerde de sıkça konusu olan Las Vegas‘taki Wedding Chapel‘leridir.

İslamın değerli bir rüknü olan nikah işleminde, bugün için yine devletimizin görevlendirdiği Müftü ve İmamların yetkisiz kılınması Müslüman bir toplum için ancak garabet olarak açıklanabilir. İnsanları dini nikah-resmi nikah ikilemine sokmadan, kayıt altına alınmış ve sistem alt yapısı hazırlanmış nikah akitlerinin Müftü ve İmamlarca serbestçe kıyılabilmesi gerekir. Hemen her yabancı filimde uzun uzun gösterilen Kilise veya Sinagog nikahlarının bizdeki karşılığını yok saymak, hayatın olağan akışına ve kültür kökümüze ters bir durumdur.

Dinin önemli bir uygulamasının merdiven altı kaçak bir iş haline sokulmasına da, sistemin tanımadığı dini nikah akdinin suistimal edilerek özellikle kadınların mağdur edilmesine de karşı durmalıyız. Nikah tektir. Müslümanlar Allah’ın emrine ve Peygamberin sünnetine göre nikahlanır. Devlet düzeni de vatandaşların dini inançlarına göre hangi nikahı tercih etmiş ise onu bilir ve kayıt altına alarak taraflara hukuk güvencesi sağlar. Laiklik dini esasların yok sayılması değil, dinler arasında adaletli bir yaklaşımı gerektirir. Türkiye’deki Müslüman vatandaşların, nikah konusunda en az Hristiyan ve Yahudi vatandaşlar kadar haklarının olmasını istemek suç olmasa gerek.

Yahudilerin Hahamın huzurunda, Hristiyanların da Rahip/Papaz’ın huzurunda kutsal kitaplarından pasajlar okunarak kıyılan nikahlarına karşılık, Müslüman Türk vatandaşların ise Belediye Başkanlarının ve daha çokta Belediye Başkanlarının görevlendirdiği bir memurun huzurunda yasaların verdiği yetkiyle nikahları kıyılır. Kutsal bir yolculuğun ve beraberliğin başlangıcı sıradan, şahitli bir resmi evrak işlemine indirilmiş olur.

Nikahın kıyılmasından sonra yapılan Düğün Törenlerimiz ise maalesef kimliğimizin hepten kaybolduğu ve yozlaşan etkinliklerimizden birisi olmuştur. Google’da; Hristiyanların nikah sonrası yaptığı kutlamalar için “wedding party“, Yahudilerin yaptığı kutlamalar için “jewish wedding party“, bizdekiler için de “düğün töreni” kelimeleri ile arama yaptırıp görseller kısmına baktığınızda çokta farklı olmadıklarını görebilirsiniz. Yahudi ve Hristiyanların Papaz ve Haham dışında hemen her adetinden etkilenip içimize almışız veya aldırmışlar.

İsterseniz düğün ve nişan törenlerinde çoğumuzun yaptığı, ama bize ve İslama ait olmayan adet ve uygulamaların bir kısmını hatırlayalım:

  • Davetiyelerin İslami söylemden farklı ifadelerle hazırlanması,
  • Sol ele takılan yüzükler,
  • Erkeklerin altın alyans takmaları,
  • Haremlik selamlık esaslarına uygun olmayan tören salonları,
  • Gelin hanımın tesettüre uygun olmayan kıyafetleri ve törene katılan konuklarla İslami sınırları aşan resim, tebrik vb. yakınlaşmaları,
  • Damatların sinek kaydı tıraşla sakal sünnetine muhalif kalması,
  • Törene katılan hanımların abartılı makyajlar eşliğinde cesur(!) kıyafetler giyerek adeta yarış halinde, dikkatleri üzerilerine çekmeye çalışmaları,
  • Gelin-Damat köşelerinin Yahudilerdeki Chuppah denilen gölgelik yer gibi dizayn edilmesi,
  • Düğün salonuna Hristiyanlar gibi konfetiler, meş’aleler eşliğinde girilmesi,
  • Zamanında Kanuni Sultan Süleyman’ın bir fermanı ile Fransa’da uzun bir süre yasaklanan dansın; önce evlenen çift tarafından, sonra davetliler tarafından yapılması, açıkça teşvik edilmesi ve gelinin diğer erkeklerle de dans edebilmesi, 
  • Birlikte pasta kesilip karşılıklı yedirilmesi,
  • Gelinin çiçek demetini tıpkı Hristiyanlar gibi arkasını dönerek davetli bayanlara fırlatması,
  •  Kadın-erkek sanatçıların sazlı sözlü gösterileri,
  • Özellikle batı ve Trakya illerimizdeki birçok düğünde davetlilere alkollü içkiler ikram edilmesi,
  • Düğün konvoylarında abartılı tavırlar ile etrafı rahatsız edici hallere girilmesi. Düğün gecesini ilan edercesine gürültü yapılması,

Bunlar dışında başka şeyler de vardır kuşkusuz. İşin hazin yanı, bu maddeleri okuyanların bir kısmının “ne olmuş yani, amma abartmışsın, ne fark eder, canım adam kaç defa düğün yapacak, tabii ki bunlar olabilir, ne yani şimdi biz Hristiyan mı olduk?” vb. tepkiler verebilecek kadar içselleştirmesi ve normal karşılamasıdır.

Bir gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenirse, sonrakilerin hepsi de yanlış devam eder. Müslüman gençlerin Refik ve Refika-i Hayatları ile başlayacakları azim yolculuklarının en başından itibaren, şuurlu bir tavırda olmaları gerekir. Toplumun çekirdekleri olan ailelerin, kuruluşundan itibaren maddi-manevi hasarlardan korunması için, İslamın ruhuna uygun nikah ve düğün törenleri yapabilmeliyiz. İçimizde kök salan ecnebi alışkanlıklardan ve aşırılıklardan kurtulmalıyız. Rabbimiz bütün gençlerimize huzur ve mutluluk içinde olacakları, dünyada sanki Cennet’ten bir köşede, ukbada Cenneti-i Alideki köşkler içinde devam ettirebilecekleri evlilikler nasip etsin inşaallah




Toplumu Formatlama Merkezleri: AVM’ler

Zincir Marketlerle ilgili bir önceki yazımda, esas olarak evimize yakın bulunan esnaflık ve ticari komşuluk ilişkilerini irdelemiştim. Daha geniş bir çerçeve çizdiğimizde ise, caddelerimizdeki mağazalar ve hızla onların yerlerini almaya başlayan Alışveriş Merkezleri (AVM) geliyor. Kıymetli bir dostumun tavsiyesi de aynı doğrultuda olunca, AVM‘ler hakkında yazmanın zamanı gelmiştir dedim.

 Serde bilişimcilik olunca, ifade ve örneklerde bundan etkileniyor. Bilişimci olmayan dostlarımız için kısaca, formatlamak = biçimlendirmek demek. Veri ortamı olan medyanın (harddisk, flashdisk vs) içindekilerini silmek ve yeni verilerin yüklenebilmesi için ortamı sıfırdan hazırlamak demek. Ekilmiş bir tarlanın içinde ne olduğuna dikkate almadan sürmek ve belirlenen sınırlar içinde yeniden tohumlamaya hazır hale getirmek gibi.

Hemen her gelişme veya durumda olduğu üzere, AVM‘leri de tamamen yararlı veya zararlı olarak yaftalayıp, katı tavırlar almak, bizleri sağlıklı sonuçlara götürmeyecektir. Faydalı yönlerinden yararlanıp, zararlı yönlerine karşı önlem almak, kendimizi ve neslimizi korumak zorundayız.

  Güzel bir tevafuk olarak, Konaklama İşletmeciliğinde bu yıl aldığım dersler arasında “Rekreasyon Yönetimi” de var. Ders kitabımızdaki ifadesi ile:  “Rekreasyon en genel tanımı ile bireylerin boş zamanları süresince, alternatifler arasında özgürce seçim yapabildikleri, eğlence, zevk ve memnuniyet amacıyla bireysel ya da kolektif olarak gerçekleştirilen herhangi bir aktivite olarak tanımlanmaktadır. (Neumeyer, 1958)” AVM’leri incelediğimizde, Kapalı Alan Ticari Rekreasyon sınıfına uygun olduklarını görüyoruz. Boş zamanlarını değerlendirmek için rekreasyon alanlarını tercih edenler; rahatlama, eğlence ve gelişim sağlamak istiyor. AVM’ler bu beklentilerin yanı sıra, ihtiyaçların rutin olarak karşılanabileceği bir imkanda verdiği için, doğal cazibe merkezleri haline geliyor.

