Kimlerin Parasını, Nereye Harcıyoruz?

Hediyeleşmek, ilişkileri güçlendiren ve geliştiren, muhabbeti arttıran ve aynı zamanda Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) sünnet-i seniyyesi olan güzel bir adettir. Beklenen güzelliklerin yaşanması için büyük paralar harcamaya da gerek kalmaz. Çoğu kere, içtenlikle verilen çam sakızı çoban armağanı tabir edilen küçük hediyelerde oldukça etkili olabilir. Muhatabını düşünme ve değer verme duygusunun geçmesi yeterlidir.

Her güzel adette olduğu gibi, hediyeleşmede de yanlış veya kasıtlı tavırlar işin aslını bozar ve kişileri vebal içinde bırakabilir. Bu konuda insanların tipik yaklaşımını gösteren güzel bir anlatım şekli var:

Bir insan, birisine başkasının parasıyla bir şey alıyorsa kalitesine bakar, fiyatını önemsemez.
Bir insan, birisine kendi parası ile bir şey alıyorsa fiyatına bakar, kalitesine çok bakmaz.
Bir insan, kendisine kendi parası ile bir şey alıyorsa, hem kalitesine hem de fiyatına bakar.

Şüphesiz bu yaklaşımlar herkese şamil edilemez ama, genel bir durumu yansıttığı da ortadadır.

Karar verici durumunda olan insanların en önemli sorumluluklarından birisi de kendilerine emanet edilen kaynakları, doğru ve verimli şekilde kullanmalarıdır. Aile reisi, harcamalarını düzenlerken eşiyle birlikte makul bir planlama yaparak, bütçelerini en uygun şekilde kullanmaya çalışır. Özel sektör çalışanları kendilerine verilen yetki oranında yatırım ve harcama planlarını yapıp gerçekleştirirler. Kamu çalışanları da makam ve yetki seviyelerine göre az veya çok büyük tutarlarda bütçeleri yönetmek durumundadır.

Aile ve özel şirket işlerinde kasıtsız hatalar yapıldığında telafi etmek, veya en azından helalleşmek daha kolaydır. Çünkü muhataplar bilinir veya erişilebilir haldedir. Ancak, kamu kaynaklarını kullanan kişiler için bu iş imkansıza yakın zor, vebal ve sorumluluğu da çok yüksektir. Çünkü bütün toplum adına iş gördüğünden ayrı ayrı her vatandaşın hakkı söz konusudur. Bu vatandaşlar arasında mazlum yetim ve öksüzlerin, kimsesiz ve düşkünlerin, çocukların, yaşlı ve hastalarında olduğunu düşünürsek işin sorumluluğu daha da iyi anlaşılacaktır. Yüklendiği yüksek vebal nedeniyle, kamu kaynaklarının çok iyi gözetilmesi gerekir. Aksi halde, getireceği belalar dünya ve ahiretimizi mahvetmeye yeterde artar bile.

Hep söylediğim bir gerçek var: “Kamu malı ve parası kılçıklıdır. Kolayca girer ama çıkışı kolay olmaz, parçalayarak çıkar.” Ama bu dünyada, ama öbür dünyada. Yasaların sağladığı şartlar ile kamu kolluk güçleri, kasıtlı ve hoyratça harcamaları bir noktaya kadar önleyebilir. Hatta, kişilerin tasarrufları görünüşte yasalara uygun da olabilir. Ama hakkaniyetli olduğu anlamına gelmez ve kişiyi hesabını vermekten korumaz.

En etkili denetim, kişinin ahlaki değerler ışığındaki vicdan sorgulamasıdır. Bunu kontrol ederken, sanki kendisine  ve kendi parası ile alıyormuş gibi özenli olduğunu gözetmek zorundadır. Bir işi veya malı ucuza edinmek tek başına başarı değildir. İşin veya malın sağlamlığı,  kalitesi, beklenen ömür süresinin yeterliliği esastır. Projelerin çok ucuza ama kalitesiz ve yetersiz yapılması, kaliteli sayılacak işlerin proje maliyetinin piyasa şartlarından çok yukarılarda gerçekleşmesi elbette yanlış ve sorgulanması gereken durumlardır. Kötü mal ve hizmetlerin çok pahalı şartlarda temin edilmesi ise açıkça vatan hainliğinden başka bir şey değildir.

Rabbimiz, bizlere hangi konumda olursak olalım, sanki kendimize ve kendi paramızla harcama yapıyormuş gibi dikkatli ve özenli davranmayı nasip etsin. Evlatlarımıza en başta aile ortamında, sonra okul ve iş yerlerinde kamu kaynaklarımızı bilinçli kullanacak şuuru vermemiz gerekiyor. Gerçek tasarruf, kaynakları verimli ve yerinde kullanmakla sağlanır. Bir yandan ekmeklerimizi israf etmeyelim diyerek kampanyalar yaparken, diğer yandan tonlarca ekmeğe bedel yanlış veya gereksiz harcamalardan kaçınmalıyız. Bunun için ise,  yöneticilerimizde temel ahlaki değerlerin yanı sıra ehliyet ve liyakat esaslarını gözetmemiz şarttır.

İyi ve güzel işlere vesile olduğumuzda devam eden her güzellikten bir hayır payımız olduğu gibi, şer işlere vesile olduğumuzda da işleyen her kötülükten veya noksanlıktan da bir günah hissemizin olacağını bilmeliyiz. Açıkça ferman eylemiş, bizleri yaratan ve sınamak üzere dünyaya gönderen Yüce Allah’ımız : “Her kim zerre kadar hayır işlemişse onu görecektir. Her kim, zerre kadar şer işlemişse onu görecektir.” (Zilzal Suresi 7. ve 8. ayetler)




Yozlaştıran Törenler: #mezuniyet ve #balolar

Katolik bir Papazın “Kızlarınıza söyleyin, boyunlarına haç taksınlar, farklı olsunlar! “Farklı olsunlar”dan kasıt, Hristiyan oldukları belli olsun, Müslümanlara benzemesinler. Çünkü Müslüman kızlar bizim kızlarımıza artık çok benziyorlar.” dediği söyleniyor sanal alem mecralarında. Bu çarpıcı ve yakıcı tespiti doğrularcasına, artık iyice adet olduğu üzere, 2017 yazında da okullarımızda Amerikanvari “mezuniyet törenleri” ve mezun olmayanlarında  sürekli yapageldiği “yıl sonu balosu” törenleri, tüm özenti ve yozlaştırıcı çılgınlıkları ile birlikte icra edilecek maalesef.

Toplumsal değerlerimizin nasıl erozyona uğratıldığını görmek için, basit bir google görseller taraması yapmanız yeterli. Google görsel arama satırına “prom” yazdığınızda gelen resimler ile “yıl sonu balosu” yazdığınızda gelen resimlerin neredeyse birebir aynı olduğunu, sözde Müslüman bir ahalinin çocukları ile Hristiyan ve Yahudi gençlerin aynı kılık kıyafetlerde arz-ı endam ettiklerini üzülerek görebilirsiniz. Benzer durum “graduation ceremony” ve “mezuniyet töreni” terimleri içinde geçerlidir. Bu seferde, Ortaçağ’dan kalma Hristiyan öğretilerinin eğitimdeki gücünü simgeleyen Papaz cüppesi ve kepi ile Amerikan geleneğinden çıkan kep fırlatma ayinlerinin eksiksiz kopyalanması ne acıdır. Mezun olan İslam genci ile diğerlerini nasıl ayırt edebiliriz bu kılıklar içerisinde?

Kılık kıyafet yozlaşmasından daha kötü ve yıkıcı olan asıl sorun bu “balolarda” genel görgü ve önemli ahlak kurallarımızın yürürlükten kaldırılmasıdır. Üzücü olansa, bazı ailelerin ve öğretmenlerinde bu durumu normal karşılaması ve teşvik etmesidir. Alkollü içki yasağı olmasına rağmen, gençler bir şekilde içkiyle buluşturulur. Zinanın öncüsü olan danslı eğlenceler teşvik edilir. Fırsatını bulan uyuşturucu da kullanabilir. Savunma mekanizmaları da hazırdır: Gençlikte olur öyle şeyler, yılda bir defa olabilir, canım kaç kere mezun oluyorlar sanki vs. Artık ortaokullardan itibaren yapılan balo türü eğlencelerin yıkıcılığı okul yükseldikçe artmakta, üniversite seviyesine gelince her türlü sınırı zorlamaktadır.

Hak ile meşgul olmazsan, batıl seni işgal eder.

İmam Şafii‘nin bu veciz saptaması da aynı gerçeğe işaret ediyor. Çocuklarımızı aile ortamından itibaren, milli ve dini şuura sahip bireyler olarak yetiştiremezsek, okullarımızda kültür kökenimize uygun müfredat ve eğitim metotlarını etkili kılmazsak su gibi ellerimizden kayıp gidecekler. Hayat boşluk kabul etmez. Boş kalan duygu ve düşünce dünyalarını en yakın ve kolay bulduklarıyla doldururlar. Batıla giden yollar başlangıçta süslü ve lezzetli nesnelerle döşendiği için daha da cazip gelir. Şeytanın gönüllü askerliğini yapan kişi ve kurumlar sayesinde manevi saldırı akınları gittikçe daha da etkili oluyor. Toplumun refah seviyesinin artması, ulaşım ve iletişim imkanlarının çoğalması her şeyi kolaylaştırıyor. İyiliğe de kötülüğe de götüren kısayollar her yanda mevcut.

