Tüketirken, tükenmeyelim!

Yazılarıma uzunca bir ara verince nedenini kendimce sorgulamaya çalıştım. Kayda değer olanlar: Ülkemize musallat edilen terör olayları ve etkilerinin getirdiği gergin ve bezgin ortam. Günlük hayatın getirdiği olağan sorunlar ve yansımaları. Ekonomik şartların neden olduğu dönemsel zorlukların stresi. Bunların dışında başka nedenlerde sayabilirim ama etkileri bu kadar güçlü değil.

Terör ve etkileri üzerinde daha önce yazdığım ve bu konuda hemen herkes görüş ve düşüncelerini bolca paylaştığı için, kardeşlik ve şuur dileklerimle bu yazıda kapatıyorum. İş ve özel hayatımızda hepimizin inişli çıkışlı zamanları oluyor. Bu açıdan nefsime sabır ve gayret telkin ederek ilerlemeye çalışıyorum. Geriye ekonomik şartların yansıması kaldı. Büyükşehirler başta olmak üzere, toplumun tüketim alışkanlıklarının nedenleri ve sonuçları  ile doğrudan ilgili olduğu için bu bahsi biraz açmaya karar verdim. Ayrıca geçici yazı yetmezliğim de sona ermiş olacak inşAllah. 🙂

Modern zamanların getirdiği yenilikler ve nimetlerle birlikte bedellerini de üstleniyoruz. Bundan 15-20 yıl öncesine kadar varlığı söz konusu olmayan, ama bugünlerde olmazsa olmaz ihtiyaçlarımıza eklediğimiz tüketim objelerimiz ve konfor beklentilerimiz var. Saydığımız nesneler ve hizmetler; iletişim, ulaşım ve yerleşim konularında tepe değerlerine kavuşuyor. Bunların hepsi bir yazı için fazla geleceğinden, iletişim konusunu biraz irdelemeye çalışalım.

İletişim denilince akla ilk gelenler; akıllı cep telefonları, tabletler ve bilgisayarlar ekseninde şekillenen cihazlar ve bunlar üzerinde çalışan yazılım sistemlerinin oluşturduğu geniş bir yelpazeye dağılıyor. Bilgiyi işlemek, üretmek ve saklamak için şekillenen bilgisayar teknolojileri ile, iletişim sağlamak için geliştirilen telefon sistemleri neredeyse tamamen karışarak, sayısız çözümler sunabilen, rekabetçi, kışkırtıcı ve yeniliği tek değişmez değer kabul eden devasa bir devinime yol açtı. Yeni ürün ve özellik anonsları da sıradan haberler kategorisine indi. Devletin bu alandaki olumlu katkıları ve Fatih projesi gibi ulusal kampanyalar sonucu, sayılan bilişim ürünlerine sahiplik ve internet kullanımında çok önemli ivmeler sağlandı. Bu konuda TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) internet sitesinden temin ettiğim veri tablosunu dikkatinize sunuyorum:

TUIK_istatistik-1

Tabloya bir göz attığımızda, işletmelerin süreçlerinde bilgisayar kullanım oranının neredeyse tavan yaptığını, buna karşılık web sitesi sahipliğinde alınacak mesafelerin olduğunu görüyoruz. Evlerde, kadınlar ile erkekler arasındaki bilgisayar ve internet kullanımı farkının kadınlar lehine gittikçe azaldığı anlaşılıyor. Evlerde internet kullanımında ise olağanüstü bir artış ivmesi var. Yani, bilişim toplumu olmanın gereklerini veya altyapısını önemli ölçüde sağlamaya başladık diyebiliriz.

Teknoloji tüketimi ile üretimi arasında belirli bir dengenin kurulması gerekir. Bu durum, tıpkı ihracat ile ithalat arasında olması gereken denge gibidir. Teknoloji üreten ülkelerin bunu hem kullanması hem de diğer ülkelere ihraç etmesi beklenir. Ülke olarak başkalarının pazarı olmaktan kurtulup, üretim-tüketim dengemizi sağlamak zorundayız. Şükürler olsun ki, bu yönde güzel gelişmeler kaydetmeye başladık. Savunma sanayi başta olmak üzere, bir çok konuda etkili ürünlerle dünya piyasalarında yer ediniyoruz yavaş yavaş.

Birey olarak ise, aile bütçemizin yapısına uygun ve gerekli olduğu ölçüde teknolojik ürünlere yatırım yapmaya çalışmamız lazım. Bir aylık maaşından daha fazla bedel ödeyerek, akıllı cep telefonu alıp konuşma ve mesajlar dışında sadece sosyal medya etkinlikleri için kullanan kişiler; aslında kendini görünmez zincirlerle bağlayan gönüllü köleler haline geliyor. Kullanmadığımız özellikler için, sırf desinler diye aldığımız telefonların parasını ödeyebilmek adına, daha fazla çalışmaya, evimizden ocağımızdan kısmaya, sağlığımızı ve huzurumuzu kaybetmeye zorlanıyoruz. Boşa harcanan, aile ve dostlarımızdan sakınarak harcanan zaman israfı da cabası oluyor. Aile bireyleri ve arkadaşlar arasında, markalı ürün giyme gibi takıntı ve özenti yarışlarının en yenisi, teknolojik cihaz çılgınlığı oldu bugünlerde. Üstelik sadece ekonomik erozyonlar değil, eğitim ve kültür transferi açısından da yozlaşma ve daralmalar yaşanıyor artık. Çocuklarımız kitap okumayı öğrenemeden, bilişim ürünlerinin kucağında buluyor kendisini. Okumak zor geliyor, izlemek ve yalan yanlış bilgileri sorgulamadan beğenip paylaşmak sosyalleşmek sayılıyor. Kitap okuyarak ufkunu genişleten, kelime dağarcığını büyüten çocukların yerine; basma kalıp ve bozuk bir Türkçe ile emojilerin yardımıyla konuşup yazışan, duygularının derinliğini ifade etmekten aciz, yüzeysel takılan nesiller geliyor maalesef.

Teknoloji düşmanlığı yapmadan ancak,  lüzumsuz ve bilinçsiz yatırımlara girerek teknoloji kölesi de olmadan yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor. Peki sen ne yapıyorsun diye soracak olursanız: En azından orta son veya lise çağlarına gelinceye kadar, çocuklarımı cep telefonundan uzak tutmaya çalışıyorum. Evimizde, zorunlu ders ve araştırma ihtiyaçları dışında, hafta içinde çocukların bilgisayarda oyun ve sosyal medya kullanımını engelliyorum. Bazen yalvararak, bazen ödüller vererek bazen de örnek olmaya çalışarak kitap okunmasını teşvik etmeye çalışıyorum. TV konusunda ise, göreceli olarak  güvenilir ve daha az sakıncalı kanalların seyredilmesine gayret ediyorum. Beraber olabildiğimiz kısıtlı zamanlarda, kaliteli birliktelikler yaşayabildiğimiz oranda güzel ve etkili sonuçlar alabileceğimizi de biliyorum. Ama, ben de herkes gibi zaaflarım, yorgunluklarım ve eksiklerimden dolayı her zaman istediğim performansı yakalayamıyorum. Rabbimiz tüm Müslümanlarla birlikte bizlere de dirayet, gayret ve şuur versin. Tükenmeden tüketmeyi, ihtiyacımıza uygun olana sahip olup, israfa kaçmadan kullanabilmeyi nasip etsin diyelim…




Rızkımız Teminat Altında Değil mi?

BaleKoreografi terimini duymayan kalmamıştır her halde. Eski Yunan veya Latin kökenli bu terimin üzerinde anlaşma sağlanmış bulunan karşılığı “Adım Tasarımcılığı” veya “Dans Besteciliği”dir. Koreografisi düzgün yapılmamış her türlü dans vb etkinliğin başarılı olamayacağı ve beklenen sonuca götürmeyeceği açıktır. Koreograflar öncelikle mekânın boyutları ve sınırları başta olmak üzere, sesten ışığa kadar pek çok unsura dikkat ederek çalışırlar. Etkinliğin başlangıç ve sonunda olunacak noktalar mutlaka bellidir ve etkinliği icra edenler bu sanal veya fiziksel noktaları dikkate alarak hareket ederler. Günlük hayatımızda yaptığımız her şey aslında bir koreografi içinde gerçekleşir. Olayları ve karşılaştığımız yeni durumları mutlaka idrakimizde yer alan veriler ve deneyimlerle karşılaştırır ve bu şekilde anlık hükümler vererek ilerleriz. Yiyip içtiğimiz şeylerin tadından tutun, sıcaklığından sertlik derecesine kadar, her şey önceden oluşmuş bir koreografiye göre işlem görür. Sıcak bir çayı içerken veya dondurma yerken yaptıklarımız gibi. Genelde kendi deneyimlerimizle oluşan koreografilere göre davranmamız gayet doğal ve gereklidir. Ancak, tamamını ustaca bilmediğimiz dansları kafamıza göre yapamayacağımız için; belirlenmiş koreografileri öğrenmek ve uygulamaya çalışmak zorundayız. Nerede durup nerede hareket edeceğimizi buna göre belirleriz. Bazı kavramları tartışmak veya değerlendirmekte buna benzer bir yaklaşımı zorunlu kılar. En başta da dinle ilgili olanlar için. Dini konularda konuşup tartışmak veya fikir üretmek için durak noktalarımızı ve doğal sınırlarımızı bilmek zorundayız. Kaynağını dinin kendi temellerinden yani Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas hiyerarşisine uygun şekilde almayan her türlü görüş, ancak sahibini bağlar ve din adına ahkam kesme hakkını vermez. Kişisel görüşlerimizi dine mal etmeye kalkmak büyük bir cinayettir. Hayatı çepeçevre kuşatan İslam dini bize her konuda doğru sonuca götürebilecek unsurları barındırır. Yeter ki görmek isteyelim. Burada daha net bir ifade olarak Mihenk Taşı kullanabiliriz artık. İslam dini içinde özellikle “Kur’an-ı Kerim” ve onun hayata geçmiş halini ifade eden “Sünnet-i Seniyye” en temel mihenk taşlarımızdır. Bu mihenk taşlarına göre teneke çıkan şeyler için dünyalar dolusu altın ve gümüş olsa kıymeti yok; altın çıkan şeylerde en basit cam parçası olsa da değeri pek çoktur.

Gelin bir konuyu beraberce ele alalım. Dünyada nüfusun çoğalması ve beraberinde gelişen durumlar hakkında ne düşünüyoruz? Büyük oranda yönetiminde söz sahibi olamadığımız kamuoyu, medya ve uluslararası güçlerin yaklaşımı ve nefislerimizin neler düşündüğü aşağı yukarı belli. Bu konuda görüş beyan etmeye, yani dansa başlamadan önce sınırlarımızı belirleyelim ki dünyada ve ukbada rezil olanlar safına yazılmayalım.

Yüce Rabbimiz Hud Suresinin 6. Ayetinde buyuruyor ki: “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de, (öldükten sonra) emaneten konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi açık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da yazılı)dır.”
Hz. Ayşe (R.A.) Validemizden rivayetle, Sevgili Peygamberimiz (S.A.S.) buyurdu ki: “Nikâh benim sünnetimdendir. Kim benim sünnetimle amel etmezse benden değildir. Evleniniz! Zira ben, diğer ümmetlere karşı siz(in çokluğunuz) ile iftihar edeceğim. Kimin maddi imkânı varsa hemen evlensin. Kim maddi imkân bulamazsa (nafile) oruç tutsun. Çünkü oruç, onun için şehveti kırıcıdır.

Demek ki;
1. Rabbimiz gelmiş ve gelecek her türlü canlının rızkına kefildir ve kefaletini her an yaratmaya devam ederek yerine getirendir.
2. Müslümanların evlenmesi ve çoğalması Sevgili Peygamberimizin (S.A.S.) emri ve sünnetidir.

Konuya ayrıntılı şekilde dalmadan önce, İslam’ın bir sistemler bütünü olduğunu ve kişi veya toplumlardan kaynaklanan eksikliklerin İslam’a mal edilemeyeceğini, bir referans zamanı ve kişileri vermek gerekirse en başta Sevgili Peygamberimizi (S.A.S.) ve yaşadığı Asr-ı Saadet içindeki Ehl-i Beyt ve Sahabe-i Kiramın örnek alınması gerektiğini ifade etmiş olalım. Çünkü İslam’ın diğer yaklaşımlarını dikkate almadan kuru bir nüfus çoğalmasını istediğini farz etmek büyük bir hata ve insafsızlık olur. Bugün dahi ulaşılamayan bir sosyal dayanışma ve kardeşlik şuurunu tanımlayan İslam yapısındaki nüfusun artması ancak hayırlı ve güzel sonuçlar doğurur. Yine de su-i zanda bulunanların vebali kendi üzerinedir.