AVM’lerin hayatımıza girmesiyle ulaşabildiğimiz imkan ve kolaylıkları düşündüğümüzde, belli başlı artıları şunlar olabilir: Bir çok ürün ve markayı karşılaştırarak seçme özgürlüğü veriyorlar. Kendi aralarında ve normal piyasa ile girdikleri rekabet sonucu ürün ve hizmet fiyatlarının belirli bir dengede kalmasını sağlayıp, kontrolsüz zamları frenliyorlar. Açık havanın sıcak, soğuk ve yağış etkilerinden korudukları için, özellikle yaşlılar ve çocuklar açısından daha uygun ortamları var. Alışveriş ihtiyacı ile dışarıda yemek-içmek gibi sosyal ihtiyaçları birlikte karşılayabiliyorlar. Sokak veya caddelerde maruz kalınabilecek gasp, sarkıntılık veya silahlı saldırı vb. olaylara karşı daha güvenli atmosferleri var. Bulundukları bölgenin cazibe merkezi haline gelmelerini sağladıklarından, emlak ve iş gücü piyasasını canlandırıyorlar. Yoğun bir ziyaretçi trafiğine neden oldukları için; altyapı, yol, raylı sistem gibi kent yatırımlarının artmasını ve eksiklerin kısa zamanda giderilmesini tetikliyorlar. Başka artıları da olabilir ama bunlar bir çırpıda aklıma gelenler.

 Yazımdaki iddialı başlığın dayanaklarını bölümler halinde ifade etmeye çalışacağım. AVM‘lerin toplumumuza yönelik format etkilerinin ekonomik, sosyolojik ve İslam kültürümüzle ilgili yönlerini bahse değer buluyorum.

AVM’ler, geleneksel mahalle esnaflığı ve mağazacılığını ekonomik açıdan kötü etkiliyor. Yakın çevresindeki bir çok iş yerinin kapanmasına veya önemli ölçüde müşteri kaybına neden oluyor. Yeme-içme alanında da benzer durumların yaşandığını söyleyebiliriz. Yerel esnafın, modern AVM yapıları içindeki kira ve aidat gibi giderleri karşılayabilecek seviyede güçleri olmadığı için, AVM’lerdeki  iş yeri sahiplerinin daha çok kalburüstü zenginler veya dışarıdan gelen yatırımcılar olduğunu söyleyebiliriz.

Hemen her AVM’de bulunan uluslararası perakendeci zincir mağazaların ülke ekonomimizdeki kara delikler gibi, zenginliğimizi yurt dışına aktaran zararlı işletmeler olduğuna inanıyorum. Serbest piyasa ekonomisine aykırı da olsa, düşüncemi ifade edebilmem gerekir. Yabancı sermayeli perakendeciler ekonomik olarak neden zararlı geliyor? Güçlü tedarik altyapısı ile yurt dışından önemli ölçüde ithalatı tetikliyor ve yerli üreticilerin rekabet edemeyeceği şartları dayatıyor. Bu durumda yerli teknoloji ve sanayi gelişimine doğrudan veya dolaylı ket vurulmasına neden oluyor. Tarım ve gıda ürünleri başta olmak üzere, yerli ürünlerin piyasaya sunulmasında ise, yüksek alım gücünü kullanarak, geniş hacimli ama çok düşük karlı satışlarla, kendisine bağlanmak zorunda kalan üreticilerin sömürülmesine yol açıyor. Satın alma gücü ile sağladığı avantajı, piyasa şartlarına göre kar maksimizasyonuna dönüştürerek bu ülkenin zenginliğinin yurt dışına transfer edilmesini sağlıyor. Modern ve görüntüde gönüllü bir sömürü zinciri kurduklarına inanıyorum.

Uluslararası perakendecilerin dışında, AVM’lerde yer alan mağazaların önemli bir bölümü de franchise tipi imtiyaz hakkı ve sistem kullanım anlaşmalarıyla, yine çoğunlukla yurt dışı firmalara kaynak aktarılmasına vesile oluyor.

Sosyal açıdan, AVM’ler toplumun kaynaşma ve dayanışma reflekslerini geriletiyor. Kendi mahallinde aradığı çeşitliliği ve rahatlığı bulamayan insanlar, boş zamanlarını AVM’lerde geçirmeye başladı. Sinema, yeme içme gibi sosyal etkinliklerin dışında, çocukları gezdirmek için bile AVM’ler tercih edilir oldu. Bunun sonucunda oturduğumuz binalar ve sokaklar adeta otel işlevine indirgendi. Ev dışında, sokak sakinleri ile birlikte geçirilen zamanlar ve paylaşımlar yok denecek kadar azaldı. AVM’lerdeki insan kalabalıkları, dayanışma ve paylaşım gibi maddi-manevi sosyal çimento içermeyen, sadece su ve kumdan karılmış betonlar gibi zayıf ve çürüktür. AVM’nin kapanış saatinde yada işleri bittiğinde, tıpkı bir konserin sonunda dağılan seyirciler gibi, herkes evine/oteline geri döner. Kalıcı dostluklar kurmak çok zordur. Bu kalabalık, toplumun her kesimini temsil edemez. AVM’lerde vakit ve para harcayabilecek insanlar belirlidir. Garibanları, kimsesiz yaşlıları, hastaları oralarda göremezsiniz. Görmediğiniz için onlardan bihaberken, yalnız yaşadığı evinde ölüsü bir kaç gün sonra bulunan yaşlıların, açlıktan insanlık dışı işlere boyun eğmek zorunda kalan düşkünlerin haberlerini her geçen gün daha fazla duymaya başlarsınız. AVM’lerdeki hemen her türlü sosyal etkinlik, birilerinin para kazanmasına hizmet etmek için düzenlenir. Toplumun hayırseverlik, yardımlaşma ve dayanışma gibi yönleri buralarda kısır kalır. Zaman geçtikçe ferdi ve nefsi takılan, kalabalıklar içinde yalnız kalmış kişi veya çekirdek aileler topluluğu olmuşlardır.

Çoğunluğu Müslüman olan memleketimizin, hızla Hristiyan kültürüne evrilmesinde AVM’ler koçbaşı görevini üstlenmiş gibidir. Noel ve yılbaşı etkinliklerini bütün unsurları ile birlikte icra ediyorlar. Memleketim olan Muş‘taki bir AVM’nin de Noel Baba temalı yılbaşı programları düzenlediğini gördükten sonra, bu yangının sadece büyük şehirleri değil, Anadolu‘nun her yerini saran bir felaket olduğuna emin oldum. Hristiyan bir Papazın hatırasına dayanan, Sevgililer Günü gibi batıl ve gayri İslami gün ve kutlamaların sistemli olarak dayatıldığı yerlerden biri de AVM’ler değil midir?

Günlük yaşantısında, sırf içki sattığı için bazı dükkanlardan alışveriş yapmayacak kadar İslami duyarlılığı olan kimselerin, büyük AVM’lerde bu tavrı gösterebilmesine imkan yok. Koca stantlar kurarak, envai çeşit içki satan AVM’ler yüzünden, gençlerimizin en azından merakını celp edeceğini ve denemek isteyeceğini biliyoruz. İçki satmanın daha da ötesinde, Yılbaşı Sepeti şeklinde içkili-mezeli hazır paketler yapıp, albenisini arttırarak, şeytanın yoldaşlığına soyunmuş işletmeler var. Açıkça domuz reyonu bulunduran yada domuz içeren ürünleri halkımıza satmaya çalışanların sinsiliğini de görmemiz lazım.

İslam nazarında boş vakit diye, boşa harcanacak bir zamanımızın olmadığını, her anımızın hesabını vereceğimiz gibi, her günün en başta 5 vakit namaz ile bölümlendiğini, planlı ve düzenli bir yaşam şeklinin ön görüldüğünü biliyoruz. AVM’ler ve benzeri ortamlarda dikkatli olunmadığında, zaman kavramını kaybedecek kadar oyalanmak mümkün oluyor. Önceleri, AVM’lerde işi olanların en büyük sorunlarından birisi de, namaz kılabilecekleri küçük bir mescidin dahi bulunmamasıydı. Güzel bir gelişme olarak; gerek kamuoyu baskısı, gerekse namaz kılanlardan da para kazanabilmek amacıyla, artık hemen her AVM’de mescit açılmaya başlandığını görüyoruz.

Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde güzel giysilerinizi giyin ve yiyin, için, fakat israf etmeyin, Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” Buyuruyor A’raf Suresi 31. Ayet-i Kerimesinde Alemlerin Rabbi olan Allah‘ımız. Zaman israfının dışında, AVM’lerin bir etkisi de aslında ihtiyacımız olmayan şeylere özendirip anormal harcamalar yapmaya yönlendirmesidir. İsraf derecesinde yapılan harcamalar nedeniyle, insanlarımızın daha fazla çalışması ve yorulup yıpranması gerekiyor. Tüketim çılgınlığını sağlamak için önce alışveriş çılgınlığını körüklüyorlar. Shopping Fest‘ler (Alışveriş Festivalleri) düzenleyerek tüketim ve kontrolsüz harcama dürtülerini canlı tutmaya çalışıyorlar.