Ahir zamanın hemen her işaretini görüp yaşadığımız bu günlerde, neslimizi şeytan ve askerlerinin şerrinden korumak için daha bir gayretli ve hassas olmamız gerekiyor. Geleceğin anne ve babalarının kültür ve ahlak genetiğini korumak için, balolardan ve bizi yansıtmayan Hristiyan kılıklı mezuniyet törenlerinden vazgeçmemiz lazım. Başlangıç olarak, mezuniyet törenlerinde cüppe ve kepten oluşan Papaz kıyafetlerinden kurtulmalıyız. Çünkü hayatının en özel günlerinden birisinde giyilen bu kıyafet, çocuğun zihninde otomatik olarak güzel bir imaj alır, normal gelir ve benimsenerek ömür boyu etkiler. Bu kıyafeti giyen birilerini gördüğünde ise, onlara karşı sevgi ve saygı hisleri doğar. İmamlarımıza gösterilmeyen sevgi ve hoşgörünün papazlara gösterilmesi kanımıza dokunur her halde değil mi? Ortaokullara kadar inen özenti dolu balo ve partilerden vazgeçmeliyiz. Gayri meşru ilişkiler ve kötü alışkanlıklar en hızlı ve kolayca bu ortamlarda gelişir çünkü. İnsanların özel hayatlarına müdahale edemeyiz ama, bu organizasyonların en azından okullarımızın himayesinde yapılmasını engelleyebiliriz. Milli karakterimizi  ve aile yapımızı korumak için devletimizden daha etkili önlemler bekliyoruz. Allah sonumuzu hayr eylesin…

 

Kaynaklar:

Yazı görselinin kaynağı 

“Prom” görsel sorgulaması

“Yıl Sonu Balosu” görsel sorgulaması

–  “Graduation Ceremony” görsel sorgulaması

“Mezuniyet Töreni” görsel sorgulaması 

 




Karakter Renklerimiz ve Takıntıya Dönüşebilen Huylarımız

Huy, karakter, alışkanlık gibi kavramlar yakın ve bazen birbirlerinin yerine ikame edilerek kullanılıyor. Psikoloji eğitim geçmişi bulunan veya özel ilgisi olan kişiler müstesna edilirse, eşdeğer şekilde kullanıldıklarını da söyleyebiliriz. İfade ettikleri anlamların şiddeti ve keskinliği arttıkça Takıntı/Saplantı (Obsesif-Kompülsif Bozukluk) gibi Psikiyatrik hastalıklara dönüşüyorlar.  Olayın ahlaki ve dini boyutlarını da katınca, bu sefer iyi ve kötü huy ve alışkanlıklar ile dini vesveselerin (evham) sevap/günah etkileri nedeniyle, çekici – itici duygusal dürtülerin çatışmaları, durumu daha da karmaşık bir hale dönüştürüyor. Davranışlarımızın ortaya çıkmasında ve şekillenerek basma kalıp tavırlar arasına girmesinde, toplumsal etkileşim ve kişisel tatmin veya gereksinim duyguları rol oynar. Bazen kaçınmaya, bazen de takdir ve teşvik ile olumlu tekrara neden olurlar. Sigara içme alışkanlığına yıllar önce verilen değer ile bugünkü durum arasındaki dinamik fark güzel bir örnektir.

İnsanların karakter yapılarının analizinde çeşitli sınıflama ve değerleme tanımları ortaya konulmuş. Bunlardan birisi de karakter renkleridir. Genel olarak 4 renkten söz edilir. Her insanda bu renklerden bir ton bulunur. Ancak bazılarında belirli bir rengin hakimiyeti veya iki rengin dengelenmiş baskınlığı da görülebilir.
SARI: Çılgın bir renktir, neşeyi ve hareketi simgeler. Özgürlüğüne düşkün, kurallarla ve düzenle pek arası olmayan uçuk tasarımlar yapabilme yeteneği doğal şekilde bulunan kişileri temsil eder.
MAVİ: Asaleti ve ciddiyeti simgeleyen bir renktir. Tertipli, düzenli, kuralcı ve disiplini seven insanlar bu gruba girerler.
KIRMIZI: Canlı ve dikkat çekici bir renktir. Gücü, kararlılığı ve sahiplenmeyi simgeler. Güçlü, kararlı ve yönetme eğilimli kişiler bu renkle simgelenir.
YEŞİL: Rahatlatıcı ve huzur verici bir renktir. Sükuneti ve uyumu simgeler. İdeal takım üyesi, fedakar, çatışmadan kaçınan, girişimcilik yanı pasif kalabilen insanlardır.

İnsanlar sadece renk yapılarına göre tanımlanamaz. Her insan, eşsiz bir sistemler bütünüdür. Bu bütünlüğe etki eden çok sayıda değişken söz konusudur. Yaş, cinsiyet, eğitim, aile ve toplum çevresi, dini inançlar, burç nitelikleri, sağlık durumu, ekonomik seviye, beden yapısı gibi pek çok etki alanı insan yapısını düzenler ve geliştirir. Yani söz konusu insan olunca, hiç bir şey kesin değildir. Her şeyin bir anlamı ve etkisi söz konusu olabilir. Yaratılmışların en şereflisi olarak, Yaratıcımız Allah Azze ve Celle‘nin doğrudan muhatap alıp, emanetler vermeyi lütfettiği insan olmak böyle bir potansiyeli gerektiriyor demek ki.

Bu yazımda, genel olarak mavi karakterli insanların, iç ve dış kaynaklı kurallara uymak için gösterdiği hassasiyetin normal ve patolojik seviyelere ulaşabilen bazı durumlarını irdelemeye çalışacağım.

Kurumsallaşan alışkanlıklara en güzel örnek Sünnet-i Seniyye’dir. Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) hane-i saadetlerinde ve diğer sosyal ortamlardaki her davranışı ve tavsiyeleri 1500 yıldır Müslümanlar tarafından basma kalıp davranış olarak örnek alınır ve özenle uygulanmaya çalışılır. Bu durum İslam toplumlarının genel karakterini etkilemiş ve alamet-i farıka haline gelmiştir. En Sevgiliye benzemek için günlük davranışlar içinde tutulmaya çalışılan bu tavırların terk edilmesi veya yapılamaması belirli bir kaygıya da neden olur. Örneğin; Abdest alırken, kollarımızı yıkadığımızda acaba dirseklerime kadar ıslatabildim mi şüphesi ile hassas davranıp kontrolcü davranışlar gösterebiliriz. Bu duruma özen endişesi, takva azmi veya benzer olumlu yaklaşımlar söylenebilir ve hatta teşvik edilir. Ama, iyi yıkanmadı veya temizlenmedi şüphesiyle onlarca kez bol suyla yıkamak ve yine rahat edememek sıkıntılı bir durumdur. Dini literatürde buna vesvese deniliyor. Temel kaynağı, kovulmuş ve lanetlenmiş olan Şeytandır. İnsanların özellikle ibadet yaparken veya hazırlanırken içlerinde oluşan şüphe, kuruntu ve tereddüt gibi rahatsız edici duygulara denir. Kişinin vesvese etkisinde kalması huzurunu bozar, kendisine olan güveni sarsılır ve ibadetinden lezzet alamadığı gibi, uzaklaşmasına da neden olabilir. Vesveselere erken zamanda müdahale edip gidermek gerekir. Geç kalındığında veya yanlış yaklaşımlarda bulunulduğunda zarar etkisi daha çok olur. Vesveseden muzdarip kardeşlerime Bediüzzaman Said Nursi‘nin “Vesvese Risalesini” okumalarını veya bilen birisinden açıklamasıyla dinlemelerini tavsiye ederim.

Yeşil karakterliler kurallara uyarlar, mavi karakterliler ise; hem kurallara uyar, hem de kendileri kurallar koyarlar. Üstelik kendi kurallarına uyulmasını da beklerler. Ama bu bekleyiş sınırlı bir güce dayanır. Kuralları uygulatmak için gereken gücü kullanabilenler ise kırmızı karakterlerdir. Mavilerin kural ve tedbir takıntısı bazen olayların gerisinde kalmalarına ve fırsatları kaçırmalarına da neden olabilir.