 

ChipDünyanın en zengini kimdir diye sorsak hemen herkes düşünmeden cevap verebilir: Bill Gates! 79,2 Milyar Dolar’lık adam. Microsoft’un kurucu ortağı, ABD’li iş adamı. Aktif ticaretten ayrılmış ve sözüm ona hayır işlerine ağırlık vermeye başlamış. En büyük ideallerinden birisi de Dünya’da gittikçe artan nüfusu azaltmak ve modern teknolojilerin yardımıyla nüfus artışını kontrol altında tutmak! En güncel çalışmaları da uzaktan kontrol edilebilen, kadınların kalça veya kol gibi yerlerine yerleştirilebilen, geçici kısırlık sağlayan doğum kontrol çiplerini üretmek ve en geç 2018 yılında pazara yaymakmış. Allah bilir, sonrasında çocuk yapmayı bile lisansa bağlarlar(!). Halk arasında aşıların kısırlığa yol açtığı rivayeti öteden beri var olup, belirli zamanlarda resmi ve özel kampanyalarla yok öyle bir şey, cahillik etmeyin, aşılarınızı yaptırmazsanız çocuklarınız ölür denir ve bizde öyle bilip öyle davranırdık. Peki, aşıların doğum kontrolü için kullanıldığını açıkça itiraf eden ve bu konuda büyük kaynaklar harcayan Bill Gates olursa ne diyeceğiz? Aşağıda linkini verdiğim, önceleri açık olan fakat sonradan gizlenen 2010 yılındaki TED konuşmasının 2. dakikasında Bill Gates şöyle diyor: “The world today has 6.8 billion people. That`s heading up to about nine billion. Now if we do a really great job on new vaccines, health care, reproductive health services, we could lower that (number of 9 billion) by perhaps 10 or 15 percent. But there we see an increase of about 1.3 (billion)
Yani, “Dünyada bugün 6,8 milyar kişi var. Yaklaşık dokuz milyara doğru gidiyor. Şimdi bizler yeni aşılar, sağlık bakımı, üreme sağlığı hizmetlerinde gerçekten harika bir iş yaparsak belki de bu rakamı yüzde 10 ya da 15 oranında düşürebiliriz. Ama görüyoruz ki yaklaşık 1,3 milyar artış var.”  Açıkça anlaşıldığı gibi geleneksel ve modern nüfus planlama yöntemlerine artık aşılarda eklenmiş durumdadır. Bu durumda kendimizi ve neslimizi nasıl koruyabilir ve kontrol edemediğimiz aşı ve ilaçlara hatta, biyolojik silaha dönüştürülebilen gıdalara ne kadar güvenebiliriz?

Suttozu1950’li yıllarda Türkiye’de Marshall Planı çerçevesinde, güya yardım olarak dağıtılan ve çocuklarımıza ısrarla içirilen süttozlarından hemen sonra; 1960’lı yıllardan itibaren Anadolu’nun ücra yerlerinde dahi, o zamana kadar pek görülmemiş Çocuk Felci hastalığının salgınlar halinde çıkmasına tesadüf deyip geçebilir miyiz? Hastalığı ortaya çıkarıp sonra yıllar boyu sürecek aşılama hizmetleri için kendilerine bağımlı pazar sömürgesi kuranlar dostumuz olabilir mi?

Bill Gates gibi, özellikle Yahudi kökenli zenginlerin, öncelikli sosyal sorumluluk projelerinin nüfus planlaması (azaltılması) olduğuna dair pek çok örnek ve belge sunmak mümkün, ama meramımı arz edebildiğimi varsayarak uzatmıyorum. Farklı zamanlarda okuyup duyduğumuz bazı bilgileri kısaca hatırlatmak ve sonrasında, arka planda yattığına inandığım düşünceleri analiz ederek konuyu bağlamak isterim.

Dünya çapında nüfus azaltma çalışmaları yıllardan beri yapılırken; ABD’de nüfusun 200 Milyonu geçtiği anlaşıldığında şampanyalar patlatılarak kutlama yapıldığını, Danimarka’nın evli çiftlerin çocuk yapmaları için bedava tatil kampanyaları düzenlediğini, Avrupa’da bazı ilkokulların çocuk yokluğundan kapanmalarının söz konusu olduğunu ve bu yüzden çocuk yapmak için yeni teşvikler verilmeye başlandığını biliyor muyuz?

Yani ortada ters bir durum var. ABD ve Avrupa’da nüfusun azaltılması değil; bilakis genç nüfusun arttırılması için özel gayretler var. Bu sırada kimse Dünyada kaynaklar azalıyor, bu kadar insan nasıl beslenecek vb. sorunları hiç düşünmüyor. ABD ve Avrupa’da duyulmayan nüfus kaygısı diğer her yer için büyük bir felaket. Tabii hakkını vermeden geçmeyelim, birde İsrail var. Devlet terörünü yıllardan beri kurumsal olarak işleyen, yerli Arapları sistematik şekilde kâh öldürerek, kâh göçe zorlayarak yerinden edip kesintisiz işgal ile Yahudi nüfusunu hoyratça arttıran İsrail.

Temelini lain şeytanın kibrinden alan, gerçek anlamda ırkçı, sömürgeci ve acımasız batı medeniyeti ile, perde arkasında küresel yönetim organizasyonunu kuran siyonist zihniyete göre; Dünya üzerinde yaşayan diğer tüm insanlar aslında birer asalak hükmünde ve kontrolsüz şekilde artışlarını engellemek gerekiyor! Yoksa, sömürge düzeninde kendilerine düşen kaynaklarda, istenmeyen azalmalar ve tehlikeli paylaşımlar söz konusu olacak. Başta enerji kaynaklarını barındıran Ortadoğu olmak üzere, toplumların gelişmesi ve kendi imkânlarını özgürce kullanıp, insana yaraşır şekilde yaşamaya ve yönetilmeye başlamaları, onlar için kıyamete bedel bir son demektir.
Bu yüzden;
– Tatlı dilli yılanlarla ve bin bir çeşit bilimsel görüntülü yalanlarla, nüfusu azaltmak ve gençliği eritmek isterler.
– Aile ve toplumsal dayanışma kurumlarını yok etmek için, medya ile ahlaksızca saldırırlar, üretmeyi değil, köle misali tüketmeyi, düşünmeyi değil, mankurtçasına tabi olunmayı beklerler.
– İnsanları metalaştırmayı, kadınları analık makamından indirip, vücuduna ve güzelliğine köle olmuş, normal doğumu felaket görüp, sezaryene ancak razı olmuş tembel ve dayanıksız tiplere dönüşmesine çalışırlar.
– Dünya malı ve makamlarını yüceltip, ahireti unutturarak, rızık kaygısına düşürüp, çocuk sahibi olmayı ertelemeyi ve daha da acısı; kürtaj ile cinayet işlemeyi göze alacak kadar canavarlaşmış ve zayıf imanlı anne babaları severler.
– Zinayı alabildiğine yayıp kolaylaştırarak, evlenmeyi ve sorumluluk sahibi bir yaşantıya girmeyi öcü gösterirler.
– Bütün bunlar yetmez,  sonuca daha hızlı ulaşmak için, toplumlar arasında fitne çıkarırlar. Sağ-sol, alevi-sünni, Türk-Kürt gibi yumuşak karınları önce suni olarak oluşturur, sonra acımasızca kanatmak için deşip dururlar.
– Terörle insani ve maddi kaynaklarımızın tüketilmesini arzu ederler. Gözümüzün açılıp, etrafından haberdar ve mazlumun yanında olmamızı önlemeyi görev bilirler. Bu sıralarda yitip giden binlerce can ve harcanan para, onların başarı hanesine yazılacak değerlerdir.

Türkiye içinde böyle olduğu gibi, Dünya’nın her yerinde benzer oyunlar döner durur. Özellikle İslam toplumlarını zayıflatmak ve sürekli sömürülecek kıvamda tutabilmek için, her türlü şeytanlığı ve vahşiliği yapmaktan geri durmazlar.
– İran ve Irak arasında suni savaş çıkartarak; yıllarca iki tarafa da silah satıp hem para kazandılar, hem petrollerini sömürdüler, hem de nüfuslarını azaltarak, bir taşla bir sürü kuş vurmuş oldular.
– Saddam’ı gaza getirip Kuveyt’e saldırtarak; sözde koruma ve kurtarma karşılığında hem Suud’ların haracını arttırıp kendi bütçelerini dengelediler, hem de kendi elleriyle King Kong yaptıkları Saddam’ı hizaya getirip, kontrolden çıkmasını engellediler.
– New York’ta nedense bütün Yahudilerin izinli olduğu bir günde, ikiz kuleleri vurdurup, bu bahane ile Afganistan’ı yıllarca işgal ederek, Irak ve Afganistan’da yüz-binlerce Müslümanı çoluk çocuk demeden, uzaktan bombalar ile katlettiler. Yetmedi, evleri işgal edip kadınların ve kızların namuslarını kirleterek, yaşlı genç ayırmadan kurşuna dizdiler.
– Afrika’da yeniden yeşermeye başlayan İslam filizlerini koparmak için, Boko Haram gibi suni ve İslam görünümlü İslam dışı örgütleri toplumlara musallat ettiler.
– Suriye’de ve Irak’ta kendi gizli servisleriyle DAEŞ vb. terör örgütlerini kurup, kendi çıkarlarına uygun şekilde kukla gibi yönettiler.
 Esed ve Sisi gibi İslam ve halk düşmanlarını iktidara taşıyarak veya koruyarak vahşi katliamlara imza attırdılar.

Dün Bosna’da, bugün Suriye’de, Myanmar’da, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Afrika’da kısaca Dünyanın her yerindeki savaş ve vahşet gösterilerinin senaristleri ve yönetmenleri hep aynı kişi, grup ve devletlerdir. Değişen sadece zavallı ve satılmış oyuncularla ahmak figüranlar olmuştur.  Bütün Dünya’da ölenlerin çoğunlukla Müslüman olduğunu, öldürenlerin de maalesef yine sözde Müslümanlar ve paralı askerler olduğunu görmeyecek kadar aciz miyiz? Yıllarca dostum dedikleri Kaddafi’ye petrol ve para kokusu aldıklarında aç sırtlanlar gibi bomba yağdıran Avrupalı liderler utanmadan ve kahramanca dolaşıyorlar. Paris’te öldürülen 12 gazeteci/dergici için bir araya gelen dünya liderleri, Türkiye’de öldürülen yüzlerce kişiler için, Suriye ve Gazze gibi savaş alanlarında hemen her gün öldürülen ve artık hesabı bile yapılamayan sayısız canlar için, 3 maymunu oynuyor. Çünkü onların canı ile diğer insanların ve özellikle Müslümanların canı aynı değerde değil. Bilakis, öldürülen her Müslüman dünya sofrasından eksilen bir boğaz olarak, onları mutlu ediyor. Bakmayın siz basın ve medyanın dünya dar geliyor temelli yalanlarına. Dar gelen ve rekabet riski doğan, onların doymak bilmez gözleri ve dünyaya tapan emelleridir.

Başlığımıza dönersek; – Madem Allah her canlının rızkına kefildir, Afrika gibi yerlerde açlıktan ölenler nasıl oluyor? Diye soranlar çıkabilir. Âcizane söylemek gerekirse: Açlıktan ölenler, aslında aç bırakılarak ölüme mahkûm edilen, cinayete kurban giden zavallılardır. Onların ölümleri hayatın normal akışı ile değil, sömürgeci alçakların yiyecek kaynaklarını veya yiyecek alabilecek zenginliklerini ellerinden gasp etmeleri sonucu, açlığa mahkûm edilmeleri ile meydana gelmektedir. Biz Müslüman geçinenlerse, bu zulümlere seyirci kaldığımız oranda suç ortağıyız! İslam sadece bireysel Osmanlideğil, sosyal sorumlulukları da getiren bir dindir. Ölen bir Müslümanın cenazesinin kaldırılması o bölgedeki tüm Müslümanların üzerine farz iken; Müslümanların ve masum insanların açlıktan ölmelerinden hesaba çekilmeyecek miyiz? Hepimiz verilen nimetler ve imkânlar ölçüsünde toplumsal olaylardan ve cinayetlerden sorumluyuz.  Cennet mekân, dualarla andığımız Osmanlı ceddimiz, Avrupa’daki Büyük Kıtlık sırasında 1847’de gemilerle İrlanda’ya yiyecek buğday göndermişlerdi. Bugün olsalardı Afrika’da masumların ölmesine izin verirler miydi?  Türkiye’ye saldırmak için yekvücut olan şer cephesi, neden bu kadar amansız ve aralıksız mücadele ediyor sanki? Çünkü, içimizdeki Osmanlı uyandı Elhamdülillah! Artık, Afrika’dan Amerikan yerlilerine kadar, Dünyadaki bütün mazlumların yanında olabilen bir Türkiye var. Sömürmek için değil, yeşertmek için, sulamak için, eğitmek için, üretmek için gidiyor. Karşılıksız insani yardımlarda Dünya liderliğine oynuyor. Suriyeli mazlumlar kapılarına dayanınca, dehşete düşen Avrupa’nın tamamında yer alan göçmenden çok daha fazlasını sadece İstanbul barındırıyor.

Geçmişte Bulgar zulmünden kaçan Türk kardeşlerimize, Saddam’ın kimyasal saldırılarından kaçan Kürt kardeşlerimize, Esad’ın tertiplediği katliamlardan kaçan Türkmen, Arap ve Kürt kardeşlerimize kucak açtık. Evet, biraz rahatımız bozuldu, istenmeyen olaylarda yaşadık ama bunlar olacak diye kardeşlerimizi ölüme terk etseydik halimiz ve ahiretimiz nice olurdu? İsmet-İnönü-ve-Ağlayan-VatandaşTek parti iktidarı sırasında, Rus zulmünden kaçıp bize sığınan 417 Azeri kardeşimizi, bütün yalvarmalarına rağmen aldırmayıp, Ruslara teslim eden ve Boraltan Köprüsünü geçince kurşuna dizilerek katledilmelerini seyrettiren İsmet İnönü’nün utancı sırtımızdayken, nasıl duyarsız kalabiliriz? Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla bu topraklarda yaşamanın huzur ve mutluluğunun yanı sıra bedel olarak sorumluluklarımızın olduğunu unutmamak lazımdır. Bizler ABD gibi köksüz ve yaklaşık 200 yıl önce toplanmış bir halka dayalı devlet değiliz. Anadolu’da 1.000 yıldır süre gelen kardeşlik ve dayanışma ile devletler geleneği oluşmuş, kadim bir medeniyetin temsilcileriyiz. Türkiye, Osmanlı’nın ve önceki İslam devletlerinin bakiyesidir. Borçlarını ödediği gibi, alacaklarını da tahsil etmekle yükümlüdür.