AVM’lerde bulunan Food Court (Yiyecek Katı) bölümlerinde, çoğunlukla fast food tarzı yiyeceklerin yendiği uğultu ortamların, en azından estetikten uzak olduğunu, aile mahremiyetine uygun huzurlu bir ortamı yansıtamadığını görüyoruz. Yeme içme ihtiyacının sıradan ve aceleye getirilmiş hale dönüşmesi kaçınılmaz oluyor.

  Rüzgara karşı tükürmenin anlamsızlığı gibi, AVM’lere kökten karşı olmakta, hayatın olağan akışına ters bir durum haline geldi. Bundan sonra olması gereken; AVM’lerle birlikte gelen her türlü melaneti ayıklamak ve toplum mayamıza uygun hizmet yerleri haline getirmektir. Geçmişte; kervansaraylar, hanlar, külliyeler, kapalı çarşılar, bedestenler gibi çağının cazibe merkezlerini kurmuş ve bugünlere kadar ulaşabilmelerini sağlayabilmiş bir medeniyetin temsilcileriyiz. Her türlü meşru ihtiyacımızı bulabileceğimiz, zamanı gelince ibadetlerimizi rahatça yapabileceğimiz, vakıf benzeri kaynaklarla mazlumlara kol kanat gerebileceğimiz AVM’leri kurabilecek çaptayız. Vahşi kapitalizme hizmet etmeyen, Hristiyanlık ve Yahudilik geleneklerine özendirmeyen, alkol ve domuz gibi zararlı şeylerin sokulmadığı, çevresindeki ahali ve yerli esnafın kendini bulabileceği, sosyal sorumluluk projeleri hayata geçmiş AVM‘lere en kısa sürede kavuşabilmek dileği ile…

Kaynaklar:

  1. http://ercanozcelik.com/ruhsuz-komsularimiz-zincir-marketler/
  2. AÖF Rekreasyon Yönetimi
  3.  http://www.franchise.com.tr/franchise-nedir.html
  4. http://ercanozcelik.com/kronik-yilbasi-hastaligimiz-noel-kutlamalari/
  5. http://ercanozcelik.com/tuketirken-tukenmeyelim/
  6. http://ercanozcelik.com/vakiflardan-ne-kaldi-simdikilerin-hepsi-vakif-mi/



Ruhsuz Komşularımız: Zincir Marketler

Şükürler olsun ki bu yılda mübarek 3 aylara kavuşmak nasip oldu. Regaip Gecesinde ümit ve endişeyle dolu duygular yaşarken, sürekli beslemeye çalıştığımız sokak kedilerimiz Tekir Bey ve Yumak Hanımın ciğerlerini vermediğimi hatırladım. Evdeki tavuk ciğerlerini alıp kapıya çıktığımda tatlı bir sürprizle karşılaştım. Tekir ve Yumak dışında 5 kedi daha toplanmış ve çardağımızın tepesinde tüneyerek rızklarını bekliyorlardı. Tatlı bir telaş ve koşturmaca başladı. 2 kediye rahat rahat yetecek olan ciğerler 7 kedi için sadece aperatif etkisi yaptı. Hepsi miyavlayarak ve gözlerimin içine bakarak, daha yok mu dercesine duygusal baskı kurdu. Bende mutluluk, şaşkınlık ve acizlik duygularını karışık şekilde yaşadım. Mübarek Regaip Gecesinde, Allah’ın bu sevimli mahluklarını memnun edebilmek için, evden cüzdanımı alıp hemen yanımızdaki bir zincir markete gittim. Arkamdan koşarak gelen 7 kedi ile birlikte! Niyetim yine tavuk ciğeri alıp kedileri doyurmaktı. Ancak saat 9’u 5 geçiyordu ve kapıları kilitliydi. Kasiyer ve market görevlisi 2 personel kasanın kapanış işlerini yapıyordu. Aramızda şöyle bir diyalog gelişti:
– İyi akşamlar, kapanış yaptığınızı biliyorum ama bu gördüğünüz kediler için evde uygun yiyecek olmadığından sizden ciğer almak istiyorum.
– Üzgünüz, maalesef kasayı kapattık, satış yapamayız.
– Gerekenden fazlasını para olarak versem, açıkta kalsa ve yarın hesaplaşsak olmaz mı?
– Maalesef kesin kural var. Mağazadan mal çıkışı yapılamaz. Kameralar kayıt yapıyor.
– Kameralara göstere göstere malı alıp parayı içeriye koysak yine mi olmaz? 🙂 Beni bu kedilere karşı çaresiz bırakmayın lütfen, görüyorsunuz yolumu kestiler (gülerek arkamdaki kedileri gösterdim).
– (Onlarda gülerek) Yine olmaz üzgünüz. Dediler.

Bu kısa konuşmadan sonra eli boş döndüğümde, misafir kediler sanki bu adamdan bu gece iş çıkmaz dercesine arkalarını dönüp gittiler. Beni mahcubiyetim ve üzüntümle baş başa bırakıp kayboldular. Zaten kedilerin bu asil tavırları beni mest ediyor. Nimetler için sadece bir vesile olan tablacı hükmündeki insanlara tamah etmiyor ve sonsuz bir bağlılık göstermiyorlar. Asıl nimet veren olarak Allah’ı biliyor ve başkasına kulluk yapmıyorlar. Bu arada, Tekir ve Yumak’ın bakışlarında hissettiğim hayal kırıklığı gerçek miydi, ben mi abartıyorum bilemedim. Neticede, gönlümden geçen değil, imkanımda bulunan nasipleri oldu.

Yaşadığım bu olay, artık geleneksel bir mahalle ve esnaf kavramının neredeyse kalmadığını, zincir mağazaların görünüşte ucuz ama ruhsuz bir komşu edasıyla hayatımıza girdiğini, insani esneklikler göstermekten uzak, tıpkı bankalar gibi menfaatçi ve soğuk bir hizmet anlayışıyla kurallarına %100 tabii olduğunuz sürece karşılık görebileceğimizi acı bir şekilde gösterdi. Her ay gelirimizin önemli bir kısmını verdiğimiz, yakınımızda alternatifi olmadığı için birazda mecbur kaldığımız bir marketten kritik zamanlarda masum esneklikler göstermesini beklemek hakkımız olsa gerek. Kurallar önemlidir ama İlahi metinler değildir. Müşteri memnuniyetini sağlamak üzere, küçük inisiyatifler kullanmaktan aciz bırakılan personel yönetici de olsa, modern bir kölelik imajı oluşturuyor zihnimde. Asıl olan insani değerlerdir. Yeni sistemler kurulurken eskinin güzel niteliklerini imkanlar nispetinde korumak, insanlara belirli ölçülerde hareket edebilecekleri alanlar oluşturmak, işletmenin bulunduğu çevre ile kalıcı ilişkiler geliştirmesine fırsat vermek hiçte zor değil. Sınırlı olan kötü niyetli azınlık etkisinden korunmak için, iyi niyetli çoğunluğun hayatını işkenceye çeviren paronayak kural saçmalıklarından sıtkımız sıyrılıyor artık.

Bu günlerde onlarca canımız gidiyor, şehit haberleri hiç eksilmiyor, kedilerin ciğerini kim takar, neden gündem yapıyorsun diyenler çıkabilir. Asıl bu yüzden daha dikkatli ve hassas olmalıyız. Duaya ve Allah’ın esirgemesine çok ihtiyacımız var. Allah’ın rahmetinin ve bereketinin üzerimize akmasına hangi kulunun duasının vesile olacağını kim bilebilir? Emanetimize aldığımız hayvanlarımızı, yetimlerimizi, yaşlılarımızı, düşkünlerimizi, fakirlerimizi, muhacir kardeşlerimizi mümkün olduğu kadar koruyup gözetmeli ve dualarını almalıyız. Kendi oturduğumuz sokaktaki fakirlerden, yaşlılardan, hülasa ihtiyaç  sahibi ve korunmaya muhtaç her kesimden mes’ul tutulacağımızı unutmayalım. Günah ve hatalara gark olduğumuz, masum çocuklara musallat olan sapık haberlerinden kahrolduğumuz bu günlerde, Sevgili Peygamberimizin (S.A.S.) “İçinizdeki beli bükülmüş yaşlılarınız olmasa idi, belalar üzerinize sel gibi dökülürdü” Hadis-i Şerifinde olduğu gibi, Allah’ın değer verdiği kullarının hatırına korunduğumuzu bilelim. Ancak her şeyin bir haddi olduğu, toplum olarak silkelenip sapıklar ve sapkınlıklardan arınıp, İslam kardeşliğini bütün unsurları ile birlikte tesis etmediğimiz sürece gerçek kurtuluşa eremeyeceğimiz aşikardır. Rabbim bizlere, batılı batıl bilip sakınmayı, hakkı hak bilip  yaşamayı nasip etsin. Amin…




Tüketirken, tükenmeyelim!