Mavi karakterli birisini gıcık etmenin en hızlı yolu, yaşam veya çalışma alanında oluşturduğu tertip ve düzeni bozmaktır. Sarı karakterli insanların görüntüsü bile mavileri irrite edebilir. Çünkü sarılar rahattır, dağınıktır, ehli keyif takılır. Kılık kıyafetinden saç sakal şekline kadar ben sarıyım diye bağırır, görebilene. Mavileri düzenli hallerinden, uyumlu ve üniforma gibi özenli kıyafetlerinden, derli toplu yaşam ve çalışma alanlarından kolayca fark edebilirsiniz. Simetriyi severler, bazıları başkalarının mekanlarındaki simetriye bile takılır ve müdahale etmekten kendilerini alamazlar. Dağınık kitap veya gazeteleri düzenler, çerçeveleri hizalar, sandalyelerin masalara olan mesafesini ayarlar ve bunlar gibi başkalarını rahatsız etmeyen ama onları geren düzensizlikleri gidererek rahatlarlar. Her şey zıddı ile bilinir veya kaimdir ilkesine göre, mavi renkli insanları dengeleyen ve aşırılıklarını törpüleyenler sarı renkli insanlar olur. Mesela, ev hayatında mavi renkli ve bazen kural despotu olabilen babaların duygusal şiddetinden çocukları koruyabilecek ve nefes almalarını sağlayabilecek sarı renkli annelerin varlığı büyük bir nimet sayılır, her iki taraf içinde. Sarıların da tedavisi mavi ile olur çünkü. Bizden biliyorum! Yeri gelmişken merak edenler için, kırmızı-mavi olduğumu da söylemiş olayım. Sizde kendinizin ve en yakınlarınızın renklerini biliyor musunuz?

Kaynaklar:

  1. Ana görsel: http://hr.tsu.edu/development-for-manager/
  2. Metin içi görsel: https://fonolo.com/blog/2014/07/does-personality-matter-for-call-center-agents/
  3. http://www.bilimvesaglik.com/psikiyatri/obsessif-kompulsif-bozukluk-saplantilar.html
  4. http://sunaalbayrak.info.tr/?p=287
  5. http://www.ilmedavet.com/vesvese-nedir.html
  6. http://www.sorularlarisale.com/kulliyat/73/ikinci_makam.html
  7. https://www.youtube.com/watch?v=IH4GGqqkO_Y

 




Zoraki Kahramanlar: Çalışan Anneler

Kadınlar hakkındaki duygu ve düşüncelerimi daha önce bazı yazılarımda ifade etmeye çalışmıştım. Kadınların hayatımızdaki yeri ve önemi kutsal kaynaklar başta olmak üzere, her platformda dile getirilen saf bir gerçekliktir. Kadınlığın zirve noktası ve insanlığın bekasını sağlayan durumda anneliktir. Bir eş ve anne olarak üstlendikleri sorumlulukların dışında, ayrıca yaşam şartları ve diğer nedenlerden dolayı çalışma hayatında da yer almaları, onları inanılmaz bir yük ve stresin altına sokuyor. Üstelik, çalışan annelerden beklentilerimiz çalışmayanlardan farksız olunca, kaçınılmaz şekilde zoraki kahraman rolüne giriyorlar.

Çalışan anneler, bir kadın olarak, hemcinslerinin iş hayatında yaşadıkları bütün zorlukları doğrudan paylaşıyorlar. Annelikten kaynaklanan ek sorumlulukları ise, iş ve duygu yüklerini arttırdığı gibi; yoğunlaşan baskı ve dayatmalara karşı daha fazla sabır gösterip, ailelerinin hatırına katlanmak zorunda oldukları azapların içine sokabiliyor. Annelik ve kadınlık görevlerinin yanına, sorunlu bir iş ortamının da eklenmesiyle kadınların bedenen ve ruhen güçlü ve hızlı bir ivme ile yıprandıklarını rahatlıkla görebiliriz. Bazı kadınlar, zorlu ev ve annelik görevleri nedeniyle, nispeten rahat olan iş yerlerinde resmen dinlenircesine çalışırlar. Bu kadınlar şanslı sayılabilen gruptadır. Büyük bir çoğunluğu ise, ağır iş mesailerinden sonra tıpkı erkekler gibi dinlenebilecek bir ortam ve zaman bulamadan, 2. ve 3. mesailerini yapan işçiler gibi ev ve annelik görevlerine devam ederler.

İş hayatı ekonomi ile doğrudan ilgili olduğu için, özel sektörün ekonomik çıkarlarını zedeleyecek şekilde, çalışan annelere yönelik etkili koruma ve ayrıcalıklar göstermesini beklemek safdillik olur. Anne ve kadın dostu uygulamalar yapan ve bazen diğer firmaların çok önüne geçebilen firmalarda dahi, bu uygulamalar bir nevi sosyal sorumluluk ve marketing faaliyeti gibi üretildiğinden, sembolik ve kota limitleri içinde kalıyor. Piyasaların temel yönetmeni ve kural koyucusu olarak, kamu gücünü kullanan devletin ve devleti yöneten Hükumetin politik söylemleri ile pratik uygulamasının en kısa süre içinde örtüşmesi ve çalışan anneler özelinde hayata geçmesi sağlanmalıdır. Nüfus yapımızı korumak için her ailede  en az 3 çocuk hedefini fiilen gerçekleştirebilecek güven ve imkan ortamını hazırlama işi, büyük ölçüde devletimize düşüyor. Bu yazı ile bazı sorunlu noktalara dikkat çekerek, çözüme yönelik katkıda bulunmak istedim.

Yetersiz ücretler, kötü çalışma koşulları, nitelikli tatil yoksunluğu gibi genel sorunların dışında, çalışan anneler açısından iş yerleri ile ilgili temel sıkıntıları şöylece sıralayabiliriz:

  • Ev ve iş yerleri arasındaki mesafe ve ulaşım zorlukları,
  • Mesai saatleri ile okul saatleri arasındaki uyumsuzluk,
  • İş yerlerinde kreş olmaması, diğer kreşlerin uzak veya pahalı olması gibi sorunlar,
  • Mesai saatlerinin uzunluğu nedeniyle eş ve çocuklarına yeterince vakit ayıramamaları,

İş yerine yakın yerde ikamet etmek, esasen bütün çalışanlar için gerekli ve değerli bir kolaylık demektir. Söz konusu kadınlar ve çalışan anneler olunca, bu durum daha da kritik hale geliyor. Uzak yerde çalışan annelerin; erken kalkıp geç gelmesi gerektiği için, ailesinin günlük yaşantısından kopması, kendisine ve ailesine daha az vakit kalması, uzun yolculuklar nedeniyle daha çok yıpranması, gün içinde ailesi ile ilgili acil bir durum geliştiğinde hızlı şekilde yanlarına gidememesi gibi kronik sorunlara yol açıyor. İstanbul’un Anadolu yakasında oturup Avrupa yakasında çalıştığım dönemde, günlük ortalama 3 saatim yolda geçiyordu. Mesai sırasında ailemden birisinin acil ihtiyacı olduğunda, en erken 2-3 saatte ancak yanlarına gidebiliyordum. Bu durum bir baba olarak beni yıpratıp aileme karşı faydasız kaldığım duygularına neden oluyordu. Aynı şartlarda çalışan kadın iş arkadaşlarımızın ıstırabını da her zaman gözlemliyordum. Önerilerim: Başta kadınlar olmak üzere çalışanların iş yerlerine yakın oturabilmesi için teşvik ve kolaylıklar sağlanmalıdır. En azından aynı ilçe sınırları içinde ikamet edebilmeleri için; gerek tayin noktasında, gerekse yeni ev alımı gibi durumlarda teşvik edici kolaylıklar ve vergi indirimi gibi destekler verilmelidir.

Sabah saat 08:00‘de işe başlayan bir kadın çalışan, evinde kimsesi yok ise (artık hepten çekirdek aile yapısına döndüğümüz için, kentlerde geniş aileler yok denecek kadar azaldı) ilk öğretimde saat 08:50‘de dersi başlayan çocuğunu ne zaman ve nasıl okula götürecek? Servis tutsa bile servise kim teslim edecek? Daha da kötüsü, öğleden sonra saat 14:30‘da dersi biten çocuğunu kim alacak? Rica minnet etüd uygulaması yapan okullarda saat 16:00‘da biten etüd derslerinden sonra yine kim alacak çocukları? Mesai saat 17:00‘den önce bitmiyor çünkü. Önerilerim: Kadın çalışanların mesaileri ile okulların ders başlangıçları ortak şekilde dikkate alınarak düzenlenmelidir. Çocukların gelişim ve ihtiyaçları nedeniyle ders saatlerinin başlangıç ve bitişleri mesai saatlerine eşitlenemiyor ise çalışan annelerin ilk öğretim çağında çocukları olması halinde onlara özel mesai uygulaması yapılmalıdır. Devlet sadece süt bebekleri için günlük 1,5 saat izin vererek sorumluluğunu yerine getirmiş olamaz. Lise çağına kadar, çocuklu annelere özel imtiyazlar tanınması gerekir. Arada oluşan mesai kaybı, bütün toplumun karşılaması gereken bir bedeldir.