Dünya’da insan fazlalığı olduğu ve insanlığın geleceği için mutlaka radikal önlemler alınması gerektiği teorisini hayata geçiren yukarıda bahsettiğim zihniyet gerçekten yoğun bir şekilde her cepheden savaşıyor. Uyanık olmak ailemizi ve neslimizi bunların şerrinden korumak zorundayız. Daha önceki yazılarımda izah ettiğim gibi; alkol, uyuşturucu, zina, homoseksüellik, tanrısal güç ve kahramanlık vehimleri, kabbala öğretileri, büyücülük, vampirlik ve zombilik artık tüm batı kaynaklı sinema ve TV yapımlarının olağan unsurları haline geldi. Maalesef yerli yapımlarımızda artık onlardan geri kalmıyor. Gittikçe normalleştirmeye ve bu sapkınlıklar hakkında özellikle Müslümanları duyarsızlaştırmaya başladılar. Şimdi dikkatimi çeken başka bir konu da, nüfusun azaltılmasının ve toplu katliamların insanlığın geleceği için gerekli olduğu savını işlemeye yoğun şekilde başlamaları oldu. Yeni izlediğim bir Amerikan dizisinde, 2 bilim insanı, insanlığı kurtarmak için ani salgınlarla büyük ölümlere yol açacak biyolojik silahları yaymak için hayatlarını feda ettiler. Neredeyse bir kahramanlık destanı gibi katliam teşebbüsü sunumu yapıldı. Benzer yaklaşımları başka film ve dizilerde de görmeye başladım. AIDS ve Ebola gibi tehlikeli hastalıklarının sürekli yayılması, her sene mutasyon geçirmiş veya geçirtilmiş grip virüslerinin salgınlar yapması, geri kalmış toplumlarda bile kanserin olağan üstü yaygınlık göstermesi hiçte masum gelmemeli bizlere. Uyanık olmalı ve sadece oyun perdesine takılıp gerisinden bihaber kalmamalıyız.

Konuyu bağlayacak olursak, Allah-u Teâla bütün canlıların mevcut ve gelecekteki rızıklarını temin edecek kuvvete ve kudrete haizdir. Bizim imtihanımız ise, bu rızıkların adalet içinde meşru dairede dağılımını öncelikle kendi aramızda, sonra Dünya genelinde sağlamaya çalışmaktır. Sorun gelir ve kaynak eksikliği değil, gelir ve kaynaklarım dağılımı ve paylaşımıdır. Açgözlü domuz tabiatındaki kişi, grup ve devletlerin bitmek bilmeyen hırsları, zevk ve sefa düşkünlükleri insanların hayat standartları arasında derin uçurumları doğurmuştur. Zekat verilebilecek bir Müslümanın kalmadığı, Müslüman olmayanlarında ilahi adaletin tecellisinden etkilenip fevc fevc İslam’a katıldığı günleri görebilmemiz ümidi ve duasıyla, kalın sağlıcakla

Kaynaklar:

  1. http://www.megep.meb.gov.tr/mte_program_modul/moduller_pdf/Koreografi.pdf
  2. https://tr.wikipedia.org/wiki/Bill_Gates
  3. http://www.globalresearch.ca/bill-gates-temporary-sterilization-microchip-in-beta-female-testing-by-end-of-year
  4. http://news.thewindowsclub.com/bill-gates-foundation-working-birth-control-chip-78981/
  5. http://www.gatesfoundation.org/What-We-Do/Global-Development/Family-Planning
  6. http://www.gazetevatan.com/microsoft–un-kurucusu-bill-gates-cani-mi–521953-teknoloji/
  7. https://www.youtube.com/watch?v=6WQtRI7A064
  8. http://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/hasan-karakaya/abd-nufusu-200-milyon-olunca-sampanya-patlatmislardi-8960.html
  9. http://www.takvim.com.tr/yazarlar/ergundiler/2015/10/30/oyun-bitti
  10. https://tr.wikipedia.org/wiki/B%C3%BCy%C3%BCk_K%C4%B1tl%C4%B1k
  11. http://belgelerlegercektarih.com/2012/09/15/boraltan-katliami-belgelerle-ismet-inonu-azeri-kardeslerimizi-ruslara-teslim-etti/

 




Fitnecilere Fırsat Vermeyelim

Aslında sıradaki yazım için farklı bir konu seçmiştim. Ama ülkemizin ve halkımızın içine çekilmeye çalışıldığı kaos ve acı dolu günlere bigane kalamazdım.  Sığ siyasete bulaşmadan duygularımı ve daha önceki bazı yazılarımda da ifade ettiğim inançlarımı derlemeye çalışacağım.

En başta, Allah’ın karşısında bütün mü’minlerin eşit olduğunu, üstünlüğün yalnızca takvadan kaynaklandığını unutmamalıyız. Hac veya Umreye gittiğimizde tıpkı ahiret yolculuğuna çıkan mevtalar misali, hepimizin ihrama bürünerek eşitlendiğimizi, kavim, dil ve renk gözetmeksizin kardeşçe tavaf ettiğimizi tekrar hatırlatmak isterim. Hepimiz İslam milletinin onurlu ve saygıdeğer üyeleriyiz. Kör kavmiyetçilik kuyularına düşüp ırkımızla, rengimiz veya şeklimizle lain şeytan gibi kibir duyamayız. Boyamıza değil BOYACIYA hürmet etmemiz gerekir.

Bugünlerde sürekli çatışma ve şehit haberleri alıyoruz. Düştüğü yeri yakan ateş bizleri de kavurmaya başladı. Karmaşa, yoksulluk ve kardeş kavgalarından akan kanlarda boğulan yakın ve uzak komşularımıza nazaran; ümmetin umudu olmuş, refah ve kalkınmanın öncülüğüne talip, dünyadaki cennet bahçelerine benzer güzel yurdumuz yine katillerin ve fitnecilerin cirit attığı bir meydana döndü.

Işıklı perdeden bizlere zoraki izletilen kuklalara takılıp kalırsak ve kuklacılar ile kuklaları oynatan maşaları fark edemezsek çok yazık olur hepimize ve ülkemize. Öncelikle sorunu doğru teşhis etmek zorundayız. Yanlış teşhis ile galeyana gelenler tamda şeytanların ve askerlerinin mutluluğuna hizmet etmiş olur.

19. ve 20. yüzyıl İslam ümmeti için çok zor ve ağır zararlar ile geçti. Ümmetin birliğini temsil eden Hilafet ve Osmanlı; iç ve dış saldırılarla, cehaletle, kifayetsiz veya hain kimlikli yöneticilerle tarumar oldu. Dünya siyasetini ve sermayesini doğrudan yöneten siyonist zihniyetin sömürü ve fitne tetikçiliğini; Lawrence örneğinde olduğu gibi de kirli işlerin öncülüğünü üstlenen İngilizlere, sonradan yine İngiltere ve siyonizmin modern görünümlü işgalcisi ve jandarması Amerika’nın da katılmasıyla İslam toplumları için yıkım kaçınılmaz oldu. Yağmalanan ümmet topraklarında suni olarak kurulan devletlerde nedense hep batı hayranı, halkına ve dinine düşman, sonradan görme aç gözlü krallar veya yöneticiler iş başına getirildi. Lozan’daki işlevi hainlikten başka bir şey olmayan Haim Nahum gibi sefih insanların yüzünden savaşta geri kazanılan topraklar bile terk edildi ve Musul, Kerkük gibi petrol bölgeleri dahil sömürücülere peşkeş çekildi.

Batının ve ABD’nin sömürüsüne devam edebilmesi için; arz-ı mevud hülyasının peşinde her türlü rezilliği mubah gören siyonistlerin emellerine nail olabilmesi için; Ortadoğu denilen İslam coğrafyasında kaosun ve kavganın, ahlaksızlığın ve aymazlığın sürekli canlı tutulması gerekiyor. Yoksa; içimize sirayet etmiş vampirleri fark edeceğiz, kardeşliğimizin huzurunu ve gücünü idrak edip başımızdaki Sisi gibi alçak firavunları def edeceğiz. Buna kolayca müsaade ederler mi sanıyorsunuz?

PKK denilen hainler sürüsü sadece kandırılmış veya satın alınmış bir kısım özünden kopmuş Kürt veya Türk, Ermeni, Komünist, Zerdüşt, İran’lı ya da Suriye’li zavallı değil ki sadece. Silahı kendi istekleriyle almadılar ki yine kendileri bıraksın. İçimizde büyüyen ama bize ait olmayan kanser misali, terör belası ile hain ve zalimler tek atışta kuş sürüsü avlamış gibi etkili olabiliyor. Çatışma olan yerde sermaye durmaz, yatırım olmaz, güvenlik olmayınca iş bilen personel kalmaz, eğitim yapılamaz, ticaret büyümez, turist gelmez, iyi doktor ve öğretmen gelmek istemez, ihlas ve kardeşlik zarar görür, her kesimden kafatasçılar ırkçı söylemlerini seslendirerek toplumu böler, nefret yaygınlaşır, huzur kalmaz, bereket olmaz, devletin ve milletin enerjisi boşa gittiği için kalkınma durur, işe ve üretime yatırım yerine askeri harcamalara giden bütçe nedeniyle millet fakirleşir, kendi derdine düşen Türkiye etrafındaki oyunlara müdahil olamaz, gücünü kaybeden Devletimiz gerektiğinde 2-3 milyon mazluma rahatça kapılarını açarak misafir edemez…. Velhasıl  kendi kuyruğunu yemeğe başlayan yılan gibi sonu daha da kötüye gidecek bir ateş çemberine çekilmek isteniyoruz. Böyle bir millet ve devlet mazlumlara ümit, zalimlere korku kaynağı olamaz, dünya siyasetinde varlık gösteremez. Rabbim en kısa zamanda bu fitneleri ve fitnecileri içimizden ayıklasın. Bizleri doğrulukta ve kardeşlikte birleştirsin diyelim.

IftarAyasofya1Medine’de kurulan bu iftar sofrası ile Ayasofya meydanında kurulan iftar sofrasının verdiği mana aynıdır. Aynı İslam kardeşiliğine, huzuruna ve birliğine işaret eder. Kardeşlik için fedakarlığı, diğerkamlığı, sevgiyi ve sabrı anlatır. Aynı Allah’ın kulları olarak teslimiyeti, var olana şükrü ve olması istenene acziyetle duayı söyletir. Sessizce iftarı beklerken dizginlenen nefislerin üzerinde, yiğit misali heybetle yükselen imanlarının güç ve güzelliklerini gösterir. Sınırsız açık büfelerde doymayan gözlere inat, bir bardak su ve bir kaç hurmaya kanaat ederek coşan zenginliği tattırır.

Bütün bu hakikatler ışığında zalime ve zalimlerin tetikçilerine dur demiyecek miyiz? Elbette adaletin gereği neyse onu sağlamak zorundayız. Hiç bir insan veya varlık Allah’tan ziyade merhametli, şefkatli veya sabırlı olamaz. Allah’ın gazap ettiği ve hakkında kesin hüküm verdiği fiilleri açıkça ve bilerek işleyenler hakkında merhamet etmemiz haddimiz olmadığı gibi, seyirci kalmakta ayrı bir zulümdür. Bu nedenle maksadı ne olursa olsun terör yoluyla masum insanların hayatına kastedenlerin, Milletin Askeri ve Polisi başta olmak üzere tüm vatandaşlarına düşmanca silah çekip katledenlerin idam ile cezalandırılmasını istemek imanımız ve insanlığımız gereğidir. İdam hakkındaki özel yazımı buradan okuyabilirsiniz.

Adaleti sağlarken ise; tıpkı Hendek savaşında Hz. Ali’nin tam öldüreceği sırada düşman askerinin yüzüne tükürmesi sonucu öldürmekten vazgeçmesi ve buna şaşırıp soran o düşmana:  “-Ben seninle Allah yolunda ve sırf Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için savaşıyordum ve onun için seni öldürecektim. Sen yüzüme tükürünce öfkelendim, sana kızdım. Eğer o an öldürseydim, sana olan kızgınlığımdan dolayı bunu yapmış olacaktım. Yani seni Allah rızası için değil de kendi nefsim için öldürmüş olacaktım. İşte bu düşünceyle seni serbest bıraktım.” demesi gibi hassas davranmaya azimli olmamız gerekir.

Hain saldırılar sonucu inşAllah şehit olan güvenlik güçlerimizin ve masum insanlarımızın naaşlarını medyada saygısızca ve defalarca teşhir etmek ailelerinin acısını daha da derinleştirir ve sadece hainlerin ekmeğine yağ sürercesine propaganda etkisine ve fitneyi körüklemeye yarar. Aynı şekilde; öldürülen teröristlerin cesetlerini sansürsüz resimlerle yayınlayıp galiz küfürler eşliğinde aşağılamakta yine hainlerin saflarını sıklaştırmasını ve kandırılmaya açık kişilerin etkilenip teröre katılmalarını sağlar. Böyle zamanları fırsat bilerek, gizlediği kafatasçı söylemlerini fütursuzca kusan dengesiz ve ölçüsüz tiplerin türemesine veya geçmişte olduğu gibi, öldürdüğü insanların uzuvlarından koleksiyon yapan resmi görevli sadist psikopatların hortlamasına neden olur. Maksadını aşan ırkçı ve toptancı söylemlerden kaçınmalı ve çevremizdekileri uyarmalıyız. Her Türk iyi bir insan veya Müslüman olmadığı gibi, her Kürt’te bölücü veya PKK’lı değildir. PKK Kürt halkını temsil edemez. Millet ve Devlet birlik olup PKK’ya katılan hainleri ayırarak cezalandırmalı ama Kürt halkını da PKK tasallutundan ve zorbalığından koruyacak tedbirleri almalıdır. Alnına silah dayanan, ırzıyla, çoluk çocuğuyla tehdit edilen insanlardan özgür iradelerini gösterebilmelerini beklemek büyük bir saflık olur. Bütün bunların ışığında yine de ırkçılık çukuruna düşenler bilsinler ki; gelmiş geçmiş en büyük ırkçı lanetli şeytandır. Irkçılık konusunda şeytana en yakın kavim ise siyonist Yahudilerdir. Bakınız; bu konudaki yazım. Kimi örnek aldıklarına veya kimlere benzeyip, kimlerin oyununa geldiklerine lütfen dikkat etsinler.