Yazılarıma uzunca bir ara verince nedenini kendimce sorgulamaya çalıştım. Kayda değer olanlar: Ülkemize musallat edilen terör olayları ve etkilerinin getirdiği gergin ve bezgin ortam. Günlük hayatın getirdiği olağan sorunlar ve yansımaları. Ekonomik şartların neden olduğu dönemsel zorlukların stresi. Bunların dışında başka nedenlerde sayabilirim ama etkileri bu kadar güçlü değil.

Terör ve etkileri üzerinde daha önce yazdığım ve bu konuda hemen herkes görüş ve düşüncelerini bolca paylaştığı için, kardeşlik ve şuur dileklerimle bu yazıda kapatıyorum. İş ve özel hayatımızda hepimizin inişli çıkışlı zamanları oluyor. Bu açıdan nefsime sabır ve gayret telkin ederek ilerlemeye çalışıyorum. Geriye ekonomik şartların yansıması kaldı. Büyükşehirler başta olmak üzere, toplumun tüketim alışkanlıklarının nedenleri ve sonuçları  ile doğrudan ilgili olduğu için bu bahsi biraz açmaya karar verdim. Ayrıca geçici yazı yetmezliğim de sona ermiş olacak inşAllah. 🙂

Modern zamanların getirdiği yenilikler ve nimetlerle birlikte bedellerini de üstleniyoruz. Bundan 15-20 yıl öncesine kadar varlığı söz konusu olmayan, ama bugünlerde olmazsa olmaz ihtiyaçlarımıza eklediğimiz tüketim objelerimiz ve konfor beklentilerimiz var. Saydığımız nesneler ve hizmetler; iletişim, ulaşım ve yerleşim konularında tepe değerlerine kavuşuyor. Bunların hepsi bir yazı için fazla geleceğinden, iletişim konusunu biraz irdelemeye çalışalım.

İletişim denilince akla ilk gelenler; akıllı cep telefonları, tabletler ve bilgisayarlar ekseninde şekillenen cihazlar ve bunlar üzerinde çalışan yazılım sistemlerinin oluşturduğu geniş bir yelpazeye dağılıyor. Bilgiyi işlemek, üretmek ve saklamak için şekillenen bilgisayar teknolojileri ile, iletişim sağlamak için geliştirilen telefon sistemleri neredeyse tamamen karışarak, sayısız çözümler sunabilen, rekabetçi, kışkırtıcı ve yeniliği tek değişmez değer kabul eden devasa bir devinime yol açtı. Yeni ürün ve özellik anonsları da sıradan haberler kategorisine indi. Devletin bu alandaki olumlu katkıları ve Fatih projesi gibi ulusal kampanyalar sonucu, sayılan bilişim ürünlerine sahiplik ve internet kullanımında çok önemli ivmeler sağlandı. Bu konuda TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) internet sitesinden temin ettiğim veri tablosunu dikkatinize sunuyorum:

TUIK_istatistik-1

Tabloya bir göz attığımızda, işletmelerin süreçlerinde bilgisayar kullanım oranının neredeyse tavan yaptığını, buna karşılık web sitesi sahipliğinde alınacak mesafelerin olduğunu görüyoruz. Evlerde, kadınlar ile erkekler arasındaki bilgisayar ve internet kullanımı farkının kadınlar lehine gittikçe azaldığı anlaşılıyor. Evlerde internet kullanımında ise olağanüstü bir artış ivmesi var. Yani, bilişim toplumu olmanın gereklerini veya altyapısını önemli ölçüde sağlamaya başladık diyebiliriz.

Teknoloji tüketimi ile üretimi arasında belirli bir dengenin kurulması gerekir. Bu durum, tıpkı ihracat ile ithalat arasında olması gereken denge gibidir. Teknoloji üreten ülkelerin bunu hem kullanması hem de diğer ülkelere ihraç etmesi beklenir. Ülke olarak başkalarının pazarı olmaktan kurtulup, üretim-tüketim dengemizi sağlamak zorundayız. Şükürler olsun ki, bu yönde güzel gelişmeler kaydetmeye başladık. Savunma sanayi başta olmak üzere, bir çok konuda etkili ürünlerle dünya piyasalarında yer ediniyoruz yavaş yavaş.

Birey olarak ise, aile bütçemizin yapısına uygun ve gerekli olduğu ölçüde teknolojik ürünlere yatırım yapmaya çalışmamız lazım. Bir aylık maaşından daha fazla bedel ödeyerek, akıllı cep telefonu alıp konuşma ve mesajlar dışında sadece sosyal medya etkinlikleri için kullanan kişiler; aslında kendini görünmez zincirlerle bağlayan gönüllü köleler haline geliyor. Kullanmadığımız özellikler için, sırf desinler diye aldığımız telefonların parasını ödeyebilmek adına, daha fazla çalışmaya, evimizden ocağımızdan kısmaya, sağlığımızı ve huzurumuzu kaybetmeye zorlanıyoruz. Boşa harcanan, aile ve dostlarımızdan sakınarak harcanan zaman israfı da cabası oluyor. Aile bireyleri ve arkadaşlar arasında, markalı ürün giyme gibi takıntı ve özenti yarışlarının en yenisi, teknolojik cihaz çılgınlığı oldu bugünlerde. Üstelik sadece ekonomik erozyonlar değil, eğitim ve kültür transferi açısından da yozlaşma ve daralmalar yaşanıyor artık. Çocuklarımız kitap okumayı öğrenemeden, bilişim ürünlerinin kucağında buluyor kendisini. Okumak zor geliyor, izlemek ve yalan yanlış bilgileri sorgulamadan beğenip paylaşmak sosyalleşmek sayılıyor. Kitap okuyarak ufkunu genişleten, kelime dağarcığını büyüten çocukların yerine; basma kalıp ve bozuk bir Türkçe ile emojilerin yardımıyla konuşup yazışan, duygularının derinliğini ifade etmekten aciz, yüzeysel takılan nesiller geliyor maalesef.

Teknoloji düşmanlığı yapmadan ancak,  lüzumsuz ve bilinçsiz yatırımlara girerek teknoloji kölesi de olmadan yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor. Peki sen ne yapıyorsun diye soracak olursanız: En azından orta son veya lise çağlarına gelinceye kadar, çocuklarımı cep telefonundan uzak tutmaya çalışıyorum. Evimizde, zorunlu ders ve araştırma ihtiyaçları dışında, hafta içinde çocukların bilgisayarda oyun ve sosyal medya kullanımını engelliyorum. Bazen yalvararak, bazen ödüller vererek bazen de örnek olmaya çalışarak kitap okunmasını teşvik etmeye çalışıyorum. TV konusunda ise, göreceli olarak  güvenilir ve daha az sakıncalı kanalların seyredilmesine gayret ediyorum. Beraber olabildiğimiz kısıtlı zamanlarda, kaliteli birliktelikler yaşayabildiğimiz oranda güzel ve etkili sonuçlar alabileceğimizi de biliyorum. Ama, ben de herkes gibi zaaflarım, yorgunluklarım ve eksiklerimden dolayı her zaman istediğim performansı yakalayamıyorum. Rabbimiz tüm Müslümanlarla birlikte bizlere de dirayet, gayret ve şuur versin. Tükenmeden tüketmeyi, ihtiyacımıza uygun olana sahip olup, israfa kaçmadan kullanabilmeyi nasip etsin diyelim…




Rızkımız Teminat Altında Değil mi?

