Sağlıkta #İsraf Sorunlarımız

Sağlıkta israf dediğimiz vakit, çemberin en iç halkasından yani kendimizden başlamamız gerekir. Vücudumuz, dünyada ruhumuzu gezdirmek üzere emanet olarak verilen bir araçtır. Adeta kiralık araç gibi kullanmalı, ihtiyacımızı gidermeli, faydalarından yararlanmalı ama asıl sahibine karşı sorumlu davranarak; bakımını, sağlığını ve bütünlüğünü korumalıyız. Allah’ın, nimet konusunda sınırsız cömert olmakla beraber, hesap sorma ve sahiplik noktasında çok hassas olduğunu unutmamalıyız.

Satın aldığımız bir aracı dilediğimiz gibi düzenlemeye ve modifiye etmeye mevzuat sınırları içinde hakkımız vardır. Ancak sınırlı süreli kiraladığımız bir araçta bunları yapamayız. Yaptığımızda ise mali ve adli sonuçlarıyla yüzleşiriz. Vücudumuz mükemmel bir aygıt ve araçtır. Yüce Allah hepimize kendi takdir ettiği ölçülerde ve niteliklerde vücutlar bahşetmiştir. Sağlık için zorunlu olan operasyonlar ve normal düzenine getirmek için yapılan müdahaleler dışında kalan bütün estetik ve keyfi ameliyatlar, dövme benzeri kalıcı boyamalar, gereksiz ve abartılı şekilde vücuda uygulanan piercing gibi metal aparatlar bu yüzden caiz değil ve emanete hıyanet halleridir. Kaldı ki vücuda gereksiz yere yapılan bütün müdahale ve değişikliklerin neden olduğu enfeksiyonlar, kontra endikasyonlar, işlev bozuklukları, geri dönülemeyen pişmanlıklar gibi sıkıntıları da cabasıdır.

Vücudumuzun, bize iyi veya kötü, güzel veya çirkin gelen bütün nitelikleri, elbette değerleme ve sorumluluk noktasında farklılıklar oluşturur. Bütün kiralık araçların rayiç bedelinin aynı olmadığı gibi, her insanın vücudu ve özellikleri Adl-i Mutlak olan Allah’ın indinde farklı değerlendirmeye tabi tutulacaktır. Bu açıdan bakılınca hakkıyla şükredilmeyen,  korunamayan bütün sağlık ve estetik avantajların aynı zamanda yüksek hesap ve sorumluluk katsayısıyla başımızı ağrıtabileceğini de unutmayalım! O yüzden, engelli doğan veya sonradan engelli kalan kardeşlerimizin hayıflanmasına, süper güzel veya yakışıklı olup mükemmel vücut yapısında olan kardeşlerimizin de gurur ve kibre kapılmasına hiç gerek yoktur! Herkes verilen nimetler kadar  sorumlu tutulacak, diğerlerinden eksik kalan kısımları adalet, rahmet ve mağfiret vesilesi sayılarak hesabından düşülecektir. Bu vaziyet sağlık nimetinde olduğu kadar, ilim, aile ve zenginlik nimetleri için de geçerlidir.

Sağlıkta kişisel israf, vücudu hor kullanmak ve uyku, dinlenme, sağlıklı beslenme gibi ihtiyaçlarını ihmal etmektir. Bir hastalık olmadan önce tedbirli davranmak, sıcak, soğuk, kimyasal, radyasyon, stres, enfeksiyon ajanları, kötü ve bozuk gıdalar vb. bütün olumsuz etkenlere karşı korunmak gerekir. Kişinin iştahını kontrol etmeden aşırı beslenme sonucu şişmanlaması, hareketsiz kalarak kas ve iskelet yapısını bozması, alkol, sigara, uyuşturucu madde kullanarak kalıcı ve kronik hasarlar vermesi açık bir israf ve emanete hıyanettir.

Sağlıkta Toplumsal ve Kurumsal İsraflarımız

Toplum olarak; sağlık sorunlarımız baş göstermeden önce tedbir almayan, koruyucu sağlık hizmetlerine ve esaslarına öncelik vermeyen tutumlar geliştirdik. Sağlıklı bir hayat sürmek için yaşam şeklimizi değiştirmek yerine, sağlık hizmetlerine erişimin kolaylaşmasını fırsat bilerek tedavi odaklı davranmaya başladık. Mesela, insan hayatı için vazgeçilmez bir ihtiyaç olan suyu, düzenli ve yeterli içmeyen özellikle orta yaş ve üzeri insanlarımızda peydahlanan ağrıların, sindirim, dolaşım ve boşaltım sistemi sorunlarının suyu düzenli ve yeterli içmekle azalacağını veya önlenebileceğini unuttuk, bunun yerine hastalık oldukça sadece ilaçlarla tedaviye değer verdik.

Aile Hekimliği sistemiyle insanların birinci basamak sağlık hizmetlerine erişimini kısıtlayıp zorlaştırdık. Daha etkili ve yaygın olan, toplum ve çevre sağlığında verimliliği kanıtlanmış bulunan, sağlığı sadece Hekim odaklı değil Ebe, Hemşire, Sağlık Memuru gibi ekip üyeleriyle birlikte sunan Sağlık Ocağı ve Sağlık Evi sistemini lağvedip, Aile Hekimi sistemiyle kısır ve etkisiz bir düzene mahkum edildik. Aile Hekimleri, merkezden gelen baskıyla uzaktan aşı takibi yapan, randevu alınabilirse basit reçeteleri yazan, en ufak bir ehliyet yenileme sağlık raporunda bile topu taca atarak Hastanelere yönlendiren, kronik hastalıklarda raporlu reçeteli ilaçları dahi yazamayan, Aile Sağlığı Merkezinden burnunu dışarı çıkarıp vatandaşın yanına veya ihtiyaç halinde evine gidemeyen ucube bir sistemin aktörleri oldular.

Aile Hekimliği sisteminde sözleşme imzalayan hekimler devlete taşeron sağlık hizmeti veren küçük esnaflara döndüler! Yanlarında çalışan diğer sağlık personeli de mutsuz ve verimsiz kalıyor. Sağlık hizmetine yoğunlaşmak yerine kira, elektrik, su, telefon gibi giderlerle uğraşıp devletten maksimum ödeme çıkarmaya dönük davranmaya zorlanıyorlar. Zaten uzman hekimlerimiz özel sağlık kurumlarında kendi şirketleri üzerinden hizmet vermek zorunda bırakılırken, bu yöntemin bir benzerini Devletimiz Aile Hekimlerine dayatıyor. Sonucu da nitelikli ve yaygın sağlık hizmeti yerine puan ve sayıya odaklı isteksiz çalışma performansı oluyor.

Hükumetler için de mimari görüntüsü baskın olan hastanelere ağırlık verilerek, ilaç ve medikal endüstrisinin devasa pazarı haline gelmemiz siyasi beklentileri açısından daha uygun geldi. Sağlıkta yaşadığımız durum, kışkırtılmış talep ve kontrolsüz arz ilişkisidir. Örneğin OECD ülkeleri arasında her 1.000 kişiye düşen MR çekimi sayısında Türkiye’nin açık ara şampiyon olarak 186,4 değeri ile 1. olduğu tespit edilmiştir. 2. sıradaki Almanya’da 143,4, 3. sıradaki Fransa’da 114,1 MR çekimi yapılmıştır. Çok yüksek dozda radyasyona maruz bırakan BT sisteminde ise her 1.000 kişide 223,4 çekim ile OECD ülkeleri arasında 3. sıraya gelmişiz! ABD ve Japonya BT çekiminde 1. ve 2. olmuş.

Birinci basamak temel ve koruyucu sağlık hizmetlerini ihmal etmemizin, toplumda sağlık okur yazarlığını ve sağlıklı yaşama alışkanlıklarını yaygın hale getiremeyişimizin sonuçlarını, sosyal güvenlik kurumunun verilerinde görebiliyoruz.

Covid-19 nedeniyle yaşanan kapanma öncesinde 2019 yılında zirve yapan hastanelere müracaat sayısının 573.133.000’e ulaştığını görüyoruz. Aynı yıl Türkiye’nin nüfusu 83.154.997 idi. Buna göre  Türkiye’nin tamamı yaklaşık 7 kez hastanelere gitmiş oluyordu. Elbette nüfusun yaşlanmasına paralel olarak yükselen bir talep eğrisinin olacağı açıktır. Ancak bu müracaatların 1. basamak seviyesinde karşılanabilme ihtimali ve daha önemlisi, sağlık sorunları ortaya çıkmadan önce basit ve ucuz yöntemlerle önlenebilme olasılığı üzerinde de durmak gerekirdi.

SGK’nın hastanelere yaptığı ödeme tutarlarına baktığımızda, daha zor ve pahalı tedavilerin yapıldığı 3. basamak Devlet Hastaneleri ve Üniversite Hastanelerinin giderek paylarını arttırdığını, özel hastanelerin de istikrarlı şekilde yükseldiğini görüyoruz. Toplumda görülme sıklığı artan kanser, şeker, kalp ve damar hastalıkları gibi kronik hastalıkların da bu tabloda etkisini gösterdiğini söyleyebiliriz. SGK’nın zorlaşan ödeme talimatlarının hastaları zorunlu olarak 3. basamak sağlık kurumlarına yönlendirmesi de sebeplere eklenmelidir.

Kullandığım SGK verilerinin başladığı 2014 yılından 2021 yılına kadar, Türkiye nüfusunun artışı sadece yüzde 8 oranında kalmıştır. Ancak aynı döneme ait SGK toplam sağlık harcamalarının artış miktarı 3 katı geçmiştir. Bu hız o dönemin enflasyon değerlerinin çok üzerindedir. Sürdürülebilir bir sosyal güvenlik sistemi açısından bu gidişin verilen hizmetlerde kısıtlamaya dönüşeceği açıktır. Sonradan acı reçeteler gibi çarelere ihtiyaç duymamak için ödemelerin makul oranlara çekilebilmesi, kışkırtılan talebin, gereksiz hastane gidişlerinin, alt basamaklarda çözülecek sorunların yukarılara taşınmasının önlenmesi lazımdır.

Ayrıca, akla ve bilime aykırı bir tutumla sokaklarda başıboş üremeleri sağlanan köpeklerin, baş nedeni olduğu Kuduz Şüpheli Temas vakaları için her yıl insanlarımıza uygulamak zorunda olduğumuz 1 milyonun üzerindeki Kuduz Aşısı gibi ilkellik göstergesi ve önlenebilir sağlık sorunlarına karşı da tedbir almanın zamanı çoktan geçmiştir. Başıboş köpeklerin neden olduğu terörün sağlık sistemimize faturası dahi kabul edilemez seviyelere ulaşmıştır.

Sonuç

Sağlığımızda israf sorumluluğumuz kişisel yaşantımızdan başlar. Hayat şartlarımızı sağlıklı yaşam odaklı kurmak zorundayız. Özellikle gençlik zamanlarında yapılan yanlışların acı sonuçlarıyla ileri yaşlarda karşılaşıp düşük konforlu, sıkıntılı ve pahalı bir hayata bağlı kalmak istemiyorsak, sağlığımız için gereken özen ve dikkati kendimizden başlayarak en yakınlarımız ve toplumun tüm fertleri için göstermeye çalışmalıyız.

Kamusal alanda yetkililer için söylenebilecek en doğru şey, yataklı tedavi kurumlarından önce halk sağlığı odaklı çalışmalara ağırlık verilmesidir. Koruyucu sağlık hizmetlerinin yaygın bir eğitim politikası olarak yaşam standartlarına evrilmesine, temel sağlık hizmetlerinin 1.basamak seviyesinde çok daha yaygın ve kolay erişime çevrilmesini hedeflemeliyiz. Aile sağlığı merkezlerini randevuyla gidilen ve izin verildiği ölçüde reçete yazılan kısır kurumlar olmaktan kurtarmalıyız.

Yaygın eğitim faaliyetleri ile gereksiz alınan radyasyonun zararları, gereksiz kullanılan ilaçların yan etkileri, gereksiz yere acil ve hastane müracaatlarının riskleri vb. konularda halkımızı uyarmalıyız. Sağlıklı beslenme, spor, su içme alışkanlığı ve stresten korunmanın daha ucuz ve kolay olduğuna ikna etmeliyiz. Ambulanslarımızı neredeyse ticari taksiye çeviren sorumsuzlara karşı daha caydırıcı önlemler almalıyız.

Kısaca, sağlık konularında israf sayılabilecek her türlü arz ve talep oluşumuna ket vurmalı, tekrarını önlemek için tedbir almalıyız.

Dr. Ercan Özçelik
Eğitimci-Yazar
Sağlık Yönetimi Doktoru
Yerel Yönetimler Uzmanı

 

* Bu yazıda verilen nüfus değerleri TÜİK web sitesinden, SGK verileri ise veri.sgk.gov.tr sayfasından temin edilerek grafikler tarafımca üretilmiştir. OECD ülkelerine ait veriler Hayrettin NAK ve İsa Sağbaş’ın 2020 yılına ait bir makalesinden alınmıştır.




Anlaşılamayan Özel İnsanlarımız: #Disleksi

Bilim, sanat, spor gibi farklı alanlardaki ünlüler dünyasına baktığımızda dikkatleri çeken Albert Einstein,  Thomas Edison, Mozart, Stephan Hawking, Winston Churchill, Walt Disney, Muhammed Ali gibi isimlerin ilginç şekilde ortak bir özellikleri disleksili bireylerden olmalarıdır. Disleksi okuma öğrenme güçlüğüdür.  Bu kişiler okumayı diğer insanlar gibi rahat öğrenemezler. Okumaya özel öğrenme güçlüğü yaşarlar.