Çalışan kadınlar için, çocuk sahibi olmak katlanılamaz ölçüde zorlukların altına gönüllü girmek gibi, ağır bir duygudur. Bir yandan eşiyle birlikte evlat sahibi olmanın getireceği mutluluk ve tamamlanmış aile özlemi yaşanırken, diğer yandan hem çalışıp hemde çocuğun büyütülmesi sürecindeki zorluklar anne ve baba adaylarını yıldırıp bağırlarına taş bastırarak mecburi ertelemeye neden olmaktadır. Bu durumda; ya ileri yaşlarda çocuk sahibi olmayı ya da 1 veya en fazla 2 çocukla yetinmeyi mecbur görürler. Doğum sonrası memur veya işçi annelere verilen ücretli izin bir kaç aydan fazla değildir. İznin bitmesi ile ilk sıkıntılı karar verilir. Bebeği büyütebilmek için 1-2 yıllık ücretsiz izin alınır veya bebeği ücretli/ücretsiz bakabilecek birileri ayarlanarak işe başlanır. Bebeğini bırakıp işe giden annelerin her zaman bir kanadı kırık olur ve aklı bebeğinde kalır. Evde bakım aşaması bitince bu sefer kreş/çocuk yuvası koşturmacası yaşanır. Kreş fiyatlarının yüksekliği, çocuğu kreşe bırakıp mesaiye yetişmenin stresi, çocukların yaşadığı travmalar gibi etkenler bezginlik ve mutsuzluk kaynağıdır. Önerilerim: Okul öncesi yaşlarda çocukları olan kadın çalışanlar için, 0-6 yaş arası çocuklarını getirebilecekleri kreşlerin iş yerlerinin standart bir birimi olarak açılması gereklidir. Çocuklu anneler için kreş hazırlanması bir lütuf değil temel ihtiyaçları için gerekli bir durumdur. Çalışan kadınlara kendi iş yerlerindeki kreş hizmeti ücretsiz olmalıdır. Kreşin personel ve diğer giderleri çalıştığı kurumun döner sermayesi veya genel bütçesinden karşılanmalıdır. Özel kurumlarda kendi sermayelerinden karşılayarak işletme gideri şeklinde gösterebilmelidir. Çalışan annelerin günün belirli zamanlarında çocuklarını ziyaret edebilmelerine fırsat verilmelidir.

Kadınların mesaileri toplumun geleceği de dikkate alınarak özenle hesaplanmalıdır. Mutsuz kadınlar ve anneler; toplumun temel yapısı olan aile kurumunun temelden sarsılmasına, evliliklerin çabuk yıkılmasına, genç nüfusun yetersiz kalmasına ve var olan çocuklarında sağlıksız şartlarda verimsiz eğitimle büyüyüp toplumun geri kalmasına neden olacaktır. Kadınların ve özellikle çocuğu olan çalışan kadınların tam gün mesai yapmaları toplum kültürünün ve geleceğinin altına konulmuş dinamit gibi tehlikelidir. Önerilerim: Kadınlar çocuk sahibi olduktan sonra günlük en fazla 6 saat mesai yapmalıdır. Ayrıca evden çalışma ve yarı zamanlı çalışma halleri işlerin durumuna göre anneler için kolay uygulanabilir şekilde teşvik edilmelidir. Fazla mesaiye zorlayan kural ve yönetmelikler kanun gücüyle düzeltilmeli ve istismar edenler için kayda değer cezai yaptırımlar ön görülmelidir.

Bütün bu yorumlarımdan sonra denilebilir ki, kadınlar özellikle anne olanlar hiç mi çalışmasın? Bende diyorum ki; Kadınlar bizim rahatlıkla istismar edebileceğimiz ucuz iş gücü kaynağımız değildir. Toplumun temel yapı taşlarından ve en kıymetli değerlerimizdendir. Sağlıklı bir kadın ve anne ögesinin olmadığı toplumlar bozulmaya ve dağılmaya mahkumdur. Kadınların ve özellikle annelerin piyasada kuralsız ve kolayca istihdam edilmesi tıpkı likit para gibi geçici bir rahatlık ve refah etkisi yapabilir. Ancak kaynaklar sınırsız değildir. En değerli varlıklarımızı nakde çevirip, günü kurtarmak için harcadığımızda yerine koyamayacağımız kayıplar yaşayabiliriz. Kadınlara özel hizmetler veya kadınların yüksek değer katacağı meşru işler nedeniyle mutlaka kadın çalışanlara ihtiyaç duyuluyor ise bunun bedeli uygun şekilde ödenmeli ve toplumun geleceği açısından güçlü kurallar ile kadınlar ve anneler koruma altına alınmalıdır. Kadın emeği gibi değerli bir ürünü sağlamak isteyen kurum veya işletmeler hakkını vermeye de razı olmalıdır.

TÜİK’in 7 Mart 2016 tarihli “İstatistiklerle Kadın, 2015” Haber Bülteni çok önemli sorunlarımıza işaret ediyor. Okuma yazma bilmeyen kadın nüfus oranı erkeklerden 5 kat fazla! Kadınlar ortalama 24 yaşlarında evlenip, 35 yaşlarında boşanıyor. Kadınların eğitim oranı yükseldikçe çalışma oranı daha fazla artıyor ama her eğitim seviyesinde kadın çalışanlar erkeklerden daha az ücret alıyor. Yani açıkçası kadınlar halen sömürülüyor.

İdeal durum ile fiili durum arasında fersahlar boyu mesafe olduğunu görüyoruz. Öyleyse yapacak çok işimiz var. Zoraki Kahramanlarımıza sahip çıkmalı ve onlara layık oldukları değeri her açıdan göstermeliyiz. Neden bu kadar ilgiliyim? Bizim evde de harika bir zoraki kahraman var da ondan…

 

Kaynaklar:




Denetimli Serbestlikle İlgili Duygu ve Düşünceler

Görev yaptığım kurumda, resimdeki yelekten giyerek çalışan bir kaç kişiyi görünce merak edip durumlarını sordum. Kendilerinden öğrendiklerim ve  ilgili kurumun resmi sitesindeki açıklamalar beni farklı duygu ve düşüncelere götürdü. Hislerimi böylece yazmaya karar verdim.

Önce, konuyu fazla duymayanlar için kısa bilgilendirme yapayım. Adalet Bakanlığının Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne bağlı Denetimli Serbestlik Daire Başkanlığı var. Uygulama hakkındaki bilgi ve belgelere aşağıda bağlantısını verdiğim resmi sitelerinden ulaşabilirsiniz. Buradaki tanımı ile Denetimli Serbestlik; “Mahkemece belirtilen koşullar ve süre içinde, denetim ve denetleme planı doğrultusunda şüpheli, sanık veya hükümlünün toplumla bütünleşmesi açısından ihtiyaç duyduğu her türlü hizmet, program ve kaynakların sağlandığı toplum temelli bir uygulamayı ” ifade ediyor.

Denetimli serbestlik tedbiri uygulanmak suretiyle cezasının infazına karar verilen hükümlünün, cezasını koşullu salıverilme tarihine kadar;
– Kamuya yararlı bir işte ücretsiz olarak çalıştırılması veya,
– Bir konut veya bölgede denetim ve gözetim altında bulundurulması,
– Belirlenen yer veya bölgelere gitmemesi,
– Belirlenen programlara katılması,
Şartları dikkate alınarak süreç işletiliyor. Eğer hükümlü veya tutuklu bu şartları ihlal ederse ertelenen cezalar hapis gibi en ağır halleri ile uygulamaya geçiliyor.

Sizleri bilmem ama, ben kendimi dünyada Denetimli Serbestlik içinde dolaşan bir kul gibi hissettim. Çünkü heva ve heveslerime uyacak olursam yapabileceğim çok şey var. Bunları yapabilmek için gerekli şartların bir çoğunu da sağlayabiliyorum ama, tıpkı Denetimli Serbestlikte olduğu gibi bunun acı sonuçları ile yüzleşmem gerekecek. Allah‘ın rızası ve korkusu nefsime uymaktan men ediyor. Her şeye rağmen nefsime uyduğum hallerin cezası ve affı için şanı yüce ve hakiki adalet sahibi olan Allah‘a sığınıyorum. Gayri meşru yer ve ortamlardan uzak durmam lazım. Topluma ve ümmete faydalı işler yapmam gerek. Bireysel ve toplu ibadetlere katılım sağlayarak, tıpkı imza verir gibi, günde en az 5 vakit Rabbimin makamını manen ziyaret edip, buradayım Ya Rab!, eksiklerimle, günahlarımla, acziyetimle yine sana geldim, ne olur beni razı olduğun kulların zümresine yaz, demem lazım.

Denetimli serbestlik içindeyken imkanınız olduğu halde istediğiniz seyahate çıkamazsınız, kayıt dışı işlem ve eylemlerde bulunamazsınız, mallarınız ve diğer varlıklarınız üzerinde istediğiniz tasarrufu yapamazsınız. Ta ki, mahkemenin tayin ettiği ceza/ıslah süresini tamamlayıncaya kadar. Süreniz bitince, yine beşeri kanunlar açısından haddinizi aşmamak şartı ile istediğinizi yapabilme özgürlüğüne kavuşursunuz. Aynen bu şekilde, kul olarak sınırlarımızı ve dünyadaki denetimli serbestlik kurallarımızı dikkate alarak yaşarsak, Allah’ın izni ve keremi ile Cennet‘le müjdelenenlerden olup, dünyada sınır koyduğumuz her türlü meşru arzu ve hayallerimize kavuşup yapabileceğiz inşAllah.