BaleKoreografi terimini duymayan kalmamıştır her halde. Eski Yunan veya Latin kökenli bu terimin üzerinde anlaşma sağlanmış bulunan karşılığı “Adım Tasarımcılığı” veya “Dans Besteciliği”dir. Koreografisi düzgün yapılmamış her türlü dans vb etkinliğin başarılı olamayacağı ve beklenen sonuca götürmeyeceği açıktır. Koreograflar öncelikle mekânın boyutları ve sınırları başta olmak üzere, sesten ışığa kadar pek çok unsura dikkat ederek çalışırlar. Etkinliğin başlangıç ve sonunda olunacak noktalar mutlaka bellidir ve etkinliği icra edenler bu sanal veya fiziksel noktaları dikkate alarak hareket ederler. Günlük hayatımızda yaptığımız her şey aslında bir koreografi içinde gerçekleşir. Olayları ve karşılaştığımız yeni durumları mutlaka idrakimizde yer alan veriler ve deneyimlerle karşılaştırır ve bu şekilde anlık hükümler vererek ilerleriz. Yiyip içtiğimiz şeylerin tadından tutun, sıcaklığından sertlik derecesine kadar, her şey önceden oluşmuş bir koreografiye göre işlem görür. Sıcak bir çayı içerken veya dondurma yerken yaptıklarımız gibi. Genelde kendi deneyimlerimizle oluşan koreografilere göre davranmamız gayet doğal ve gereklidir. Ancak, tamamını ustaca bilmediğimiz dansları kafamıza göre yapamayacağımız için; belirlenmiş koreografileri öğrenmek ve uygulamaya çalışmak zorundayız. Nerede durup nerede hareket edeceğimizi buna göre belirleriz. Bazı kavramları tartışmak veya değerlendirmekte buna benzer bir yaklaşımı zorunlu kılar. En başta da dinle ilgili olanlar için. Dini konularda konuşup tartışmak veya fikir üretmek için durak noktalarımızı ve doğal sınırlarımızı bilmek zorundayız. Kaynağını dinin kendi temellerinden yani Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas hiyerarşisine uygun şekilde almayan her türlü görüş, ancak sahibini bağlar ve din adına ahkam kesme hakkını vermez. Kişisel görüşlerimizi dine mal etmeye kalkmak büyük bir cinayettir. Hayatı çepeçevre kuşatan İslam dini bize her konuda doğru sonuca götürebilecek unsurları barındırır. Yeter ki görmek isteyelim. Burada daha net bir ifade olarak Mihenk Taşı kullanabiliriz artık. İslam dini içinde özellikle “Kur’an-ı Kerim” ve onun hayata geçmiş halini ifade eden “Sünnet-i Seniyye” en temel mihenk taşlarımızdır. Bu mihenk taşlarına göre teneke çıkan şeyler için dünyalar dolusu altın ve gümüş olsa kıymeti yok; altın çıkan şeylerde en basit cam parçası olsa da değeri pek çoktur.

Gelin bir konuyu beraberce ele alalım. Dünyada nüfusun çoğalması ve beraberinde gelişen durumlar hakkında ne düşünüyoruz? Büyük oranda yönetiminde söz sahibi olamadığımız kamuoyu, medya ve uluslararası güçlerin yaklaşımı ve nefislerimizin neler düşündüğü aşağı yukarı belli. Bu konuda görüş beyan etmeye, yani dansa başlamadan önce sınırlarımızı belirleyelim ki dünyada ve ukbada rezil olanlar safına yazılmayalım.

Yüce Rabbimiz Hud Suresinin 6. Ayetinde buyuruyor ki: “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de, (öldükten sonra) emaneten konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi açık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da yazılı)dır.”
Hz. Ayşe (R.A.) Validemizden rivayetle, Sevgili Peygamberimiz (S.A.S.) buyurdu ki: “Nikâh benim sünnetimdendir. Kim benim sünnetimle amel etmezse benden değildir. Evleniniz! Zira ben, diğer ümmetlere karşı siz(in çokluğunuz) ile iftihar edeceğim. Kimin maddi imkânı varsa hemen evlensin. Kim maddi imkân bulamazsa (nafile) oruç tutsun. Çünkü oruç, onun için şehveti kırıcıdır.

Demek ki;
1. Rabbimiz gelmiş ve gelecek her türlü canlının rızkına kefildir ve kefaletini her an yaratmaya devam ederek yerine getirendir.
2. Müslümanların evlenmesi ve çoğalması Sevgili Peygamberimizin (S.A.S.) emri ve sünnetidir.

Konuya ayrıntılı şekilde dalmadan önce, İslam’ın bir sistemler bütünü olduğunu ve kişi veya toplumlardan kaynaklanan eksikliklerin İslam’a mal edilemeyeceğini, bir referans zamanı ve kişileri vermek gerekirse en başta Sevgili Peygamberimizi (S.A.S.) ve yaşadığı Asr-ı Saadet içindeki Ehl-i Beyt ve Sahabe-i Kiramın örnek alınması gerektiğini ifade etmiş olalım. Çünkü İslam’ın diğer yaklaşımlarını dikkate almadan kuru bir nüfus çoğalmasını istediğini farz etmek büyük bir hata ve insafsızlık olur. Bugün dahi ulaşılamayan bir sosyal dayanışma ve kardeşlik şuurunu tanımlayan İslam yapısındaki nüfusun artması ancak hayırlı ve güzel sonuçlar doğurur. Yine de su-i zanda bulunanların vebali kendi üzerinedir.

 

ChipDünyanın en zengini kimdir diye sorsak hemen herkes düşünmeden cevap verebilir: Bill Gates! 79,2 Milyar Dolar’lık adam. Microsoft’un kurucu ortağı, ABD’li iş adamı. Aktif ticaretten ayrılmış ve sözüm ona hayır işlerine ağırlık vermeye başlamış. En büyük ideallerinden birisi de Dünya’da gittikçe artan nüfusu azaltmak ve modern teknolojilerin yardımıyla nüfus artışını kontrol altında tutmak! En güncel çalışmaları da uzaktan kontrol edilebilen, kadınların kalça veya kol gibi yerlerine yerleştirilebilen, geçici kısırlık sağlayan doğum kontrol çiplerini üretmek ve en geç 2018 yılında pazara yaymakmış. Allah bilir, sonrasında çocuk yapmayı bile lisansa bağlarlar(!). Halk arasında aşıların kısırlığa yol açtığı rivayeti öteden beri var olup, belirli zamanlarda resmi ve özel kampanyalarla yok öyle bir şey, cahillik etmeyin, aşılarınızı yaptırmazsanız çocuklarınız ölür denir ve bizde öyle bilip öyle davranırdık. Peki, aşıların doğum kontrolü için kullanıldığını açıkça itiraf eden ve bu konuda büyük kaynaklar harcayan Bill Gates olursa ne diyeceğiz? Aşağıda linkini verdiğim, önceleri açık olan fakat sonradan gizlenen 2010 yılındaki TED konuşmasının 2. dakikasında Bill Gates şöyle diyor: “The world today has 6.8 billion people. That`s heading up to about nine billion. Now if we do a really great job on new vaccines, health care, reproductive health services, we could lower that (number of 9 billion) by perhaps 10 or 15 percent. But there we see an increase of about 1.3 (billion)
Yani, “Dünyada bugün 6,8 milyar kişi var. Yaklaşık dokuz milyara doğru gidiyor. Şimdi bizler yeni aşılar, sağlık bakımı, üreme sağlığı hizmetlerinde gerçekten harika bir iş yaparsak belki de bu rakamı yüzde 10 ya da 15 oranında düşürebiliriz. Ama görüyoruz ki yaklaşık 1,3 milyar artış var.”  Açıkça anlaşıldığı gibi geleneksel ve modern nüfus planlama yöntemlerine artık aşılarda eklenmiş durumdadır. Bu durumda kendimizi ve neslimizi nasıl koruyabilir ve kontrol edemediğimiz aşı ve ilaçlara hatta, biyolojik silaha dönüştürülebilen gıdalara ne kadar güvenebiliriz?

Suttozu1950’li yıllarda Türkiye’de Marshall Planı çerçevesinde, güya yardım olarak dağıtılan ve çocuklarımıza ısrarla içirilen süttozlarından hemen sonra; 1960’lı yıllardan itibaren Anadolu’nun ücra yerlerinde dahi, o zamana kadar pek görülmemiş Çocuk Felci hastalığının salgınlar halinde çıkmasına tesadüf deyip geçebilir miyiz? Hastalığı ortaya çıkarıp sonra yıllar boyu sürecek aşılama hizmetleri için kendilerine bağımlı pazar sömürgesi kuranlar dostumuz olabilir mi?

Bill Gates gibi, özellikle Yahudi kökenli zenginlerin, öncelikli sosyal sorumluluk projelerinin nüfus planlaması (azaltılması) olduğuna dair pek çok örnek ve belge sunmak mümkün, ama meramımı arz edebildiğimi varsayarak uzatmıyorum. Farklı zamanlarda okuyup duyduğumuz bazı bilgileri kısaca hatırlatmak ve sonrasında, arka planda yattığına inandığım düşünceleri analiz ederek konuyu bağlamak isterim.

Dünya çapında nüfus azaltma çalışmaları yıllardan beri yapılırken; ABD’de nüfusun 200 Milyonu geçtiği anlaşıldığında şampanyalar patlatılarak kutlama yapıldığını, Danimarka’nın evli çiftlerin çocuk yapmaları için bedava tatil kampanyaları düzenlediğini, Avrupa’da bazı ilkokulların çocuk yokluğundan kapanmalarının söz konusu olduğunu ve bu yüzden çocuk yapmak için yeni teşvikler verilmeye başlandığını biliyor muyuz?