Disleksi dışında disgrafi (yazma öğrenme ve uygulama güçlüğü), diskalkuli (matemetik öğrenme ve uygulama güçlüğü) sorunları da birlikte veya ayrı ayrı görülebilir.

Okumayı öğrenme ve uygulama diğer bütün eğitim faaliyetlerinin anahtarı gibi olduğundan, disleksili çocuklar için çok ciddi bir sorun ve yanlış anlaşılarak istenmeyen gelişmelere neden olan bir sıkıntı kaynağıdır. Disleksili çocuk anlaşılamadığında zeka geriliği düşünülerek normal eğitimden kopmasına ve bu şekilde muamele görmesine, aşırı dikkat dağınıklığı düşünülerek psikiyatrik tedavilere yönelinmesine yol açabilir.

Disleksi doğuştan gelen bir durumdur. Çocuklarda %5  civarında görülmektedir. Bu çocukların çoğuna doğru teşhis konulmadığı için, tembel veya geri zekalı oldukları sanılarak eğitimlerine önem verilmeden, potansiyellerini kullanamadan topluma karışıp vasat bir düzeyde yaşamaya devam ediyorlar. Halbuki içlerinde normal insanların ulaşamadıkları çözümlere gidebilecek, inanılmaz eserler üretebilecek deha seviyesinde özel ve yetenekli olanların da bulunabildiğini unutmamalıyız.

Okuma güçlüğü yaşayan disleksili çocukların, bilinçli ebeveynler ve öğretmenler tarafından mümkün olduğu kadar erken dönemde anlaşılarak müdahale edilmesi çok önemlidir. Sorunun dikkat dağınıklığı veya zeka geriliği gibi şeyler olmadığı, okuma öğrenme güçlüğü yaşandığı anlaşıldığında, özel eğitim yöntemleri uygulanarak bu çocukların yaşıtlarının eğitim sürecinden kopmadan devam etmeleri ve varsa özel yetenek alanlarının da keşfedilerek gelişimleri sağlanabilir.

Dünya’da olduğu gibi Türkiye’de de disleksili çocuklarımız okullarda benzer sorunları yaşıyorlar. Disleksi konusunu dert edinen, çocuklarımızın hak ettiği fırsatlara erişebilmesi için çaba sarf eden Sivil Toplum Kuruluşlarımız da var çok şükür. Hak-İş Federasyonunun kurucu Genel Başkanı Sayın Mustafa Taşçı bu konuya kendisini adayarak “Sevgi Mektupları ve Disleksi Derneği”ni kurmuş.

Bir sağlık çalışanı ve eğitimci olarak, disleksinin ne kadar yaygın ve etkili bir soruna dönüştüğünü, çocuklarımızın potansiyellerini kullanamadan mutsuz ve başarısız bir hayata mahkum bırakıldığını ve özel eğitimleri verildiğinde ne kadar başarılı olabildiklerini, kendisiyle tanıştıktan sonra çok daha iyi öğrendim. Bu güzel amaca destek verebilmek için Sevgi Mektupları ve Disleksi Derneğine üye olarak aktif görev almaya karar verdim.

Disleksili evlatlarımızın mümkün olduğu kadar erken dönemde fark edilerek özel eğitim programlarına alınmaları gerekiyor. O yüzden ilkokul öğretmenlerimiz son derece kritik bir görevi ifa ediyorlar. Okuma güçlüğü çeken çocuklarda disleksi olup olmadığını anlamak için testler yapılması gerekir. Bunun için çocukların en yakın RAM’a (Rehberlik ve Araştırma Merkezi) yönlendirilmesi veya test uygulamasında eğitim almış yetkili öğretmenlerce okulda teste tabi tutulması lazımdır. Disleksi olduğuna karar verilen çocuklarımızın ise zaman kaybedilmeden yaşlarına uygun eğitim materyalleri desteğinde özel eğitime programlarına alınmaları sağlanmalıdır.

Kaybedilecek, potansiyeli çöpe atılacak, anlaşılmazlık ve başarısızlık duygusuyla ömür boyu mutsuz yaşamaya mahkum edilecek bir tane bile evladımız olamaz! Kim bilir bizim disleksili çocuklarımız da dünyaca ünlü olanları gibi ne harika eserler ve çalışmalar yapacaklar! Neden onlardan mahrum kalalım? Neden disleksili evlatlarımızın şahane başarılarıyla da gurur duymayalım?




“Sessiz Boşanmış” Çiftlerin Farkında mıyız?

Bu sıralar iş çevrelerinde çok konuşulan yeni bir kavram ve somut bir durum var. “Sessiz İstifa” diye biliniyor. Çalışanın fiilen mesaiye gelse de mümkün olan en az işi yapmakla yetinmesine, zorunlu olmadıkça farklı bir hizmet üretmemesine, özel hayatını ön plana almasına, işle ilgili ek sorumluluk üstlenmekten kaçınmasına, işyeriyle gönül bağını koparmasına “sessiz istifa” deniyor. Kişi, en başta ekonomik şartlar gereği çalışmaya devam etmek zorunda hissediyor ama kendisini işine tam olarak vermekten özellikle kaçınıyor. Gençler için kariyer platformu olarak kurulan Youthall’un yaptığı bir araştırmaya göre, Türkiye’de çalışan gençlerin yüzde 24’ü şu anda sessiz istifa sürecini yaşarken, yüzde 46,7’sinin de bu duruma yakın bir halet-i ruhiyede bulunduğu tespit edilmiş. Özellikle genç çalışanların işle ilgili memnuniyetsizliklerinin tavan yaptığını, bu durumun genel verimlilik gibi işyerine sadakati ve inovatif gelişimi de düşürdüğünü söyleyebiliriz.

“Sessiz Boşanma” kavramını “Sessiz İstifa” olgusuna kinaye ile tasarlamış bulunuyorum. Böylece toplumsal olarak içinde bulunduğumuz aile temelli bir buhranı belki daha iyi izah edebilir ve çözüm yoluna katkıda bulunabilirim umudu ile.

Sessiz boşanmış çiftlere dışarıdan bakıldığında, şekilsel olarak devam eden, kadın ve erkek rollerinin asgari düzeyde de olsa uygulandığı, çevreye karşı pek fazla olumsuz izlenim vermeden kağıt üzerinde yaşayan ama duygusal olarak ölmüş evlilikler olduklarını söyleyebiliriz.

Evlilik, tarafların maddi ve manevi sermayeleri ile gelecekte karşılıklı sunmayı taahhüt ettikleri faydalar birliği üzerine kurulmuş, iki ortaklı limitet şirketler gibidir. Evlilik ortaklıkları, maddi ihtiyaçların yanı sıra duygusal ihtiyaçlar için de kuruluş ve işletme sermayesi gerektiren yapılardır. Sessiz boşanmanın yaşandığı evliliklerde, maddi işletme sermayesi karı-kocanın biri veya ikisi tarafından, bazen de dışarıdan aile takviyesi ile temin edilerek, fiziksel yapının bütünlüğü korunmaya devam eder.

Sessiz boşanmış çiftlerde manevi sermaye yokluğu veya bu sermayenin başka yerlere transferi söz konusudur. Karı koca arasında duygusal bağ neredeyse tamamen kopacak kadar zayıflamıştır. Evliliğin başında getirdikleri saygı, sevgi, ilgi, gönüllü faydalandırma ve birlikte ilerleme azmi gibi duygusal sermaye, ya tüketilmiş veya ortaklıktan sinsice çalınarak başka alanlara yatırım için kullanılmıştır.

Sessiz boşanmış çiftler nasıl anlaşılır? Bunu anlamanın birçok yolu vardır. Her şeyden önce, çiftler anormal şekilde dışa dönük yaşamaya başlamıştır. Birlikte geçirdikleri vakitler, neredeyse zorunlu ve kısıtlı süreçleri içindir. Birbirlerine olan bakışlarındaki hayal kırıklığı, öfke, usanmışlık, umutsuzluk ve donukluk tecrübeli veya onları bilen kişiler tarafından anlaşılacak kadar barizdir. Gerçekten mutlu ve neşeli oldukları nadir zamanların başında, ortak ürünleri olan çocuklarıyla birlikte olan yaşantıları gelir. Eşlerine bakarken veremedikleri sıcaklığı, evlatlarına olan bakışlarında yakalayabilirsiniz.

Sessiz boşanmış çiftler birbirlerine karşı saygı ve sevgi sermayelerini yitirdikleri için, bunlardan beslenen ilgi, alaka, nitelikli beraberlik, mutlu etme azmi, cinsel mutluluk gibi kaliteli sonuçlardan da mahrum kalırlar. Bu yüzden genelde gergin ve asık suratlı, ev içinde özensiz ve isteksiz, dışarıda birbirlerine desteksiz dururlar. Doğrudan kavga edemeseler bile birbirlerinin açıklarını kollar, bazen sinsi provakatif oyunlar yapar, küçük düşmelerinden haz duyar, mahrem denebilecek sırlarını ifşa etmekten çekinmezler.

Sessiz boşanmış çiftlerin evlilik hayatı kopmak üzere olan bir halata bağlı yük gibidir. Dışarıdan bir müdahale olmasa bile kendi ağırlığından zamanla mutlaka düşecektir. Onları birbirlerine bağlayan halat genellikle çocuklarıdır. Bunun yanı sıra aile ve toplumsal çekinceler, başarısızlıklarının tescil korkusu, boşanmış birey travmalarından çekinme, maddi yoksunluk endişesi ve hayat standartlarını koruma arzusudur.

Evliliklerin sessiz boşanma sürecine girmelerini tetikleyen pek çok unsur olabilir. Beklenti ve realite uyuşmazlığı, 3. duygusal şahıs ve aile fertlerinden kaynaklanan sorunlar, ekonomik zorluklar, ev içi görevlerde paylaşım dengesizliği ve ilgisizliği gibi şeyler sıralanabilir.

Çocuklar genellikle evliliklerin devam nedeni olabildiği gibi, çocuğun kendisinin dünyaya gelişi de sessiz boşanmayı tetikleyen bir neden olabilir. Çocuk olunca değişen öncelikler, artan yük ve maddi zorluklar, sağlık sorunları vb. sayılabilir.

Genel anlamda bakıldığında, sessiz boşanmaya en önemli neden olarak cinsel mutsuzluğu gösterebileceğimiz gibi, sessiz boşanmadan koruyan en önemli tedbirin de cinsel mutluluk olduğunu söyleyebiliriz. Maddi rızıkların buluşma ve gıda olarak hazırlanma yeri mutfak, beslenme ihtiyacının karşılanma ürünü yemektir. Manevi sermayenin ve karı koca tarafından getirilen katkılarının buluşma yeri yatak odası, ürünün sonucu da cinsel hayattır. Yetersiz ve eksik gıda maddeleriyle yapılan yemeklerin lezzetsiz, yavan ve doyumsuz olacağı gerçeği gibi, yetersiz duygular ve isteksiz fiziksel yakınlaşmalar ile yaşanan cinsel hayatın kendisi de yavan, itici, zevk yerine elem ve ızdırap veren bir zorunlu göreve dönüşebilir.

Peki, sessiz boşanma illetinden korunmak için ne yapabiliriz?

Hastalıkların tedavisinde çıkış alanına ve etkenine özel hazırlanmış reçetelerin yazılması gibi, sessiz boşanma illetine karşı ilk yapılacak şey meşru ve helal daire içinde cinsel mutluluğun gelişimi ve karşılıklı faydanın sağlanması için çalışmaktır. Sevişmek iletişimle başlar. Çiftler önce konuşmayı, kendilerini ifade edebilmeyi, karşısındakine saldırmadan “ben dili” ile istek ve arzularını iletebilmeyi öğrenmelidir. Mutlu bir cinsel hayat için yetersiz bilgi ve beceriye sahip olduklarına emin olduklarında, gerekirse müspet ve uzman kişilerden profesyonel yardım almaktan çekinmemelidir. Eğer bu sorun evlilik birliğini temelden sarsacak kadar derin ve etkili olabiliyorsa, tıpkı bir hastalık tedavisi gibi uzman yardımı almayı da hak ediyor demektir.

Cinsel birliktelik, evlilik dışında meşru olarak karşılanamayacak bir ihtiyaçtır. Bu yüzden mutluluk kalesinin çekirdeği burasıdır. Evliliğin güçlenmesi ve idamesi için merkez çalışma alanıdır. Yatak odası sağlam olan bir evi, mutfak veya oturma odası sorunları kolay kolay yıkamaz. Önemli bir sorun olduğunda ise çözüm yoluna daha kolay ve istekli gidilir. Sonraki her sorun, kendisine özel bir yaklaşım içinde iletişimi güçlü tutarak saygı ve sevgi temelinde aşılabilir.

Sessiz boşanma sürecine girerek, evliliklerini adeta zombi haline çevirenlere yardım için bizler ne yapabiliriz?