Denetimli Serbestlikte olduğu gibi, kulluğumuzu en iyi şekilde yapabilmemiz için, Allah’ın bir memuru ve elçisi olarak Sevgili Peygamberimiz  Hz. Muhammed (s.a.v.) bizlere en güzel rehber ve yol aydınlığı olmuştur. Peygamberimizin vesilesi ile Allah’ın bizlere bahşettiği Kur’anı Kerim‘de temel anayasamız olarak hakikat yolunu belirlemiştir. Yaratılışımızın asıl amacı olan Allah’a kulluk görevimizi layıkıyla yaptığımızda, kavuşacağımız nimetleri sayan bir çok ayet-i kerime ve hadis-i şerifte bu durumu teyit ediyorlar. Denetimli Serbestlik şartlarına uyulmadığında dünyada karşılaştığımız ceza ve yaptırımlar Allah’ın gazabı ve cezaları karşısında güllük gülistanlık kalacaktır. Rabbimiz cümlemizi şaşırtmasın ve dünya imtihanını kazananlardan eylesin. Amin…

Kaynak:

http://www.cte-ds.adalet.gov.tr/

 




Kanaat Önderlerimiz Daha Neyi Bekliyor?

İnsanlık için ikinci Hz. Adem (a.s.) sayılan Hz. Nuh‘un (a.s.) gemisiyle karaya çıktığı Cudi Dağı gibi, Hz. İbrahim‘in (a.s.) içine atıldığı sırada mucizevi olarak suya dönüşen büyük ateşin yakıldığı Şanlı Urfa gibi, birçok Peygambere, Sahabelere ve Allah dostlarına yurt olmuş mukaddes beldelerin yer aldığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Kutlu Peygamberimizin (s.a.v.) yolunda birleşerek devletler kurmuş ve i’lây-ı kelimetullah‘ı gerçekleştirmek üzere kendini adamış, kadim bir medeniyetin temsilcileriyiz. Manevi hazinelerinin yanı sıra, maddi zenginliklere de köprü olan, enerji ve ticaret koridorlarının merkezindeki vatanımız, tarihte hiç bir zaman kendi halinde bırakılmadı ve bundan sonra da bırakılmayacaktır.

Son yıllarda, yerli ve yabancı hain odakların işbirliğinde gelişen fitne ve saldırılar gittikçe şiddetlendi ve 15 Temmuz‘da zirve yaptı. Buna karşılık manevi kanaat önderlerimizin toplumda birlik ve beraberlik çağrıları olsa da beklenen seviyeyi bir türlü göremedik. Bu iş, basın açıklaması veya sorulduğunda konuşma yapacak kadar basit ve etkisiz kalamaz. Manevi kanaat önderlerimize Ayet ve Hadislerden örnekler vererek haddimi aşmak veya ukalalık yapmak niyetinde değilim. Basit bir vatandaş olarak sorumluluklarını ve yüklendikleri vebali hatırlatmak istiyorum. Madem, hepimiz yönetmekte olduğumuz insanların çobanı hükmündeyiz ve madem, hepimiz bildiklerimizden ve imkanlarımızdan sorumlu olarak hesap vereceğiz, manevi kanaat önderlerimizden makamlarına yaraşır şekilde davranmalarını beklemek hakkımızdır.

Cemaat ve tarikat gibi din temelli sosyolojik örgütlerin önemli bir kısmı, ehli sünnet çizgisinde yer aldığı sürece, tarihsel olarak geniş kabul görmüş ve İslam kültürü yelpazesinin renklerini oluşturmuştur. Bunların zaman içinde gelişmesi, liderlerine göre farklı gruplara ayrılması bazen olağan, çoğu kez de suni olarak yaşanmıştır. İslam tarihinin ilk ve en meşhur münafıklarından Yahudi kökenli Abdullah İbni Sebe‘nin, Hz. Ali‘ye (r.a.) “Sen Tanrısın” diyerek secde etmesi ile başlayan fitne ateşi, Şia‘nın ehli sünnet çizgisinden ayrılarak, kabul etmediğimiz yönlere gitmesine temel oldu. İngilizlerin, Lawrence gibi ajanları vasıtası ile Osmanlı zamanında Arabistan’da çıkardığı fitneler, Suudilerin baştan çıkarılarak Vehhabilik fitnesine sarılmalarına ve kutsal beldelerimizin Vehhabiliğin işgali altında kalmasına yol açtı. Türkiye’de, Bediüzzaman‘ın vefatından sonra, Risale-i Nur hareketi içine giren fitneler sonucu hızla bölünmeler yaşandı. Kürtçülük yapanlardan, bir masona pervane olanlara kadar, yaşanan bölünmelerin en kötüsü FETÖ alçaklarının eliyle hayat buldu. Risale-i Nur hareketini aşağılık emellerine perde yapan FETÖ, en büyük zararı İslam kardeşliğine ve Risale-i Nur hareketine vermiş oldu.

Dini grupların hemen her lider değişiminde, tıpkı miras paylaşımı ile gittikçe küçülen tarım arazileri gibi verimsiz bölünmeler, ayrılıklar ve kendi aralarında gereksiz husumetlere varan görüş farklılıkları yaşanmıştır. Bir araya gelemeyen, toplumda birlik resmi veremeyen liderlerin durumu; zirveleri birbirine uzak, temele doğru yakınlaşan piramitler gibi yalnızlıktır. Üstelik, gittikçe küçülmeleri de etkilerini azaltmakta, kolayca yönlendirilebilen dağınık yapılar haline getirmektedir. Halbuki, bütün kanaat önderleri kibirsiz ve hesapsızca bir araya gelebilse, hemen her vesile ile buluşup takipçilerine sevgi ve kardeşlik şuuru aşılamış olsa, İslam kardeşliği merkezinde buluşup; harika bir çiçeğin yaprakları gibi uyumlu, birbirine bağlı güzel bir resim vermiş olurlardı.

cenazeÖrneğin, geçtiğimiz hafta merhum Süleyman Hilmi Tunahan Hocaefendinin (k.s.) varislerinden Ahmet Arif Denizolgun vefat etti. Yüce Allah mekanını Cennet eylesin. Cenaze törenini izlediğimizde, ağırlıklı olarak mavi takkeli bağlılarının yer aldığını gördük. Gönül isterdi ki, diğer kesimlerinde yeterince katıldığı rengarenk İslam zenginliğini ve kardeşliğini gösteren bir tablo oluşsun. Taze bir örnek olduğu için zikretmiş oldum. Ama aynı durum maalesef hemen her grup için geçerli. Kapalı kapılar ardında veya dostlar görsün kabilinden ziyaret ve mesajlaşmalar derdimize derman değil. Her bayram veya önemli günde, siyasi parti temsilcilerinin birbirlerine yaptıkları nezaket ziyaretlerinin bile, toplum tarafından ne kadar memnuniyetle karşılandığını ve bir süreliğine de olsa, barış rüzgarları estirdiğini görmüyorlar mı?

yenikapi

Bu Aziz Millet, 7 Ağustos 2016 da yapılan muhteşem İstanbul Yenikapı Mitingine 5 milyondan fazla katılım sağlayarak; birlik ve beraberliğe, zalimlere karşı ortak duruşa ne kadar ihtiyacı olduğunu ve kardeşliği desteklediğini dosta düşmana açıkça göstermiş oldu. Kanaat önderlerimizin, artık hemen her fırsatta bir araya gelerek kardeşlik temelinde buluşmaları ve ayrılıkçı söylemleri terk etmeleri gerekir.

Sadece hamaset duygularının kabardığı zamanlarda değil, her an kardeşlik ve birlik görüntüsü verebilmek için, kalıcı kurumsal yaklaşımlar gösterilmesi gerekir. Manevi kanaat önderlerinin her ilimizde temsilcilerinin yer aldığı meşveret heyetleri kurması, toplumsal ve grupsal sorunlarının çözülmesinde hakem rolü üstlenerek kardeşliğin tesisinde, fitnelerin bertaraf edilmesinde ve diğer hayırlı işlerinde resmi otoriteye yardımcı rol oynaması gerekir. Bunları yaparken yardımcı rolünü unutmamalı, FETÖ fitnesinde olduğu gibi, iktidar şehvetine kapılanlara fırsat vermemelidir.