Yani ortada ters bir durum var. ABD ve Avrupa’da nüfusun azaltılması değil; bilakis genç nüfusun arttırılması için özel gayretler var. Bu sırada kimse Dünyada kaynaklar azalıyor, bu kadar insan nasıl beslenecek vb. sorunları hiç düşünmüyor. ABD ve Avrupa’da duyulmayan nüfus kaygısı diğer her yer için büyük bir felaket. Tabii hakkını vermeden geçmeyelim, birde İsrail var. Devlet terörünü yıllardan beri kurumsal olarak işleyen, yerli Arapları sistematik şekilde kâh öldürerek, kâh göçe zorlayarak yerinden edip kesintisiz işgal ile Yahudi nüfusunu hoyratça arttıran İsrail.

Temelini lain şeytanın kibrinden alan, gerçek anlamda ırkçı, sömürgeci ve acımasız batı medeniyeti ile, perde arkasında küresel yönetim organizasyonunu kuran siyonist zihniyete göre; Dünya üzerinde yaşayan diğer tüm insanlar aslında birer asalak hükmünde ve kontrolsüz şekilde artışlarını engellemek gerekiyor! Yoksa, sömürge düzeninde kendilerine düşen kaynaklarda, istenmeyen azalmalar ve tehlikeli paylaşımlar söz konusu olacak. Başta enerji kaynaklarını barındıran Ortadoğu olmak üzere, toplumların gelişmesi ve kendi imkânlarını özgürce kullanıp, insana yaraşır şekilde yaşamaya ve yönetilmeye başlamaları, onlar için kıyamete bedel bir son demektir.
Bu yüzden;
– Tatlı dilli yılanlarla ve bin bir çeşit bilimsel görüntülü yalanlarla, nüfusu azaltmak ve gençliği eritmek isterler.
– Aile ve toplumsal dayanışma kurumlarını yok etmek için, medya ile ahlaksızca saldırırlar, üretmeyi değil, köle misali tüketmeyi, düşünmeyi değil, mankurtçasına tabi olunmayı beklerler.
– İnsanları metalaştırmayı, kadınları analık makamından indirip, vücuduna ve güzelliğine köle olmuş, normal doğumu felaket görüp, sezaryene ancak razı olmuş tembel ve dayanıksız tiplere dönüşmesine çalışırlar.
– Dünya malı ve makamlarını yüceltip, ahireti unutturarak, rızık kaygısına düşürüp, çocuk sahibi olmayı ertelemeyi ve daha da acısı; kürtaj ile cinayet işlemeyi göze alacak kadar canavarlaşmış ve zayıf imanlı anne babaları severler.
– Zinayı alabildiğine yayıp kolaylaştırarak, evlenmeyi ve sorumluluk sahibi bir yaşantıya girmeyi öcü gösterirler.
– Bütün bunlar yetmez,  sonuca daha hızlı ulaşmak için, toplumlar arasında fitne çıkarırlar. Sağ-sol, alevi-sünni, Türk-Kürt gibi yumuşak karınları önce suni olarak oluşturur, sonra acımasızca kanatmak için deşip dururlar.
– Terörle insani ve maddi kaynaklarımızın tüketilmesini arzu ederler. Gözümüzün açılıp, etrafından haberdar ve mazlumun yanında olmamızı önlemeyi görev bilirler. Bu sıralarda yitip giden binlerce can ve harcanan para, onların başarı hanesine yazılacak değerlerdir.

Türkiye içinde böyle olduğu gibi, Dünya’nın her yerinde benzer oyunlar döner durur. Özellikle İslam toplumlarını zayıflatmak ve sürekli sömürülecek kıvamda tutabilmek için, her türlü şeytanlığı ve vahşiliği yapmaktan geri durmazlar.
– İran ve Irak arasında suni savaş çıkartarak; yıllarca iki tarafa da silah satıp hem para kazandılar, hem petrollerini sömürdüler, hem de nüfuslarını azaltarak, bir taşla bir sürü kuş vurmuş oldular.
– Saddam’ı gaza getirip Kuveyt’e saldırtarak; sözde koruma ve kurtarma karşılığında hem Suud’ların haracını arttırıp kendi bütçelerini dengelediler, hem de kendi elleriyle King Kong yaptıkları Saddam’ı hizaya getirip, kontrolden çıkmasını engellediler.
– New York’ta nedense bütün Yahudilerin izinli olduğu bir günde, ikiz kuleleri vurdurup, bu bahane ile Afganistan’ı yıllarca işgal ederek, Irak ve Afganistan’da yüz-binlerce Müslümanı çoluk çocuk demeden, uzaktan bombalar ile katlettiler. Yetmedi, evleri işgal edip kadınların ve kızların namuslarını kirleterek, yaşlı genç ayırmadan kurşuna dizdiler.
– Afrika’da yeniden yeşermeye başlayan İslam filizlerini koparmak için, Boko Haram gibi suni ve İslam görünümlü İslam dışı örgütleri toplumlara musallat ettiler.
– Suriye’de ve Irak’ta kendi gizli servisleriyle DAEŞ vb. terör örgütlerini kurup, kendi çıkarlarına uygun şekilde kukla gibi yönettiler.
 Esed ve Sisi gibi İslam ve halk düşmanlarını iktidara taşıyarak veya koruyarak vahşi katliamlara imza attırdılar.

Dün Bosna’da, bugün Suriye’de, Myanmar’da, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Afrika’da kısaca Dünyanın her yerindeki savaş ve vahşet gösterilerinin senaristleri ve yönetmenleri hep aynı kişi, grup ve devletlerdir. Değişen sadece zavallı ve satılmış oyuncularla ahmak figüranlar olmuştur.  Bütün Dünya’da ölenlerin çoğunlukla Müslüman olduğunu, öldürenlerin de maalesef yine sözde Müslümanlar ve paralı askerler olduğunu görmeyecek kadar aciz miyiz? Yıllarca dostum dedikleri Kaddafi’ye petrol ve para kokusu aldıklarında aç sırtlanlar gibi bomba yağdıran Avrupalı liderler utanmadan ve kahramanca dolaşıyorlar. Paris’te öldürülen 12 gazeteci/dergici için bir araya gelen dünya liderleri, Türkiye’de öldürülen yüzlerce kişiler için, Suriye ve Gazze gibi savaş alanlarında hemen her gün öldürülen ve artık hesabı bile yapılamayan sayısız canlar için, 3 maymunu oynuyor. Çünkü onların canı ile diğer insanların ve özellikle Müslümanların canı aynı değerde değil. Bilakis, öldürülen her Müslüman dünya sofrasından eksilen bir boğaz olarak, onları mutlu ediyor. Bakmayın siz basın ve medyanın dünya dar geliyor temelli yalanlarına. Dar gelen ve rekabet riski doğan, onların doymak bilmez gözleri ve dünyaya tapan emelleridir.

Başlığımıza dönersek; – Madem Allah her canlının rızkına kefildir, Afrika gibi yerlerde açlıktan ölenler nasıl oluyor? Diye soranlar çıkabilir. Âcizane söylemek gerekirse: Açlıktan ölenler, aslında aç bırakılarak ölüme mahkûm edilen, cinayete kurban giden zavallılardır. Onların ölümleri hayatın normal akışı ile değil, sömürgeci alçakların yiyecek kaynaklarını veya yiyecek alabilecek zenginliklerini ellerinden gasp etmeleri sonucu, açlığa mahkûm edilmeleri ile meydana gelmektedir. Biz Müslüman geçinenlerse, bu zulümlere seyirci kaldığımız oranda suç ortağıyız! İslam sadece bireysel Osmanlideğil, sosyal sorumlulukları da getiren bir dindir. Ölen bir Müslümanın cenazesinin kaldırılması o bölgedeki tüm Müslümanların üzerine farz iken; Müslümanların ve masum insanların açlıktan ölmelerinden hesaba çekilmeyecek miyiz? Hepimiz verilen nimetler ve imkânlar ölçüsünde toplumsal olaylardan ve cinayetlerden sorumluyuz.  Cennet mekân, dualarla andığımız Osmanlı ceddimiz, Avrupa’daki Büyük Kıtlık sırasında 1847’de gemilerle İrlanda’ya yiyecek buğday göndermişlerdi. Bugün olsalardı Afrika’da masumların ölmesine izin verirler miydi?  Türkiye’ye saldırmak için yekvücut olan şer cephesi, neden bu kadar amansız ve aralıksız mücadele ediyor sanki? Çünkü, içimizdeki Osmanlı uyandı Elhamdülillah! Artık, Afrika’dan Amerikan yerlilerine kadar, Dünyadaki bütün mazlumların yanında olabilen bir Türkiye var. Sömürmek için değil, yeşertmek için, sulamak için, eğitmek için, üretmek için gidiyor. Karşılıksız insani yardımlarda Dünya liderliğine oynuyor. Suriyeli mazlumlar kapılarına dayanınca, dehşete düşen Avrupa’nın tamamında yer alan göçmenden çok daha fazlasını sadece İstanbul barındırıyor.