Kamil insan söylenilmeyenleri duyabilen, açıktan ifşa edilmeyenleri görebilen, fırtına öncesinde rüzgarın hiddetini hissedebilendir. Vasat insanlar kal ehlidir. Yani sözeldir. Söylenene bakar, söylenildiği kadar algılar ve duyduğuna  göre yorumlar. Kamil insanlar ise hal ehlidir. Yani duruşundan, kıyafetinden, yüzünden, bakışındaki hüzün veya yardım arayışından halini anlar ve sorgular. İmkan dahilinde desteğini sergiler. İşte bizler de imkan nispetinde en yakın aile fertlerimizden başlayarak etrafımızdakilere karşı hal ehlinden olmaya çalışmalıyız. Sıkıntılı bir döneme girdiğini fark ettiğimiz evliliklerin yeniden ihyası için teklif beklemeden makul sınırlar içinde yardımlarımızı, bilgimizi ve tecrübelerimizi sunmalıyız.

Etrafımızdaki çiftlerin ev işlerine burun sokar gibi veya karşı cinsten olan birisine uygunsuz sorularla densizce durum yoklamaya kalkar gibi davranamayız. Bütün olumlu etkileşimlerin temel yapısı güven üzerine kuruludur. En başta güven veremediğimiz hiç kimseye pek faydamız dokunmaz ve hatta ters tepki de alabiliriz. Hasta-hekim ilişkisinde, tedavinin başarısı dahi güven temeline bağlıdır. Bu nedenledir ki, toplumun en önemli yapı taşı olan aile kurumunu korumak ve geliştirmek iddiası ile atanan bekar ve çocuksuz bir hanımefendi bakana asla güvenemediğimiz için icraatlarından ve söylemlerinden de fayda beklemiyoruz. Zaten sağ olsun kendisi de ailemizi sapkınlara karşı koruyun diyenler için “nefret söylemi” gibi absürt iddialarda bulunarak ne kadar haklı olduğumuzu sürekli hatırlatıyor.

Aile birliği karı kocanın getirdiği maddi ve manevi sermayenin karşılıklı güven merkezinde kullanıma sunulduğu bir işletme ortaklığıdır. Taraflar arasında güven olmadığında maddi kaynaklar olmasa da manevi kaynaklar başka mecralara taşınarak arzulanan faydalara erişim yolu aranır. Devletin en üst kademesinden itibaren aşağıya doğru güven ve hakkaniyet temelli iletişim yollarını kurmalı, geliştirmeli, sapkınlıklar ve fıtratımıza aykırı yasalar gibi zararlı otları ayıklamalı, yetişen nesillerimizi geliştirmekten çok zehirlemeye matuf milli olamayan müfredatımızı kadim değerlerimiz temelinde temizlemeli, evlenecek gençlerin daha en başından itibaren hayatını kolaylaştıracak ve meşru aile hayatını teşvik edecek projeler geliştirmeliyiz. Aile kurumu sürekli bakım ve ilgi isteyen dinamik ve hassas bir yapıdır. sağlıklı şekilde idamesi için her aileye mahsus “Aile Danışmanları” sistemine geçilmeli, potansiyel sorunlarda halkın değerlerine saygılı ve önceleyen zihniyette yetkili hakemler tahsis etmeliyiz. Aileleri adeta bir mezbaha etkisi yapan adliye koridorlarına düşmeden önce kurtarmanın resmi ve zorunlu yollarını açmalıyız.

Her şeyden evvel, #Önceİnsan #ÖnceAile demeli ve bunları diyen ehil ve liyakat sahibi kişileri yetkilendirmeliyiz. Çünkü aile giderse toplum da gider. Ailesi dağılmış toplumlar, gevşek bağlarla bir arada duran yığınlara döner, mukavemeti kalmaz, geleceğe sağlıkla taşınamaz vesselam…




Sinsi ve Kadim Düşmanımız: #İSRAF -1

Sözlüklere baktığımızda israf kelimesinin “haddi aşma, hata, cehalet, gaflet” gibi manalara gelen seref kökünden türetildiğini öğreniyoruz. İsraf ifadesi genel olarak hemen her konuda makul sınırların dışına çıkmayı, haddi aşan söz ve davranışlarda bulunmayı, özellikle maddi kaynakların ölçü ve hesap gözetilmeden saçıp savurma derecesinde ziyan edilmesini tanımlıyor.

İsrafa karşı dinin yaklaşımıyla baktığımızda, bizlere bahşedilen ve emaneten verilen nimetlerin haksız ve ölçüsüzce kullanılması, ziyan edilmesine karşı uyarıldığımızı, her türlü israftan men edildiğimizi görüyoruz. Nitekim, israf konusu geçtiğinde Rabbimizin “Ey Ademoğulları! Her mescitde ziynetinizi takının (güzel ve temiz giyinin). Yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez. ” (Â’râf/31) uyarısını, Hz. Muhammed aleyhisselamın “akan bir nehirden abdest alırken dahi israf edilmemesi” hassasiyetini tekrar hatırlatmak gerekir.

İsraf olduğu düşünülen kararları alan ve uygulayanlar açısından baktığımızda, 3 ana grupta derleyebileceğimizi düşünüyorum. Bunları bireysel, toplumsal ve kamusal israflar şeklinde gruplayabiliriz.

Bireysel israf konusu olabilecek o kadar çok şey var ki! Bunların çoğunu yaptığımızın farkında bile olamıyoruz. Ayrıntılara girmeden kabaca sıralayacak olursak, başlıca bireysel israf konularımız: Zaman, yetenek, ilgi, sağlık, para, gençlik, söz şeklinde sıralayabiliriz. Bunlar içinde şüphesiz en kıymetli ve geri dönüşü olmayan kaynağımız zamandır. Diğer konular da doğrudan veya dolaylı olarak zaman ile bağlantılıdır.

Toplumsal israf konularımızı sosyal alışkanlıklarımız, geleneklerimiz, sosyal algı ve kaygılarımız şekillendirir. Normalin ve imkanların üstüne çıkan bütün tören ve kutlamalar, toplu etkinlikler, topluma özel tüketim ve harcama alışkanlıkları, toplumsal rol modellerinin başlattığı akımlar vb. ile israf olarak tanımlanabilecek denilebilecek süreçler yaşanır. Normalde sağlık ve eğlence için yapılması beklenen sporun, futbol gibi bazı dallarının, en büyük israf merkezlerine dönüşmesini, israf sonuçlu yozlaşmayı hepimiz görüyor ama önleme yönünde etkili olamıyoruz. Adeta zorla kabul ettirilmiş ve topluma dayatılmış kurumsal israflarımız da var. Kamu tarafından himaye edilen ve işlettirilen kumar uygulamaları gibi.

İsraf edenler içerisinde şüphesiz en büyüğü, en tehlikelisi ve düzeltilmesi en zor olanı kamu, yani devletin kendisidir!

Çünkü bireysel israfın en büyük zararı kişinin kendisine ve ailesinedir. Hesap sorulduğunda muhatap ve sorumlu olacağı kişiler belirli ve sınırlıdır. İsrafın kaynağı en fazla kendi imkanları kadardır. Kişinin zamanı, sağlığı, malı ve parası bittiğinde israf edebileceği pek bir şeyi de kalmaz!

Toplumsal israf uygulamaları daha çok gönüllü katılım üzerine kuruludur. Genel etkisini kısmen herkes yaşasa da bireyler kendisini bu israf kaynaklarından isterlerse koruyabilirler. Mesela futbol maçı izlemek için büyük bedeller verip stadyuma gitmeye herkese mecbur değildir. İsrafla yoğrulan aşırı masraflı düğün törenlerini herkes yapmak zorunda değil. “El alem ne der?” putuna karşı duramayanlar sadece kendilerini bağlar.

Ama kamu öyle mi? Kişilerin rüyasında bir göremeyecekleri kaynakları halk adına yönetenlerin aldıkları hatalı karar ve uygulamaların ceremesini bütün toplum çeker! Kamu israfı büyüklük, yaygınlık ve etkinlik açısından diğerlerinden açık ara önde gelir. Kul hakkı ve helalleşme söz konusu olduğunda muhatap kitle gelmiş ve gelecek olanlar ile birlikte inanılmaz boyutlara ulaşır. Bu nedenle, kamusal israfın yönetici olan failleri hiçbir zaman kesinleşen bir helalleşme ve aklanma ayrıcalığına kavuşamazlar. Kamuda yetki seviyesi arttıkça israf vb. hatalı uygulamalar için üstlenilen sorumluluk da geometrik ölçülerde büyür ve yaygınlaşır.

İsraf konusu çok önemli, yaygın, etkili ve tehlikeli sonuçları üretebildiği için, tek bir yazıyla ele alıp tamamına mündemiç (içeren) bir çalışma yapmak elbette haddimde değildir.  İsrafın tanımı ve failleri açısından gruplandırılmasıyla başladığım bu seriye, imkan ve fırsat ölçüsünde farklı konuları ele alarak devam edeceğim inşaAllah…




Şimdi Gönül Köprülerini Onarma Zamanı!

Dünyada olduğu gibi, Türkiye tarihinde de bazı parti liderleri belirli yönleriyle öne çıkar ve tanımlanır. Mesela, merhum Adnan Menderes için demokrasiye geçiş dönemi kahramanı ve mazlumu diyebiliriz. İstibdat döneminde yasaklanan Ezan-ı Şerifin aslına uygun okunmasını sağlayarak din ve vicdan özgürlüğü destanı yazmış oldu. Bedelini canıyla ödediği hizmetleriyle, Milletin gönlünden çıkmayacak bir konumda yer aldı.

Mesela Merhum Turgut Özal, piyasanın dışarıya da açılması ve serbest ticarete geçişle öne çıktı. Merhum Necmettin Erbakan’ın, kalkınma hamleleri ve milli sanayinin hamisi olarak attığı tohumların meyvelerini hep birlikte izliyor ve faydalanıyoruz.

Sanıyorum yıllar sonra, Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı tanımlamak isteyenler için, en fazla öne çıkan yönleri şehirlerin imarı ile devasa ulaşım ve altyapı yatırımları olacaktır. Hatta bu niteliğinin yansımalarını destek verdiğimiz ülkelerde bile görebiliyoruz.

Devlet adamlarının, tamamlamaya çalıştıkları görev listelerine yoğunlaşırken, istemeden de olsa ihmal ve hatta mağdur ettikleri kesimler de var elbette!

Yatırım ve teknolojiye yönelirken; ülkenin temel dinamiği olan aile kurumunu zayıflatan mevzuat ve uygulamaların, medeniyet kodlarımıza açıkça ters kaldığı görülse dahi yürürlüğe konduğunu, aile yıkımını hızlandıran ve bir türlü milli hüviyetine kavuşamayan eğitim sisteminin, adeta nesilleri öğüterek aslına ve değerlerine yabancı sıkıntılı bireyler ürettiğini izliyoruz dehşete kapılarak! Gelişen teknolojik atmosfer ve eğitim adına yapılan dayatmalar, zorlaşan hayat şartları nedeniyle her ikisi de çalışmak zorunda bırakılan ebeveynler yüzünden, ailenin çocuklar üzerinde kalıcı yetiştirme etkileri ve otoriteleri dramatik seviyelere düştü! Aile yuvaları şahsiyet ve asalet timsali evlat yetiştirme becerisini kaybetti. Birbirinin kopyası gibi bencil, şuursuz, değerlerine düşman, nefsine ve medyaya esir olmuş haz odaklı yaşayan kolaylık düşkünü tembel bireyler üretme çiftliklerine döndü!

Millet olarak sürdürülebilir değerler zincirini sağlam tutmadan, mefkuremizi geleceğe başarıyla aktarmamız ve yaşatmamız mümkün değildir! İhmal edilen ilk ve en önemli husus budur! Münevver dostlarımızın ve aile yıkımı faciasına maruz kalmış insanlarımızın acıyla fark ettiği bu sorunu çözmek ve manevi değerlerimizle kurulan köprülerimizi onarmak için, samimi bir gayret ile kurtarma projeleri üretmenin zamanı çoktan geldi ve geçiyor bile!

Bir diğer önemli sorun da maddi haksızlıklar ve mağduriyetler nedeniyle kalbi kırılan, devletine ve liderlerine küsen geniş halk yığınlarıdır. Bu mağdurları her kesimden görebilirsiniz. Fikir ve düşünceleri farklı olsa da Emeklilikte Yaşa Takılma  (EYT) noktasında buluşan milyonlarca insanımız var! Bütün işçi emeklileri 5510 sayılı kanunla zulme dönüşen Aylık Bağlama Oranları (ABO) kabusuyla tanışıyor daha ilk maaşlarında! Gelecek nesillerin de bu kanunu çıkaranları hayırla yad etmeyeceklerine kesin garanti verebilirim!

Süresiz nafaka ile kadınlar lehine haksız ve aşırı ayrımcılıklar yapan mevzuatımız da aileye olan saldırıların maddi unsurları arasında bulunuyor. Hepsi birleşince, aile kurmak için resmi nikah yapmanın erkekler için sonucu, tıpkı Kara Dul denilen dişisi tarafından yenileceğini bile bile yaklaşan erkek örümceğin haline benziyor!

TÜİK’in dosta düşmana güven vermeyen enflasyon hesaplarıyla, her dönemde reel satın alma gücü kar gibi eriyen çalışanların, doğrudan veya dolaylı vergilerle boğulması yüzünden, değil yatırım yapmak, günlük ihtiyaçları karşılamak bile çok zorlaşmaya başladı! Son dönemde yapılan asgari ücretin vergiden muaf tutulması gibi hafifletici uygulamaları alkışlıyor,  altın veya dolar bazında satınalma gücünün tekrar kriz öncesi dönemlere çıkarılmasını veya maaşların hakkaniyetli seviyelere taşınmasını talep ediyoruz.