Bayramlarda, kandillerde, düğünlerde, cenazelerde vb. her vesile ile, en büyük grupların kanaat önderlerinin bir araya gelerek, ulusal medyada haber olacak şekilde, güzel ve etkili mesajlar vermeleri, artık kaçınamayacakları, vebalen sorumlu tutulacakları bir tavır olarak kendilerinden beklenmelidir. Bir daha yeni 15 Temmuzlar yaşanmaması için, haçlı ve siyonist zihniyetin maddi ve manevi işgal girişimlerinin önlenebilmesi için, buna çok ihtiyacımız var. Kendi adıma, bu çağrıyı dile getirerek dilsiz şeytanlardan ayrılmaya azmediyorum. Yüce Rabbimiz, İslam dünyasındaki bütün hak grupların kardeşliğini ve dayanışmasını nasip etsin. Batıl grupların ve batıla hizmet edenlerin önünü tıkayıp, şerlerinden bizleri emin eylesin. Amin

 Kaynaklar:

  1. Ana görsel kaynağı: https://www.quora.com/What-ethnic-groups-cultures-are-generally-uncomfortable-with-hugging
  2. https://tr.wikipedia.org/wiki/Cudi_Da%C4%9F%C4%B1
  3. https://sorularlaislamiyet.com/sanliurfadaki-balikli-gol-hz-ibrahim-asin-atese-atildigi-yer-midir
  4. http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=010133&idno2=c010165
  5. http://www.dunyabulteni.net/tarih-dosyasi/311690/ortadoguda-bolucu-bir-ajan-arabistanli-lawrence
  6. http://www.mehmedkirkinci.com/index.php?s=article&aid=1320
  7. http://www.bediuzzamansaidnursi.org/
  8. http://www.tunahan.org/vazife-ve-hizmetleri-i5.html
  9. http://www.erzurumsayfasi.com/haber/suleymancilarin-yeni-lideri-kim-yeni-lider-belli-oldu-h587.html
  10. http://www.nurnet.org/mesveret-nedir/
  11. http://www.ahaber.com.tr/webtv/gundem/fethullahci-teror-orgutu-feto
  12. http://www.haberturk.com/gundem/haber/1278173-rakamlarla-yenikapi-mitingi



Köpeklerin Sadakati Üzerine

Köpekler, insanların hayatında yer eden ilk hayvanlardan birisidir. Yaklaşık 12 bin yıl önce  evcil olmalarının ardından, çok talep görmelerinin en önemli nedenlerinden birisi de sahiplerine olan sadakat ve sorgusuz bağlılıklarıdır. Yiyeceklerini, sularını ve diğer ihtiyaçlarını düzenli olarak sağlayan sahiplerine, adeta taparcasına bağlanır ve karşılık olarak efendilerinin komutlarına sorgusuz itaat ederler. Sadakatlerinin temelinde, ihtiyaçlarının karşılanmasından kaynaklanan sevgi ve minnettarlıkla, bunların kesilmesinden duyulan endişe ve efendilerinin cezalandırabileceği korkusu birlikte yer alır. Sevgi, saygı ve korkunun harman olduğu bir ilişki söz konusudur.

dogs (5)dogs (1)
İnsanların dostluk ve arkadaşlık gibi duygularını tatmin eden, engellilerin hayatında en önemli yardımcılardan birisi olabilen köpekler, eğitimle birçok beceriye sahip olabilirler. Çoban köpekleri ve arama kurtarma köpekleri gibi.

Ancak; efendilerinin en aşağılık zulüm emirlerini bile sorgulamadan yapmaları da köpeklerin meşhur özelliğidir. Efendisinden başka otorite tanımayan köpekler, ne için eğitilmiş ise yapmaktan geri durmazlar. Elleri kolları bağlı Müslüman esirlere işkence yapan zalim ABD askerlerinin köpekleri de kendileri gibi zalim ve aşağılık yaratıklardır. Karşılarındaki savunmasız ve hatta çıplak insana saldırmayı görev bilecek kadar şuursuz bir köpeklik söz konusudur.

Bütün dünyanın gözleri önünde devam eden siyonist zulmün en önemli işkence araçlarından birisi de vahşice saldırmak için eğitilen köpeklerdir.

Şeytanın yer yüzündeki temsilcileri gibi davranan zalimlerin eğittiği köpekleri; bazen Filistinli bir gencin kolunu parçalarken, bazen de yoldan geçen bir kadına saldırırken görebilirsiniz.

Para, güç, kadın veya makam gibi dünyevi istek ve ihtiraslar uğruna, bazı güç odaklarının veya devletlerin köpekliğine soyunan insanlardan daha zavallısı var mıdır? Köpek tabiatlı bazı insanlar, yaptıklarının suç veya günah olduğunu bilmesine rağmen, sırf heva ve heveslerinden dolayı gayri meşru işlerini efendilerinin talimatlarına uyarak yapmaya devam ederler. Bunlardan daha zavallı ve alçak olanlar ise, beyinlerini efendilerinin aşağılık duygu ve düşünceleri ile uyuşturup iradelerini tamamen teslim eden, verilen gayri meşru talimatları bir ibadet aşkıyla yapan mahluklardır. İşte 15 Temmuz 2016 akşamında, böylesine aşağılık ve aklı ile beraber imanını tatile çıkaran FETÖ hainlerinin eylemlerine şahit olduk. Din kardeşlerinin üzerine; babası yaşındaki insanlara, kadınlara ve çocuklara, bomba ile, tank ile, uçak ile saldıran ve acımadan mermi yağdıran alçakların, efendilerine bağlılığı köpekler gibi şuursuz ve adice bir bağlılıktır. Haçlı ve siyonist efendilerine bağlılığı artık apaçık ortada bulunan sözde hocalarının, şeytandan ilham aldığı belli olan talimatlarının gereğini utanmadan yaptılar. Milletin iradesi ve imanı ile durdurduğu bu hayasız akının kalıntıları, halen şeytani inatlarında ısrar ile hatalarını kabulden uzak duruyor. Gözleri öylesine dönmüş ki, kendilerinin iyiliğini isteyen aile fertlerinin uyarılarına bile kulak asmayıp anne-babalarını ve kardeşlerini gerekirse yok saymayı marifet biliyorlar.

Haşa, Hz. Peygamber (s.a.v.) çıkıp karşısına gelse sözünü dinlemeyeceğini, Hz. Cebrail (a.s.) parti kursa oy vermeyeceğini arsızca ifade eden FETÖ alçağının şuursuz takipçileri, Kur’anı Kerim’de aklımızı kullanmamızı, düşünmemizi emreden onlarca ayeti neden dinlemezler? Hz. Peygamberin (s.a.v.) sünnet-i seniyyesi dışında, kendine has tavırlar geliştiren tanrı kompleksli bir bunağın; İslam esaslarına aykırı, şeytani fetvalarını neden sorgusuz sualsiz kabul ederler?

Ya Rabbi! içimizdeki akılsızlar ile beraber hepimize hidayet ver. Hidayet vermediklerinin şerlerinden bizleri muhafaza eyle. Aramızdaki ahmaklar yüzünden bizleri de helak eyleme. Bizleri senin ve Resulünün yolunda birleştir. Amin

 

Kaynaklar:

1- Görseller google arama motoru ile açık kaynaklardan bulunmuştur.
2- https://tr.wikipedia.org/wiki/Kopek
3- https://www.youtube.com/watch?v=y7TovXM60_w
4-https://www.youtube.com/watch?v=ePSlWtV8JIU




Hain Darbe Teşebbüsünün Ardından…

Allah‘a şükürler olsun ki, büyük bir belayı bedeli ağır da olsa, aziz şehitlerimizin canları pahasına atlatmış bulunuyoruz. Vatanımızı korumak, Milletimizin tercihlerine sahip çıkmak için; Siyonistlerle Haçlılara hizmet ettiği açıkça görülen bu gözü dönmüş canilerin gasp ettiği tank ve uçaklara karşı, kendilerini korkusuzca siper eden Şehitlerimizin ruhları şad olsun. Cennet-i Ala’daki makamları yüce ve olabildiğince geniş olsun İnşallah. Gazilerimize şifalar, şehit ve gazi yakınlarına da sabırlar diliyoruz. Cumhurbaşkanımız meydanlar için ilk çağrıyı yaptığında; koşarak, bastonuyla tutunarak, arabasıyla, tek yada  ailesi ile birlikte, bende varım diyenlere selam olsun. İlklerden olmak ne güzel bir duygudur. Elhamdülillah oğlumla bana da nasip oldu. Yıllar sonra utanç duyup, keşke bende gitseydim diye hayıflanmak yerine, Yaradana sığınıp iman gücüyle meydanlara çıkmak lazımdı.

FETÖ meczuplarının bu ülkeye verdikleri zarar ve ziyan PKK‘dan çok daha fazla, İslam toplumuna ve duygusuna verdikleri hasar ise, DAEŞ alçaklarından fersahlarca ileridir. Çünkü; en başta emniyet, güven ve aile birliği duygularına saldırmış, İslam kardeşliğinde kapanmaz yaralar açmışlardır.

PKK gibi; üzerini biraz kazıyınca Marksist, Leninist, Zerdüşt özentili, ayrılıkçı Ermeni temelli çirkin yüzleri ortaya çıkan, kandırılmış veya hainliğe gönüllü olmuş zavallıların meydana getirdiği terör örgütleri sınırlı derecede etkide bulunabilirler. Arkalarındaki onca devletin ve gizli servislerin maddi ve lojistik desteğine rağmen, ancak bu kadar varlık gösterebiliyorlar. Halkımızın birliği ve Devletimizin güçlü kararlılığı sayesinde, aynı zihniyete sahip ve ortak efendilerine hizmet eden terör örgütlerinin sırtlanlar gibi birleşmek zorunda kaldıklarını da gördük çok şükür.