Geçmişte Bulgar zulmünden kaçan Türk kardeşlerimize, Saddam’ın kimyasal saldırılarından kaçan Kürt kardeşlerimize, Esad’ın tertiplediği katliamlardan kaçan Türkmen, Arap ve Kürt kardeşlerimize kucak açtık. Evet, biraz rahatımız bozuldu, istenmeyen olaylarda yaşadık ama bunlar olacak diye kardeşlerimizi ölüme terk etseydik halimiz ve ahiretimiz nice olurdu? İsmet-İnönü-ve-Ağlayan-VatandaşTek parti iktidarı sırasında, Rus zulmünden kaçıp bize sığınan 417 Azeri kardeşimizi, bütün yalvarmalarına rağmen aldırmayıp, Ruslara teslim eden ve Boraltan Köprüsünü geçince kurşuna dizilerek katledilmelerini seyrettiren İsmet İnönü’nün utancı sırtımızdayken, nasıl duyarsız kalabiliriz? Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla bu topraklarda yaşamanın huzur ve mutluluğunun yanı sıra bedel olarak sorumluluklarımızın olduğunu unutmamak lazımdır. Bizler ABD gibi köksüz ve yaklaşık 200 yıl önce toplanmış bir halka dayalı devlet değiliz. Anadolu’da 1.000 yıldır süre gelen kardeşlik ve dayanışma ile devletler geleneği oluşmuş, kadim bir medeniyetin temsilcileriyiz. Türkiye, Osmanlı’nın ve önceki İslam devletlerinin bakiyesidir. Borçlarını ödediği gibi, alacaklarını da tahsil etmekle yükümlüdür.

Dünya’da insan fazlalığı olduğu ve insanlığın geleceği için mutlaka radikal önlemler alınması gerektiği teorisini hayata geçiren yukarıda bahsettiğim zihniyet gerçekten yoğun bir şekilde her cepheden savaşıyor. Uyanık olmak ailemizi ve neslimizi bunların şerrinden korumak zorundayız. Daha önceki yazılarımda izah ettiğim gibi; alkol, uyuşturucu, zina, homoseksüellik, tanrısal güç ve kahramanlık vehimleri, kabbala öğretileri, büyücülük, vampirlik ve zombilik artık tüm batı kaynaklı sinema ve TV yapımlarının olağan unsurları haline geldi. Maalesef yerli yapımlarımızda artık onlardan geri kalmıyor. Gittikçe normalleştirmeye ve bu sapkınlıklar hakkında özellikle Müslümanları duyarsızlaştırmaya başladılar. Şimdi dikkatimi çeken başka bir konu da, nüfusun azaltılmasının ve toplu katliamların insanlığın geleceği için gerekli olduğu savını işlemeye yoğun şekilde başlamaları oldu. Yeni izlediğim bir Amerikan dizisinde, 2 bilim insanı, insanlığı kurtarmak için ani salgınlarla büyük ölümlere yol açacak biyolojik silahları yaymak için hayatlarını feda ettiler. Neredeyse bir kahramanlık destanı gibi katliam teşebbüsü sunumu yapıldı. Benzer yaklaşımları başka film ve dizilerde de görmeye başladım. AIDS ve Ebola gibi tehlikeli hastalıklarının sürekli yayılması, her sene mutasyon geçirmiş veya geçirtilmiş grip virüslerinin salgınlar yapması, geri kalmış toplumlarda bile kanserin olağan üstü yaygınlık göstermesi hiçte masum gelmemeli bizlere. Uyanık olmalı ve sadece oyun perdesine takılıp gerisinden bihaber kalmamalıyız.

Konuyu bağlayacak olursak, Allah-u Teâla bütün canlıların mevcut ve gelecekteki rızıklarını temin edecek kuvvete ve kudrete haizdir. Bizim imtihanımız ise, bu rızıkların adalet içinde meşru dairede dağılımını öncelikle kendi aramızda, sonra Dünya genelinde sağlamaya çalışmaktır. Sorun gelir ve kaynak eksikliği değil, gelir ve kaynaklarım dağılımı ve paylaşımıdır. Açgözlü domuz tabiatındaki kişi, grup ve devletlerin bitmek bilmeyen hırsları, zevk ve sefa düşkünlükleri insanların hayat standartları arasında derin uçurumları doğurmuştur. Zekat verilebilecek bir Müslümanın kalmadığı, Müslüman olmayanlarında ilahi adaletin tecellisinden etkilenip fevc fevc İslam’a katıldığı günleri görebilmemiz ümidi ve duasıyla, kalın sağlıcakla

Kaynaklar:

  1. http://www.megep.meb.gov.tr/mte_program_modul/moduller_pdf/Koreografi.pdf
  2. https://tr.wikipedia.org/wiki/Bill_Gates
  3. http://www.globalresearch.ca/bill-gates-temporary-sterilization-microchip-in-beta-female-testing-by-end-of-year
  4. http://news.thewindowsclub.com/bill-gates-foundation-working-birth-control-chip-78981/
  5. http://www.gatesfoundation.org/What-We-Do/Global-Development/Family-Planning
  6. http://www.gazetevatan.com/microsoft–un-kurucusu-bill-gates-cani-mi–521953-teknoloji/
  7. https://www.youtube.com/watch?v=6WQtRI7A064
  8. http://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/hasan-karakaya/abd-nufusu-200-milyon-olunca-sampanya-patlatmislardi-8960.html
  9. http://www.takvim.com.tr/yazarlar/ergundiler/2015/10/30/oyun-bitti
  10. https://tr.wikipedia.org/wiki/B%C3%BCy%C3%BCk_K%C4%B1tl%C4%B1k
  11. http://belgelerlegercektarih.com/2012/09/15/boraltan-katliami-belgelerle-ismet-inonu-azeri-kardeslerimizi-ruslara-teslim-etti/

 




Fitnecilere Fırsat Vermeyelim

Aslında sıradaki yazım için farklı bir konu seçmiştim. Ama ülkemizin ve halkımızın içine çekilmeye çalışıldığı kaos ve acı dolu günlere bigane kalamazdım.  Sığ siyasete bulaşmadan duygularımı ve daha önceki bazı yazılarımda da ifade ettiğim inançlarımı derlemeye çalışacağım.

En başta, Allah’ın karşısında bütün mü’minlerin eşit olduğunu, üstünlüğün yalnızca takvadan kaynaklandığını unutmamalıyız. Hac veya Umreye gittiğimizde tıpkı ahiret yolculuğuna çıkan mevtalar misali, hepimizin ihrama bürünerek eşitlendiğimizi, kavim, dil ve renk gözetmeksizin kardeşçe tavaf ettiğimizi tekrar hatırlatmak isterim. Hepimiz İslam milletinin onurlu ve saygıdeğer üyeleriyiz. Kör kavmiyetçilik kuyularına düşüp ırkımızla, rengimiz veya şeklimizle lain şeytan gibi kibir duyamayız. Boyamıza değil BOYACIYA hürmet etmemiz gerekir.

Bugünlerde sürekli çatışma ve şehit haberleri alıyoruz. Düştüğü yeri yakan ateş bizleri de kavurmaya başladı. Karmaşa, yoksulluk ve kardeş kavgalarından akan kanlarda boğulan yakın ve uzak komşularımıza nazaran; ümmetin umudu olmuş, refah ve kalkınmanın öncülüğüne talip, dünyadaki cennet bahçelerine benzer güzel yurdumuz yine katillerin ve fitnecilerin cirit attığı bir meydana döndü.

Işıklı perdeden bizlere zoraki izletilen kuklalara takılıp kalırsak ve kuklacılar ile kuklaları oynatan maşaları fark edemezsek çok yazık olur hepimize ve ülkemize. Öncelikle sorunu doğru teşhis etmek zorundayız. Yanlış teşhis ile galeyana gelenler tamda şeytanların ve askerlerinin mutluluğuna hizmet etmiş olur.