Ümmetimiz  ve özelde Türkiye’deki milletimizin bekası için uyanık olmalıyız. Hemen galeyana gelmeden, etkili tedbirler alarak zulümden arınmış adaletin keskinliğini tesis edebilmeliyiz. Unutmayalım ki, ümmetin belki de en son kalan, olabildiğince özgür ve güçlü kalesi Türkiye’dir. Türkiye’nin zayıflamasını ve kendi derdine düşmesinin acısını sadece bizler değil; Doğu Türkistan’dan Kosova’ya, Gazze’den Çeçenistan’a, Mısır’dan Habeşistan’a, Myanmar’dan Patani’ye bütün kardeşlerimiz iliklerine kadar hissedecek ve uğradıkları mezalim katlanarak büyüyecektir. Allah için birbirimizi sevelim ve nifakçılara fırsat vermeyelim artık…

Bu konuyu çok güzel işlediği için Grup Tillo’nun “Ortağız Bir Namusa” adlı eserini paylaşmak isterim:




Asgari Ücret Yetmiyor, Asgari Müslümanlık Yeter mi?

 

Evine sadece bir asgari ücret giren insanlarımızın Allah (C.C.) yardımcıları olsun. Bu zamanda asgari ücret seviyesinde gelirlerle geçinmeye çalışanlar her ay kahramanlık yaparak yaşıyor. Zaten bu yüzden sadece babalar değil, anneler ve hatta çocuklar bile çalışarak aile bütçesine katkı vermeye uğraşıyor. Hiç bir şey olmazsa konu komşu yardımları, memleketten gelen takviyeler ve diğer sosyal kurumların desteği ile açıklar kapatılmaya, ihtiyaçlar giderilmeye çalışılıyor. Görüyoruz ki asgari ücret geçinmeye yetmiyor, peki asgari Müslümanlık kurtuluşumuza yeter mi? Bu konudaki düşüncelerimi ve ne demek istediğimi en başta kendi nefsimi muhatap alarak ifade etmeye çalışacağım. Dilerim okuyanlara da faydası dokunur.

Bizlere bahşedilen ömrün en keskin dilimlerini her gün doğup yeniden batan güneş belirliyor. Şüphesiz kıyamete kadar devam edecek bu döngüye hepimiz belirli bir süre için şahitlik edebileceğiz. En son gördüğümüz gün batımından sonra yeni sabaha kimlerin kavuşacağına dair kesin bir teminatımız da yok. Bu güzel manzarayı belki de son kez görüyor olacağız. Üstat Necip Fazıl ne güzel söylemiş:  “Büyük randevu, bilsem nerede, saat kaçta? Tabutumun tahtası, bilsem hangi ağaçta?” Saati bize meçhul ama geleceği kesin bu büyük randevu için hazır mıyız? Şükürler olsun ki İslam üzere olduğumuza iman ediyoruz ama Müslümanlığımız bizden kabul edilecek mi? Kıytırık dünya sınavlarını başarmak için girdiğimiz onca stres ve hazırlığın yarısı kadar olsun ahiret sınavı için endişeleniyor muyuz? Sınırlarını nefsimize göre belirlediğimiz asgari Müslümanlığımız ahiret sınavında kurtuluşa ve Rıza-i İlahi’ye erenlerden olmamızı sağlayacak mı acaba?

  Asgari Müslümanlıktan kastım, İslam ile ilgili olarak yerine getirmediğimiz veya getiremediğimiz görev ve sorumluluklarımızdan arta kalan iyi amellerimiz ve kuru bir iman inancından beslenmeye çalışan kulluğumuzdur. İmanımızı güçlendiren temel unsur amellerimiz olduğu için, amelsiz imanımız doğal olarak zayıf ve güçsüz kalıyor. Herkesin kendine göre asgari Müslümanlık çizgisi hayat tarzına paralel şekilde oluşuyor. Bu çizginin meşrutiyetini ve yeterliliğini ancak Allah bilebilir. Kişileri sınıflamak veya yaftalamak haddimiz değil ama açık şekilde izah edilen Nass’lardan (temel İslam kaynaklarına dayanan net bilgiler) yola çıkarak genel değerlendirme veya özeleştiri yapabiliriz.

Dünyadaki hemen her işimiz bir sözleşmeye dayanıyor. Bazıları yazılı bazıları da sözlü akitlerle kayıt altına alınıyor. Evlilik taraflar arasındaki bir akittir. Karşılıklı haklar ve sorumluluklar doğurur. Kadın ve erkeğin birbirlerinden faydalanmasına ve birlikte yaşamasına meşru bir zemin sağlar. Öğrencilik okul ile yapılan bir sözleşmedir. Eğitime katılım ve başarı azmi gerektirir. Karşılığında eğitim ve öğretim hizmeti alınır. Çalışma hayatı ve ticaret tamamen sözleşmelerle yürür. Belli bir zaman dilimindeki çalışmasına karşılık işçiye ücret ödenir. İşçiden beklenen en iyi performansını göstermesi, işverenden beklenen de iyi bir iş ortamı ve düzenli ödenen hakkaniyetli bir ücret sağlamasıdır. Taraflardan birisi sorumluluklarını ciddi ölçüde yerine getirmediğinde karşı tarafın sözleşmeden vaz geçme hakkı doğar. Evlilikler bozulur, eğitimler biter, işçiler çıkarılır veya iş yerini bırakır. Vatandaşlıkta toplum ve devlet ile yapılan bir sözleşmedir. Kurallara uyulmadığında sonu idama varan yaptırımlar gerektirir. Vergi ve benzeri maddi yükümlülükler doğurur. Buna karşılık sağladığı faydalar ve haklar nedeniyle gönüllü bir bağlılığa yol açar.

Bizleri yaratan Rabbimiz ile ilk sözleşmemizi Kalu Bela’da yapmıştık. Rabbin, ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye sormuştu.. Onlar da ‘Evet, buna şahidiz,’ dediler. Kıyamet günü, ‘Biz bundan habersizdik.’ demeyesiniz.” (el-A’râf, 7/172)  Ruhlarımız söz vermişti. Sonra bu sözümüzü amellerimizle tasdik edebilmek üzere dünyadaki kulluğumuz için sınanmaya başladık. Bizi bizden daha iyi bilen ve seven Rabbimiz; kurtuluşa erenlerden olmamız için aramızdan elçiler yani peygamberler seçerek bizimle iletişim içinde oldu. Bazen sözlü bazen de yazılı emirler ve tavsiyelerde bulunarak bize her dönem farklı bir din adı altında kurtuluş sözleşmeleri sundu. En son gelen ve en güzel şekilde tekamül etmiş olan İslam dinimiz ve Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.S.) ile Rabbimiz ile olan iletişimimiz zirve yaptı. Çünkü gönderilen en son ve en güzel Kitap olan Kur’anı Kerim içinde geçmişteki dinler, olaylar, peygamberler ve ümmetler hakkında en kapsamlı açıklamalar, uyarılar ve geleceğe yönelik alınması gereken tedbirler yer aldı. Önceki ümmetlerden ve olaylardan ders almamız için sürekli tekrarlanan ” … artık akıllanmayacak mısınız? … hiç düşünmüyor musunuz?  …. aklınızı kullanmaz mısınız?” mealinde ifadelerle biten veya akla vurgu yapan  çok sayıda ayetlerle muhatap olduk. Kısacası, İslam dini Rabbimiz ile aramızda yapılan en son, en güzel, ve de öncekileri yürürlükten kaldırıp Kıyamete kadar geçerli olacak olan tek sözleşmedir.

Kelime-i Şehadet ile imzaladığımız İslam sözleşmesi bize bütün Müslümanlar ile kardeş olma şerefini kazandırıyor. “Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun.” Şeklinde buyuran kutlu bir Önderimiz (S.A.S.) var. İslam’ın ve İslam’a imanın şartlarına uygun bir hayat yaşadığımızda Allah’ın razı olduğu kullar arasına girip Cennet ile ödüllendirilen, Peygamberlere ve iyi insanlara komşu edilip, Cenab-ı Hakkın Cemalini seyretmeye layık bulunanlardan olma imkanı bahşedilmiştir. İslam geldikten sonra halen İslam’a girmeyenlerin durumu malumdur ve bu yazının konusu değildir. Ama İslam içinde olduğunu ikrar edip kulluğunun gereğini layıkıyla yapmayanlar için önemli riskler ve tehlikeler mevcuttur. Kıyametten sonra ölüm dahi öldürüleceğinden sonsuz bir hayat söz konusudur. Dünyadaki tembelliğimiz veya nefsimize düşkünlüğümüz yüzünden sonsuza dek sürecek ahiret hayatını riske etmek kadar tehlikeli bir kumar olabilir mi? Sınırlarını kafamıza göre belirlediğimiz asgari Müslümanlığımız  ahiret sınavından geçmemize yetecek puanı sağlayacak mı? Kendi nefsim adına bu korkuyu bazen şiddetle hissediyorum. Dizginleri nefsime kaptırıp boş işlerle zaman kaybederken, ibadetlerden kısıp başka şeylerle ilgilenirken unutmuş gibi olsam da etrafta hatırlatan şeyler çok oluyor. En başta ölüm gerçeği. Bediüzzaman Hazretleri ne güzel ifade etmiş: “Nasihat istersen ölüm yeter. Evet, ölümü düşünen, hubb-u dünyadan kurtulur ve âhiretine ciddî çalışır.”  Hastalıklar, belalar, kazalar, felaketler ve diğer tüm olumsuz şeyler bir yönüyle kul olarak acizliğimizi, dünyanın geçici olduğunu, gerçek adaletin Mahşer Günü yerine getirileceğini bize bildiriyor. Çoğu kere zayıflığımız ile farkına vardığımız aciz kulluğumuz ile şefkat ve merhamet dilenerek sığındığımız Rabbimiz bize teselli, sükunet ve umut veriyor.

İslam’la ilgili sorumluluklarımız bütün hayatımızı kuşatacak şekilde tanımlanmıştır. Her konu kendi çapında önem atfeder. Bu yüzden yazıyı da uzatmamak adına sadece bir konuyu ele alıp bitirmek istiyorum. İmandan sonra hesabını ilk vereceğimiz borcumuz  namazdır.  Namazın önemi ve hikmetlerini ifade etmeye kelimeler, kitaplar yetmez. Kur’anı Kerim’deki emirler ve işaretlerin yanı sıra Sevgili Peygamberimizin atfettiği değer ve savaş cephesinde dahi terk etmemek için gösterdiği hassasiyet muazzam bir kıymete ve gerekliliğe karşılık gelir. Hemen her türlü ibadetin bir özeti niteliğindeki namaz ile günde 5 vakit manevi bakım ve temizliğe mazhar oluruz. Bozulan fabrika ayarlarına döner gibi, kulluğumuzun ve acziyetimizin tekrar farkına varır, yalancı dünya meşgalelerinden bir parça da olsa sıyrılırız. Amirlik, zenginlik, şöhretlik, gibi dünyevi makam ve unvanlar, secde çizgisinde, fakirler, köylüler, işçiler, memurlar gibi toplumun her kesimiyle birlikte sıfırlanır ve kul ile Allah arasında doğrudan bir irtibat sağlanır. Bu irtibatın gücü ve etkisi kulun kimliğinde ve görevinde değil samimiyetinde ve doğruluğunda gizlidir.

İslam’da tarif edilen asgari Müslümanlık İslam ve iman şartlarını kabul edip uygulamayı, kötülükten kaçınıp iyiliği emretmeyi gerektirir. Takva denilen durum ise daha hassas ve özenli davranmayı, en küçük bir mesele de bile İslam ölçüsünde hareket etmeyi azmettiren bir adanmışlığı ifade eder. Bu nedenle Allah katındaki asıl değerimizi takvamız belirler. Günde 5 vakit namaz kılmak takva demek değildir. Namaz zaten ödenmesi gereken bir borç gibi asli görevimizdir. Namazı hakkını vererek kılmak ve namaz aralarında dahi namazdaymış gibi özenli davranmak takvanın kendisidir. Rabbim takvamızı arttırsın. Müslüman olduğunu iddia edip, namazını düzenli olarak kılmayandan daha deli cesaretli olanı bilmiyorum! Ne büyük bir risktir namaz kılmamak! Namazdan mahrum kalmak ne büyük bir hastalıktır kalplerimiz için! Yarım yamalak, çoğu kere dünya işlerinden sıyrılamadan kıldığımız namazlar acaba kabul edilir mi diye endişeyle beklerken; hiç namaz kılmayıp benim kalbim temiz, insanlara ve hayvanlara iyilik yapıyorum vb. bahanelerle kendini avutanları görünce hayretler içinde kalıyorum. Evet Allah’ın merhameti ve şefkati sınırsızdır. Kimi nasıl yargılayacağına sadece o karar verir. Ama Allah aynı zamanda en Adil olandır. Bizzat emrettiği ve önemle üzerinde durduğu, Resulünün (S.A.S.) en çok söylediği ibadeti yapmayan kişilere, yapanlardan farklı olarak neden hesabını sormasın? Kıldığımız namazların kabul edileceği bile şüpheli iken, kılmadığımız namazlardan kurtulacağımıza inanmak demek, yazılıda boş cevap kağıdı veren öğrencinin geçer not almayı beklemesi kadar saçma ve tehlikeli bir durumdur.

Diğer konuların önemi ve gerekliliğine halel getirmeksizin, en azından 5 vakit namazı hakkıyla kılmayı kendi asgari Müslümanlık kalıbımıza koymamızın şart olduğunu en başta kendi nefsime ve Müslüman kardeşlerime şiddetle tavsiye ederim. Cümlemizin namaz ve diğer ibadetlerinin kabul olunması ortak duamızdır.




Şehir Hastanesi Projeleri Hakkında

Şehir Hastanesi projeleri, Kamuda cesur adımların atıldığını gösteren somut örneklerden biridir. Başta Sayın Cumhurbaşkanımız olmak üzere, konuyu sahiplenen Devlet büyüklerimizin himayesinde gelişerek uygulamaya yakın hale gelmiştir.

Projelerin uygulamaya ve usule yönelik ayrıntıları kamuya henüz açılmadığı için, dışarıdan gözlemler ve konuyla ilgili kişi ve kuruluşlardan alınan sınırlı bilgilerle yorum yapma imkânı bulunmuştur.

Projelere katkı vermek için aşağıdaki yorumlarımı paylaşıyorum.

Projelerin uygulanmasında önemli hususlar şunlardır:

  1. Fiziksel tasarım ve mekân kullanımları,
  2. Kurumsal yönetim organizasyonu,
  3. İşletme ve finansal yönetim,
  4. Personel yönetimi,
  5. Stok ve demirbaş yönetimi,
  6. Yüklenici ve altyükleniciler arası koordinasyon,
  7. Eğitim ve araştırma hastanelerinin genel sorunları,

Şimdi kısaca bu hususları ve önerileri açıklayalım:

1.     Fiziksel Tasarım ve Mekân Kullanımları

Sağlık Bakanlığı ve katılımcı firma beyanlarına göre, tasarımlarda yabancı ülkelerde kurulan benzer projelerin esas alındığı anlaşılıyor. Bu durum temelde sorun teşkil etmemekle beraber, Türkiye’ye özgü düzeltmeler yeterince yapılmadığı takdirde hizmet sırasında bile zorunlu plan değişiklikleri ve lokal düzenlemelerin yapılmak zorunda kalınacağı açıktır.

Örneğin, yataklı servis yapılanmasında hasta odalarının dışında nöbetçi hekim, uzman veya asistan hekim odası gibi birimler Türkiye uygulamasına uygun olarak konumlanmış mıdır?

Devasa binalar olacağı öngörülen projeler içinde hasta ve yakınlarının birimler arası transferi, yaya yürüme mesafeleri, birimlerin lokalizasyonu konusunda önceden simülasyon yapmak ve fiilen sahada hastane yöneticiliği yapan uzmanlarla birlikte hizmet senaryolarının üzerinden geçmek doğru olacaktır.

2.     Kurumsal Yönetim Organizasyonu

Şehir hastanelerinin ayrıntılı yönetim yapısı halen açıklanmadığından, ortalama 7-8 hastanenin bileşiminden meydana gelen sistemler içinde her hastanenin yönetim organizasyonunun nasıl konumlandığı anlaşılamamaktadır. Sağlık Bakanlığının mevcut sistemlerine göre muhtemel yönetim modelleri şunlardır:

1. Devasa bir Eğitim ve Araştırma Hastanesi yapılanması

Genel ve branş hastanelerinin başında yetkili bir Başhekim veya Başhekim Yardımcısının bulunduğu, diğer yöneticilerinde birer temsilci ile yer aldığı perifer yönetim organizasyonu içinde merkezi yönetim yapılanması kurulabilir. Stok, eczane, satın alma, İK gibi birimler merkezi olarak kurulup içlerinde uzmanlaşmış ve çevre hastanelerin ihtiyaçlarına özel temsilciler barındırırlar. En ekonomik ve az sayıda personel ile yapılabilecek yönetim organizasyonu olduğu düşünülmektedir.

2. Özel olarak yapılanmış bir Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterliği

Her hastanenin bağımsız tüzel kişilik kazandığı, merkezde hastaneler birliği genel sekreterliği yapılanmasının kurulduğu düzendir. Bu şekilde olur ise, her hastane tarafında bütün hizmet ve yönetim birimlerinin ayrı ayrı kurulması gerekecektir. Hastaneler birliği genel sekreterliğinin kendi yapılanması için ise ortalama 120 kişinin bulunacağı bir yönetim merkezi kurulması gerekir ki, projeler içinde özel bir yönetim binasının yer almadığı anlaşılmaktadır. Gerek fazla sayıda personel ve yönetici ihtiyacı doğuracağı, gerekse bağımsız kurulan fakat ortak birim ve malzemeleri kullanan hastanelerin yönetim senkronizasyonunun zorluğu yaşanacağından makul gelmemektedir.

3. Her hastanesi bağımsız bir yönetime sahip ancak birisinin koordinatör yönetici olduğu Eğitim ve Araştırma Hastaneleri kampusu

Kampus içindeki her hastanenin bağımsız olarak yönetiminin kurulduğu, ortak yerlerin kullanımı ve genel ihtiyaçlar için bir koordinatör hastane yönetiminin atandığı hastaneler grubu yapılanması da mümkündür. Bu durumda her hastane kulesi veya ayrı binası içinde özel yönetim katlarının yer alması gerekecektir. İşletme birliği, insan ve malzeme kaynaklarının verimli kullanımı açısından uygun görülmemektedir.

3.     İşletme ve Finansal Yönetim

PPP (Public Private Partnership) yani Kamu Özel Ortaklığı şeklinde tanımlanabilecek yönetim sistemi ile Şehir Hastaneleri modeli, 6527 sayılı torba kanunla beraber bazı kanunlarda değişiklik yapılmasıyla uygulanabilir duruma geldi. Bu duruma örnek bir proje uygulaması halen bulunmamaktadır. En yakın uygulama ise Üniversiteler ile Sağlık Bakanlığı arasında yapılan afiliasyon anlaşmalarıdır. Örneğin Sağlık Bakanlığı – Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi gibi. Ancak bu model bir örnek sayılamaz çünkü iki tarafta da kamu kurumu söz konusudur.

Devasa bir işletme olacak olan Şehir Hastanelerinde atanacak yöneticilerden başlayarak finansal yönetim şekline varıncaya kadar bir dizi muamma söz konusudur. Bir yanda sorumsuz yetkili kamu personeli ile diğer yanda sorumlu yetkisiz özel teşebbüs görüntüleri oluşabilecektir. Kamu personelinin tavır ve davranışları, hizmet politikası, giderlere olan etkisi ile ilgili olarak, özel yönetimin alabileceği tavırlar ve etki gücü doğal olarak sınırlı kalacaktır. İşletme sırasında çıkabilecek çatışmaları önlemek için yetki ve görev dağılımları kesin olarak ayırt edilmeli ve özel sektör yönetimine süreci yönetebilecek güç ve esnekliği sağlayacak imkânlar verilmelidir. Çünkü PPP projesinde özel sektör açısından altına girilmiş devasa bir yatırımın verimliliğinin korunması, gelir-gider dengesinin sağlanması ve hizmet sırasında oluşabilecek aksamalara karşı kuvvetli cezalarla donatılmış ağır bir işletme mevzuatı söz konusudur. Kamu tarafında ise en başta sağlık hizmetinde belirli bir kalite ve yeterlilik çizgisinin korunması, kamu kaynaklarının doğru harcanması, eğitim ve araştırma gibi yan görevlerin yanı sıra denetim ve idamenin sağlanması gibi sorumluluklar gündemdedir.

Aile Hekimliği gibi hizmetlerde bile yapılan pilot uygulamanın Şehir Hastaneleri için yapılmıyor olması önemli bir risktir. Mevcut projelerden birisinde yüklenici olarak sözleşme imzalayıp nihai muhatap olma yetkisini kazanan firmalardan en az birisine küçük de olsa bir kamu hastanesi teslim edilerek Şehir Hastanesi projesini simüle edip işletmesi sağlanmalıdır. Yüklenici firmaya yeni bir külfet ile inşaat ve donatımla geçecek zamanı harcatmadan bu kamu hastanesinin mevzuat geliştirme ve süreç iyileştirme laboratuarı gibi kullanılması, işletim ve yönetim sistemlerinin fiili uygulama örneğinin verilmesi sağlanabilir. Temel yatırımları ve donatımı kamu tarafından yapıldığı için yükleniciye sadece işletme giderleri düşecektir. İşletme sırasında verilen hizmet karşılığı alınan ödemelerle bu giderlerde karşılanmış olacaktır. En yakın Şehir Hastanesi projesinin 2-3 yıl içinde hayata geçeceği beklendiğine göre, pilot hastane uygulaması için hemen harekete geçmek ve diğer projeler için mevzuat ve işletme senaryolarını geliştirmek gerekir. Bunun için mevcut hastanelerden birisi kullanılabileceği gibi, Yeni Sultanbeyli Devlet Hastanesi gibi bitmek üzere olan bir projede değerlendirilebilir. Pilot hastane uygulaması ile kamu ve özel sektör ortaklığının tıkanma noktaları, çözüm şekilleri, şartname ve şartnamelere bağlı yaptırım maddelerinin idealize edilmesi sağlanacaktır. Pilot proje ile kamu ve özel sektör için yöneticilere özel saha eğitimi ihtiyacı da giderilebilir.

4.     Personel Yönetimi

PPP projesi hayata geçirildiğinde personel yönetimi için tam bir havuz sistemi ortaya çıkacaktır. Şöyle ki;

Kamu personeli açısından:

  • 657’ye tabi Emekli Sandığına bağlı memur çalışanlar
  • 4A’lı SSK’lı kamu işçileri
  • 4B’li SSK’lı sözleşmeli memurlar
  • 4C’li SSK’lı sözleşmeli memurlar
  • 663 Sayılı K.H.K.’ye tabi SSK’lı Sözleşmeli Yöneticiler

Özel sektör açısından:

  • Yüklenici ve proje ortağı firmaların yer aldığı asıl işletmeci firma yönetimi
  • Sürekli sözleşmeli alt yüklenici firma personeli (temizlik, yemek güvenlik gibi)
  • Çağrı veya arıza bazında hizmet veren değişken alt yüklenici firma personeli
  • Kiraya verilen bölümlerde çalışan kiracı firma personeli

İnsan kaynakları yönetiminin bütün bu çeşitliliğe cevap verebilecek güçte ve esneklikte kurulması gereklidir. Sistemin sağlıklı işletilebilmesi için hizmet veren personelin tanımlanması, yetkilendirilmesi, temel ihtiyaçlarının karşılanması lazımdır. Kampus içinde kira karşılığı yer işgal eden firma personelinin de sistemde izlenebiliyor olması gereklidir. Performans analizleri, iş yükü dağılımı, destek hizmetleri kapsamında atanacak görevlerin takibi, sağlık hizmetlerinin maliyet analizleri vb pek çok açıdan güçlü bir yapının kurulması ve objektif şekilde yönetilmesi sağlanmalıdır. Sağlık personelinin yeterlilik ve verimlilik çalışmalarının yanı sıra, hizmet alımı ile verilen insan gücüne dayalı işlerde kalite ve kurumsal eşiklerin takip edilmesi, hak ediş tablolarının kontrolü gibi amaçlara ulaşılabilmelidir.

Belirli bir misyon ve vizyonla kurulan Şehir Hastanelerinde çalışan kadrolu sağlık personelinden, hizmet alımı ile görev alanlara kadar, tamamı için özel oryantasyon eğitimleri planlanmalı, düzenli hizmet içi eğitimlerle ilgi ve dikkat düzeyi yüksek tutulmalıdır. Kişiler arası iletişim başta olmak üzere, enfeksiyon, hijyen, stres yönetimi, güvenlik, engelli hizmetleri gibi alanlarda yapılandırılmış eğitim takvimleri bulunmalıdır. Sağlık turizmi ve özel sağlık sigorta hastaları gibi belirli beklentilere sahip kesimleri de tatmin edebilecek seviyede otelcilik hizmetlerinin sunulmasına dikkat edileceğinden, personel seçimi ve eğitimine de özen gösterilmelidir.

5.     Stok ve Demirbaş Yönetimi

Stok ve demirbaşların yönetimi gerek maliyet kontrolü, gerekse sağlık hizmetlerinin aksatılmadan yürütülmesi açısından hayati öneme sahiptir. Geçmişte, Eğitim ve Araştırma Hastaneleri bünyesinde yer alan Klinik Şefliği modeli yüzünden aynı branşlardaki sağlık hizmetlerinde kullanılacak malzeme ve medikal ekipmanın yönetiminde dahi kargaşa yaşanabildiğini, kişisel tavırlar nedeniyle anormal ve atıl medikal stokların oluştuğunu yaşadık ve gördük. Benzer sorunları önlemek için Şehir Hastaneleri içindeki branş hastaneleri arasında yönetim birliği ve malzeme kullanımında genel bir otoritenin sağlanması şarttır. Kampus içindeki her hastanenin mali ve idari açıdan ayrı tüzel kişilik kazanması sorun kaynağı olabilir.

Medikal malzemelerin seçiminde ve kullanımında sağlık personeli ile uyumlu bir iletişim kanalı kurulması önemlidir. Hatalı yatırımlar ve gereksiz kullanımları önlerken sağlık hizmetinin kalitesinden ödün vermemek esas alınmalıdır. Hastaneler arasında kurulacak ortak planlama ve kullanılacak malzeme tiplerini tayin eden komisyonlar ile sahadaki ihtiyaçların yönetim süreçlerine yansıtılması ve ekonomik çözümlerin uygulama kolaylığına erişmesi sağlanacaktır.

6.     Yüklenici ve Altyükleniciler Arası Koordinasyon

Yayınlanan bilgi ve belgelerden anlaşıldığı kadarı ile asıl yüklenici firma Şehir Hastanesinin genel işletmesini icra edecek, sağlık hizmetine dair personel ve politikalar Sağlık Bakanlığı tarafından yürütülecektir. 663 Sayılı KHK ile standart bir Eğitim Araştırma Hastanesinin yönetim organizasyonu aşağıdaki gibidir.

Hastane_Org

Bu durumda, Başhekim ve Sağlık Bakım Hizmetleri Müdürü’nün doğrudan Sağlık Bakanlığı tarafından atanıp beraberindeki sağlık personelinin yönetileceği, Hastane Yöneticisinin bir Kamu adına birde Yüklenici adına eş başkanlık benzeri modelinin kurulacağı, İdari ve Mali İşler ile Sağlık Otelciliği Müdürlüklerinin Yüklenici firma tarafından atanıp yönetileceği tahmin edilmektedir. Yüklenici firmanın aylık hak edişlerinin tahakkukunda söz sahibi olacak kişi ve birimlerin biraz daha netleşmesi, hak ediş senaryosunun denenmesi gereklidir.

Doğrudan Yüklenici tarafından yürütülecek iş ve hizmetlerin bazılarının kendi öz kaynakları ile bazılarının da alt yüklenici anlaşmaları ile yapılacağı açıktır. Yüklenici firma bir yandan Sağlık Bakanlığına karşı altına girdiği taahhütlerin gereğini yapmaya çalışırken bir yandan da alt yükleniciler tarafından verilen hizmetlerin kontrolünü ve sağlıklı icrasının gereğini yapacaktır. Oldukça ağır olacağı beklenen yaptırımlar söz konusu olduğundan, anlaşmazlık halinde sorumluları doğru tespit edecek bir alt yüklenici yönetim ve denetim mekanizmasının kurulması gerekir. Çatışma yönetimi de en az işletme kadar önemli olacaktır. Bunun için gelen arıza ve taleplerin sağlıklı bir şekilde toplanıp ilgili birim veya kişilere yöneltilebildiği, sonrasında meydana gelen süreçlerin izlenip sonuç değerlendirmesinin objektif şekilde sorgulanarak sorumluluk tayinlerinin yapılabildiği güçlü bir yardım masası sisteminin kurulması gerekir. Yüklenici ve Sağlık Bakanlığı tarafından yapılacak performans değerlendirmelerinde şüpheye yer bırakmayacak kadar açık ve ayrıntılı bir raporlama sistemi kurulmalıdır.

7.     Eğitim ve Araştırma Hastanesi Olmakla İlgili Konular

Eğitim ve Araştırma Hastanelerinin sağlık sistemimizdeki yeri tartışılmaz derecede önemlidir. Bununla beraber Şehir Hastaneleri projesinde kalite ve hasta memnuniyetini daha üst seviyelere çıkarabilmek için dikkatli bir yapılanma gerektiği aşikârdır. Mevcut uygulamada esasen eğitim almak ve uzmanlaşmak üzere hastanelerde bulunan Asistan Hekimler bu çizgiyi biraz aşıp doğrudan sağlık hizmet sunumunun temel taşlarından birisi haline gelmiştir. Bu durumda tıbbi uygulama hatalarının artma riski, hasta ve yakınları ile iletişim sorunları, genel hizmet kalitesi ve memnuniyet değerlerinde azalma söz konusu olabilmektedir. Hastaların Uzman Hekimlere ulaşma zorluğu, resmi kayıtlarda belirtilen ile fiilen hizmet veren hekimler arasında farklılıkların meydana gelmesi, yoğun nöbet ve ameliyat mesailerinden dolayı yıpranan Asistan Hekimlerin hasta ve yakınları ile olan iletişimlerinde de sık sık sorunlar yaşanmaktadır.

Şehir Hastanelerinde Asistan Hekimlerin görev alması ve sağlık süreçlerindeki rolleri yeniden ele alınmalıdır. Sağlık Turizmi ile uluslar arası hizmet sunumunun da planlandığı, özel sağlık kuruluşları ile doğal bir rekabet yaşanacağı göz önüne alınırsa bu endişelere hak verilecektir. Eğitim sonunda farklı yerlere gidileceği belli olduğundan, aidiyet ve sahiplenme duygusunun doğal olarak eksik kalacağı dikkate alınarak iletişim ve koordinasyon güçlü tutulmalıdır.




Hızlı tüketmediğimiz bir şey kaldı mı?

Geçmiş yıllara nispeten, çok daha kolayca ulaştığımız eşya ve imkanları bozuk para gibi umarsızca harcadığımız günlere geldik. Artık her şey ucuz, eşyalar gibi  insani değerlerde kullan at modunda sanki. Sevgiler riyaya bulanmış, sevdalar şehvete esir olmuş. Evlilikler ve boşanmalar yıldırım hızında.  (Her şey hızlandı ama İstanbul trafiği hariç! 🙁 )

Öyle sanıyorum ki; 1970‘li yıllarda doğan ve halen çalışma hayatı içinde bulunanlar, teknolojideki çılgın değişimin en radikal boyutlarıyla baş etmek zorunda kalan nesil olmuştur. Çünkü, geriye bakılınca tarih öncesi gibi gelen günleri bizzat yaşayarak gelip, bugüne ayak uydurmaya çalışan bir nesli temsil ediyoruz.  Bir çok örnek vermek mümkün ama seçmece yaparsak; Tek kanalın TRT olduğu siyah-beyaz tüplü TV’lerimiz vardı. Evimize normal telefon bağlatmak için isim yazdırıp aylarca hat gelmesini beklerdik. Atari salonlarında jetonla oyun oynamak çoğumuz için lüks bir olaydı. Uçakları ancak filmlerde  görür, binmeyi hayal bile edemezdik.

Eski günler daha güzeldi demiyorum. Ama eskiden istediğimiz şeylere ulaşmak için belki de daha fazla emek ve sabır göstermek zorunda kaldığımızdan olsa gerek, edinebildiğimiz ve kavuştuğumuz şeyler bizi  daha fazla mutlu ve kıymetini bilir kılıyordu. Bu durum çocukluğumuzdan çalışma hayatımıza kadar böylece süregeldi.

Sevdiklerimizle haberleşmek zor ve zahmetli ama bir o kadar da lezzetliydi. Çünkü işin içine endişe, heyecan, merak ve sabır gibi çok çeşitli duygular ekleniyordu. Yatılı okulda okurken, ankesörlü telefon kuyruğuna girip ailemizle ve sevdiklerimizle konuşmaya çalışmak, konuşmayı uzatmak için sürekli para veya jeton atarken strese girmek bile bir başkaydı. Telefon dışında en yaygın iletişim yolumuz mektuplardı.  Her hafta sevdiklerimizden gelebilecek mektup yolunu gözlemek, onların ellerinden çıkmış satırları heyecanla bir solukta okumak ne de güzeldi. Sevdalarımızı yazıya dökmek, yanlış olunca delete tuşuyla silmek gibi kolayca değil, bütün bir sayfayı yeniden yazmak zahmetli ama kıymetliydi. Sevdiğimize göndereceğimiz kağıdın rengi ve dokusu bile duruma göre değişebiliyordu. Klavye kısa yol tuşları çıkmadan çok önceleri, yazıyla  kısayol harfler dizisini her mektubun sonuna özenle kondururduk. S.Ç.S.V.D.S.O.R.H. (Seni Çok Seven ve Daima Sevecek Olan Refik-i Hayatın) gibi.

Bilişim dünyasındaki geçmişe örnek olarak: Kişisel bilgisayar yani PC sahibi olmak 90’lı yılların ortalarına kadar oldukça lüks sayılacak bir durumdu. 1993 yılında Erzurum‘da görev yaparken 2. el yerli bir arabanın yarısına denk gelebilecek rakamlarda bir bilgisayar almak nasip olmuştu. Sipariş verirken katalog üzerinden özelliklerini seçiyorduk. En son çıkan PC modeli İntel 386 DX-40 işlemciyle çalışıyordu. Her biri 256 KB (Kilobyte)lık 8 adet EDO RAM ile toplamda 2 MB RAM belleği ancak alabilmiştim. Standart harddisk boyutları 40-60 MB (Megabyte) iken 80 MB’lık modelleri henüz çıkmıştı. 80 MB almak istediğimi söylediğimde ise satıcı arkadaş –O Kadar büyük harddiski ne yapacaksın, nasıl dolduracaksın? diye tepki vermişti! Neyse, siparişi verdim ve heyecanla beklemeye başladım. Gelmesi yaklaşık bir ay sürdü. Ama ben ilk on günden sonra iki günde bir heyecanla ve  Erzurum kışına rağmen “Çaykara İşhanı“ndaki Bilgisayarcıya gidip sormuştum. Gidemediğim günlerde ise telefon ederek takip etmiştim. Evime getirmem ve fişini takınca siyah ekranına gelen C:\_ şeklindeki DOS işletim sistemi görüntüsü beni mest etmişti. Hele de eskiden DIR çekmek denen komutu yazıp dosya dizin listesini görmek, CD ile dizin değiştirmek, MD ile dizin oluşturmak falan acayip bir tatmin duygusu veriyordu. Ne de olsa çocukluk hayalim gerçek olmuştu. DOS kitabı elimde PC başında sabahladığım günlerden sonra batch file (bat dosyası) oluşturmak, sistem disketi yapmak gibi işlemler ileri derecede mutluluk ve yetkinlik hissini tattırıyordu.  Hatırlıyorum da, dosya ve programlarımızı sakladığımız 3,5″ floppy disketlerimi tıpkı çocukken misketlerimi saydığım gibi arada bir sayar ve sayısı arttıkça neşelenirdim.

Ebeveynler olarak en çok düştüğümüz yanılgılardan birisi de, ben yokluğunu çektim onlar çekmesin diye çocuklarımızın talep ve ihtiyaçlarına karşı gösterdiğimiz abartılı tavırlar değil midir? Yokluk ve yoksunluk çekmesin diye her şeyi bekletmeden ve gerekli gereksiz temin ederek, aslında onların gelişiminde ve sosyal adaptasyonunda yardımcı olacak duygu ve deneyimlerden mahrum kalmalarına neden oluyoruz. Sabır başta olmak üzere; şükür, kanaat, özlem, endişe gibi duygu durumlarının dışında, var olanla çözüm geliştirme, alternatif çözüm yolları araştırma gibi becerilerinin gelişmesine bilmeden ket vuruyoruz.  İstekleri sorgulanmadan ve hemen karşılanan çocuklarda tatmin duygusu zayıf kaldığından, sürekli bir arayış içinde olması ve mutsuzluk hissine kapılması daha kolay oluyor. Alkol ve uyuşturucu gibi kötü alışkanlıkların yayılmasında diğer etkenlerin yanı sıra, tatminsizlik ve mutsuzluk duygularının çok etkili olduğunu görüyoruz.

Hayatımızı mutlu ve başarılı sürdürebilmek için her gün irili ufaklı zafer duygularını tadabilmemiz gerekiyor. Ailesinin geçimini sağlamak için çalışan babalar, evine ve çocuklarına kendini adayan anneler (hele ki birde çalışıyorsa) zafer ve başarı duygularını günlük olarak yaşıyor aslında. Elinde ailesi için aldığı yiyecek ve eşya paketleriyle evine girmek üzere olan bir anne-babanın duyduğu hazzın gücünü yaşayanlar bilir. Çocuklarımızı da bu güzel duygulardan mahrum etmeyelim. İhtiyacımız olmasa bile onlara bazı görevler verip, başarmaları halinde taleplerinin karşılanacağı bir emek-istek döngüsü kurmaya çalışalım derim. Hatta, yaş ve yeteneklerine uygun olarak güvendiğimiz esnaf ve diğer iş yerlerinde çıraklık, stajyerlik gibi sorumluluk gerektiren işlerde çalışmalarını sağlayalım. El becerileri, iletişim ve analiz yeteneklerinin yanı sıra, özgüvenlerinin de artmasında müthiş faydalı oluyor. Kendi çocuklarımdan biliyorum.

Güzel terbiye verilmesi, çocukların anne-babalar üzerindeki temel haklarındandır. Güzel terbiye ile; yoklukta sabretmeyi, yoklukta ve varlıkta şükretmeyi, diğer insanların ve çevremizdeki her şeyin haklarına saygılı olmayı, başarmak için meşru yollardan çaba sarf etmeyi, en büyük zenginliğin kanaat olduğunu ve Allah’a karşı samimi kulluğun nasıl olması gerektiğini verebilmemiz gerekiyor. Hatalı eğitim sisteminin ve istismar edilen manevi değerlerimizin toplum yapısını bozduğunu ve insanları birbirinden hızla uzaklaştırdığını hep birlikte görüyoruz. Değerlerimizi ve duygularımızı hızla tüketmeden doyasıya yaşayabileceğimiz günlere kavuşmak dileğiyle…




Kronik Yılbaşı Hastalığımız: Noel Kutlamaları

Her yıl Aralık ayında Noel hastalığımız ve manevi savrulmuşluğumuzu gösteren çılgınca yılbaşı kutlama hazırlıklarımız yeniden depreşiyor ve gittikçe kronik bir hale geliyor. Gelecek nesilleri şuursuz ve kendilerine köle olarak yetiştirmek isteyen arsız güçler, doğrudan çocuklarımızı hedef alıyorlar. Bu hain plana bazılarımız bilerek, bazılarımız saflığından alet oluyor da farkında bile değil.

Şeytani ateşin sıcaklığını yüzümde ve yavrularımın üzerinde hissetmenin dehşeti içindeyim. Küçük kızım bir kamu kurumuna ait ana okuluna gidiyor. Bir hafta kadar önce, çok rahatsız olduğum bir şeyle karşılaştım. Kreşin girişinde çocukların bırakılıp alındığı bölümde özel bir köşe kurulmuş. Maket olarak gerçek boyutlarda bir şömine yapılmış, süslenmiş ve üzerine de bir çift çorap şeklinde yaldızlı kağıt yapıştırılmış. Hemen yan tarafına da büyük bir çam ağacı maketi iyice süslenerek altında hediye kutuları ile birlikte  yerleştirilmiş. Üstelik çocuklara da “Noel Baba, Noel Baba  ver bana da hediye, Senin evin nerede? Seni sevdim Noel Baba ver bana da hediye” şeklinde şarkısını da söyleyip ezberletmişler. Çocuklarımıza bunların öğretilmesi için plan ve program yapanlar gerçekten Müslüman mıdır? Üstelik kamu kaynaklarını kullanarak yapmalarına ne demeli?

İçimi daraltan ve ruhuma işkence yapan bu manzara karşısında kreş yönetimine rahatsızlığımı ne zaman ve nasıl ileteceğimi hesaplarken, kreşten almaya gittiğim kızımdan beklenen bomba soru da geldi: -Baba bunlar ne? Hristiyan geleneklerine uygun olarak hazırlanmış bir çam ağacı, altına Noel Baba’ya atfen konulmuş hediye kutuları ve yine Noel Baba’nın hediye koyması beklenen çoraplar ile şömineye varıncaya kadar her ayrıntısı unutulmamış bu manevi saldırı tezgahının ne olduğunu soran çocuğuna Mü’min bir baba nasıl cevap vermelidir? Yılbaşı süsü onlar evladım, yeni yıla giriyoruz ondan desem, bu objeleri masum ve normal olaylara eklemiş ve kızımın hayatında olumlu ve gerekli bir şekle sokmuş olacaktım. Çocukluk zamanında edinilen davranışların ve alışkanlıkların bütün hayatı etkilediği, doğru ve yanlış kavramlarının esastan şekillendiği genel kabul görmüş gerçeklerden birisidir. Bu manevi cinayete ortak olmamak için, -Kızım bu bizim değil, Hristiyanların bayram süslemesidir. Bunlarda buraya koyarak yanlış yapmışlar biz böyle şeyleri sevmeyiz. Diyerek, doğruyu söylemeyi tercih ettim. Her şeyi anlamasa bile, güzel bir şey olmadığını ve bizim sevmediğimizi anlaması yeterde artar bile. Hemen arkasından kreş yönetimini uygun bir dille uyararak rahatsızlığımı ve yapılan işin yanlışlığını ifade ettim.

Yılbaşı nedeniyle taze gelen yılı karşılamak ve umutla geleceğe hazırlanmak kabilinden kutlamalar yapmak ayrı bir şeydir, maddi ve manevi hayatımızı dinamitleyecek derecede gayr-i Müslimlerin adetlerini birebir taklit etmek apayrı bir şeydir. Yeni yıl kutlamalarının gerekliliği ve topluma yapılan tüketim ve sınırları zorlayan eğlence dayatmaları zaten bir sorun olarak yaşanmaktayken, artık doğrudan kopya edilen Hristiyan yaşantısına sessiz kalamayız. Bize sıradan ve zararsız gelen her şeyin özel bir anlamı ve geçmişten gelen bir ritüelin parçası olduğunu bilerek davranmak zorundayız.

İslam’dan önceki dinlerin, insanlar eliyle tahrif edildiğini ve aslından uzaklaştırıldığını bizlere Kur’anı Kerim ve Peygamber Efendimiz (S.A.S) haber veriyor. Hz. İsa’nın (A.S) doğduğu gün kabul edilen Noel Bayramının kutlandığı günün tayininde bile ihtilaflar çıkmıştır. İlk olarak 336‘da kutlanmaya başladığını, Ortaçağ başlarında 6 Ocak‘ta, daha sonra 25 Aralık‘ta kutlandığını kaynaklar söylüyor. Hz. İsa’nın doğumu vesilesiyle kutlanılan bu bayram miladi takvim yılı başlangıcıyla ilgisi olmadığı halde pratik olarak birleştirilmiş ve birlikte anılır olmuştur.

Vikipedia’ya göre: Noel ağaçları Pagan geleneklerinden gelen bir ritüeldir. Yapraklarını dökmeyen ve hep yeşil kalan Çam ağaçları eski Mısırlılar, Çinliler ve Yahudilere göre ölümsüzlüğün simgesidir. Kış ortasında evlerde çam ağacı süsleme geleneği ilk defa Almanya’da başlamıştır. Almanya’da 16. Yüzyılda Noel Ağacı adını alan gelenek 19. YY’da İngiltere ve tüm Avrupa’da yayıldı. Amerika’ya 17. YY’da gelip 19. YY’da moda oldu.

Noel Baba olarak atıfta bulunulan kişi Piskopos Nikola’dır. Likya’nın Myra ( bugünkü Demre) yöresinde yaşamış bir 4. yüzyıl Hristiyan azizidir. Nikola’nın varlığını destekleyen tarihi bir doküman mevcut değildir. Antik Likya’nın liman kenti Patara’da doğduğu kabul edilir. Gençliğinde Filistin ve Mısır’ı dolaştı. Öldükten sonra Myra’daki kilisesinin mezarlığına gömüldü. 6. YY’a gelindiğinde mezarının ünü bayağı yayılmıştı. 1087 yılında İtalyan denizciler ya da tüccarlar kemiklerini İtalya’nın Bari kentine götürdüler.

Günümüzdeki Noel Baba imajı, karikatürist Thomas Nast‘ın 3 Ocak 1863 tarihli Harper’s Weekly dergisinde yayınlanan çizimlerine dayanır. Popüler Noel Baba imajı, çizer Haddon Sundblum‘un, 1931 yılından itibaren Coca-Cola şirketi için hazırladığı çizimlerle son halini almıştır. Sundblum’un Noel Baba’sı, şişman, beyaz sakallı, uçları beyaz kürklü kırmızı bir kıyafet giyen, siyah kemerli, siyah çizmeli, yumuşak kırmızı şapkalıydı.

Noel Baba’nın hediye getirmesi geleneği, İskandinav Mitolojisi‘ndeki tanrı Odin‘e dayanır. Odin, uçan atı Sleipnir ile avlanmaya gittiğinde, çocuklar Sleipnir için çizmelerinin içine havuç ve saman koyup şöminenin yanına asarlardı. Odin’in bu iyilik karşılığında çocuklara hediye ve şekerlemeler getirdiğine inanılırdı. Zamanla bu gelenek Avrupalı göçmenler vasıtasıyla Amerika’ya ulaştı. Çizme yerine büyük çoraplar kullanılmaya başlandı ve bu gelenek Noel’e dahil oldu.

Yılbaşı ve Noelde Hindi yemeği ise Amerika’ya ilk gelen İngiliz kolonilerinin etkisiyle girmiştir.  İngilizlere yardım eden ve Anavatanı Amerika olan Hindileri avlamayı öğreten Kızılderililere teşekkür ifadesi olarak her yıl Kasım ayının son haftasında Hindinin ana yemek olduğu ziyafetler verip Şükran Günü adı altında bayram yapmışlardır. Şükran Günü Bayramının daha sonraları yapılan katliamlar nedeniyle Kızılderililer arasında Yas Günü olarak anılması da kaderin bir cilvesidir.

Buraya kadar, günlük hayatımızın en uç noktasına kadar işlemiş olan misyonerlik, batı taklitçiliği veya Hristiyan severliğin kendi aile yaşantımı ve geleceğimi tehdit eden bir tezahüründen yola çıkarak kavramsal bilgileri derlemeye çalıştım. Daha önceki yazılarımda da değindiğim gibi, para ve menfaatin olduğu her yerde doğal olarak bulunan ve para kazanmak için her kılığa girmeyi mubah gören siyonist Yahudi oluşumlarını üstelik Hristiyan bir bayram olan Noel‘de bile görebilirsiniz. Her yıl çılgınca alışveriş yapmayı körüklemek, kola markasıyla özdeşleştirdiği kırmızı rengi Noel Baba üzerinden zihinlere kazımak için Yahudi Coca Cola firmasının nasıl büyük bir yatırım yapıp sonunda kazançlı çıktığını görüyorsunuz. Ülkemizde de Ramazan iftarlarını reklam konusu yapacak kadar sınır tanımayan bir para kazanma hırsından ve iki yüzlülüğünden bahsediyoruz.

Başta alış veriş merkezleri  (AVM) olmak üzere, yılbaşını kutlama bahanesine sarılan arsız ve hayasız Hristiyanlaştırma faaliyetlerine bilerek veya bilmeyerek aracılık eden tüm kişi ve kurumları Allah‘a havale ediyor, Müslümanım diyen kardeşlerimi şuurlu ve gerektiğinde tepkili davranmaya davet ediyorum.

Kur’anı Kerim‘de yer alan Yahudi ve Hristiyanlara benzemek veya uymak hakkındaki 2 ayeti paylaşmak isterim:
1. “Sen dinlerine uymadıkça, ne Yahudiler ve ne de Hristiyanlar asla senden razı olmazlar. De ki: “Allah’ın yolu asıl doğru yoldur.” Sana gelen ilimden sonra, eğer onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, bilmiş ol ki, Allah’tan sana ne bir dost, ne bir yardımcı vardır.” Bakara Suresi 120. Ayet
2. “(Yahudiler) “Yahudi olun ve (Hristiyanlar da) “Hristiyan olun ki doğru yolu bulasınız” dediler. De ki: “Hayır, hakka yönelen İbrahim’in dinine uyarız. O, Allah’a ortak koşanlardan değildi.” Bakara Suresi 135. Ayet

Sevgili Peygamberimizin  (S.A.S) ümmetini  Yahudi ve Hristiyanlar başta olmak üzere, İslam dışı kavimlere benzemekten men eden bir çok hadis-i şerifi günümüze intikal etmiştir. Hatırlatmak için sadece 2 tanesini yazıyorum:
1. “Kim kendini bir kavme benzetirse, o da onlardandır.” ( Ahmed: 2/50-92, 7/142, Ebu Davud Libas: 4031)
2. “Kim müşriklere ait bir toprakta bulunur (bina yapar), onların nevruzlarına (yılbaşılarına) katılır, onların bayramlarını (festival ve galalarını) kutlar ve ölünceye kadar onlarla birlikte bulunursa, Kıyamet Gününde onlarla birlikte haşr olunur.” (Beyhaki Sunenu’l-Kubra: 9/234.)

Rabbimiz bizleri şuurlu ve nesline sahip çıkan, hakkı hakk bilip hakka çağıran, batılı batıl bilip batıldan men eden Müslümanlardan eylesin.




Sosyal Bir Tehdit Olarak Dövme ve Dövmecilik

Çocukluk ve gençlik yıllarımda gördüğüm dövmeli insan sayısı o kadar nadirdi ki hem tuhaf hem de korkunç geldiğini hatırlıyorum. Çünkü gördüğüm dövmeli kişiler genelde sosyopat veya psikopat denilen, hapishane hayatı yaşamış, kollarında faça tabir edilen jilet çizikleri olan belalı tiplerdi. Doğal olarak dövmeli kişilerin belalı ve sorunlu kişiler olduğu algısı bende yer etmişti.

Aleni suç işleyenlerin ve bu yönde bir hayat yaşayanların bir noktadan sonra kendilerini gizleme gereği duymadıkları ve hatta kimlikleriyle övünmelerinin bir delili de vücutlarındaki dövmeleriydi. Benden uzak dur, benden kork mesajını vermek için etkili bir yoldu.

Dövme olayının neden sorunlu kişiler arasında yaygınlık gösterdiğini, normal hayat sürenlerin neden kaçındığını da İslam dini açısından durumunu öğrendiğimde anladım. Kur’anı Kerim’de şeytanın söz ve amaçları bizlere aktarılırken şeytani işler de tarif ediliyor. Örneğin, Nisa Suresi 119. ayet (Diyanet Vakfı meali) «Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar (putlar için nişanlayacaklar), şüphesiz onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler» (dedi). Kim Allah’ı bırakır da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir ziyana düşmüştür.» Bu ayet-i kerimede görüleceği üzere Allah’ın gazabını celbeden hususlardan birisi de Allah’ın yaratış şeklini beğenmeyip değiştirmek, tahrif etmek ve başkalaştırmaktır. Tıbbi bir zorunluluk olmadıkça yapılan her türlü estetik ve benzeri değişikliğin sorunlu ve tehlikeli olacağı açıktır. Sonuç olarak bizler Allah’ın emaneten verdiği vücutları kullanıyoruz. Kiralık araba kullandığımızda bile gösterdiğimiz özen ve hassasiyeti vücudumuzdan sakınmak hakkımız olmasa gerek. “Allah’ın yarattığını değiştirecekler” ifadesi kapsamına her türlü kalıcı ve keyfi vücut değişikliklerinin, gereksiz estetik operasyonların girdiğini söyleyebiliriz.

Deri içine iğne ile boya şırınga edilmesi ve burada kalıcı bir renklenme sağlayarak yapılan süsleme ve şekil verme demek olan dövmenin çok eski tarihlerden beri yapıla geldiğini biliyoruz. İslam öncesinde Araplar arasında da özellikle kadınların rağbet ettiği bir süslenme şekli olduğunu, Hz. Peygamberin birkaç sahih hadis-i şerifinde açıkça yasakladığını ve lanetlediğini dikkate almak gerekir. Örneğin: “Rasulullah (S.A.S.): ‘…Dövme yapan ve dövme yaptırmak isteyen kadınlara Allah lanet etsin’ buyurdu.” Buhari 594, Müslim 2124/119

İslam açısından şüphe götürmeyen bir yasak ve sağlık açısından da birçok riske (bulaşıcı hastalıklar ve enfeksiyonlar, kanserojen etkiler, ruhsal sorunlar gibi) açık olan dövmeyi yine de yaptıranların üstelik bu günahlarını teşhir etmek için yaptıkları şaklabanca giyinmeler, mesaj verme gayretleri, medyanın teşvik edici yayınları sonucu gençlerimizi özendirmeleri gerçekten sosyal bir sorun olmaya başladı. Küçük bir dövme ile başlayanlardan çoğunun daha sonra dayanamayıp yeniden yaptırdığını ve sonunda vücudunu tuhaf bir tabloya çevirdiğini görüyoruz. Toplumun manevi yapısını bozan her türlü melanetin öncülüğünü yapan sözüm ona sanatçı taifesinin dövme hastalığının yaygınlaşması için gösterdikleri gayret ve medyanın da bunları teşhir etmesindeki istekliliği her türlü beddua ve kötülemeye layık seviyelerdedir. Metreslerin sevgili olduğu, uyuşturucu kullanımının sanatçılar için olağan sayıldığı, homoseksüellerin baş tacı edildiği medya dünyasından hayır beklemek ne büyük saflık olur.

Bugün açık bir Allah’a isyan ve umarsızlık göstergesi sayılan dövme o kadar yaygın hal aldı ki mahalle aralarında izbe yerlerde bile yapan ve yaptıranlar var. Birde çok matah bir şeymiş gibi dükkan tabelalarında “Dövmeci” değil de “Tattoo” yazıyorlar.

Avrupa ve ABD televizyonlarında olan her türlü rezilliği bizim ekran ve evlerimize kısa sürede getirme konusunda oldukça başarılı olan yapımcılarımızın “Ink Master”, “Tattoo Nightmares” gibi dövmeci yarışması ve dövme sorunları ile ilgili programları ne zaman yapacağını merak ediyorum doğrusu. Bu ve benzer TV programları da yapılırsa,olayın artık kangren haline geldiğini ve dönüşün çok zor olacağını bilmemiz gerekir. Toplum sağlığı ve sosyal dokumuzun iyiliği için acilen önlem almak ve özendirici, kolaylaştırıcı faaliyetleri zorlaştırmak zorundayız. Kaybettiğimiz sosyal davalara birisi daha eklenmesin artık




Haşlanmış Kurbağaya Döndükte Ağlayanımız Yok!

Meşhur deneydir bilirsiniz: Bir kurbağayı kaynar suyun içine atmışlar, sıçrayarak kaçmış ve kurtulmuş. Başka bir kurbağayı da normal suyun içine koymuşlar ama alttan da çok kısık bir ateşle yavaş yavaş ısıtmaya başlamışlar. Soğuk suyun içindeki kurbağa çok hafif ılıyan suda zevkle yayılmış ve suyun artan sıcaklığının farkında olmadan en sonunda haşlanarak ölmüş. Demek ki bazı olaylara birden bire maruz kaldığımızda ani tepki verip sıyrılıyoruz ama sinsice azar azar maruz bırakıldığımızda bütün savunma hatlarımız çöküyor ve asla kabul etmeyeceğimiz şeyleri bile artık normal görmeye başlıyoruz. İşte hal-i pür melalimizde budur maalesef.

Geçtiğimiz günlerde vizyona giren “Dracula Untold” (Drakula:Başlangıç) adlı filmi izlemiş bulundum. Osmanlı‘da Yeniçeri askerlerini devşirme sistemi, tarihte Kazıklı Voyvoda diye bilinen 3.Vlad’ın Fatih Sultan Mehmet‘e karşı giriştiği hainlikler sonunda Eflak Beyliğini kaybetmesi, bu arada yapmış olduğu korkunç işkenceleri ile meşhur olması şeklinde özetlenebilecek tarihi gerçeklerin ters yüz edilmesinden ibaret, yanlı ve abartılı tipik bir ABD filmi olmuş. Görsel efektlerle süslenmiş bir karalama ve kan içicilik şeklindeki sapıklığa meşrutiyet kazandırmayı amaçlayan klasik bir Yahudi filmiydi. Tabii ki seyrederken yanlış ve kasıtlı saptırmalardan ötürü yoğun tepkiler verdiğimi, yuh artık dedirten bölümlerde izlemeyi bıraktığımı söyleyebilirim. Tıpkı kaynar suya atılmış kurbağa gibi. Benzer tepkileri toplum olarak bir zamanlar “Gece Yarısı Ekspresi” filmine gösterdiğimizi de hatırlıyorum.

Kendi kendime bu film ve üzerimdeki etkilerini düşünürken en sonunda çok utandığım, mahcup hissettiğim, aciz ve günahkar duygular altında ezildiğim için bu yazıyı yazmak istedim. Çünkü kısmen doğru tarihi olayların saptırılmasına verdiğimiz tepkiden önce nice hayati ve büyük yanlışlara, sapkınlıklara, günahlara ve zihin yıkamalarına maruz kaldığımız halde sesimiz çıkmaz oldu. Ilık suya alışıp sonunda haşlanmış kurbağa olmuşuz da haberimiz yok. Artık normal gördüğümüz medya pisliklerinin hiç olmazsa bir kaçını hatırlatmak isterim.

Herkes bilir ki Allah‘ın en çok gazabını celbeden günahların başında kendisine şirk koşulması, sadece O‘na özel olan isim ve sıfatların fiilleri ile birlikte başkalarınca paylaşılmaya veya yok sayılmaya kalkışılmasıdır. İslam öncesi eski yunan mitolojisinde olduğu gibi çok sayıda tanrı ve yarı insan tanrıların varlığı modern teknikler ve yeni makyajlar yapılarak sürekli gözümüze sokulurcasına filmlere ve dizilere konu olmaktadır. Allah’ın açıkça affetmeyeceğini söylediği şirk ve küfür günahı o kadar düzenli ve yoğun işlenmeye başlamıştır ki çocuklarımızın izlediği çizgi filmlere varıncaya kadar yayılmış ve sıradanlaşmıştır. Haşa insan-tanrı modelinin tutması içinde Yahudi Marwell başta olmak üzere sapık yayıncıların çıkardığı Süpermen, Örümcek Adam, He-Man gibi sanal kahramanlar ile özenilen ve mümkün olabilen hale gelmeleri sağlanmıştır. Bu medya zehirlenmesine hepimiz maruz kaldık ve kalıyoruz. Şirkin ve küfrün kardeş günahı olan büyücülük ve şeytanla doğrudan işbirliği yapılarak sağlanan güç gösterileri özenilecek, doğru ve iyi şeylermiş gibi sürekli film ve dizilere konu olmaktadır. Bu konuda yerli dizi ve filmlerimiz bile yapılmıştır. Hala üzerimizdeki gazabı hissetmeden, en azından kalben buğz etmeden izlemeye ve çocuklarımızı sakındırmamaya devam edebilecek miyiz?

Siyonist Yahudiler sapkın din tarihlerinde ve yozlaşmış yaşantılarında ne varsa ele geçirdikleri medya tekelleriyle topluma dayatmaya, normalleştirmeye ve Allah inancını yok etmeye var güçleri ile çalışmaktadırlar. Şeytanla işbirliğinin somut delilleri olan Kabbala öğretilerini, illuminati teknikleri ile birlikte sürekli gündemde tutma gayretindedirler. Son zamanlarda iyice yaygınlaşan vampir film ve dizilerinin ardında İspanya‘dan da bu yüzden kovulduğu söylenen bir kısım Yahudilerin olduğunu görüyoruz. Muharref (bozulmuş) tevrat kaynaklarında şu ifadeler yer alıyor: “Et yiyin ve kan için. Yiğitlerin etini yiyeceksiniz ve dünya beylerinin kanını içeceksiniz. Sarhoş oluncaya kadar kan içeceksiniz.” (Hezekiel Bölümü 39/18-20) “Onları kasaplık koyunlar gibi ayır ve öldürme günü için onları hazırla.” (Yeremya Bölümü, 12/3)  “Çünkü o gün orduların Rabbi Yehova’nın günüdür. Hasımlarından öç alsın diye öç günüdür. Ve kana kana onların kanını içecek.” (Yeremya Bölümü, 46/10)

Ensest sapıklığı toplum içinde en çok infial uyandıran yozlaşmalardan ve zinanın en beter hallerinin başında gelir. Muharref Tevrat kaynaklarından Eski Ahit, Yaratılış kitabının 19. Babında kız kardeşlerin babalarını sarhoş ederek onunla yatmalarını ve çocuk peydah etmelerini anlatır. Üstelik babaları  Haşa Lut Peygamberdir. Bunun gibi söylemekten haya edeceğimiz şekilde gelini veya kız kardeşi ile olan ensest ilişkilerde anlatılmaktadır. Direkt olarak konuyu söyleyince mideniz bulanıyor değil mi? Ama “Game of Thrones” (Taht Oyunları) gibi diziler içinde sinsice verilince uyuşurcasına sessiz kalınıyor.  Bu dizide Lannister Hanedanından kız kardeş başkası ile evli olduğu halde öz abisi ile birlikte sürekli zina ediyor ve  peydahladıkları çocukta sonunda kral makamına geçecek kadar ilerliyor. Lannister hanedanının bayrağındaki simgenin de  şaha kalkmış aslan olması hiçte tesadüf olmasa gerek. Şahlanmış aslanın Yahudilerin simgesi olduğunu duymayan yoktur her halde. Akla gelebilecek her türlü zina, cinayet, şeytani güçlerle işbirliği, ahiret inancını yok etmeye yönelik reenkarnasyon, zombi filmleri gibi manevi dünyamıza yapılan saldırıları bu ve benzeri bütün yapımlarda görüyoruz. Tepki vermek bir yana artık normal karşılayıp birde adamlar yapmış deyip takdirle anlatır olduk. Ayrıca, dizide Türk asıllı bir kadın üstelik fahişe rolünde oynadığı için bir kısım medyamız tarafından göklere çıkarıldı. Vah olsun bizlere!…

Allah’ın gazabını en çok çeken günahlardan birisi de homoseksüelliktir. Bu sapkınlığa bir daha meyletmeyelim diye ibret için Kur’anı Kerim‘de anlatılan Lut Kavmi, Sodom ve Gomore halkının nasıl helak olduğunu duymayan kaldı mı? Bugün Avrupa’da eşcinsel evliliğinin yasal kılıfa sokulması, çok bilinen sözde sanatçı ve modacılarımızın olması bu sapıklığı masum ve sıradan görmemize yeter mi? Ne kadar da cesuruz! Özellikle son yıllarda ortaya çıkan hemen her dizi veya filmde en az bir çift eşcinselin yer alması, kahramanlık yapmaları ve sıradan hayatın içinde gösterilmeleri kesinlikle tesadüf değildir. Orantı yapıldığında toplum içindeki varlığı yüzdelik dilimlere girmeyecek kadar az olan bu kişilerin 15-20 kişilik yarışlarda bile özenle temsil ettirilmesi maksatlı bir duyarsızlaştırma ve normalleştirme operasyonudur. ABD‘deki Yahudi yapımcılar buna son derece dikkat etmektedir. Örneğin, halen gösterimde olan Survivor ve The Amazing Race programlarında bu sezon yarışan çiftler içinde de eşcinsellerin bulunduklarını ve her fırsatta sapkınlıklarını sergilemelerine destek verildiğini görebilirsiniz. Merak edenler buradan ve buradan bakabilir.

Amerikan film ve dizilerinde gösterildiğinin aksine ABD halkının çoğunluğunun aslında mütevazi ve kendince muhafazakar bir yaşantısı olduğunu duyuyoruz. Ama öyle bir algı oluştu ki bizde; hepsi alkolik derecesinde içki içen, her fırsatta uyuşturucu kullanan ve üreten, her gece başkasıyla yatan, eşini sürekli aldatan, aile birliğinin olmadığı, ateistlerin çoğunlukta olduğu, garip, yozlaşmış bir insanlar topluluğu gibi geliyor. Ve her ne hikmetse bütün yapımlarda en az bir kaç Musevi kahraman yer alıyor. Bu orana göre ABD’nin yarısının Yahudi olduğunu sanıyorsunuz. İşte algı ve yönlendirme operasyonu böyle bir şey. Birde bizimkilere bakalım: Sözde yerli dizilerimizi izleyenler; evlere ayakkabıyla girilen, her mutlu veya üzgün anını içkiyle perçinleyen, kadınların hepsinin aşırı dekolte giyindiği, fırsat bulan herkesin birbirini aldattığı vb ahlaksızlıklarla dolu bir ülke olduğumuzu zanneder. Üstelik başta Arap ülkeleri olmak üzere dışarıya da satılan bu diziler bizim tarihten gelen imajımızı yerle bir edip haksız şekilde ne kadar yozlaşmış ve İslam dışı bir toplum olduğumuz kanaatini pekiştiriyor. Kendi halkımızın kanına girdikleri yetmezmiş gibi başka ülkeleri de yoldan çıkarır olduk. Arap ülkelerinde insanlar birisine çok kızdığı ve aşağılamak istediğinde artık “Senin kız kardeşini / eşini / ananı Türk dizilerinde oynarken görmüşler” şeklinde hakaret eder olmuş. Yahu ömrünün en çok 1-1,5 yılı sarayda geçen, sürekli seferlerde savaş meydanlarında bulunan Kanuni Sultan Süleyman‘ı   haremden çıkmayan, dansözler karşısında içkili alemler düzenleyen birisi olarak gösteren “Muhteşem Yüzyıl” gibi “Muhteşem Rezalet” yapan alçaklarımız var. Daha ne olsun? Düşman dışarıda değil evimizde artık, uyumayalım…