DAEŞ alçakları her ne kadar sözde İslam adına hareket ettiklerini ilan etseler de, dünya alem biliyor ki ancak siyonist efendilerine ve haçlı zihniyetine hizmet ediyorlar. Sadece masumlara, en çokta Müslümanlara zararları dokunuyor. ABD, İsrail ve İngiltere başta olmak üzere, kendilerini eğiten ve donatan efendilerinin tasmasıyla İslam diyarlarında kaos, kan ve gözyaşlarına sebep olurken, Avrupa‘da efendilerinin siparişleriyle yaptıkları aşağılık eylemleriyle İslamofobinin iyice yerleşmesine ve İslamın kalpleri huzura erdiren müjdeli genişlemesine engel olmaya çalışıyorlar. Saflarına katılan bazı akılsız ve ahlaksızlar dışında İslam toplumlarında kabul görmediler. Fitneleri ancak silah ve zorbalıklarıyla ayakta durabilen, gizli servislerin ve saydığımız devletlerin maşası olmaktan öteye gidememiş bir hale geldiler.

FETÖ ise PKK‘dan ve DAEŞ‘ten çok daha derinde, içimizde yerleşip ciğerimizi yaktı. Hainlik seviyesini belki de bir daha kimselerin ulaşamayacağı kadar derin çukurlara indirdi. Bizlerin imkanlarını ve duygularını kullanarak başladı, gelişti ve bir kanser gibi yıkıcı ve öldürücü hamlelere girişti. PKK ve DAEŞ‘ten daha çok acıttı çünkü; inanmış ve gelişmeleri için devlet-millet hep birlikte maddi-manevi destek vermiştik. Dünyanın bir çok yerinde okullar açarak Türkiye‘nin sesi ve elçisi olmalarından bizde mesrur olmuştuk. Türkiye’de nitelikli ve iyi ahlaklı gençlerin yetişmelerine hizmet ettiklerini sanıyorduk. Bütün kamu kurumlarında, ve medya sektöründe bu kadar gizli/açık yayılmalarına rağmen tatmin olmayıp, Devlet yönetimine böylesine aşağılık bir yöntemle el koymaya cür’et edebileceklerini kimse düşünemezdi. 17-25 Aralık olayları ve benzerlerinde artık niyetleri anlaşıldığında bile 15 Temmuz gecesindeki vahşiliklerine ihtimal verilemezdi. Yüce Rabbimiz dünyada ve ahirette hesaplarını en güzel şekilde sorsun ve tekrar toparlanmalarına fırsat vermeyip şerlerinden bizleri emin eylesin.

Darbe ve darbeciler hakkındaki duygu ve düşüncelerimi kısaca ifade ettikten sonra, 2 konuda daha yazma ihtiyacı duyuyorum. Birincisi, demokrasi ve demokrasi şehitliği meselesi. Diğeri de; FETÖ gibi, sözde iyi niyetli başlayan örgütlerin, oluşup büyümesine neden ve fırsat veren sistemimizdeki sorunlardır.

Her şeyden önce, ben demokrasiye iman edenlerden değilim. İdeal bir yönetim sistemi olarak, Ehl-i Sünnet İslam uygulamasından daha iyi ve doğrusunu da bilmiyorum. Demokrasinin bir din gibi en mükemmel yaşam şekli olarak dayatılması, putlaştırılmasına karşıyım. Demokrasi şehitliği ifadesini de son derece tehlikeli görüyorum. Vatan ve Millet uğruna canını zalimlere siper edenlere demokrasi şehitleri denilmesi yanlış ve bozuk yollara götürür. Kahramanlarımızın hatırasına gölge düşürür. Yönetim şeklimiz demokrasi değilde, İngiltere‘deki gibi monarşi olsaydı isyancılara karşı gelenler neyin şehitleri olacaktı? Çanakkale‘de şehit olan ceddimizden Padişahlık Şehitleri olarak bahsedebilir miyiz? Demokrasi, eksikleri ve hastalıkları çok olan bir yönetim şeklidir. Ne var ki, bugünkü şartlarda kurulabilen düzenlerden kötünün iyisi olarak yaşadığımız bir gerçekliği gösterir. Demokrasi, halkın gerçek anlamda söz sahibi olmasına hiç bir zaman imkan vermemiştir. Demokrasilerinde arka planda gizli sahipleri, efendileri, görünmez kural koyucuları vardır. Genelde gizliden ve derinden, bazen de açıktan darbe gibi eylemlerle kendilerini belli ederler. Darbecileri efendi olarak gördüğümü sanmayın, onlarda zavallı birer piyon ve maşadan ibarettir. Örneğin; halkın büyük bir çoğunluğu yıllardır idamın gelmesini, Ayasofya‘nın açılmasını, zinanın yasaklanmasını, faizin kan damarlarımızdan çekilmesini ve daha nice yamuk işlerin düzelmesini ister, ama yapılamaz ve referandum konusu bile olamaz. Çünkü, demokrasimizin de sınırları ve engelleri vardır. Demokrasilerde meşru görülmesi zinayı, faizi, içkiyi, kumarı haramken helal kılamaz. Bütün bu yanlışları normal görmenin vebalinden de bizleri kurtaramaz. Artık, Müslümanlar arasında iyice kök salmış bulunan demokrasi seviciliği, bende Yüce Rabbimizin A’raf Suresi 148. ayetinde buyurduğu durumu çağrıştırıyor:

(Tûr´a giden) Musa´nın arkasından kavmi, zinet takımlarından, böğürebilen bir buzağı heykelini (tanrı) edindiler. Görmediler mi ki o, onlarla ne konuşuyor ne de onlara yol gösteriyor? Onu (tanrı olarak) benimsediler ve zalimler oldular.

Demokrasiyi putlaştırmak yerine hastalıklarını teşhis edip, tedavi yoluna gitmeliyiz. Bu vesile ile demokrasi kavramı ve yorumları üzerindeki şerhimi ifade ediyorum.

FETÖ gibi oluşumların doğmasına gerekçe olan, devlet sisteminin Müslümanları dışlayan yapısı normal hale getirilmelidir. Eşi veya anne babası başörtülü olduğundan veya içki içmeyip, namaz kılanlardan olduğu için, geçmişte düşman muamelesi görüp, ordudan atılan çok insanımız var. Asker oğlunun yemin törenine veya orduevindeki düğününe;  sakallı olduğu için katılamayan babalar, başörtülü olduğu için nizamiyede kalan anneler, bacılar oldu. Halkının çoğunluğu Müslüman olan ve üstelik ordusuna Peygamber Ocağı diyen bir toplumun gördüğü bu eziyetler, FETÖ gibi oluşumların takiyyelerine mazeret oldu. Kendilerini gizlemek için namazdan, oruçtan, tesettürden uzak durup, içki vb. haramları bilerek işleyenler; inandıkları gibi yaşamayınca, yaşadıkları gibi inanmaya başladılar. Peygamber (s.a.v.)’in hayattayken vermediği ruhsatları iftira ile O‘na mal edip her türlü melaneti meşru gösterdiler. İslama benzemeyen iki yüzlü yalanlarla bezenmiş hayatlarında, kendilerine tek kurtuluş yolu olarak gördükleri hocalarının ve abilerinin paçalarına ölesiye yapıştılar. Onlar hakkında söz söyletmeyip, gerekirse kendi ailelerine karşı geldiler. Çünkü, yaşadıkları garip hayat hiç bir meşru kalıba uymuyordu. Örgütün dünyevi hedefleri için, ahiretlerini bile bile riske soktular. Akıllarını ve imanlarını hocalarının ve onları yöneten abilerinin ceplerine koydular. Müslüman duruşu öne çıkan devlet adamlarına ve masum halka acımadan saldırdılar. Böylesine bir teslim oluş ve aldanış oldukça enderdir. Cumhurbaşkanımızın haşhaşi benzetmesinin ne kadar yerinde bir tespit olduğunu, gerçekten acı bir şekilde gördük. Ordumuzun; namaz, oruç ve tesettür gibi tabuları artık olmamalıdır. Ankara‘da askerlik yaparken, Mehmetçik Gazinosunun girişinde, ziyaretime gelen eşimin başörtüsünde iğne olup olmadığını kontrol eden nöbetçiler gördüm. İğne olursa içeri almıyorlardı. Artık, bu ve benzeri garipliklere son verilsin ki, FETÖ ve benzerleri bahane bulamasın.

Ordu için açıkladığım sıkıntılar, çoğu kere diğer kurumlar içinde geçerli olmuştur. Son zamanlarda başta başörtüsü olmak üzere, birçok konuda rahatlama sağlansa da, tamamen sona erdiği iddia edilemez. Yargı içinde belirli siyasal görüş ve mezhepçi yaklaşımların ağırlığından şikayet edip, çözüm üretmeye çalışılırken; FETÖ zihniyetinin sinsi örgütlenmesine fırsat verildi. Yangından kaçarken, doluya tutulmak gibi. Üniversitelerde de, belirli siyasi görüşlerin ve masonik yapılanmaların etkilerini sürekli yaşadık. Bunlara karşı özgür ve adil bir ortam sağlanamaması, yine FETÖ tipi gizli yapılanmalara, başta masum görülen sinsi amaçlı fırsatlar doğurdu. Kamu kurumu niteliğine haiz Türkiye Barolar Birliği, Türk Tabipler Birliği, TOBB gibi oluşumların, halkımızın yapısını ve görüşlerini homojen olarak yansıttığını kim iddia edebilir? Halkımıza ve değerlerimize, gerekirse açıktan cephe almaktan çekinmeyen bu oluşumlarında ıslah edilip, suistimale açık tekel niteliğindeki pozisyonları normal duruma getirilmelidir.

Sonuç olarak, FETÖ yü ortaya çıkaran nedenleri iyi analiz ederek, sivrisinek yerine bataklık mücadelesi gibi yapıcı kurumsal çözümler üretmek zorundayız. Devlet sistemi gerçek anlamda, Müslümanlar ile barışmalı ve tehdit unsuru olarak görmekten vazgeçmelidir. Yoksa, bugün FETÖ adıyla ortaya çıkan anarşi odakları ile, yarın başka isimler altında yüzleşmek zorunda kalabiliriz. Allah muhafaza etsin…




Yozlaşan Törenlerimiz: #Düğünler

Günümüzde yapılan Düğün Törenlerimiz, kültür dünyamızda meydana gelen erozyon ve yozlaşmanın önemli göstergelerinden birisidir. Yaşadığımız sosyal erozyon sadece evlilikle sınırlı değildir. Sosyal yapımızda baş gösteren tuhaflığın nedenlerini rahmetli Uğur MUMCU şöyle sıralamış:

Türk vatandaşı; İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalyan ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza mahkemeleri usulü yasasına göre yargılanan, Fransız idare hukukuna göre idare edilen ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir.

İnsanın büyük bir yolculuk yaptığına, dünyanın da bir istasyon gibi geçici bir bekleme alanı olduğuna iman etmiş insanların, yani Müslümanların çoğunlukta olduğu bir vatanın evlatlarıyız. Bu yolculuğumuzun veciz bir ifadesi  Bediüzzaman Said Nursî‘nin, Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde yer alıyor:

İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.

Ruhlar aleminde sıramızı beklerken, dünya yolculuğumuzu başlatan doğum olayı, en kutsal ve önemli anlardan birisidir. Doğuma vesile olan erkek ve kadınların evlilik törenleri, Hz. Adem (a.s.)’dan Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimize kadar, gelmiş geçmiş bütün Peygamberlerin önem verdiği bir olay olmuştur. Çünkü nikah ilişkisi sadece bu dünyaya özel değil; ahirete ve çiftlerin amel durumuna göre sonsuzluğa uzanan bir birlikteliğin başlangıcıdır. Çocuk ve torunların da katılması ile geri dönüşü olmayan bağların kurulmasına zemin hazırlar.

Peygamberlerin rehberliğinde yapılan nikah törenleri hayatımızın en özel anlarından birisidir. Diğer semavi dinlerde, nikahın dini ritüelleri günümüze kadar yaşatılmaya çalışılarak gelmiş, modern hayat ve devlet yapılanmaları içinde kurumsal varlıklarını sürdürmüştür. Din görevlilerinin nikah akdini oluşturma ve yönetme hakları özenle korunmuştur. Bu konudaki yetkileri sayısal temsil kabiliyetlerinden bağımsızdır. Örneğin, İslam literatüründeki Mescitlerin benzeri sayılabilecek Chapel isimli küçük kiliselerdeki görevliler bile 7/24 nikah kıyabilir durumdadır. Bunların en meşhurları, filmlerde de sıkça konusu olan Las Vegas‘taki Wedding Chapel‘leridir.

İslamın değerli bir rüknü olan nikah işleminde, bugün için yine devletimizin görevlendirdiği Müftü ve İmamların yetkisiz kılınması Müslüman bir toplum için ancak garabet olarak açıklanabilir. İnsanları dini nikah-resmi nikah ikilemine sokmadan, kayıt altına alınmış ve sistem alt yapısı hazırlanmış nikah akitlerinin Müftü ve İmamlarca serbestçe kıyılabilmesi gerekir. Hemen her yabancı filimde uzun uzun gösterilen Kilise veya Sinagog nikahlarının bizdeki karşılığını yok saymak, hayatın olağan akışına ve kültür kökümüze ters bir durumdur.

Dinin önemli bir uygulamasının merdiven altı kaçak bir iş haline sokulmasına da, sistemin tanımadığı dini nikah akdinin suistimal edilerek özellikle kadınların mağdur edilmesine de karşı durmalıyız. Nikah tektir. Müslümanlar Allah’ın emrine ve Peygamberin sünnetine göre nikahlanır. Devlet düzeni de vatandaşların dini inançlarına göre hangi nikahı tercih etmiş ise onu bilir ve kayıt altına alarak taraflara hukuk güvencesi sağlar. Laiklik dini esasların yok sayılması değil, dinler arasında adaletli bir yaklaşımı gerektirir. Türkiye’deki Müslüman vatandaşların, nikah konusunda en az Hristiyan ve Yahudi vatandaşlar kadar haklarının olmasını istemek suç olmasa gerek.

Yahudilerin Hahamın huzurunda, Hristiyanların da Rahip/Papaz’ın huzurunda kutsal kitaplarından pasajlar okunarak kıyılan nikahlarına karşılık, Müslüman Türk vatandaşların ise Belediye Başkanlarının ve daha çokta Belediye Başkanlarının görevlendirdiği bir memurun huzurunda yasaların verdiği yetkiyle nikahları kıyılır. Kutsal bir yolculuğun ve beraberliğin başlangıcı sıradan, şahitli bir resmi evrak işlemine indirilmiş olur.

Nikahın kıyılmasından sonra yapılan Düğün Törenlerimiz ise maalesef kimliğimizin hepten kaybolduğu ve yozlaşan etkinliklerimizden birisi olmuştur. Google’da; Hristiyanların nikah sonrası yaptığı kutlamalar için “wedding party“, Yahudilerin yaptığı kutlamalar için “jewish wedding party“, bizdekiler için de “düğün töreni” kelimeleri ile arama yaptırıp görseller kısmına baktığınızda çokta farklı olmadıklarını görebilirsiniz. Yahudi ve Hristiyanların Papaz ve Haham dışında hemen her adetinden etkilenip içimize almışız veya aldırmışlar.

İsterseniz düğün ve nişan törenlerinde çoğumuzun yaptığı, ama bize ve İslama ait olmayan adet ve uygulamaların bir kısmını hatırlayalım:

  • Davetiyelerin İslami söylemden farklı ifadelerle hazırlanması,
  • Sol ele takılan yüzükler,
  • Erkeklerin altın alyans takmaları,
  • Haremlik selamlık esaslarına uygun olmayan tören salonları,
  • Gelin hanımın tesettüre uygun olmayan kıyafetleri ve törene katılan konuklarla İslami sınırları aşan resim, tebrik vb. yakınlaşmaları,
  • Damatların sinek kaydı tıraşla sakal sünnetine muhalif kalması,
  • Törene katılan hanımların abartılı makyajlar eşliğinde cesur(!) kıyafetler giyerek adeta yarış halinde, dikkatleri üzerilerine çekmeye çalışmaları,
  • Gelin-Damat köşelerinin Yahudilerdeki Chuppah denilen gölgelik yer gibi dizayn edilmesi,
  • Düğün salonuna Hristiyanlar gibi konfetiler, meş’aleler eşliğinde girilmesi,
  • Zamanında Kanuni Sultan Süleyman’ın bir fermanı ile Fransa’da uzun bir süre yasaklanan dansın; önce evlenen çift tarafından, sonra davetliler tarafından yapılması, açıkça teşvik edilmesi ve gelinin diğer erkeklerle de dans edebilmesi, 
  • Birlikte pasta kesilip karşılıklı yedirilmesi,
  • Gelinin çiçek demetini tıpkı Hristiyanlar gibi arkasını dönerek davetli bayanlara fırlatması,
  •  Kadın-erkek sanatçıların sazlı sözlü gösterileri,
  • Özellikle batı ve Trakya illerimizdeki birçok düğünde davetlilere alkollü içkiler ikram edilmesi,
  • Düğün konvoylarında abartılı tavırlar ile etrafı rahatsız edici hallere girilmesi. Düğün gecesini ilan edercesine gürültü yapılması,

Bunlar dışında başka şeyler de vardır kuşkusuz. İşin hazin yanı, bu maddeleri okuyanların bir kısmının “ne olmuş yani, amma abartmışsın, ne fark eder, canım adam kaç defa düğün yapacak, tabii ki bunlar olabilir, ne yani şimdi biz Hristiyan mı olduk?” vb. tepkiler verebilecek kadar içselleştirmesi ve normal karşılamasıdır.

Bir gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenirse, sonrakilerin hepsi de yanlış devam eder. Müslüman gençlerin Refik ve Refika-i Hayatları ile başlayacakları azim yolculuklarının en başından itibaren, şuurlu bir tavırda olmaları gerekir. Toplumun çekirdekleri olan ailelerin, kuruluşundan itibaren maddi-manevi hasarlardan korunması için, İslamın ruhuna uygun nikah ve düğün törenleri yapabilmeliyiz. İçimizde kök salan ecnebi alışkanlıklardan ve aşırılıklardan kurtulmalıyız. Rabbimiz bütün gençlerimize huzur ve mutluluk içinde olacakları, dünyada sanki Cennet’ten bir köşede, ukbada Cenneti-i Alideki köşkler içinde devam ettirebilecekleri evlilikler nasip etsin inşaallah