Manevi bağlarına saldırılan, maddi imkanları giderek daraltılan halkın başına, bir de sayıları 10 milyonu bulan başıboş köpek terörü bela edildi! Türkiye’de bisiklet sürmek, kuryelik yapmak, yalnız başına parklarda koşmak veya çocukları okuluna yayan göndermek, korku filminden beter bir krize dönüştü! Hemen her gün başıboş köpeklerin neden olduğu ölüm, yaralanma veya trafik kazalarını duymaktan bıktık! Hayatından ümit kesilen komadaki vatandaşı için, yurt dışına uçak ambulans gönderebilecek kadar naif ve kudretli davranan devletimizin, gencecik yavruların başıboş köpeklerin dişleri arasında parçalanmalarına sessiz ve etkisiz kalmasını anlayamıyoruz!

Elbette başka ve önemli sorunlar da vardır. Ancak, örneklerini verdiğimiz bu maddi ve manevi sorunların ivedilikle çözülmesi, anayasal teminat altındaki can ve mal emniyetinin tesis edilmesi beklenmeden sağlanmalıdır. Bunlar yapılırsa emin olun halkın mutluluğu ve huzuru artacak, devletine ve liderlerine olan muhabbeti çoğalacaktır! Seçimler, halkın duygusal ikliminin ve siyasiler nezdinde muhasebesinin yansımasıdır. Seçim odaklı kısa vadeli samimiyetsiz yaklaşımlardan ziyade, halkın huzuru ve refahı esaslı projeler hayata geçirilirse, seçimlere yansımaları da elbette olumlu olacaktır!

Özetle, şimdiye kadar açık ara önde giden altyapı yatırımları ve inşaat şirketlerini ihya çalışmalarının biraz da olsa kafi görülerek, halkın doğrudan ve acil sorunlarına yönelinmesini, yıkılmaya yüz tutan gönül köprülerinin onarılmasını istiyoruz. Halkın vakti de bitiyor, sabrı da! Gönül köprülerini onarmak için hemen şimdi değilse, ya ne zaman?




Tasması Olmayan Her Köpek Başıboştur!

Son yıllarda halkımızın başına bela olan başıboş köpek sorunuyla da boğuşmak zorunda kalıyoruz. Bu sorunun bir çığ gibi büyümesinde, sıradan vatandaştan en üst devlet yöneticisine varıncaya kadar hepimizin ayrı ve ortak sorumluluğu var. Bir kısmı masum hayvan sevgisine dayalı görünse de işin içinde büyük bir ihmal, çıkarcılık, insan düşmanlığı, sapkın çizgilere ulaşan hayvanperestlik, sosyal huzurun ve geleneksel değerlerin aşınmasını isteyen karanlık çevreler ve hatta terör örgütlerinin parmak izlerini çok net görebiliyoruz!

Konuyu farklı mecralara çekmeden, yasal zemin ve bilimsel gerçekler üzerinden işlemek istiyorum.

Başıboş köpek nedir? Çok net şekilde boynunda bir tasma olmadan halka açık sokaklarda, parklarda veya arazilerde  dolaşan her köpek başıboştur! Sahipli veya sahipsiz olabilir. Sahipli olsa da tasması ve hatta yasaklı türlerde ağızlığı olmadığı takdirde o an için bu köpekler de başıboştur. Çünkü ne yapacağı kestirilemez. Kime saldıracağı ve ne kadar zarar verebileceği bilinemez. Köpekler kemik parçalayabilen dişleri ile canlı bir silah gibidir! Bu silahın kullanılması farklı amaçlar için ya sahibinin emri ile veya kendi güdüleriyle devreye girer.

İstanbul Barosunun 20 Haziran 2022’de düzenlediği kurultayda yasaklı ırklar hakkında sunum yapan Veteriner Prof. Dr. Ebru YALÇIN, köpeklerde 17 çeşit agresyon (saldırganlık) olduğunu söylüyor! Köpek savunucularının sanki bütün sorunları çözen sihirli bir işlem gibi reklam yapıp savundukları KISIRLAŞTIRMA ile sadece bir saldırganlık türü önlenebilir. Geriye kalan 16 çeşit saldırganlık için ne yapılacak denildiğine ise kör ve sağır rolüne bürünüyorlar!

Saldırgan köpeklerin sadece kısırlaştırma işlemi yapılarak 10-15 günlük bir nekahet (Buna da rehabilitasyon diyorlar! Sanki köpeğe psikolojik telkin verilerek huyu kökünden değiştiriliyormuş gibi.) süresinden sonra tekrar alındığı yere BAŞIBOŞ bırakılması; tıpkı saldırgan olduğu için 17 dişinden birisinin çekilip alındığı yere bırakılması gibi saçma, bilimsel temelsiz ve insan hayatıyla kumar oynanan tehlikeli bir yöntemdir. Üstelik hayvan vücudundan sökülen üreme sisteminin hayvanın davranışını kötü etkilediği, saldırganlığı önlemediği gibi arttırdığını belirten bilimsel çalışmalar ve makaleler de mevcutken, tek başına kısırlaştırma işleminde ısrar edilmesi iyi niyetle açıklanamaz!

Köpek yemi rantçılarının, yüzde 80’i ithalata dayalı yüz milyonlarca dolara ulaşan sömürü kaynaklarının sürmesi için kontrolsüz üremeyi teşvik ettiği, bütün başıboş köpeklerin aynı anda toplanarak kısırlaştırma ameliyatına alınmalarının teknik, ekonomik ve insan kaynağı açısından mümkün olmadığı bir durumda, kısırlaştırmanın nüfus kontrolünü hızla sağlayacağını iddia etmek için; ya ileri derecede saf, ya rant kapısını koruyan ikiyüzlü çıkarcı veya bu topluma ve insanlara düşmanlık için her şeyi mubah gören hainlerden olmak gerekir!

Köpekler, binlerce yıl önce kurt sürülerinden ayırarak insani hizmetler için evcilleştirdiğimiz vahşi kökenli hayvanlardır. Evcilleşen köpeklerin yaşam alanı sahiplerinin yanıdır. Bir sahibi olmadığında veya kontrolü kaybedildiğinde, başıboş kalan köpekler anlık olarak veya zaman içinde vahşileşip öngörülemeyen saldırılarda bulunabilir. Bu yüzden sürekli kapalı bir bahçe gibi alanda veya tasmaları ile sahiplerinin yanında bulunmaları gerekir. Çoban köpekleri gibi özel eğitimli olanlar müstesna, açık arazilerde dolaşmaları da aynı şekilde tehlikelidir. Yıllardır Veterinerlik Fakültelerinde Öğretim Üyeliği ve Dekanlık yapan Veteriner Prof. Dr. Orhan ÖZBEY, geçtiğimiz gün bir twitter sohbet odasında köpeklerin doğal yaşam alanlarının sahiplerinin evi ve bahçesi olduğunu, rastgele insanlarla birlikte karışık yaşamalarının hem güvenlik hem de sağlık yönünden tehlikeli bulunduğunu, köpeklerin 50’den fazla hastalık etkenini taşıyarak insanlara bulaştırdığını, Kuduz hastalığının bunlar içinde en tehlikelisi olduğunu çok net ifade etti.

Sağlık Bakanlığı, Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü, Zoonetik ve Vektörel Hastalıkları Dairesi Başkanlığı internet sayfasına baktığımızda, özellikle köpeklerin başrolde olduğu Kuduz ve Kist Hidatik hastalıklarına dair verilere ulaşıyoruz. Kuduz şüpheli temas (saldırı) sayısının 2019 yılında 308.7087’ye fırladığını Pandemi etkisiyle biraz gerileyip 2021’de 250.375’e çıktığını izliyoruz. Her bir kuduz şüphesinde kişiye 4 doz kuduz aşısı yapılmak zorunda olduğu için, yıllık Kuduz Aşısı ithalatımızın 1,5 Milyon doz civarında olduğunu biliyoruz! Üstelik 2 yaşındayken evinin balkonunda başıboş köpek tarafından ısırılan Ali Asaf bebek gibi bazı vakalarda, Kuduz aşısı yapılsa bile işe yaramadığını ve Kuduzdan acılar içinde ölümlerin gerçekleşebildiğini de unutmayalım!

Kuduzdan söz açılmışken Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından, 5996 sayılı Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Kanununa dayanarak 012 yılında çıkarılan “Kuduz Hastalığından Korunma ve Kuduz Hastalığı İle Mücadele Yönetmeliği”  Önleyici Tedbirler başlığı altında:

MADDE 10 – (1) Hayvan sahipleri hastalıkla mücadele amacıyla Yetkili Otorite tarafından yazılı olarak bildirilen talimatları yerine getirmekle yükümlüdür. Hastalığın önlenmesi amacıyla hayvan sahipleri tarafından aşağıdaki tedbirler alınır:

a) Hayvan sahipleri hayvanlarını hiçbir şekilde terk edemezler. Hayvan sahipleri hayvanlarının diğer hayvanlarla ya da insanlar ile kontrolsüz bir şekilde temasını engelleyecek tedbirleri almak ve şüpheli temasları il ve ilçe müdürlüklerine bildirmekle yükümlüdür.

b) Çeşitli nedenler ile hayvan bakmaktan vazgeçenler ya da hayvanlarına bakamayacak hale gelenler durumlarını belediyeler ve bakımevlerine bildirmekle yükümlüdür. Bu kişilerin hayvanları bakımevleri, gönüllü kuruluşlar veya belediyeler tarafından yeniden sahiplendirilmek ya da koruma altına alınmak zorundadır.

c) Köpek sahipleri; aşılamayacak yükseklikte çit veya duvar benzeri engellerle sınırlanmış halde bulunan köpekler, avda olan av köpekleri ile sürüleri koruyan çoban köpekleri istisna olmak üzere köpeklerinin serbestçe dolaşmalarına izin veremezler, tasma ve kayış benzeri sınırlayıcı bir önlem almaksızın köpeklerini dolaştıramazlar.” hükümleri açıkça yazılıdır!

Sahipli köpeklerin dahi tasmasız dolaştırılmaları tehlikeli ve yasak olarak tanımlanmışken, sokaklarımızı fiilen işgal eden ve 10 milyona yakın olduğu bilinen başıboş köpeklerin, serbestçe dolaşmalarının normal olduğunu hangi akıl ve vicdan sahibi insan iddia edebilir veya savunabilir?

5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunun 6. maddesinde yer alan “Sahipsiz veya güçten düşmüş hayvanların en hızlı şekilde yerel yönetimlerce kurulan veya izin verilen hayvan bakımevlerine götürülmesi zorunludur. Bu hayvanların öncelikle söz konusu merkezlerde oluşturulacak müşahede yerlerinde tutulması sağlanır. Müşahede yerlerinde kısırlaştırılan, aşılanan ve rehabilite edilen hayvanların kaydedildikten sonra öncelikle alındıkları ortama bırakılmaları esastır.” ibaresi bütün insan ve hayvan sağlığı bilimine, diğer kanun ve mevzuatlara aykırı olarak hatalı çıkmıştır! Meclisimiz, köpek istismarcılarının baskı ve dayatmalarının etkisinde kalarak, insan ve hayvan sağlığını, emniyet ve güvenlik esaslarını, önceki mevzuatın genel ruhunu ve medeniyetimizin değerlerini yok saymıştır! Bu hatanın acilen giderilmesi gereklidir. Ancak, bu hatalı madde bile başta belediyeler olmak üzere, Merkezi ve Yerel idarelerin halkın sağlığı ve güvenliği için gerekli tedbirleri ihmal etmesine asla yeterli bir gerekçe olamaz! Esastır kelimesi varsayılan değer anlamındadır. Kesin zorunluluk yoktur! Belediyelerin, Sayın Cumhurbaşkanımızın açık talimatına uyarak derhal bütün başıboş köpekleri toplamaları ve özel yaşam alanlarında, konforu ve güvenliği sağlanmış gelişmiş barınaklarda tutmaları şart ve gereklidir. Meydana gelen her saldırı ve hastalık olayından belediyeler ve yerel mülki idareler doğrudan sorumludur! Köpeklerin işlediği veya neden olduğu cinayetlerin ortağıdır! Yargıda bulunan adalet ve vicdan sahibi Hakimlerimizin bu konuda gereken hassasiyeti göstereceğine eminiz!

Tekrar başa dönecek olursak; sokaklarımızı, parklarımızı, plajlarımızı, ormanlarımızı resmen işgal eden başıboş köpekler ve sahibi tarafından tasmasız bırakılan köpekler insanlar ve diğer hayvanlar için açık bir tehdit ve tehlike kaynağıdır. Bu köpekler genelde ev içinde beslenmeyen kangal kırması büyük ve ağır güçlü hayvanlardır. Zaten küçük ve zayıf olanları kendileri saldırıp öldürerek yok etmektedir. Ticari olarak üretilip satılan köpekler genelde küçük ve sahibine aşırı bağımlı cinslerdir. Bunların dışında üretimi yasak olmasına rağmen gizlice üretilip satılan köpek ırklarından sokağa atılanlar da nadiren de olsa bulunmaktadır. Kanun ve yönetmeliklerde açıkça görüldüğü üzere başıboş köpeklerden ilk etapta belediyeler sorumludur ve kanunen sahipleri olarak işlem görürler. Başıboş köpeklerin saldırıp öldürdüğü, yaraladığı, kazaya neden olduğu her vakada Belediyeler suç ortağı olarak sorumludur! Sahipli köpeklerin karıştığı saldırılarda para ve hapis cezalarının sahiplerine  rücu etmesi gibi, başıboş köpeklerin karıştığı olaylarda da Belediyelere adli-idari işlem yapılmalıdır. Vatandaşımızın sabrı ve sessizliği kötüye yorumlanarak bu açık görev ihmaline ve tehlikeli umarsızlığa derhal son verilmelidir!

Toplumun bilinçlenmesine katkı sağlayan, mazlum ve mağdurların sesi olan Sevilay Yılman, Süleyman Özışık, Fuat Uğur, Cüneyt Özdemir, Mehmet Ali Önel gibi gazetecilere, Yıldız Tilbe, Yeşim Salkım gibi sanatçılara, Jahrein gibi medya ünlülerine, bilimin namusunu ve insan sağlığını bütün dayatmalara rağmen üstün tutan Prof. Dr. Orhan Özbay gibi hocalarımıza, her türlü çirkefliğe karşı mazlumların yanında gönüllü duran Av. Devrim Koçak, Dr. Av. Ahmet Keşli gibi hukukçulara, Büyükelçi Serdar Kılıç ve RTÜK Başkan Yardımcısı Dr. İbrahim Uslu gibi kıymetli bürokratlara, evladının acısını içine gömerek başka Mahra’ların köpeklere av olmaması için çırpınan ve Güvenli Sokaklar Derneğini kuran Derya-Murat Pınar çiftine, bu sorunu dile getiren isimli/isimsiz kahramanlara ve medya kuruluşlarına teşekkür ediyor, en derin saygı ve sevgilerimi paylaşıyorum. Allah hayırlı işlerinizden razı olsun! Başımızdakilere de acilen gereğini yapacak dirayet ve feraset nasip etsin!

 

Dr. Ercan Özçelik
Eğitimci-Yazar
Güvenli Sokaklar Derneği  İstanbul Temsilcisi

 

 

Kaynaklar:

Prof. Dr. Ebru Yalçın: Köpeklerdeki 17 Çeşit Agresyon (Saldırganlık) 

Prof. Dr. Orhan ÖZBEY: Köpeklerin Doğal Yaşam alanları ve Yaydıkları Hastalıklar

Kuduz İstatistikleri: https://hsgm.saglik.gov.tr/tr/zoonotikvektorel-kuduz/istatistik

Ali Asaf Bebek Haberi: Başıboş köpeğin saldırdığı Ali Asaf bebek Kuduzdan hayatını kaybetti

Kuduz Yönetmeliği: https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2012/01/20120118-3.htm




Ani Ölümleri Neden Sorgulamıyor ve Araştırmıyoruz?

Hayatımızın son 3 yılı olağanüstü küresel bir salgın, yani pandemi dönemiyle geçti. Tarihi vesikalarda okuduğumuz, Avrupa kıtasını kasıp kavuran veba salgını gibi önemli olayları dahi gölgesinde bırakacak kadar geniş kapsamlı bir süreçti. Çünkü insanlığın en hareketli olduğu, seyahat ve iletişimin en yoğun olduğu zamanlardayız. Çin’in bir şehrinde başladığı söylenen salgın hastalığın, kısa sürede dünya turnesine çıkabilmesi normal kabul ediliyor artık.

Her insan gibi benim de bu pandemi konusunda kişisel görüş ve tespitlerim var elbet. Ancak görevim ve konumum gereği en azından nötr kalmam gerekiyor. Bu yazımda, her vatandaşın dikkatini çeken kalp krizi odaklı ani ölümlerin sıklığının nedenlerini öğrenme ihtiyacımıza vurgu yapmak istiyorum. Çünkü artık neredeyse sıradanlaşmaya başlayan bu ani ve özellikle genç ölümlerin anormalliğini fark etmek için sağlık personeli olmaya bile gerek yok!

Özellikle enflasyon konulu rapor ve tespitleri son derece şüpheli ve sorunlu olarak görülse de TÜİK’in istatistik anlamda özgünlüğü ve resmi yetkinliği ortadadır. Ölüm istatistikleri için baktığımızda son verilerin 2018 yılına ait olduğunu görüyoruz. TÜİK dışında sağlık verilerinde diğer bir veri kaynağımız da Sağlık Bakanlığı web sitesidir. Sağlık Bakanlığının yayınladığı “Sağlık İstatistikleri Yıllığı” da 2019 yılında kalmıştır.

2020 ve 2021 yılı ölüm istatistikleri son derece kritik olduğu halde açıklanmaması araştırmacılar ve kamuoyu açısından şüpheli ve güven kaybedici bir yaklaşımdır. Öyle ki, hemen her kesimden kalp krizi nedenli yaşlı veya genç ölümlerin dikkatleri çekecek frekanslarda (sıklık) seyretmesinin doğurduğu karanlık alan yüzünden, aşı veya ilaç uygulamaları açısından haklı veya haksız yorumlar ve teoriler kurulmasına neden olmaktadır.

Google Akademik üzerinden pandemi sonrası ölüm nedenleri hakkında bilimsel makale araştırması yaptığımda sadece 1 adet ve 2020 yılının ilk aylarını kapsayan çalışma gördüm. Veri kısıtlılığı ve aşılama gibi uygulamaların henüz yerleşmemiş olması nedeniyle  bu çalışma yeterli ve kapsamlı değildi. Covid-19 gibi özel bir etkene bağlı olmaksızın tüm ölümlerin irdelenmesi ve 2019 yılına göre anlamlı bir düzeyde ölüm nedenleri açısından bir değişikliğin olup olmadığının tespiti gerekir.

Araştırmacıların ve kamuoyunun merakla beklediği 2020 ve 2021 ölüm istatistikleri açıklanana kadar son veriler üzerinden durum tespiti yapmaya çalışalım.

TÜİK verilerine göre Türkiye’deki toplam ölüm nedenlerinin 2017 ve 2018 yılı dağılımını aşağıdaki tablodan görebiliriz. Kalp Krizinin de yer aldığı dolaşım sistemi hastalıklarının 2018’de bir miktar azalarak %38,4 şeklinde tespit edildiğini anlıyoruz. Kanser ve diğer nedenler de sırasıyla verilmiş. Hemen altındaki şekilde ise Sağlık Bakanlığı verilerine göre 2019 yılı değerlerini gayet şık bir grafikte izliyoruz. Dolaşım sistemine bağlı ölümlerin azalma trendinin sürerek %37 bandına geldiğini, bir diğer önemli ölüm nedeni olan kanser hastalıklarının da %18 seviyesinde olduğunu anlıyoruz. Acaba bu verilerin 2020 ve 2021 değerleri nedir? Bilmek istiyoruz!

Ölüm nedenlerinin dağılımı, 2017, 2018 (TÜİK)

Ölüm nedenlerinin OECD ülkelerindeki oranlarıyla karşılaştırdığımızda kansere bağlı ölümlerin Türkiye’de %6 oranında daha az görüldüğü belli oluyor. Bu veriler tam gerçeğe uygun mu, kayıt eksiği veya hatası var mı diye sormak gerekli olsa da, alkol ve beslenme alışkanlığı, doğal beslenme, sağlıklı çevre gibi nedenlerle ülkemiz lehine doğruluğuna yürekten inanmak isteriz. Öte yandan OECD ülkelerine göre %7 oranında fazla seyreden Dolaşım Sistemine bağlı ölümler hakkında teyakkuza geçmemiz gerektiği de açıktır.

Sağlıklı bilgi ve şeffaflığın olmadığı yerlerde provokasyon, şaibe, komplo ve suistimal gibi istenmeyen gelişmelerin yaşanacağı açıktır. Özellikle genç ölümleri açısından baş şüpheli olarak işaret edilen mRNA  aşıları hakkında haksız olabilecek yargıların yerleşmesini önlemek ve devletin sağlık politikalarına olan güveni yüksek tutmak açısından, adeta salgın gibi hissedilen kalp krizine bağlı ölümlerin ciddiyetle araştırılmasını ve kamuoyuyla paylaşılmasını talep ediyoruz. Üniversitelerimizin bu konudaki suskunluğu da rahatsız edici bir durumdur. Pandemi sürecine dahil olan Bill Gates gibi geçmişi ve projeleri şaibeli kişi ve kuruluşların rahatsız edici söylem ve tavırları da olağan şüpheleri körükleyen bir durumdur. Bu vesile ile DSÖ’nün de güvenilmez kurumların başında geldiğini, etik olmayan fon kaynakları ve çelişkili kararları ile bu gerçeğin gizlenemez noktaya ulaştığını belirtmek zorundayım.

Bize başkalarından hayır yok! Yetişmiş değerlerimizi ve yetişmekte olan gencecik fidan gibi neslimizi tehdit eden bu ani kalp krizi ile ölüm dalgasını aydınlatmak ve mümkün olan her tedbiri almak konusunda Sayın Cumhurbaşkanımızın da farklı düşünmediğine eminim. Belki de her konuda olduğu gibi bu ölümlerin araştırılması için de kendisinden TALİMAT bekliyorlardır! Sayın Cumhurbaşkanımızın bu talimatı vermesini saygılarımızla arz ve talep ederiz.

Dr. Ercan ÖZÇELİK

Kaynaklar:

TÜİK Ölüm İstatistikleri Bülteni: https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Olum-Nedeni-Istatistikleri-2018-30626

Sağlık İstatistikleri Yıllığı 2020: https://dosyasb.saglik.gov.tr/Eklenti/43399,siy2020-tur-26052022pdf.pdf?0




USPUM Ne Yapmaya Çalışıyor?

Ulusal Stratejiler ve Politikalar Üretme Merkezi yani kısaca USPUM’u, Muhammed Taha Gergerlioğlu’nun liderliğinde bir platform ve vatan-millet sevdasıyla dertliler grubu olarak başlayan, daha sonra resmi dernek tesciliyle kurumsal yapısını sağlamlaştıran bir düşünce kuruluşu olarak tanımlayabiliriz.

Taha beyle tanıştığım 2011 yılından itibaren, modern zamanların dervişi tanımına uyan halim selim ve babacan tavırları, mütebessim, mütevazi ve mutedil halleri, anormal derecede geniş çevresi ile zaten tek başına kurumsal bir şahsiyet olduğuna inanmış ve güvenmiştim. Daha sonra etki alanının sadece Türkiye ile sınırlı kalmadığını, Avrupa bölgesinde ve Arap coğrafyasında da hissedilen bir ağırlığının olduğunu memnuniyetle müşahede ettim. Almanya’da Türkiye için çalıştığı iddiasıyla yaşadığı zorluklar da kendi çapında tarihsel bir olaydır. Yaşadığı olaylar, aldığı eğitim ve terbiyenin sonucu olarak büyük resmi görmüş ve sorunlardan kurtuluşun sistematik düzenleme ile aşılabileceğini görmüş nadir mütefekkirlerimizdendir. Bu halini bütün röportaj ve yayınlarda kolayca fark edebilirsiniz. Hep sistem der, mefkure der, uygulaması kolay, önemli olan stratejik kararları almaktır der.

USPUM vesilesiyle Taha beyin sosyal derinliğini, etki ve erişim genişliğini, ülke sınırlarını aşarak kadim coğrafyamızla olan güçlü bağlarını da tanımaya başladım. Beni en çok heyecanlandıran konulardan birisi, günlük hayatımızda pek buluşamadığımız, temasımız olduğunda ise basma kalıp yargılarımız nedeniyle yasak savar gibi sınırlı iletişimde kaldığımız toplum kesimlerini tanımak ve aslında ne kadar çok ortak ilgi ve kaygı alanlarımız olduğunu fark etmektir. USPUM, potasında iyi niyet, birlik, beraberlik, hakka ve adalete hizmet, değerlerimizi yüceltmek gibi giysileri kuşanınca, neredeyse hepimiz aynı renklere büründük! Artık nereli olduğumuzun, hangi kavimden geldiğimizin, hangi ideolojik altyapıdan yetiştiğimizin, hangi meslekten olduğumuzun falan pek bir önemi kalmadı. İnsani değerlerde buluştuk. Dilimizle hep söylediğimiz, ama içi boş romantik bir söylemde bıraktığımız ümmet kardeşliğini, fiilen tecrübe ederek iliklerimize kadar hissetme imkanımız oldu. Farklılıklarla yaşama kültürünü ve saygınlığını, değerlerimizin bütünlüğüne zarar vermeden, aslımızı inkar ve rencide etmeden sürdürebilmenin pratiğini yaşadık. Ortadan neyi götürebileceğini değil, neyi tamamlayarak harika eserlerin çıkabileceğini sorgulayan ve gayrette yarışan insanlarla tanıştık. Muhabbeti ve sabrı olan gönüllü devam etti, hasbi olmak yerine hesabi davranmayı düşünen veya mazereti olan da kendiliğinden ayrıldı gitti.

Ehli Beyt Ocaklarımızın tarihi ve kültürel zenginliğini, Ahi teşkilatlarımızın kadim esnaflık ve insanlık öğretilerini, Roman vatandaşlarımızın katıksız gönül zenginliğini, sağ veya sol geçmişten gelse de kutsallarımıza göz bebeği gibi değer vermede birleşen aydınlarımızı, akademik camiada yürek kabartan başarılı hocalarımızı, devletin çeşitli birim ve kademelerinde hizmeti bulunan bürokrat büyüklerimizi, sanayi ve ticaret kollarında değer üreten girişimcilerimizi, hülasa neredeyse her kesimden dostlarımızı ve gönüldaşlarımızı tanıma ve birlikte hayra hizmet için çalışma imkanına kavuştuk.

Sorunlarımızı tartıştık, çözümler için beyin fırtınaları yaptık. Birbirimizi eğittik. Uzmanlık gerektiren alanlarda yetkin dostlarımızı seminerlerde misafir ettik ve onlar üzerinden tarihe notlar düştük. Makam ve yetki sahiplerinin çalışmalarına ışık tutacak projeksiyonlar, raporlar ve vizyon analizleri hazırladık. Güzel işlerin ardında yatan isimsiz kahramanlardan olmak bile yetti bizlerin mutluluğuna. Çünkü kazanan Milletimiz, Devletimiz ve kardeşçe yaşamaya ant içtiğimiz Ümmetimiz oldu. Tıpkı Libya etkinliklerimiz gibi, tıpkı Suriye ve sınır bölgelerinde çalışmalarımız gibi.

Bazen sanal ortamda, bazen USPUM ofisinde buluştuk. Strateji gereği yurt içinde buluştuğumuz etkinlikler yaptık. Toplum kesimleri arasında sevgi ve iletişim köprüsü olduk. Gayretimizi taze tutacak saha çalışmaları yaptık. Sahanın nabzını duyması gerekenlere taşıdık.

Sözün özü USPUM olarak mefkuremizin ardında olduk ve gerçekleşmesi için fiili duada bulunduk. Bölünme ve ayrılıkta gazap, birleşme ve hayırda dayanışmada rahmet olduğuna inandık. Güzel işleri hiç çekinmeden alkışladık, yanlışları göstermekle kalmayıp düzeltmek için yollar ve projeler hazırladık. Bu çalışmaların hepsinde Taha beyin varlığı, benzemezleri birleştiren ve güzellikte özleştiren bir çimento gibi oldu. Demir ve taşın sırt sırta verip sağlam durmasını sağlayan harç gibi tevazuyla çalışan yumuşak güç rolünü oynadı.

USPUM tek güzel veya iyi kalmayı değil, en güzeller ve iyiler arasında bulunmayı, hayırda yarışmayı tatlı rekabette başarıyı önceler. Ülkemiz, olağanüstü kıymetli ve stratejik değerli bir coğrafyada varlığını sürdürme ve geliştirme mücadelesi verirken, daha fazla düşünce kuruluşlarının yetişmesini, toplum, ümmet ve insanlık yararına projelerin siyasi partiler üstü bir duyarlılıkla çalışmalarını önemsiyor ve destekliyoruz. Günlük siyasete kapılmadan, siyasi partilere taraf veya karşı olmadan, doğruların yanında duran, ülkemize zararlı yanlışların düzeltilmesi için çalışan bir düşünce kuruluşudur USPUM.

Kısa, orta ve uzun vadeli hedeflerinin tanımlanabilmesi için dileyen kurum ve kuruluşlara özel danışmanlık hizmetlerinin de verilebilmesi gereklidir. Her araştırma projesi ve sorunlarda kök neden analizleri, aynı zamanda uzmanlık eğitimleri için doğal birer eğitim fırsatlarıdır. USPUM’un bir başka amacı da ülkenin entelektüel insan kaynağı sermayesine yeni değerler kazandırmaktır. USPUM’da olmak, USPUM’la çalışmak çok güzel bir fırsat ve mutluluktur!




#BaşıboşKöpek Terörünün Sorumlusu Belediyelerdir!

Terör ifadesinin, kendisini hayvansever olarak niteleyen kişileri çok rahatsız ettiğini biliyorum. Ancak, ne yazık ki insanların başıboş köpekler yüzünden yaşadığı korku ve dehşet atmosferinin tam karşılığını terör kelimesi veriyor! TDK sözlüğüne göre, terör Fransızca kökenli ve “yıldırı” anlamına geliyor.

Bugün baktığımızda, sayıları 10 milyon civarına ulaşan başıboş köpeklerin, çocuklar, yaşlılar, engelliler, kadınlar başta olmak üzere insanlar için sokakları ve açık arazileri, parkları, ormanları tamamen sağlıksız ve güvensiz ortamlara çevirdiğini, kendilerinden başka bütün canlıların varlığını tehdit ettiğini, çeteleşerek vahşi kurtlar gibi av partileri yaptığını, kuduz, kist hidatik, delibaş hastalığı gibi çok sayıda hastalığı taşıyıp bulaştırdığını dehşetle görüyoruz. Her gün köpek saldırısıyla parçalanan çocuklarımızın, köpekten kaçarken araba altında ezilen insanlarımızın, köpeklerce telef edilen kümes veya küçükbaş hayvanlarımızın haberlerini okuyoruz. Bu yaşananlar terör değilse nedir? İnsanlar çoluk çocuğunu güvenle okula gönderemiyorsa, özel sitelerin içinde bile emniyette hissetmiyorsa, parklara, ağaçlık alanlara günün herhangi bir saatinde spor veya dinlenme için gidemiyorsa, yani bütün bunları yapmaktan korkup YILMIŞ ise, başıboş köpek terörüne boyun eğmiş demektir!

Kötü niyetli insanların işleyebileceği suçları bahane ederek, köpeklerin neden olduğu vahşete kimse kılıf uydurmasın! İnsanlar suç işlediğinde mutlaka karşılığını görüyorlar,  haklarında işlem yapılıyor para veya hapis cezasıyla karşılaşıyorlar. Keşke katiller için de Allah’ın hükmü olan kısas yani idam cezası gelse! İnsanların arasındaki adalet tartışmaları, köpek terörüne meşrutiyet kazandırmaz! Bunu yapanlar, savunacakları haklı bir şey olmadığı için konuyu çarpıtan vicdansız ve kronik insan düşmanlarıdır.

3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu, terör tanımını şöyle yapmış:
Madde 1– (Değişik birinci fıkra: 15/7/2003-4928/20 md.) Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasî, hukukî, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir.”

5237 sayılı Türk Ceza Kanununda, “Kamu Barışına Karşı Suçlar bölümünde“, “Halk arasında korku ve panik yaratmak amacıyla tehdit” başlığı altında:
Madde 213- (1) Halk arasında endişe, korku ve panik yaratmak amacıyla hayat, sağlık, vücut veya cinsel dokunulmazlık ya da malvarlığı bakımından alenen tehditte bulunan kişi, iki yıldan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” hükmü yer alıyor. Başıboş köpekler, burada sayılan ve kalınlaştırdığım suç unsurlarının faili  olmakta ancak, yasal sorumlulukları olmadığı için mağdurlarının sıkıntısı katlanarak sürmektedir.

Türk Ceza Kanununda “Topluma Karşı Suçlar” bölümünde “Genel Tehlike Yaratan Suçlar, Genel güvenliğin kasten tehlikeye sokulması” başlığı da vardır.
Madde 170- (1) Kişilerin hayatı, sağlığı veya malvarlığı bakımından tehlikeli olacak biçimde ya da kişilerde korku, kaygı veya panik yaratabilecek tarzda; a) Yangın çıkaran, b) Bina çökmesine, toprak kaymasına, çığ düşmesine, sel veya taşkına neden olan, c) Silahla ateş eden veya patlayıcı madde kullanan, Kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” Burada suç olarak sayılan hayata, sağlığa ve malvarlığına karşı korku, kaygı ve panik hallerinin tamamını, başıboş köpek terörüne maruz kalan insanlar da yaşıyor! Fiziksel ve duygusal yaralanma, hastalık bulaşması, motor/bisiklet ve araçlarının zarar görmesi sıkça yaşanan, yaşanmadığında bile korku ve kaygı nedeniyle güvensizliğe ve huzursuzluğa yol açan bir gerçektir.

İnsanlarımız köpekler yüzünden can ve mal güvenliği endişesine kapıldıklarında, savunma amacıyla köpeklere karşı fiziksel müdahaleye girdiğinde bundan sorumlu tutulamaz! Çocuğunu veya evcil hayvanlarını vahşi köpeklerin dişlerinden kurtarmaya çalışırken ve sonrasında yapacakları müdahaleyi kötü gösteren vicdansızların aksine, kanunlarımız meşru müdafaayı kabul ediyor ve suç saymıyor! TCK “Cebir ve şiddet, korkutma ve tehdit” başlığı altında;
Madde 28- (1) Karşı koyamayacağı veya kurtulamayacağı cebir ve şiddet veya muhakkak ve ağır bir korkutma veya tehdit sonucu suç işleyen kimseye ceza verilmez. Bu gibi hallerde cebir ve şiddet, korkutma ve tehdidi kullanan kişi suçun faili sayılır.” Hükmü vardır. Hiç kimsenin, saldırgan köpeğe karşı mücadele ederken şiddet uygulamak zorunda kalan mağdurları kınamaya hakkı yoktur! Kınama yapılacaksa sahipli köpeklerin veya sahipsiz köpeklerin sahibi kabul edilen belediyelerin kınanması gerekir.

Belediyeler sahipsiz köpek teröründen niçin sorumludur?

5393 sayılı Belediye Kanununda, Belediye Başkanının görev ve yetkilerini sıralayan 38.madde içinde “m) Belde halkının huzur, esenlik, sağlık ve mutluluğu için gereken önlemleri almak.” ibaresi bulunur. Belediyenin kolluk gücü sayılan Zabıtaların görev ve yetkileri için “Madde 51- Belediye zabıtası, beldede esenlik, huzur, sağlık ve düzenin sağlanmasıyla görevli olup bu amaçla, belediye meclisi tarafından alınan ve belediye zabıtası tarafından yerine getirilmesi gereken emir ve yasaklarla bunlara uymayanlar hakkında mevzuatta öngörülen ceza ve diğer yaptırımları uygular.” ibareleri vardır. Yani yetkili olduğu sınırlar içinde halkın sağlığını ve huzurunu tehdit eden olaylara müdahale etmek belediye başkanlarının ve belediye kolluk gücü olan zabıtaların görevleri arasındadır.

Belediye Zabıta Yönetmeliğinde sağlık, çevre ve hayvanlarla ilgili görev ve sorumluluklar ayrıntılı olarak işlenmiş ve hem Belediye Kanununa hem de 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanuna atıflar yapılarak yetkileri tanımlanmıştır.

5199 sayılı kanunun 4.maddesinde “j) Yerel yönetimlerin, gönüllü kuruluşlarla işbirliği içerisinde, sahipsiz ve güçten düşmüş hayvanların korunması için hayvan bakımevleri ve hastaneler kurarak onların bakımlarını ve tedavilerini sağlamaları ve eğitim çalışmaları yapmaları esastır.” bendi bulunuyor. Yani kanun açıkça sahipsiz hayvanların sahibi yerel yönetimler yani belediyelerdir diyor!

6.maddesinde “Sahipsiz hayvanların korunması, bakılması ve gözetimi için yürürlükteki mevzuat hükümleri çerçevesinde, yerel yönetimler yetki ve sorumluluklarına ilişkin düzenlemeler ile çevreye olabilecek olumsuz etkilerini gidermeye yönelik tedbirler, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı ile eşgüdüm sağlanarak, diğer ilgili kuruluşların da görüşü alınmak suretiyle Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenir.” Paragrafı içinde yine belediye sorumluluğu vurgulanıyor.

Bu paragraftan sonra gelen “Sahipsiz veya güçten düşmüş hayvanların en hızlı şekilde yerel yönetimlerce kurulan veya izin verilen hayvan bakımevlerine götürülmesi zorunludur. Bu hayvanların öncelikle söz konusu merkezlerde oluşturulacak müşahede yerlerinde tutulması sağlanır.”   cümlesi ile sahipsiz hayvanların belediye tarafından bakılması yine hatırlatılıyor. Ancak devamında gelen “Müşahede yerlerinde kısırlaştırılan, aşılanan ve rehabilite edilen hayvanların kaydedildikten sonra  öncelikle alındıkları ortama bırakılmaları esastır.” cümlesi yasaların genel yapısına ve belediyelerin sorumluluklarına aykırı şekilde yanlış anlaşılan bir yaklaşım ile sanki belediyelerin sadece kısırlaştırma ve tedavi amaçlı olarak sahipsiz hayvanları toplayacağı ve sonrasında aldığı yere mutlaka geri bırakmak zorunda olacağı propagandası yapılıyor. Bu cümle ilk olarak hayvanları alınan yere bırakma konusunda kesinlik içermiyor!

Kanun “esastır” derken aksine bir mani, şikayet, zarar veya tehlike yoksa yerine geri bırakmayı tavsiye ediyor. Bu tavsiyenin emir gibi algılandığını, vatandaş sahipsiz köpeklerden şikayetçi olsa bile tekrar zorla aynı yere bırakıldığını veya belediyelerin bazı kişilerin baskısı nedeniyle böyle davranmak zorunda kaldığını da görüyoruz. Daha kolay ve ucuz olduğu için bu yolu kasıtlı tercih eden, barınak yerleri kurmaktan kaçınan belediyelerin sayısı da az değil!  Nitekim, sağlıklı barınak sahibi belediyelerin neredeyse beşte bir oranında azınlıkta kaldığını öğreniyoruz.

Belediyelerin sahipsiz köpeklerin zararlı sonuçlarından maddi ve manevi olarak zarar gören, şikayetçi olan vatandaşa karşı kanunlar nezdinde sorumluluğunu 5199 sayılı kanunda geçen “öncelikle alındıkları ortama bırakılmaları esastır” ibaresi kaldırmaz! Halkın sağlığı ve güvenliği açısından belediyeler sahipsiz hayvanlardan tam sorumludur! Çünkü sahipsiz görülen hayvanların yasal sahibi belediyelerdir! Sahipli hayvanların neden olduğu zarar ve ziyandan sorumlu olmaları gibi belediyeler de sahipsiz hayvanlardan tam sorumludur!

Sahipsiz köpeklerin doğrudan saldırıp parçalayarak, korkutup kovalarken kazaya uğratarak insanlarımızın ölümüne ve yaralanmasına neden olduğunu, belediyelerin ve Valiliklerin vah vah demekten başka etkili iş yapmayarak görevden kaçındığını, sayın Cumhurbaşkanımızın açık talimatına rağmen sokaklardan toplanmadığını hep birlikte üzülerek takip ediyoruz. İnsanlarımız adeta vahşi orman kanunları içinde yaşamaya zorlanıyor. Milletin çözüm için yetki verip Ankara’ya gönderdiği iktidar Milletvekili köpek saldırısında ağaç gibi durun diye tuhaf ve alaycı tavsiyelerde bulunuyor. İktidar tıpkı feministlere teslim olduğu gibi bir grup hayvansever görünümlü insan düşmanı azınlığın tahakkümüne boyun eğmiş gibi davranıyor. Yabancı devletler vatandaşlarını ülkemizdeki başıboş köpek terörüne karşı uyaran bültenler yayınlıyor. Modern zamanlarda ilkel bir korku ve dehşeti kabul etmeye, arada sırada köpeklere kurban verip normal görmeye zorlanıyoruz!

Sahipsiz köpeklerin doğrudan faili ve taşıyıcısı olduğu çok sayıda hastalık vardır. Bunlardan örnekler vererek belediyelerin sorumluluğu bağlamında konuyu kapatmak istiyorum:

Sağlık Bakanlığı belgelerine göre Kuduz hastalığı %91 oranında köpeklerden bulaşır. Aşısız köpeklerin gelişi güzel üremesi, diğer kuduz olmuş köpeklerden veya doğada yaşayan ve kuduz hastalığını taşıyan kurt, çakal, tilki gibi hayvanlarla temaslarında hastalığı kaparak insanlara ve evcil hayvanlara bulaştırmaları gibi geniş etkileri vardır. Türkiye’de 2021 yılında 250.375 kuduz şüpheli temas vakası kayıtlanmıştır. Sağlık kuruluşuna gelmeyenler hariçtir. Günlük ortalama 685 vaka olmuştur. Bu vakaların her birisi için en az 4 doz kuduz aşısı yapılmak zorunda olduğundan, 2021 yılında uygulanan kuduz aşısı sayısı 1.000.100 doza ulaşmıştır.

Kuduz Hastalığından Korunma ve Kuduzla Mücadele Yönetmeliği 5996 ve 639 sayılı kanunlara dayalı olarak çıkarılmıştır. Bu yönetmeliğin kuduzdan korunma ile ilgili aşılama bölümündeki 9. madde içinde yer alan “Sahipli ya da sahipsiz tüm kedi ve köpeklerin yılda bir defa hastalığa karşı aşılanması ile aşı kayıtlarının tutulması zorunludur… a) Üç aydan büyük köpek ve kedi sahipleri hayvanlarını yılda bir defa hastalığa karşı aşılatmakla yükümlüdür…  b) Belediye sorumluluk alanındaki veya muhtarların yazılı talebi üzerine köylerdeki üç aydan büyük sahipsiz köpek ve kedilerin belediye veteriner hekimleri tarafından yılda bir defa aşılanması, aşılananların işaretlemesi (mikroçip uygulaması, küpeleme ve benzeri) ve kayıt altına alınması zorunludur… c) Bakımevlerinde bulunan üç aydan büyük köpek ve kedilerin bakımevi sorumlu veteriner hekimi tarafından hastalığa karşı aşılanması zorunludur.”  ibarelerinden anlaşıldığı üzere sahipsiz kedi ve köpeklerin tamamının toplanıp aşılanması Belediyelerin zorunlu görevidir.

Yönetmeliğin, kuduzdan korunmak için Önleyici Tedbirler  başlığı altındaki 10. Maddesinde  “a) Hayvan sahipleri hayvanlarını hiçbir şekilde terk edemezler… b) Çeşitli nedenler ile hayvan bakmaktan vazgeçenler ya da hayvanlarına bakamayacak hale gelenler durumlarını belediyeler ve bakımevlerine bildirmekle yükümlüdür. Bu kişilerin hayvanları bakımevleri, gönüllü kuruluşlar veya belediyeler tarafından yeniden sahiplendirilmek ya da koruma altına alınmak zorundadır. c)Köpek sahipleri; aşılamayacak yükseklikte çit veya duvar benzeri engellerle sınırlanmış halde bulunan köpekler, avda olan av köpekleri ile sürüleri koruyan çoban köpekleri istisna olmak üzere köpeklerinin serbestçe dolaşmalarına izin veremezler, tasma ve kayış benzeri sınırlayıcı bir önlem almaksızın köpeklerini dolaştıramazlar. (2) Belediyeler ve muhtarlıklar hastalıkla mücadele amacıyla Bakanlık ile il ve ilçe müdürlükleri tarafından yazılı olarak bildirilen talimatları yerine getirmekle, şüpheli hayvanları müşahede altına almak amacı ile kullanılacak müşahede yerlerini önceden hazırlamakla yükümlüdür. Ayrıca aşağıda belirtilen önlemleri alırlar: a) Belediyeler gönüllü kuruluşlar ve muhtarlıklar ile işbirliği içerisinde bakımevleri kurmak, sahipsiz hayvanları hastalığa karşı korumak ve sahipsiz hayvan sayısını kontrol altına almakla yükümlüdür… d) Kısırlaştırılmayan ve hastalığa karşı aşılanmayan hayvanlar bakımevlerinden salınamaz, alındıkları ortama geri bırakılamaz.” Bu maddelerin tamamı ilgili kanunlara dayanarak belediyelerin sorumluluklarını tekrar tekrar hatırlatıyor. Sahipli hayvanlarda öncelikli sorumlu elbette sahipleridir. Sahipli köpeklerin bile sokaklarda tasmasız dolaştırılması, alçak çitli yerlerde beslenmesi yasaklanmışken, sahipsiz hayvanların başıboş şekilde sürüleşmesi, sokaklarda terör estirmesi diğer kedi ve küçük hayvanların varlığını tehdit etmesi nasıl hoş görülebilir? Köpekler bu şekilde milyonlara varacak kadar serbestçe üreyip sokakları işgal etmişse, baş sorumlusu kanun ve yönetmeliklerde yazılı da açık emirlere rağmen görevlerini yapmayan belediyelerdir!

Sadece kuduz hastalığı ile mücadele için bu kadar önlem alınmışken, köpeklerin neden olduğu kist hidatik, delibaş hastalığı gibi diğer hastalıklar açısından da dikkatli olunması gerektiği açık değil midir? Tarım ve Orman Bakanlığının, küçükbaş ve büyükbaş hayvancılıkla ilgili bütün kılavuzlarında başıboş köpeklerin hayvancılık yapılan meralardan, işletmelerden kesinlikle uzak tutulması şiddetle önerilirken, insanlar için kurulan şehirlerde başıboş dolaşmalarına göz yummamızı nasıl beklersiniz? Devletin ve yerel yönetimlerin vatandaşın sağlığını, güvenliğini ve esenliğini koruması, tehditleri bertaraf etmesi temel görevleri arasındadır. Başıboş köpekler konusunda, tepeden tırnağa bütün devlet mekanizması sınıfta kalmış, sorunun bu kadar büyümesine seyirci durarak görevini ağır şekilde ihmal etmiştir!

Başıboş köpekler için ne yapılması gerekir?

 1-Öncelikle bütün belediyelerin kendi sınırları içindeki sokaklar ve açık arazilerdekiler dahil, tüm sahipsiz köpekleri toplaması, etrafı yüksek çitlerle çevrili yeterli büyüklükte arsa veya arazilerde barındırmaya alması şarttır. Bu tesisleri kendileri yapabilecekleri gibi, arsa ve yer göstererek gönüllü şahıs veya derneklerin de kurmaları belediye veterinerlik kontrolü şartıyla sağlanabilir. Kısırlaştırılmış dahi olsa köpeklerin saldırganlığı tam olarak önlenemez, açık alanlarda çeteleşen köpeklerin kısır da olsa vahşileştiği bilinmektedir. Sokaklarda başıboş köpek olmaz, olamaz! Bu konuda pazarlık ve ihmal kabul edilemez!

2-Toplanan köpeklerin derhal dişi ve erkek olarak ayrı bölümlere alınmalı ve tekrar birleşerek üremeleri önlenmelidir.

3-Aşırı derecede hastalıklı, çok saldırgan ve diğerlerine de zarar veren, kalıcı felç gibi ağır sakatlıklar yüzünden sağlıklı yaşama konforu kalmayan köpeklerin en acısız şekilde uyutulmaları veteriner kararı ve nezaretiyle 5996 sayılı kanunun 9.maddesinde sayılan esaslar dahilinde sağlanmalıdır.

4-Barınağa alınan köpeklerin standart aşılama ve kayıtlama işlemleri yapıldıktan sonra belediye web sitesinde açılacak bir sayfa ile sahiplendirmek üzere ilan edilmeleri, isteyenlerin bizzat gelerek görebilmeleri sağlanmalıdır. Sahiplenen köpeklerin teslim edilmeden önce kısırlaştırılması şart olmalıdır. Sahiplenmeyen köpeklerin barınakta kalırken kısırlaştırılmaları konusunda fayda/maliyet esasına göre davranılması esastır. Ayrı bölümlerde tutulan hayvanlar kısırlaştırılmadan da bakımlarına devam edilebilir. Sayısal çokluk, maliyet ve personel azlığı nedeniyle böyle bir yol izlenebilir.

5-Şehirlerde ve açık arazilerde köpek beslemelerinin yapılması yasaklanmalı ve ağır cezalar ile caydırıcı olunmalıdır. Hayvansever kişi ve STK’ların, belediye tarafından kurulan veya belediye gözetiminde özel şahıs veya derneklerce kurulan barınaklarda kalan köpeklere bakım ve mama desteğinde bulunmalarına izin verilmeli, teşvik edilmelidir. Resmi kayıt ve kontrol dışında hiçbir barınağın kurulmasına ve köpeklerin çıkar amaçlı istismar edilmesine fırsat verilmemelidir. Barınakların köpek sayısına göre belirlenen kapalı ve açık alan gibi asgari ölçüleri ve diğer bakım standartları yönerge ve tebliğler ile uygulamaya zorlanmalıdır.

6-Ticari değeri yüksek olan özel cins köpeklerin başta olmak üzere, kayıtsız ve sağlıksız ortamlarda üretimlerinin yapılmasına internet veya fiziksel mekanlarda satışa sunulmasına yönelik yasaklar, yüksek cezalar ve zorlukla alınabilen özel ruhsatlar eşliğinde mani olunmalıdır.

Türkiye, başıboş köpek terörüne, köpek sevgisini duygusal ve ekonomik olarak istismar eden çevrelere boyun eğecek kadar aciz ve çaresiz değildir. Köpek sorununa karşı iki tarafın da rahatsız edici radikal söylemlerine kulak asmadan, insan hayatını, sağlığını ve güvenliğini önceleyen, hayvanların refahını savunan ve kollayan bir yaklaşımla bu sorunu çözmemiz gerekir. Her geçen gün sorunun boyutları büyüdükçe makul ve masum çözüm yolları daralacak, herkesin üzüleceği acı kararların alınma zorunluluğu yaklaşacaktır. Konuyu iyice kangren olmadan, daha fazla insanımızı kurban vermeden çözelim! Belediyelerimizin bu kadar tembel ve ilgisiz kaldığı, yanlış yorumlanan bir kanun cümlesine bakarak görevini savsakladığı yeter değil mi?

Dr. Ercan ÖZÇELİK
Sağlık Yönetimi PhD
Yerel Yönetimler Uzmanı




Devletimizi, Kendi Yumruğu ile Nakavt Ettirmeyelim!

Devlet kendi yumruğu ile nakavt olur mu? Tabii ki olmaması lazım! Ama bu sonuca götüren uygulamaları ve buna karşı akılcı çözümleri de gördük yakın tarihimizde. Mesela, 28 Şubat döneminin ideolojik görüntülü, soygun amaçlı post modern darbesinin yapılma nedenleri arasında, rahmetli Başbakan Necmettin Erbakan ve ekibinin havuz sistemi gibi mükemmel çözümü de vardı. Çünkü şer odaklarının soygun hesaplarını bozmuş, kendi yumruğumuzla nakavt olmamıza karşı çıkmıştı. Kamu kurumları, işletme ihtiyaçları için gereken parayı özel bankalardan yüksek faizle almak zorunda kalıyor, bankalar da bu devlet kurumlarına yine devletin diğer kurumlarından topladıkları mevduatlar üzerinden borç vererek, devletin parasını devlete geri satıp hesapsız karlar elde ediyorlardı. Bu soygun düzenini durduran, havuz sistemi ile devletin parasını devlet için kullandıran Erbakan ve ekibini alaşağı etmeselerdi, belki de bir daha asla aynı tezgâhı kuramayacaklardı. Kader hükmünü icra eyledi, bizler acziyetimizle seyretmek ve sonuçlarına katlanmak zorunda kaldık.

Bugün de benzer bir soygun düzenini kesintisiz yaşıyoruz! Ulaşabildiğim verilere göre, en son 2020 yılında kamu kurum ve kuruluşlarının elinde 113 Bin kadar motorlu taşıt bulunuyormuş. Söylenen rakamın aşağı yukarı aynı kaldığını varsayalım. Günümüz şartlarında ücretli otoyol ve köprülerin sayısında ve trafik kaynakları içindeki oranında önemli bir yükselme olduğunu biliyoruz. Kamu araçları ne yapıyor? Her kurum ve kuruluşun kendi özel bütçesi olduğu için genellikle acil durum veya vip konuklar gibi özel şartlar olmadıkça paralı yol ve köprü geçişlerini kullanmaktan kaçınıyor ediyor veya en ucuz tarifeli olanı tercih ediyorlar! Çünkü kurum ve kuruluş yöneticileri kendilerine tahsis edilen kısıtlı bütçeyi aşmak istemiyorlar.

Kamu kurum ve kuruluşlarına ait araçların, parasız veya eski düşük tarifeli geçişleri kullanmaları devletin daha fazla yakıt giderine, aracın ve personelin daha uzun yolculuk nedeniyle zaman israfına, araçların aşınmasına, halkın kullandığı yollardaki trafiğin artmasına, terör ve sabotaj gibi olumsuzluklara daha fazla maruz kalma riskine yol açıyor. Yani toplam fayda ve maliyet kalemlerine bakacak olursak, devlet kendi yaptırdığı yol ve geçişleri bile kullanmaktan aciz kalıyor.

Öte yandan, kamu araçları paralı yol ve geçişleri kullanmasa da dengesizce verilen geçiş garantileri nedeniyle hazinemizden yapılan fark ödemeleri de kesintisiz devam ediyor!

Garabete bakar mısınız? Geçiş farkını eksiksiz ödemeye devam eden de Devlet, bütçeleri yetmediği için araçlarını paralı yol ve geçişlere sokamayan da Devlet! İki taraflı kanama hızla devam ediyor. Hiç olmazsa bir tarafı durdurmak mümkün değil mi?

Yüce Allah, bizlere hitaben çok sayıda ayet-i kerime içinde “Hâla aklınızı kullanmıyor musunuz?“(Al-i İmran/65), “Hiç düşünmez misiniz?“(Hud/51), “Hâla akıllanmaz mısınız?” (Enbiya/10) diye seslenmiştir. Edinilmiş tecrübelerimizden neden yararlanmıyoruz? Geçmişteki havuz sistemi gibi merkezi bir çözümü kamu araçları için de uygulamak, kolay ve etkili bir yöntem olacaktır.

​Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı altında Kamu Araçları Genel Müdürlüğü şeklinde bir teşkilat kurularak, kamu kurum ve kuruluşlarına ait bütün araçların burada veritabanının tutulması, her türlü otoyol ve köprü geçişlerinde tanınacak merkezi “Kamu HGS” kartı tahsislerinin yapılması, paralı geçişlerinin doğrudan bu genel müdürlük tarafına fatura edilerek kendi bütçesinden ödenmesi doğru olacaktır. Bu şekilde kurum ve kuruluşların sırf bütçe baskısı yüzünden aşırı yakıt ve zaman kaybına uğramaları, araç ve personel verimliliğinden mahrum kalmaları önlenmiş olacaktır. Ayrıca, hazine zaten eksik kalan geçiş garantilerini ödediği için, aynı hizmetin birisi alınmasa da çifte bedel ödeme yükünden kurtulacaktır. Kamu araçları içinde elbette askeri, hassas, gizli görevli vb. niteliklerde olanlar da vardır. Kurulacak Kamu Araçları Genel Müdürlüğü bünyesinde her kritik kurumdan birer temsilci ataması ile kayıt ve işlemlerin güvenliği bilişim teknolojileri eşliğinde sağlanabilir.

Başlangıçta paralı otoyol ve geçişler için merkezi bütçe ve kontrol amacıyla kurulan bu teşkilatın, zaman içinde gelişerek kamu araç filosunu işletmeye yetkili gelişmiş bir pozisyona gelmesi de sağlanabilir. Bu gelişim sonucu Kamu Araçları Genel Müdürlüğü sayesinde kamu taşıt filosunun verimli kullanımı, değişim ve yenileme yönetimi, ihtiyaç analizi ve diğer giderlerin takibi yapılarak israf uygulamalarının önüne geçileceği gibi, taşıt alımlarında standart model ve işlevler gibi kontroller de yapılabilir. Olması gereken şey bir kanun düzenlemesi ile Kamu Araçları Genel Müdürlüğünü kurmak, paralı geçiş yönetimini vermek ve diğer rolleri için çalışmak hususunda Cumhurbaşkanlığına gerekli yetkileri tanımlamaktır. Elbette bu teşkilatın sağlam ve dirayetli bir ekiple kurulması, yeni sorunlara yol açmayacak kontrol mekanizmalarının da hazırlanması gereklidir.

Önermek bizden, tevfik Allah’tan, faydalı bulursa uygulamak Sayın Cumhurbaşkanımızdan olsun!




Sana Gelsin!

Sana Gelsin!

Gül yüzlü sevdiceğim, huzurum sensin,
Hakkındır, en güzel güller sana gelsin!
Gönlüme sürur, yuvama ışık verensin,
Beklediğin müjdeler, önce sana gelsin!

Şu fakirhaneme fit olup, talim edensin,
Cennette en güzel köşkler, sana gelsin!
Ömrünü ailemize,  hesapsız verensin,
Ücretin eksiksiz, mahşerde sana gelsin!

Feminizm fitnesine, karşı gelensin,
Mazlumların duası, önce sana gelsin!
Şerlilerin davetine, icap etmeyensin,
Rabbimin ihsanı, dilerim sana gelsin!

Mezara kadar ilim, peşinde gidensin,
Rabbimizden ilmin sırları, sana gelsin!
İlmiyle amel etmeye, niyetlenensin,
Salih amelin artsın, sevabı sana gelsin!

Dr. Ercan Özçelik
21.05.2022-İstanbul

 




#Sessizİstila: Gerçek mi, Proje mi, Paranoya mı?

Bugün yani 3 Mayıs 2022 Salı tarihinde, internet tabanlı sosyal mecralarda mükemmel organize edilmiş bir kampanyayla uyandık. Tag denilen ana etiketleri #Sessizİstila’nın etrafında konumlanan youtube videoları, bunlardan türetilmiş kısa kliplerle twitter mesajları yayınlanırken hepsi de birbirini destekleyen  #şirinevler, Arap, #florya, #MulteciİSTEMİYORUM, #afgan, #bağcılar, #Suriyeli, #mecidiyeköy, #karşıyaka, #3mayısTürkçülerGünü, Türklüğümü  gibi destek taglarıyla birlikte Türkiye gündemini resmen işgal ettiler. Büyük ve derin hazırlık gerektiren bir oyunun ilk sahnesini perdeye aktardıklarını gördük!

Youtube’da yayınlanan Sessiz İstila isimli videonun, 3 Mayıs Türkçüler Günü ile eşleştirmesi yapılarak, milliyetçi damarların da katılımıyla etki alanının büyümesi hedeflenmiş. Videoyu izleyince oluşan fikir ve tespitlerimi sizlerle de paylaşmak için bu yazıyı derledim.

Tıpkı Feminizm ve hastalık seviyesine yükselen #BaşıboşKöpek seviciliği gibi, göçmenlere karşı kronik düşmanlığın da dış mihraklarda planlanarak, yerli ve gönüllü oyuncular tarafından sahnelenen yeni bir fitne projesi olduğu açıktır.

Türkiye bir yandan kendi sınırları içinde hapis kalırken, diğer yandan dengesiz, düzensiz ve kontrolsüz göç almaya devam ettiği sürece,  bu “Sessiz İstila” filminde gösterilen felaketin  gerçekleşme olasılığının yükseldiği de bir vakıadır! Hükumetin kontrolünden, sistematik ölçekleme ve dengeli yaygınlaştırma becerisinden sıyrıldığı anlaşılan, düzensiz göçmen ve sığınmacı dalgalarının, bu kötü senaryonun sahiciliğini ve gerçekleşme paranoyasını beslediği de kabul etmemiz gereken bir durumdur.

Okyanus ötesinden veya Sibirya steplerinden gelerek, kadim İslam coğrafyamızda siyasi ve idari yapıları düzenleme cüretini gösteren, külfetini de üstlenen sömürgeci ülkelere karşı, bizlerin her zamankinden daha hızlı ve keskin bir tavırla bu topraklarda istikrarın tesisine çalışmamız, gerekirse kibirleşen patolojik gururlarımızı ve çıkar hesaplarımızı da bir tarafa bırakarak, geleceğimiz ve güvenliğimiz odaklı yapıcı görüşmelere kapı açmamız, artık zorunlu bir şart haline gelmiştir!

Ama bu süreç, sahaya sadece asker yığmakla veya kuru kuruya görüşmelerle yürütülecek gibi değildir. Pınarın başını sağlama almadıktan sonra, akan suyun etrafını istediğiniz kadar tahkim edin, önemli bir anlamı ve faydası olmaz! Akan suya en büyük zarar kaynağında verilir! Türkiye’nin, ilk önce kendi pınar başını temizlemesi ve güvene alması lazımdır. Bunun için suyumuzu zehirleyen, elimizi kolumuzu bağlayan, kimyamızı bozan, içildiğinde şifa yerine hastalığa neden olan bütün sözleşmelerden, batıl ve aslımıza zararlı kanunlardan, fitneci STK’lardan ve bunlara her türlü kaynak aktaran mecralardan kurtulmak, arınmak, kendi vatanımızda kâmil anlamda özgürlüğe kavuşmamız gerekir.

Daha eğitim sistemini bile ABD işgalinden kurtaramayan, bütün Vali ve Kaymakam adaylarını dil eğitimi adı altında zorunlu olarak İngiltere’ye aylarca gönderip beyinlerinin uyumlandırılmasını sağlayan bizler, hangi özgür irademizle İslam coğrafyasında birliğe ve beraberliğe çalışabiliriz? ABD ve İngiltere’nin hizmetkârlığına soyunduğu büyük İsrail projesine karşı, yerli ve yeterli yetiştiremediğimiz siyaset ve bürokrasi erbabıyla mı mücadele edeceğiz?

Türkiye, elleri ve kolları prangalarla bağlanmış, beyni uyuşturulmuş, kasları gereksiz efor yaptıran elektro şoklarla yorulup yıpratılmış bir dev gibidir. Ne zaman kendini toparlar gibi olsa askeri darbeler, FETÖ gibi yapılanmalar, PKK vb. terör örgütleri, Gezi eylemleri gibi yıkıcı planlı projeler ile tekrar diz çöktürülmesi, kendi derdine düşüp gerilemesi istenmiştir. İngiliz sömürge zihniyetinin kuruluşunu doğrudan etkilediği Türkiye için kendi yöneticilerine, “-Türkiye’ye ağaç gibi davranın, güçlenip serpildiğinde budayıp zayıflatın, kurumaya döndüğünde sulayıp canlandırın!” stratejik talimatı verdikleri bilinen politikalarıdır. “Sessiz İstila” adıyla sahnelenen bu son oyun, sadece yeni bir pranga, yeni bir iç çatışma, yeni bir kin ve nefret projesidir. Kürt-Türk, Alevi-Sünni, Dindar-Seküler vb. eski senaryolar, Kemal Sunal filmleri gibi aşırı tekrara girdiğinden, en sadık izleyicisi olan halk tarafında bile kabak tadı verdiği için, etkisiz kalıyor, masrafına ve zahmetine artık değmiyordu. Patlama yapacak, kitleleri etkileyecek yeni heyecanlar gerekiyordu. Türkiye ve İslam düşmanlarının şeytani aklı, bizimkilerden bir kısmının beceriksiz ve basiretsiz süreç yönetimi sayesinde, sıfır kilometre araç gibi gıcır gıcır bir fitnemiz daha var artık! Hazırlanan filmlerindeki profesyonellik ve eşzamanlı kamuoyu çalışmaları da bunu çok net gösteriyor!

Amacı aynı, yöntemi yeni ve farklı olan bu yeni kampanyayı da gördükten sonra,  artık şuna karar vermemiz lazım: Başkalarının yazıp çizdiği senaryolarda daha ne kadar figüran, kahraman, mağdur, sömürülen veya uyutulan cahiller gibi atanmış rolleri oynayacağız? Senaryo değişince filmin sonu ve amacı da değişir mi sanıyoruz? Silkelenip kendimize gelmemiz için daha ne kadar canımızın yanması, kaynaklarımızın heba olması gerekiyor?

İçimizdeki hainler ve ahmaklar yüzünden helak edilmemek ortak duamız olsun ama; bizler de fiili çalışmamızla hain ve beceriksizler üreten bozuk sistemlerimizi ıslah edelim, uyduruktan değil essahtan yerli ve milli insanlarımız ile özümüze ve ceddimize yaraşır çalışmalar yapalım. Allah yardımcımız olsun, halkımıza ve yöneticilerimize birlik, beraberlik, dirayet, feraset ve afiyet versin. Amin!