19. ve 20. yüzyıl İslam ümmeti için çok zor ve ağır zararlar ile geçti. Ümmetin birliğini temsil eden Hilafet ve Osmanlı; iç ve dış saldırılarla, cehaletle, kifayetsiz veya hain kimlikli yöneticilerle tarumar oldu. Dünya siyasetini ve sermayesini doğrudan yöneten siyonist zihniyetin sömürü ve fitne tetikçiliğini; Lawrence örneğinde olduğu gibi de kirli işlerin öncülüğünü üstlenen İngilizlere, sonradan yine İngiltere ve siyonizmin modern görünümlü işgalcisi ve jandarması Amerika’nın da katılmasıyla İslam toplumları için yıkım kaçınılmaz oldu. Yağmalanan ümmet topraklarında suni olarak kurulan devletlerde nedense hep batı hayranı, halkına ve dinine düşman, sonradan görme aç gözlü krallar veya yöneticiler iş başına getirildi. Lozan’daki işlevi hainlikten başka bir şey olmayan Haim Nahum gibi sefih insanların yüzünden savaşta geri kazanılan topraklar bile terk edildi ve Musul, Kerkük gibi petrol bölgeleri dahil sömürücülere peşkeş çekildi.

Batının ve ABD’nin sömürüsüne devam edebilmesi için; arz-ı mevud hülyasının peşinde her türlü rezilliği mubah gören siyonistlerin emellerine nail olabilmesi için; Ortadoğu denilen İslam coğrafyasında kaosun ve kavganın, ahlaksızlığın ve aymazlığın sürekli canlı tutulması gerekiyor. Yoksa; içimize sirayet etmiş vampirleri fark edeceğiz, kardeşliğimizin huzurunu ve gücünü idrak edip başımızdaki Sisi gibi alçak firavunları def edeceğiz. Buna kolayca müsaade ederler mi sanıyorsunuz?

PKK denilen hainler sürüsü sadece kandırılmış veya satın alınmış bir kısım özünden kopmuş Kürt veya Türk, Ermeni, Komünist, Zerdüşt, İran’lı ya da Suriye’li zavallı değil ki sadece. Silahı kendi istekleriyle almadılar ki yine kendileri bıraksın. İçimizde büyüyen ama bize ait olmayan kanser misali, terör belası ile hain ve zalimler tek atışta kuş sürüsü avlamış gibi etkili olabiliyor. Çatışma olan yerde sermaye durmaz, yatırım olmaz, güvenlik olmayınca iş bilen personel kalmaz, eğitim yapılamaz, ticaret büyümez, turist gelmez, iyi doktor ve öğretmen gelmek istemez, ihlas ve kardeşlik zarar görür, her kesimden kafatasçılar ırkçı söylemlerini seslendirerek toplumu böler, nefret yaygınlaşır, huzur kalmaz, bereket olmaz, devletin ve milletin enerjisi boşa gittiği için kalkınma durur, işe ve üretime yatırım yerine askeri harcamalara giden bütçe nedeniyle millet fakirleşir, kendi derdine düşen Türkiye etrafındaki oyunlara müdahil olamaz, gücünü kaybeden Devletimiz gerektiğinde 2-3 milyon mazluma rahatça kapılarını açarak misafir edemez…. Velhasıl  kendi kuyruğunu yemeğe başlayan yılan gibi sonu daha da kötüye gidecek bir ateş çemberine çekilmek isteniyoruz. Böyle bir millet ve devlet mazlumlara ümit, zalimlere korku kaynağı olamaz, dünya siyasetinde varlık gösteremez. Rabbim en kısa zamanda bu fitneleri ve fitnecileri içimizden ayıklasın. Bizleri doğrulukta ve kardeşlikte birleştirsin diyelim.

IftarAyasofya1Medine’de kurulan bu iftar sofrası ile Ayasofya meydanında kurulan iftar sofrasının verdiği mana aynıdır. Aynı İslam kardeşiliğine, huzuruna ve birliğine işaret eder. Kardeşlik için fedakarlığı, diğerkamlığı, sevgiyi ve sabrı anlatır. Aynı Allah’ın kulları olarak teslimiyeti, var olana şükrü ve olması istenene acziyetle duayı söyletir. Sessizce iftarı beklerken dizginlenen nefislerin üzerinde, yiğit misali heybetle yükselen imanlarının güç ve güzelliklerini gösterir. Sınırsız açık büfelerde doymayan gözlere inat, bir bardak su ve bir kaç hurmaya kanaat ederek coşan zenginliği tattırır.

Bütün bu hakikatler ışığında zalime ve zalimlerin tetikçilerine dur demiyecek miyiz? Elbette adaletin gereği neyse onu sağlamak zorundayız. Hiç bir insan veya varlık Allah’tan ziyade merhametli, şefkatli veya sabırlı olamaz. Allah’ın gazap ettiği ve hakkında kesin hüküm verdiği fiilleri açıkça ve bilerek işleyenler hakkında merhamet etmemiz haddimiz olmadığı gibi, seyirci kalmakta ayrı bir zulümdür. Bu nedenle maksadı ne olursa olsun terör yoluyla masum insanların hayatına kastedenlerin, Milletin Askeri ve Polisi başta olmak üzere tüm vatandaşlarına düşmanca silah çekip katledenlerin idam ile cezalandırılmasını istemek imanımız ve insanlığımız gereğidir. İdam hakkındaki özel yazımı buradan okuyabilirsiniz.

Adaleti sağlarken ise; tıpkı Hendek savaşında Hz. Ali’nin tam öldüreceği sırada düşman askerinin yüzüne tükürmesi sonucu öldürmekten vazgeçmesi ve buna şaşırıp soran o düşmana:  “-Ben seninle Allah yolunda ve sırf Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için savaşıyordum ve onun için seni öldürecektim. Sen yüzüme tükürünce öfkelendim, sana kızdım. Eğer o an öldürseydim, sana olan kızgınlığımdan dolayı bunu yapmış olacaktım. Yani seni Allah rızası için değil de kendi nefsim için öldürmüş olacaktım. İşte bu düşünceyle seni serbest bıraktım.” demesi gibi hassas davranmaya azimli olmamız gerekir.

Hain saldırılar sonucu inşAllah şehit olan güvenlik güçlerimizin ve masum insanlarımızın naaşlarını medyada saygısızca ve defalarca teşhir etmek ailelerinin acısını daha da derinleştirir ve sadece hainlerin ekmeğine yağ sürercesine propaganda etkisine ve fitneyi körüklemeye yarar. Aynı şekilde; öldürülen teröristlerin cesetlerini sansürsüz resimlerle yayınlayıp galiz küfürler eşliğinde aşağılamakta yine hainlerin saflarını sıklaştırmasını ve kandırılmaya açık kişilerin etkilenip teröre katılmalarını sağlar. Böyle zamanları fırsat bilerek, gizlediği kafatasçı söylemlerini fütursuzca kusan dengesiz ve ölçüsüz tiplerin türemesine veya geçmişte olduğu gibi, öldürdüğü insanların uzuvlarından koleksiyon yapan resmi görevli sadist psikopatların hortlamasına neden olur. Maksadını aşan ırkçı ve toptancı söylemlerden kaçınmalı ve çevremizdekileri uyarmalıyız. Her Türk iyi bir insan veya Müslüman olmadığı gibi, her Kürt’te bölücü veya PKK’lı değildir. PKK Kürt halkını temsil edemez. Millet ve Devlet birlik olup PKK’ya katılan hainleri ayırarak cezalandırmalı ama Kürt halkını da PKK tasallutundan ve zorbalığından koruyacak tedbirleri almalıdır. Alnına silah dayanan, ırzıyla, çoluk çocuğuyla tehdit edilen insanlardan özgür iradelerini gösterebilmelerini beklemek büyük bir saflık olur. Bütün bunların ışığında yine de ırkçılık çukuruna düşenler bilsinler ki; gelmiş geçmiş en büyük ırkçı lanetli şeytandır. Irkçılık konusunda şeytana en yakın kavim ise siyonist Yahudilerdir. Bakınız; bu konudaki yazım. Kimi örnek aldıklarına veya kimlere benzeyip, kimlerin oyununa geldiklerine lütfen dikkat etsinler.

Ümmetimiz  ve özelde Türkiye’deki milletimizin bekası için uyanık olmalıyız. Hemen galeyana gelmeden, etkili tedbirler alarak zulümden arınmış adaletin keskinliğini tesis edebilmeliyiz. Unutmayalım ki, ümmetin belki de en son kalan, olabildiğince özgür ve güçlü kalesi Türkiye’dir. Türkiye’nin zayıflamasını ve kendi derdine düşmesinin acısını sadece bizler değil; Doğu Türkistan’dan Kosova’ya, Gazze’den Çeçenistan’a, Mısır’dan Habeşistan’a, Myanmar’dan Patani’ye bütün kardeşlerimiz iliklerine kadar hissedecek ve uğradıkları mezalim katlanarak büyüyecektir. Allah için birbirimizi sevelim ve nifakçılara fırsat vermeyelim artık…

Bu konuyu çok güzel işlediği için Grup Tillo’nun “Ortağız Bir Namusa” adlı eserini paylaşmak isterim: