Filistin’de Müslümanların, Türkiye’de Ailenin Çilesi Bitmiyor!

Katil sürüsü siyonistlerin Ramazan veya Bayram molası vermeden, aksine daha da vahşileşen saldırıları ve sivil halka olan eziyetleri aralıksız sürerken, bizlerin bayram sevinci yaşaması, evinde mutlu ve huzurlu yaşaması mümkün mü? Elbette değil! Mümkün diyenler var ise de zaten onlar da bizden değil!

Hem rahmetli kardeşimden sonraki ilk bayramın verdiği duygusal dağınıklık, hem de Gazze başta olmak üzere, sıkıntı içinde kalan Müslüman coğrafyaların manevi ağırlığından, normal bir bayram yaşayamadık. Mezarlık sonrası anne-baba ziyareti ve gelenleri karşılama ile sınırlı bir etkinlik oldu bu bayram.

Filistin’de Müslümanların yalnızlığı, kuşatılmışlığı, sözüm ona Birleşmiş Milletler ve AB mevzuatına rağmen uygulanan soykırımın bir benzeri ve aslında sayısal etki anlamında daha kötüsü, Türkiye’de aile kurumuna karşı uygulanıyor! Filistin’de on binler hızla öldürülüyor, Türkiye’de milyonların geleceği karartılıyor, nüfus yaşlanıyor, toplumsal değerler bir bir yok ediliyor.

Siyonist katiller söz konusu olunca İnsan Hakları Sözleşmeleri, BM Anlaşmaları fiilen tatile çıkıyor ve çöpteki kağıttan bir farkı kalmıyor! Gazze’de haince ateşkes anlaşmasını bozan, halkı sürüler halinde oradan oraya sığınmaya zorlayan, insan grubu gördüğü her yeri acımasızca bombalayan gözü dönmüş katillere kimse dur diyemiyor! Sözüm ona Müslüman ülkelerin, ümmetin birer yüz karasına dönen liderleri de ya sessiz kalmayı veya yalandan kınamayı yeterli görüyor. Ne ticaretini kesen var ne ilişkisini, ne askeri korumasını kaldıran var ne de çifte vatandaşlı katillerinin boynuna tasma vurabileni!

Aile kurumu da tarih boyunca hiç bu kadar sahipsiz ve de sistematik saldırı altında kalmamıştı! 1985 yılında Turgut Özal’ın imzaladığı CEDAW (Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi)ile mevzuatımıza sokulan “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” fitnesi ile geleneksel aile yapımıza ve değerlerimize savaş açıldı. Sırayla zinanın kaldırılması, aile reisliğinin lağvedilmesi, eşcinselliğin normal görülüp üstüne teşvik edilmesi, süresiz nafaka haksızlığı gibi çok sayıda zehirli ürünleri toplumsal hayatımıza işlendi.

Namus kavramını ve değerini “kökü kazınacak” bir zararlı şeklinde tarif ederek, taraflara kaldırma taahhüdü verdiren İstanbul Sözleşmesi, 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açıldı. Türkiye bu sözleşmeyi imzaya açıldığı gün ilk imzayı koydu ve 9 ay sonra 14 Mart 2012’de onaylayarak fiilen uygulamaya aldı. İlk etkisi 6284 sayılı  “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun“nun 8 Mart 2012’de çıkarılmasıyla yaşandı. Tamamen ahlak, namus, aile ve erkek düşmanı, feminist ve eşcinsel sapkınlığın resmi zirvesi olan İstanbul Sözleşmesine dayalı olarak çıkarılan, içerisinde sıkıntıya girmiş ailelerin korunması ve kurtarılması için en ufak bir hükmü veya duruşu olmayan 6284 sayılı yasanın, “Ailenin Korunması” başlığı altında çıkarılması tam bir kara mizah örneğidir! CB Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın haklı tepkilere ve bariz zararlarına dayanarak İstanbul Sözleşmesinden çekilme kararı almasına rağmen, buna dayalı çıkarılan kanun ve diğer mevzuatlarda en küçük bir düzeltme yoluna gidilmemesi, açıkça bir tutarsızlık ve tepkileri savma göstergesidir.

Yani anlayacağınız, aileye ve geleneksel aile değerlerine olan kurumsal düşmanlıkta her hangi bir gerileme yoktur. 37 yıldır aile yuvaları dağıtan, cinayet ve yaralamalara, bitmeyen düşmanlıklara kapı açan süresiz nafaka zulmünü durdurmayı kimse düşünemiyor, teklif dahi edemiyor iktidar kanadında!

Ailenin ve gençliğin yasalarımızda açık bir tanımı yok! Hep dolaylı atıflar ile geçiştiriliyor. 18 yaşından 1 gün bile küçük olanlar çocuk kabul ediliyor! Çocukların 15 yaşını doldurunca dilediği gibi cinsellik yaşaması, pornografik içerikler üretmesi “rızaları olması” kaydı ile serbest! Ama resmi nikahla evlilikleri yasak! Yasalarımız, bazen sokaklarda gösteri yapan aile düşmanlarının tabelalarında yazdıkları “Sevişirim evlenmem! Hamile kalırım doğurmam!” iğrenç sloganlarına uygun sefil bir yaşantıyı daha çok önceliyor.

Aile Bakanlığında ailenin direği olan erkeğin ne adı ne de yeri var! Direkt kadın bakanlığı demeye utandıkları için aile bakanlığı demiş gibiler! Aile adına alınan bütün kararlarda feminist lobilerin doğrudan veya dolaylı baskınlığı söz konusu. Genç evlilik mağdurları ile nafaka konusunda bir çözüm ışığının belirdiği nadir zamanlarda hemen devreye girerek söndüren bu şeytani lobilerin Vekil sıfatlı temsilcileri, bütün tepkilere rağmen el üstünde tutulmaya devam ediliyor!

Ailenin yönetim sistemi iğdiş edilmiş, karı-koca farkları ve sorumlulukları iptal edilerek “eş” adıyla eşcinsel bir tür gibi tuhaf tanımlamalar yapılmış. Ebeveynin çocuklarını terbiye hakkı yasaklanmış, ahlaksız, ölçüsüz toplama nesiller çıkarılması için bütün şartlar oluşturulmuş. Evinde çocuk bakan sade anneler kötülenip aşağılanmış, bütün destek ve payeler yalnızca çalışan annelere verilmiş. Erkeklerin ücretleri kasıtlı olarak düşük tutularak, kadınların da geçinebilmek için çalışması şart koşulmuş. Evlilik ve çocuk yardımı adı altında komik ve yetersiz rakamlar lütuf gibi sunularak sözüm ona çocuk yapılması teşvik ediliyor gibi havası atılmış. Geldiğimiz noktada nüfus büyüme hızı en kritik 2,1 seviyesinde olması gerekirken, fiilen 1,1 ve daha alt seviyelere düşmüş. Evlilik sayıları düşmüş, boşanma sayıları artmış. Tek başına veya ana-babalardan birisi olmadan yaşayan parçalı aile sayısında patlamalar yaşanmışsa eğer, bu durum aile açısından kıyamet değil midir?

Ailenin temel taşı erkeklere yapılan kurumsal düşmanlığın dışında, zaten büyük zorluklarla dünyaya getirilip bakılabilen çocuklarımızın can ve mal güvenlikleri de önemsenmez hale gelmiştir. Başıboş köpek terörünün doğrudan saldırarak öldürdüğü veya ölümüne neden olduğu çocuk sayısında sürekli artış olmasına rağmen teyakkuza geçmeyen bazı Valilerimiz, 3-4 tane köpek ölüsü bulununca büyük bir tepki ile mesajlar yayınlayıp kanuna rağmen toplanmayan köpeklerin güvenliği için devleti teyakkuza geçirebilmiştir. Yıllarca istismar edilen 5199 sayılı kanunun nihayet düzeltilmesi bile başıboş köpek terörüne son verilmesine yetmemiştir. Çünkü insanlarımıza başıboş köpekler kadar değer vermeyen idareciler ve belediye başkanları halen çoğunlukta kalmıştır.

Bu arada dostlar alışverişte görsün hesabı “Aile Yılı” ilan edilen 2025 yılı da yine beklenildiği üzere boş geçiyor! Hamasi nutuk ve idari bazı düzenlemeler dışında neredeyse pişman olup unutturmak istiyorlar! 4 aydır icraat yok, kuru laf var. Bari bu yıl şaşırtsaydınız!

Bütün bu manzara içinde Filistin’deki Müslüman kardeşlerimiz ile, Türkiye’deki aile kurumuna yaşatılan zulüm arasındaki benzerliği görmemek için kör olmak lazım değil midir? O yüzdendir Filistin’e bir çuval un sokamayacak kadar ezik, zavallı ve çaresizliğimiz! 2 milyar Müslüman’ın gözü önünde hem aç bırakılan hem de bombalarla düzenli öldürülen kardeşlerimizin hesabını nasıl vereceğiz? Türkiye’de altı oyulan, içi boşaltılan, düzeni bozulan ailelerden sağlıklı ve imanlı nesiller yetişir mi? Bu bozgunda emeği ve desteği olanların Allah’a vereceği hesap siyonist katillerden daha kolay olur mu? Allah sonumuzu hayreylesin, durumumuz hiç iyi değil…




Eyvah! Yine “Aile Yılı” İlan Ettiler!

“Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz!” diye ne güzel söylemiş atalarımız! 2000 yılından beri iktidarlar tarafından canları sıkıldıkça, konu eskidikçe, hamaset ihtiyacı duyuldukça “Aile Yılı” ilan ediliyor! 2000, 2011, 2022 derken acele ederek 2025 yılını da ilan ettiler! Sanırım verdikleri zarar ve ziyan ayyuka çıktığından, evlenme sayısı düşerken boşanmalar arttığından, nüfus hızla yaşlandığından mütevellit bir panik hali var.

Öte yandan hangi konuda “…… Yılı” ilan ettilerse bir hayırları dokunamadığı gibi sürpriz zararlarını da gördük! Güya 2024 yılını da “Emekli Yılı” ilan etmişlerdi ama emeklilerin hali ortada!  Kronik emekli mağdurları olan SSK ve Bağ-Kur’luların düştüğü sefalete Memur Emeklilerini de iterek yalnız bırakmadılar sağ olsunlar! Seyyanen zam oyunu yüzünden, memurlar ölene kadar veya yaş haddinden zorla emekli edilene kadar çalışmaya kesin kararlı artık.

Aile konusunda asla samimi olmadıklarına inandıran ilk icraatları, oldukça feminist bir dille yazılan ve Allah’ın açık hükümlerini ustaca gizleyen sıkıntılı bir Cuma Hutbesini imamlara okutmak oldu. Aile Reisliğini yasalardan zaten kaldırmışlardı, şimdi dini metinlere de el attılar. Allah muhafaza eylesin!

Bir önceki Aile Bakanımız bekar ve çocuksuz, feminist bir derneğin yöneticisi ve uzmanlık alanlarından birisi boşanma olan avukatlık mesleğinden bir hanımefendi idi. Yeni Aile Bakanımız evli ve çocuklu bir Hanımefendi ve üstelik göreve geldikten kısa bir süre sonra “süresiz nafaka kabul edilebilir değil!” beyanında bulununca çok şükür bir şeyler düzelecek galiba diye umutlanmıştık. Bu beyanı verdiği 26 Temmuz 2023’den bu yana bir tık adım veya iyileşme olmadı. Giden Bakan süresiz nafaka yoktur diye inkar ediyor suçu yargıya atıyordu, gelen Bakan sorunun varlığını kabul etti o kadar! Hangi derde derman olduğu, göreve başladığından beri çatırdayan kaç aileyi kurtardığı TÜİK rakamlarıyla ortada! Sosyal felaket ve yıkımı giderek artan dozda yaşıyoruz!

Her şeye rağmen hüsn-ü zan (iyi niyetli yaklaşım) esastır düsturu (prensibi) ile bakacak olursak; Aile Yılı ilan edilen 2025 senesinde çözülmesini acilen istediğimiz kronik aile zararlıları şunlardır diyebiliriz:

1- Her aile küçük bir devlettir! Başsız ve lidersiz devlet olmayacağı gibi Reisi ve Yöneticisi olmayan aile de sağlıklı kalamaz! CEDAW sözleşmesindeki toplumsal cinsiyet eşitliği fitnesine dayanarak lağvedilen “Aile Reisliği” yasalara geri konulmalı, erkeğin fıtri haklarına olan gasp sona ermelidir!

2-İmzamızı çektiğimiz ama yasalarımızdaki uzantılarına asla dokunmadığımız İstanbul Sözleşmesi hüküm ve felsefesi TCK, TMK ve 6284 kanunlarından çıkarılmalıdır! Kadını mutlak melaike görerek beyanını esas alan, erkeği doğuştan suçlu kabul eden feminist yaklaşımların tamamı düzeltilmeli, iftira hallerinde isnat edilen suça eşit ceza verilmelidir.

3-Sapkın eşcinsel derneklerin tamamı derhal kapatılmalı, eşcinsel propaganda ve pazarlama ceza eşliğinde yasaklanmalıdır.

4-Toplumsal cinsiyet eşitliği fitnesi, Milli Eğitim müfredatından bütün yönleri ile temizlenmeli, devlet memurlarına yönelik zorunlu hizmet içi eğitimlerden kaldırılmalıdır.

5-1988 yılında süresiz yapılan nafaka haksızlığı giderilmeli, yıllar süren süren tedbir nafakası zulmü önlenmelidir. Yargı tarafında “kadının zina etmesi nafaka almasına mani değildir” gibi değerlerimize aykırı içtihatların önü kesin ifadelerle kapatılmalıdır.

6-Zina suçuna cezai yaptırım getirilmelidir.

7-Boşanma davalarının velayet, mal paylaşımı, nafaka ve tazminat gibi ihtilaf konularından ayrılması, boşanmanın evlenme gibi noter veya nüfus idaresince onaylı resmi sözleşme ile mahkemesiz yapılabilmesi sağlanmalıdır.

8-Boşanma halinde sebepsiz zenginleşmeye neden olan takıların erkek tarafından olanları dahil tamamının ve sonradan edinilen malların yarı yarıya kadınla paylaşımı gibi evlilikten uzaklaştıran erkeği ezen hükümler düzeltilmelidir.

9-Çocuk velayetinde ortak velayetin esas olması sağlanmalı, çocuğun intikam aracı olarak kullanılması kesin şekilde önlenmeli, çocuğun anne-baba tarafının alt ve üst soyu ile iletişimi çok özel ve istisnai haller dışında güçlü tutulmalıdır.

10-Güya Aile adına kurulan ama şimdiye kadar ailenin asli unsuru olan erkeği dışlayan Aile Bakanlığına ilk defa da olsa bir aile babası erkeğin Bakan olarak ataması yapılmalıdır.

11-Aile Bakanlığında şimdiye kadar yok sayılan “Erkek Hakları ve Sorunları” Genel Müdürlüğü tahsis edilmelidir.

12-Mecliste sözüm ona kadın-erkek fırsat eşitliği adına kurulan KEFEK komisyonundaki %90’a varan kadın üye hegemonyasına son verilmelidir.

13-Milli Eğitim başta olmak üzere Bakanlıklarda, Üniversitelerde ve Belediyelerde aile birleşimi için tayinlerde imkan sağlanmalı, parçalı aile yapısından kaçınılmalıdır.

14-Evlenmeyi teşvik etmek üzere gençlerin sırtına gereksiz yüklenen harcama ve taleplerin azaltılması için yaygın halk eğitimi verilmeli, yeni evli çiftlere faizsiz ihtiyaç kredisi, beyaz eşya desteği gibi imkanlar sunulmalıdır.

15-Aile ortamında çocuk bakılabilmesi için evli erkeklerin maaşlarına güçlü aile yardımı yapılmalı, asgari ücrette alt sınır yükseltilmeli, evinde çocuk bakan çalışmayan annelere özel teşvikler verilmelidir. Her şeye rağmen çalışmak zorunda kalan anneler için işyerlerinde zorunlu çocuk yuvası imkanı aranmalıdır.

Aile sorunları adına yazacak çok şey var ama 15 tanesi “2025 Aile Yılı” için yeter de artar bile! Keşke yapmaya niyetleri olsa, keşke en az yarısını yapsalar da kahraman ilan edip alkışlasak ve dua etsek! Çok şey istemiyoruz, kendi bozduklarını düzeltsinler yeter!!!




Anayasa Değişikliği Yapılacaksa İstediklerimiz ve İstemediklerimiz Nelerdir?

Her ne kadar ülkemizin çok daha acil ve önemli sorunları olsa da Hükumetin anayasa değişikliğini ısrarla gündeme getirmesinden kaçınmanın pek mümkün olamadığını görüyoruz. Bu nedenle akıntıya karşı kürek çekmek yerine, doğru hedefe dümen kırmanın şuurunda olmak ve mümkün olduğu kadar hayırlı gelişmelere yöneltmek arzusuyla bu yazıyı kaleme alıyorum. Hukukçular gibi yapısal açıdan değil, duyarlı bir vatandaş ve akademisyen nazarıyla yaklaşıyorum.

Israrla yeni anayasa denilse de aslında hiçbir anayasa yeni kalmıyor. Darbe dönemlerinde yapılan büyük revizyonların dahi zaman içinde önemli ölçüde değiştirildiğini biliyoruz. Sırf değiştirmiş olmak için baştan sona farklı bir anayasa yazmak için ne toplumsal mutabakatın ne de siyasi olgunluğun gelişmediğini düşünüyorum. Çünkü görüş alınan STK’lar belli ve aşırı taraflı, iktidar kısmı son ana kadar gizli saklı, muhalefet tarafı her şeye hayır keskinliğinden bir türlü kurtulamıyor. Bu şartlar altında, toplumun önemli bir kısmının duygu ve düşüncelerine, temel değerlerine aykırı olsa da çok sayıda düzenlemenin umarsızca yapılageldiğini, yapılmasını istediklerinin de sürekli göz ardı edildiğini izledik.

Anayasa değişikliğinde yer almasını istediklerimiz:

1- 2010 yılında Anayasanın 10. maddesindeki  “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.” cümlesinin arkasına eklenen “Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.” cümlesi ile buz gibi ayrımcılığın, kanunlar nezdinde erkek düşmanlığının, sapkın içerikli toplumsal cinsiyet dayatmalı İstanbul Sözleşmesinin önü açılmıştır! Kamu tarafında hem kadın-erkek eşitliği denilip hem de açıkça kadından tarafa anormal bir yapılanmaya neden olan bu ifade çıkarılmalıdır!

2-Sürekli istismar edilen ve darbelere dayanak tutulan laiklik ilkesinin ne demek olduğu anayasal metinde yer almalı, din ve vicdan hürriyeti kapsamında devletin dine ve dinini yaşama hakkına olan mesafesi tanımlanmalıdır.

3-Ailenin tanımı yapılarak erkek ve kadının evliliği ile çocuklardan oluşan çekirdek yapısı 41.madde içinde yer almalıdır. Eşcinsel evliliğin, eşcinselliğin reklam ve propagandasının yasaklığı açıkça yazılmalıdır. CEDAW sözleşmesinden sonra dayatılan Toplumsal Cinsiyet Rolleri Eşitliği sapkın düşüncesinden yola çıkılarak yok edilen “aile reisliği” modeli geri getirilmeli, insani olarak kadın -erkek eşitliği temelinde fakat aile içindeki doğal rolleri özelinde sorumluluk, hak ve yetkilerinin farklılığı sosyal ve kültürel değerlerimize uygun olarak işlenmelidir.

4-80 Darbesi sonrasında ABD’nin Türkiye’deki nüfus gelişimine ket vurmak için dayatmasıyla Anayasanın 41.maddesine sokulan “Devlet, … aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilatı kurar.” ifadesi derhal çıkarılmalıdır. Nüfus büyüme hızımızın eksi değerlere düştüğü, toplumun hızla yaşlandığı bir süreçte aile planlaması denilen nüfus karşıtı ödevlerin Anayasamızda yer alması makul değil, zararlı bir haldir!

5-Ak Parti döneminde 2004 yılında Anayasanın 38. maddesine eklenen “Ölüm cezası ve genel müsadere cezası verilemez.” ifadesi değiştirilerek her türlü şüpheden uzak şekilde delillerle ispatlı haksız cinayetlerde, çocuk tecavüzleri ve silahlı terör eylemlerinde idam cezasının gelmesi sağlanmalıdır. Ayrıca mala ve bedene kasıtlı zarar verenler için fiilen kısas gibi mütekabil cezaların verilmesine imkan sağlanmalıdır. Bu değişiklikleri önleyen Avrupa İnsan Hakları ek protokollerinden ve diğer sözleşmelerden de çekilme kararı alınmalıdır.

6-Anayasanın mümkün olduğu kadar sadeleştirilmesi, güncel gelişme ve ihtiyaçlara göre hem daha hızlı hem de daha kolay olan kanunlar yoluyla ayrıntıların işlenmesi temel görüş olmalıdır. Bu nedenle temel konular dışında kalan ayrıntılar anayasadan çıkarılarak kanunlara aktarılmalıdır.

7-Devlet yapısının adeta bir din veya tarikat tutuculuğuna dönüşen keskin Kemalist ideolojiden rahatlatılması ve Milli birlik ve bütünlüğümüze halel getirilmeden yapılabilecek diğer kuşatıcı/birleştirici/kaynaştırıcı düzenlemelerden yana olmakla beraber; şu andaki siyasal ve toplumsal iletişimin zayıflığı yanında aşırı gerginliği nedeniyle çok anlamlı ve faydalı bulmadığımdan, daha esnek ve barışçıl bir süreç içinde değerlendirmek üzere ertelenebileceğini düşünüyorum.

8-Milletvekilliği bir meslek değil geçici görevdir! Milletvekilliğinden emekli olup sonra tekrar seçildiğinde bu sefer ayrıca maaş alma garabetine ve israfına son verilmelidir. Milletvekili olunduğu sürece makul bir ücret alınması, görevi bittiği zaman asli mesleği veya göreviyle ilgili gelirine dönmesi, eski milletvekili olmanın bazı konularla ve şahsi ayrıcalıkla sınırlı sosyal haklar şeklinde taltif edilmesi sağlanmalıdır.

Anayasa değişikliğinde yer almasını kesinlikle istemediklerimiz:

1-Siyonist sermeyenin sponsorluğu ve tahakkümü altında faaliyet gösteren Dünya Sağlık Örgütü ile Paris İklim Anlaşması gibi mihrakların dayattığı düzenlemeler anayasamıza işlenmesin, mevcut kişisel ve kamusal haklarımızdan geriye dönüş, azaltma, eksiltme ve daraltma olmasın!

2-Vatandaş olarak vücut bütünlüğümüz ve sağlığımız üzerindeki haklarımızda, yetkilerimizde, hem kişisel hem de Velisi-Vasisi olduğumuz aile fertlerimiz ve özellikle çocuklarımız açısından bir eksiltme-daraltma olmasın!

3-Seyahat ve mülkiyet gibi temel haklarımız, tarım ve hayvancılık, ticaret ve girişimcilik gibi faaliyetlerimiz açısından bir eksiltme, daraltma veya alıkoyma gibi yeni kısıtlamalar eklenmesin! Zorunlu haller açıkça tanımlansın ve yargı denetiminden kaçırılan idari karar yolları bulunmasın.

Konuyu ayrıntılarla uzatmak mümkündür ama meramımızı anlatmaya bu kadarının kafi olduğuna inanıyorum. Çözülmesi beklenen yığınla toplumsal sorun ve talepler meclis gündemine bile alınmıyorken, anayasa değişikliğinde bu kadar öncelik ve ısrarın; gündemi karartan ve oyalayan, küresel mihrakların hedeflerine hizmet eden sakıncalı bir yaklaşım olduğunu düşünüyor, her şeye rağmen Vatanımıza ve Milletimize hayırlara vesile olmasını diliyorum.




İstanbul Sözleşmesinin Davası Bile Facia!

28 Nisan 2022 tarihinde, ülkemiz için önemli bir olaya şahitlik ettik. Danıştay 10. Dairesinde Hükumetin İstanbul Sözleşmesinden çekilme kararına karşı açılan davanın ilk duruşması yapıldı.

Zaten imza edilerek girilmesi en başta büyük bir hata olan İstanbul Sözleşmesinin, ülkemizde meydana getirdiği sosyal ve kültürel yıkımın nihayet farkına varan Hükumetimiz, çıkarmış olduğu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile çekilme iradesini göstermişti. Girişi siyasi kararla olan sözleşmeden çıkışın da siyasi bir kararla olması doğaldı. Vatandaş da bunu istiyor ve dahası olarak, bu sözleşmenin dayattığı şekilde kanunlarımıza giren diğer maddelerin de temizlenmesini bekliyordu. Sadece sözleşmeden çekilmenin pratik bir anlamı olmamıştı.

Aile düşmanı yasa ve uygulamalarda zerre kadar düzelme olmadığı halde, şeddeli feminist ve değerlerimize düşman gruplar ile STK gibi yapılanmaların bu çekilme kararını kabullenemediğini ve Danıştay nezdinde dava açıldığını gördük. Acı olan şey, batıl da olsa davaları için birbirine kenetlenen feminist çevrelerden gelen 1.000 kadar gönüllü kadın avukatın duruşmaya katılmasına karşılık, Hükumetin haklı tavrını desteklemek için gönüllü veya görevli gibi gelmiş avukatların birkaç kişiyi geçmemesiydi. Feminist avukatlar büyük bir baskı yaparak mahkemeyi sağlıklı çalışamaz duruma getirmeyi ve Savcı’yı da etkileyerek Hükumet aleyhine mütalaa vermesini sağladılar. İçeriden avukatları, sosyal medyadan taraftarları, adeta canlı yayın yaparak resim ve konuşma bilgilerini sürekli paylaştılar. Danıştay Savcısının, halkın değerlerini ve halkın oylarıyla yetkilendirilmiş olan siyasi iradesini yok sayan, hatalı bulan tavrına katılmak ve onaylamak mümkün değil elbette. Mahkeme Başkanlığının sağduyulu, değerlerimize ve kültürümüze muvafık bir karar alacağını umuyor ve bekliyoruz.

Danıştay’daki duruşmanın bitmesinin ardından, akşam saatlerinde twitter gündemine bakarken, “1000 kadın avukat Danıştay’da destan yazdı” başlıklı bir sohbet odasının açıldığını gördüm. Merak ederek katıldım. Kısa bir süre sonra sağ olsunlar bana da söz hakkı verdiler. Sanıyorum İstanbul Sözleşmesinin lehine konuşmamı bekliyorlardı. Daha en başında bu sözleşmeye karşı olduğumu açık ve dürüst şekilde söyleyince bir anda kendimi yaylım ateşi gibi sözlerin içinde buldum! Neden karşı olduğumu soruyor, ama açıklamama fırsat vermiyorlardı.

İstanbul sözleşmesi hakkında çok sayıda yazı yayınlamış ve araştırma yapmış birisi olarak, genel kanaatlerimi değil de çalışmalarımdan teknik madde bilgileri ile konuşmak istedim. Onu da kabul etmediler. Israrla neden karşı olduğumu sorduklarında açıklamaya çalıştığım hususlar kısaca şunlardı:

 İstanbul Sözleşmesi aile birliğini, eşlerin aile içindeki görevlerini ve çocukları üzerindeki terbiye yetkisini tanımıyor! 0-18 yaş arası kız çocuklarını ve genç kızları kadın kabul ederek, ailenin doğal etki alanından çıkarıyor. Çocukları, cinsel yönelimleri dâhil her konuda bağımsız kararlar alabilen bireyler olarak gösteriyor.

 İstanbul Sözleşmesine göre her türlü birliktelik şekli “domestic” denilen mekân ortaklığı üzerinden tıpkı normal aile formatı gibi meşru ve eşdeğer kabul ediliyor. Yani LGBTQI+ yelpazesindeki bütün sapkınlık formları aile gibi olağan, korunmaya ve desteklenmeye değer görülüyor.

 Kadına karşı şiddet kavramını olağanüstü geniş tutarak erkeğin yapacağı her davranışı bir şiddet eylemi olarak tanımlamaya yol açıyor. Ekonomik, fiziksel, cinsel, psikolojik şiddet adıyla toplumsal cinsiyete dayalı bütün davranışları isterlerse bu kapsama alıyorlar.

Cinsel sapkınlıkları bireysel tercih ve yaşantının üzerine taşıyıp topluma dayatan, sapkınlığın reklamını yapan, dini ve kültürel değerlerimize saldıran ve geçmiş yıllarda yaşandığı gibi, Ramazan ayında Taksim’de “Recep’le Şaban’ın aşkına Ramazan ne karışır?” yazılı hayâsız, ahlaksız ve dinsiz pankartları açtıran fitnelere neden oluyor demeye çalıştım.

Sohbet odasında yükselen bağrışlar, ithamlar, hakarete varan ifadeler sayesinde, ne kadar özgürlükçü ve demokrat (!) oldukları da belli oldu. Yukarıda açıkladığım şeyleri konuşurken, kendi kafalarında ürettikleri hezeyanları da sanki ben söylemişim gibi dikte etmeye çalıştılar. Söylemediğim saçma sapan yorumlarını bana mal etmeye kalktılar.

Ben, ailenin çocuklarını terbiye hakkı ve yetkisi yok sayılıyor diyorum. Onlar ise, -Ne yani çocuğunu rahat rahat dövemeyeceksin diye mi terbiye hakkın engelleniyor? Diyorlar. O kadar sığ ve önyargılı düşünüyorlar ki terbiye denilince akıllarına sadece fiziksel şiddet geliyor! Çocuğu terbiyenin yolu sadece dayaktan geçer sanıyorlar.

Terbiye mevzusunu açıklıyorum. Bu sefer de -Senin kızın lezbiyen olmaya karar verirse ne yapacaksın? Diye garip ve hep cinsel sapkınlık odaklı konuşmaya çalışıyorlar. Bir başkası, şiddet tanımlamasının yanlışlığını söylediğim için, evlilikte eşler arası cinsel taleplerle ilgili garip sözlerde ve iddialarda bulunuyor. Uğultu halinde tahammülsüz aşağılamalar ve yargılamalar savruluyor. Üstelik PhD yapmış doktorası varmış, nasıl insanmış vs. saydırıyorlar. Bir ara densizce yükselen bir erkek sesinin -Sen doktor olamazsın!  Senin unvanını geri alıyorum!” dediğini duydum. -Hadi oradan terbiyesiz, doktoramı sen mi verdin ki geri alacaksın? Dedim ama muhatabım kimdi, neciydi onu bile anlamadım. Sonunda bağrışmalar içinde mikrofonumu kapattılar ve beni kendilerince susturdular. Bu vesileyle İstanbul Sözleşmesinin ve davasının, sandığımızdan çok daha önemli ve kritik bir konu olduğunu bir kez daha anladım.

İslam ve insanlık düşmanı şeytaniler cinsiyetsiz toplumun, aile ve namus kavramlarının yok edildiği sefih toplulukların yayılmasını istediği için boş durmuyorlar! Aile kurumunun temel taşları olan kadını aileden kopararak, erkeği öteleyip etkisiz ve değersiz konuma düşürerek, çocuğu da gereksiz ve zahmetli bir yük haline getirerek hedeflerine ulaşmak istiyorlar.

İstanbul Sözleşmesi ve ondan önce başımıza bela edilen CEDAW sözleşmesi gibi belgelerde, herkesin makul bulabileceği insani bazı gerekçeler bulunabilir. İyi gibi görülen bu gerekçeler, kötü niyetli zehirli maddelerin hazmını kolaylaştıran ve gözlerden kaçıran kılıf şeklinde kullanılıyor. Müslümanlar feraset ve dirayetle bakmak, gösterilmeyeni fark etmek, ifsat ve fitne odaklarını tıkamak zorundadır. Bizlere düşen görev, dışarıdan yapılan yıkıcı dayatmalara fırsat vermeden, sorunlarımızı kendi kadim değerlerimiz ışığında tespit etmek ve tedaviye yönelmektir. Bir ilaç ne kadar iyi olursa olsun, her hastalığa şifa nedeni değildir. Yanlış ilaç, şifa değil hastalık ve zehirlenme kaynağı olabilir. İstanbul Sözleşmesinin kendisi kadar davası da bir fitne ve bela sebebi olmuştur. Bu davanın hayırlısıyla sonuçlanarak lanetlik sözleşmenin  tarihin çöplüğüne gitmesini, geride bıraktığı 6284 yasası gibi zehirli atıkların da mevzuatımızdan en kısa sürede temizlenmesini bekliyor ve Hükumetimizden talep ediyoruz.




Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin Esas Hedefi İslam’dır!

Allah’ın insanlığa gönderdiği dinlerin ortak adı ve son dinin özel adı İslam’dır! Hz. Adem a.s.’dan Hz. Muhammed a.s.’a kadar bütün peygamberler aynı temel inancı tebliğ etmiştir. Hz. Muhammed a.s.’ın risaleti ile önceki dinlerin tamamı yürürlükten kaldırılmış, kıyamete kadar geçerli olmak üzere İslam dini gösterilmiştir. “Kim İslâm’dan başka bir din arama çabası içine girerse, bilsin ki bu kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o âhirette ziyan edenlerden olacaktır.” Al-i İmran/85

Kainatı ve içindeki her şeyi mükemmel bir düzende kolaylıkla yaratan, bizleri kulluğumuzu sınamak üzere dünyaya gönderen, vakti geldiğinde imtihan hesabımızı zerresine varıncaya kadar görecek olan, Şanı Yüce Allah’tır! Hiçbir şeyi gereksiz ve hesapsız yaratmadığı gibi, insanları da belli ölçüler, yetenekler, görevler ve sorumluluklarla birlikte var etmiştir.

Kadın ve erkek ilişkisinden başlayarak; aile kurma sorumluluğunu, yetkilerini, haklarını ve ödevlerini hem Kur’an-ı Kerim’de açıklamış, hem de Sevgili Resulü Hz. Muhammed a.s.’ın yaşantısını örnek almamızı emretmiştir. “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin. İşlerinizi boşa çıkarmayın.” Muhammed/33

Birden fazla insanın yer aldığı bütün oluşumlarda mutlaka bir hiyerarşik düzen kurulur. İstikrarın ve huzurun en temel şartı, bütün organizasyonlarda işleyen bir yönetim sisteminin kurulmasıdır. Esnaf ve işyerlerinde patron/usta, askeriyede komutanlıklar, kamuda memur-amir ilişkileri, devlet yönetiminde başkanlık sistemleri gibi, her ölçekte ayrı bir yönetim düzeni mutlaka kurulur. Birden fazla kişinin namaz kıldığı yerlerde dahi içlerinden bir imama uyulması istenir. Kısacası birden fazla insanın olduğu her alanda bir yönetim ve organizasyon modeli söz konusudur.

Dünyanın en eskisi ve varlığını kesintisiz sürdürmüş kurumu Ailedir! İlk aileyi kurduran ve onaylayan da Yüce Allah’tır! Aile düzeni içinde erkeği ekonomik, güvenlik ve hukuki açılardan sorumlu yönetici “kavvam” tayin eden, yine Yüce Allah’tır! “Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. ” Nisa/34

İslam dininde karı-koca arasındaki hak ve sorumluluklar, hiçbir karanlık alan bırakmadan net şekilde tanımlanmıştır. Hz. Muhammed aleyhisselamın sözleri ve davranışları Müslümanlar için kıyamete kadar ışık tutacak en güzel beşeri örneklerdir. İslam’da kadın ve erkeğin ibadet ve genel davranış sorumlulukları bağımsız bireyler halinde tanımlandığı gibi,  evlilik bağıyla birleştiklerinde geçerli olacak hak ve sorumlulukları da belirlenmiştir. Bunların ayrıntısına şimdilik gerek olmadığı için girmiyorum. “Toplumsal Cinsiyet” dedikleri kalıbın esas öğesi Müslümanlar için İslam dinidir.

Her toplumda dini referanslar dışında gelişen ve yerleşen kültürel davranış ve alışkanlıklar bulunur. İslam dini, kültürel değerlerin ve davranışların dinin temel esaslarıyla çatışıp çatışmadığına bakar. Eğer zararlı ve zıt giden yönleri varsa reddeder ve din mensuplarına yasaklar. Değilse “mubah” kabul ederek tarafsız kalır. TCE’nin dinle beraber hedef aldığı diğer unsurlar bu gelenek ve görenekler, kültürel değerlerdir.

Toplumsal Cinsiyet Eşitliği (TCE); dini veya kültürel olsun, bütün cinsiyet temelli ön kabulleri reddeder ve yıkılması için mücadele eder. Kadın ve erkeğin davranış kalıplarının en büyük kaynağı dini inançlar olduğu için, “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” ideolojisi doğal ve azgın bir din düşmanıdır!

Toplumsal cinsiyet eşitliğinin iki temel boyutu vardır:

Asıl ve çoğu kere gizlenmek istenen boyutu, doğuştan gelen fiziksel cinsiyet atamasından itibaren her şeyi reddetmek ve hiçbir cinsiyet kalıbını kabul etmemektir. Onlara göre, insan erkek veya kadın cinsinden de doğsa aynı cinste kalmak zorunda değildir. Fiziksel cinsiyet, tercih edilebilir ve değiştirilebilir sıradan bir insani niteliktir. İnsanı fiziksel cinsiyet kalıplarıyla sınırlamak mümkün değildir. LGBTQ+ yelpazesine giren tanımlı ve tanımsız her türlü cinsel sapkınlığın, normal ve meşru görülmesini dayatan bir yaklaşımdır. Bu sapkın ve şeytani ideolojinin, CEDAW, İstanbul Sözleşmesi ve AB uyum süreci bahanesiyle kanunlarımıza girdiğini maalesef görüyor ve yaşıyoruz! Eskiden, kadın ve erkek kimlikleri farklı renklerde ve cinsi kısmında İngilizce SEX (doğumla gelen) kelimesiyle yazılıydı. Şimdi ise renk ayrımı kaldırıldı! Cinsiyet kısmına Sex yerine GENDER (tercih edilen, değişebilen) kelimesi konuldu!

Saf ve sıradan insanları TCE fitnesine inandırmak için kullanılan light tanımlama modelinde ise, fiziksel cinsiyet değişkenliği gizlenerek, kadın ve erkeklerin geçmişten gelen dini ve kültürel rol modellerine yönelik kökten bir başkaldırı söz konusudur. LGBT türevi sapkınlık düşünceleri ön plana özellikle konulmadığı için, sanki fiziksel kadın-erkek cinsleri arasında sosyal, hukuksal ve ekonomik eşitlik isteniyormuş gibi yapılır. Kadınların, dini veya kültürel kabullerle ev hanımlığına ve annelik rollerine yöneltilmesine itiraz edilerek, aile ortamının sınırlarından çıkmaları, iş hayatına doğrudan erkekler gibi katılmaları savunulur. Erkeklerin, kadınlar üzerinde “kavvam” sıfatıyla yönetme ve yönlendirme haklarının tamamına karşı çıkılır. Evliliği, Allah’ın kurdurduğu sosyal bir kurum olmaktan çıkarıp, adeta kadın ve erkeğin %50 eşit hisse ve haklarla kurduğu ticari bir şirkete dönüştürmek istenir. Evlilik bağıyla kadın ve erkeklerin TCE’ne aykırı görevleri üstlenmeleri istenmediği için, evlilik yerine partnerlik ilişkisi tavsiye edilir. Evlilik dışı ilişkilerin de aynı statüde kabul görmesi beklenir.

TCE fitnesi ve din düşmanlığının en önemli adımı, Birleşmiş Milletler CEDAW sözleşmesiyle atılmıştır. Türkiye’nin 1985 yılında Turgut Özal zamanında imzaladığı bu sözleşme ile, TCE felsefesi fiilen mevzuatımıza girmiş ve zararlı sonuçlarını kısa zamanda göstermiştir. 2011 yılında imzalanan ve 2012 yılında 6284 sayılı kanun başta olmak üzere, yasalarımızı değiştiren İstanbul Sözleşmesi ile, TCE uygulamalarının devlet eliyle hem eğitimde hem de kamu idaresinde tavizsiz uygulanması emredilmiştir. Nitekim, TBMM içinde kurulan KEFEK (Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu), Bakanlıklarda KEFE birimleri ve zorunlu hizmetiçi eğitimleri, TBB (Türkiye Belediyeler Birliği) eliyle belediyelerde TCE komisyonlarının kurulması, eğitimde TCE felsefesinin müfredata alınıp işlenmesi, medyada zorunlu TCE yayınlarının başlatılması gibi, hayatın her alanında TCE sapkınlığının zorunlu eğitim ve uygulamalarına maruz bırakıldık! TCE fitnesine kökten karşı çıkması ve mücadele etmesi gereken Diyanet İşleri Başkanlığı  ve müftülükler bile, çoktan teslim olarak mensuplarını zorunlu veya gönüllü TCE eğitimlerine yöneltmiştir! Durum bu kadar vahim ve kanser gibi yaygındır!

Lafa gelince, hamasette ve dini söylemlerde meydanı kimseye bırakmayan sağcı, muhafazakar, dindar siyasetçilerin, son kırk yılda çıkardıkları kanun ve imzaladıkları sözleşmelerle aile kurumuna verdikleri maddi ve manevi zararı hiç kimse vermemiştir! 1926’da İsviçre’den ithal edildiği için eleştirilen Türk Medeni Kanunun ilk hali, bugünkü kanundan milyon kere İslam’a yakın ve aile kurumuna dost bir metindi! 1985 yılında CEDAW ile başlayan TCE fitnesinin bu kadar hızlı ve kolay kök salmasının, doğru dürüst tartışılmadan uygulanmasının en büyük nedeni, İslam’a yakın ve saygılı bilinen, adeta pirincin içindeki beyaz taş gibi fark edilmeyen sözüm ona dindar, sağcı, mukaddesatçı, muhafazakar, milliyetçi siyasiler ve partilerdir. Dini ve kültürel değerlerimize açıktan cephe alan siyasiler ve partiler iktidar olsa, bu kadarını yapmaya cüret edemezlerdi!

Beşeri sistemler Allah’ın adaletiyle boy ölçüşemez! Haddini aşarak TCE adı altında İslam düşmanlığını yapan ve yapanlara destek verenlerin dünyada göremesek bile ahirette rezil ve zelil olacaklarına, dağılmasına neden oldukları her aile yuvasının, ahlaksızlığa sürüklenen her insanın hesabını vereceklerine imanım tamdır! O zalimler güruhu içinde olmadığımı ispat için yazıyor ve Müslümanları uyarıyorum: TCE doğrudan İslam düşmanlığıdır! Toplumsal cinsiyet adaleti kelime oyunu da aynı anlama gelmektedir.

Bugün yaşadığımız maddi ve manevi felaketlerin sona ermesini istiyorsak, en temel hücre yapımız olan AİLE kurumunu yeniden ihya etmeli, TCE gibi din ve aile düşmanı ideolojileri mevzuatımızdan temizlemeliyiz! Hücreleri yıkılmış veya kanser olmuş bedenler yaşayamaz. Aile kurumu yıkılan toplumlar da huzur ve refaha kavuşamaz. Tecavüz ve sapkınlıkların en modern bilinen ülkelerde fazla görülmesi boşuna değildir. TCE’nin amacı başta İslam ülkeleri olmak üzere bütün insanlığı cinsiyetsiz sapkın ve düzensiz yığınlara çevirmektir.

Yüce Allah kalplerimize hidayet ve iman şuuru versin! İdarecilerimize de hidayet, akıl, fikir, feraset ve hakka hizmet gayesi versin! Bizi bize bırakma Ya Rabbi!…




Erkeklerin Namus ve Şerefleri Kadınlara Emanettir!

Çağları aşan güzelliği ve kapsamıyla mükemmel bir insanlık manifestosu olan Veda Hutbesinde, Sevgili Peygamberimiz ve biricik önderimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz “Ey insanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız. Onların namus ve iffetini Allah adına söz vererek helâl edindiniz.” buyurmuşlardı. Şüphesiz Kur’anı Kerim’den doğrudan süzülen bu evrensel kaidenin “Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar…” Nisa/34 gibi temel dayanakları da mevcuttur.

Atıfta bulunduğum Veda Hutbesinin ve Ayet-i Kerimenin devamında belirtilen önemli bir husus da kadınların erkeklere emanet olarak verilmesinin devamında kadınlara da erkeklerin namus ve iffetlerinin emanet edildiği ve korumaları gerektiği açıkça belirtilmiştir. Erkekler kavvam sıfatıyla ailenin reisliğini ifa edecek, rızkın temini için çalışacak, yedirip giydirecek ve her türlü kötülükten korumaya çalışacaktır. Hanımları da onların yardımcısı, sırdaşı ve danışmanı olarak destek verirken, namus ve iffetlerini sakınarak yuvalarını çocukları ile birlikte cennetten bir köşke çevirmeye gayret edecektir.

Vahşi kapitalizmin getirdiği şartlar, faizle çalışma düzeni ve insani olmayan adaletsiz ekonomik politikalar sonucu, önce erkeklerin tek başlarına rızklarını temin edebilme güçleri kırıldı. Sonra ucuz ve sömürüye açık işgücü kaynağı olarak kadınların da piyasa çarklarına girmeleri için zorlamalı ve teşvikli şartlar oluşturuldu. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği projeleri kapsamında geleneksel cinsiyet kalıplarına ve rollerine savaş açıldı. Cinsiyetler doğuştan gelen kaderi sonuçlar olmaktan çıkarılıp “gender” tanımlamasıyla tercih edilebilir ve istenildiğinde değiştirilebilir metalar arasına sokuldu. Cinsiyet temeli yok edilince cinsiyetlere dayalı analık-babalık gibi temel kadın erkek rolleri de hedef alınarak yok edilmeye çalışıldı.

Bu savaşın başarılı olabilmesi için, tarih boyu hemen her toplumda gelişerek yer alan geleneksel aile yapısı ve özellikle İslami Aile kültürü bütün sözleşme ve yasaların temel düşmanı yapıldı. Erkeklerin kısmen kendi hatalarının da (cehalet, haksızlık, nefisperestlik, zalimlik, sadakatsizlik gibi) tetiklediği gelişmeler içinde bütün yetki ve ayrıcalıkları yok edildi. Aile içinde evli olarak kalmaları neredeyse tuzak kadar tehlikeli ve güvencesiz bir hale getirildi.

Erkek veya kadınların evlilik bağı olmadan tek başlarına ve meşru yollardan karşılayamadıkları tek ihtiyaçları cinsel yaşantıdır. Özellikle erkeklerin bu konudaki ihtiyaç ve zaafiyeti had safhalarda gezindiğinden Müslüman ve sağlıklı her erkeğin evlilik yapmasından başka çıkar yolu neredeyse bulunmamaktadır. Nefsini sakındırmayı başarmış ve kendini haramlardan koruyabilmiş müstesna birkaç kişi dışında, bu esas  geçerli ve zaten Hz. Peygamberin açık emri ve sünneti olan bir durumdur.

Evlilik, tarafların karşılıklı olarak cinselliklerinden yararlanma hakkı ve ruhsatı verirken, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda  102. Maddenin 2. fıkrası ile bu hak ve ruhsat fiilen iptal edilmiştir. Bütün evli erkeklerin eşleri sabah karakola giderek “-Dün gece kocam bana tecavüz etti” şikayetinde bulunabilir  ve kocasının 12 yıldan az olmamak üzere hapis cezası almasını sağlayabilir! Çünkü “… Bu fiilin eşe karşı işlenmesi hâlinde, soruşturma ve kovuşturmanın yapılması mağdurun şikâyetine bağlıdır.” hükmü kadınlara sorgusuz sualsiz bu hakkı vermektedir!

Pozitif ayrımcılık adıyla yapılan haksızlıkların eşitlik ilkesine aykırı sayılamayacağına dair hüküm 2010 yılında Anayasamıza eklenerek, daha sonra İstanbul Sözleşmesi ve 6284 yasasının çığ gibi erkek hakları üzerinden geçmesine yasal kılıf yapılmıştır. Kadının beyanı ile 3-6 aydan başlayan uzaklaştırmalar, velayet haklarının iptali gibi çok sayıda haksız ve cinsiyetçi uygulamalar söz konusudur. 1985 yılında imzalanan CEDAW anlaşması ile başlayan süreç içinde, 1926 tarihli ilk Türk Medeni Kanunu lağvedilmiş, bu kanunun getirdiği esaslar iptal edilerek 2001 yılında 4721 sayılı yeni Türk Medeni Kanunu içine aile yapımızı kökünden yozlaştıran hükümler konulmuştur.

Kısaca özetlemeye çalıştığım şartlardan dolayı, erkeklerin aile ve toplum içindeki hayatları sürekli bir tehdit, kısıtlama ve değersizleştirme ortamı içinde sürebilmektedir. Bu şartlarda Allah’tan korkarak haramdan kaçınan ve evlilik içinde huzur ve mutluluk arayan bütün erkeklerin namusu, şerefi, geleceği, sosyal itibarı, ekonomisi ve iş hayatlarındaki kariyer güvenceleri hanımlarına emanettir. Hatta hanımı olmayan kadınlar da bu emaneti paylaşmaktadır. Çünkü yasalarımız kadınları tabulaştırmış, erkekleri doğuştan suçlu ve değersiz kabul etmiştir. Sözde aile politikaları için kurulan bakanlığımızın içinde kadınlar için genel müdürlük varken erkeklere özel hiç bir oluşum yoktur! Sayın Aile Bakanlarının ağızlarından da kadından başka bir konu duyulduğu (yaşlı, engelli ve çocuklar dışında) vaki değildir!

Velhasıl, günümüzde erkeklerin kadınlar ve kanunlar karşısındaki gücü ve iradesi, tıpkı görseldeki kedi yavrusu kadar aciz, etkisiz ve savunmasız hale getirilmiştir. Her şeye rağmen, genel yapısını bozmadan koruyabilen ve yasal zeminini kaybetse de aile reisliği konumunu sürdürebilen erkeklerin ve ailelerin varlığının yegane nedeni, kahraman ve hamiyetperver kadınlarımızdır. Onlar ki, gerek inançlarının etkisi ve Allah’ın rızası gayesiyle, gerekse geleneksel eğitimlerinden, fıtratlarından ve vicdanlarından süzülen insanlıklarının sonucu olarak kocalarına tabi oluyor, çocuklarına ve namuslarına özenle dikkat ediyor, yuvalarının huzurlu birer cennet köşesine dönmesine vesile oluyorlar. Allah cümlesinden razı olsun! Sayılarını çoğaltsın! Eğer bunca haksızlık ve adaletsizliğe rağmen sosyal patlamalar, isyanlar ve yağmalar tıpkı batı medeniyetlerinde olduğu gibi yaşanmıyorsa, bunun temel nedeni güçlü sosyal bağlarımız, dayanışmamız ve aile birliğimizdir. Aile birliğimizin, bütün saldırılara rağmen kendisini korumaya devam edebilmesinin en önemli nedeni de aileye ve değerlerine bağlı kadınlarımızın bütün kışkırtmalara rağmen var olmaları ve bozulmadan devam edebilmeleridir. Analar sadece çocukları değil, toplumları doğurur ve büyütürler! Sağlıklı, inançlı ve dirayetli analarımız var olduğu sürece gücümüz ve umudumuz devam edecektir.

Ne mutlu emanetine sahip çıkan ve kocasının namusunu kuşa kurda yedirmeyen, harama baktırmayan, helali olabildiğince yaşatan kahraman kadınlarımıza! Ahir zamanın en büyük cihatlarından birisini onlar yapıyorlar! Kendilerini, kocalarını ve çocuklarını ateşten korumak için gece gündüz uyanık kalmaya gayret ediyorlar. Yüce Allah, onların bu ağır imtihanlarına kolaylık versin! Siyasilere, yöneticilerimize  ve biz vatandaşlara hidayet, feraset, istikamet ve hayırda birlik ihsan etsin! Amin! Velhamdulillahi Rabbil Alemin!




İstanbul Sözleşmesi Bitti. Şimdi Ne Yapmalıyız?

Sen dinlerine uymadıkça, ne Yahudiler ve ne de Hıristiyanlar asla senden razı olmazlar.” (Bakara/120) Sözlerin en güzel kaynağı Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz böyle buyurmuş. Çok açık bir gerçeği, çağlar üstü bir uyarı olarak Müslümanlara iletmiş. Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi ile yaptığımız üyelik macerasında bu gerçekle sürekli yüzleşiyoruz. Topyekûn onlar gibi inanıp yaşamamız da onların bizi olduğumuz gibi kabul edip aralarına almaları da mümkün görülmüyor. Onlardan ithal ettiğimiz kanun ve sözleşmeler de bedenimize uymuyor, aslımızı ve neslimizi ifsad ediyor, bizi kendimizden ve değerlerimizden uzaklaştırıyor. İstanbul Sözleşmesi de böyle bir sürecin müsebbibi, bir kısım ihmal ve hatalarımızın da bir sonucudur.

Çok şükür, Sayın Cumhurbaşkanımızın bu yıkıcı sözleşmeyi feshetmesiyle çoğumuz mutlu olduk ve Milletin geleceğine olan güvenimiz daha da yükseldi. Şimdi 80. maddesine göre feshettiğimiz bu sözleşmeden tam olarak çekilmemiz 3 ay sürecek. İstanbul Sözleşmesinin feshedilmesi elbette her sorunun çözülmesi anlamına gelmiyor. Ama son yıllarda aile kurumuna yapılan birçok saldırının yasal ve psikolojik ilham kaynağı olduğu için çok büyük bir önem arz ediyor. Devletin ve Hükumetin, halkın sesini duyduğunu, değerleriyle savaş açan akımlara karşı korumaya geçtiğini gösteriyor. Bu kutlu adımı daha güzel ve kalıcı önlemlerle değerli ve etkili kılmak, hemen her kesimin endişelerini dikkate alacak yapısal çözümleri sağlamak, hepimizin boynuna bir borç ve gelecek nesillerimizin kalitesi için bir görevdir.

Sırada neler olmalı?

İstanbul Sözleşmesinin dayanak olduğu veya ilham verdiği çok sayıda mevzuat ve kamu uygulaması bulunmaktadır. Toplumun değerlerini ve çoğunluğun yaklaşımını da yansıtacak bir çalışma grubu içinde feminist ve seküler akımların baskılarından bağımsız kalacak bir disiplin altında, mevzuat taraması yapılarak, mevcutların yerine alternatif ve ihtiyaca göre yeni metinler tasarlanarak, kamuoyu nezdinde  tartışılarak benimsenmesi ve iyileştirilmesi sağlanmalıdır.

Bir öngörü ve tavsiye niteliğindeki düşüncelerimiz şunlardır:

A- Çekilmemiz Gereken Diğer Uluslararası Sözleşme ve Protokoller:

1- Birleşmiş Milletler CEDAW Sözleşmesi: 1985 yılında imzaladığımız bu sözleşme aile kurumunun temel yıkım dayanağı olmuş ve en büyük zarar  bu sözleşme ile verilmiştir. Süresiz nafaka, Aile Reisliği kavramının kaldırılması, erkeğin evlilik içinde kavvam sıfatıyla aldığı görev ve yetkilerin yok edilmesi, zinanın suç olmaktan çıkarılışı, toplumsal cinsiyet eşitliği kavramının mevzuata girmesi gibi çok sayıda sorunun asıl kaynağı bu sözleşmedir.

2- Lanzorote Sözleşmesi: 2007 yılında imzaladığımız ve 2011 yılında uygulamaya aldığımız bu sözleşme 15 yaş ve üzeri gençlerin rızaları ile pornografik unsurlar içinde yer almasına, cinsel serbestlik yaşamasına, 13-15 yaş arası çocukların kendi aralarında rıza ile cinsel beraberlik yaşamasına yasal kılıf oluşturmaktadır. Çocukları koruma adıyla çocuk cinselliğini meşrulaştırma aracı olmuştur.

3- Fulbright Anlaşması: ABD ile aramızda yapılan bu anlaşma ile Milli Eğitim sistemi yürürlüğe girdiği 18 Mart 1950’den itibaren ABD hegemonyası altına alınmıştır. Bu yüzden eğitim yapımız bir türlü milli olamamış, toplumsal cinsiyet eşitliği projeleri ile ateist, İslam karşıtı müfredat yapısı, tarihimize ve değerlerimize batılı gözüyle yaklaşan mantığı içinde problemli nesiller yetişmesine, hem dünyevi hem de uhrevi ilimler açısından yetersiz ve başarısız bir süreç oluşmasına neden olmuştur. Bu anlaşma ile kurulan, 9 üyesinden 5’inin ABD tarafında bulunduğu komisyonun “Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu” adını taşıması da işgal zihniyetiyle çalıştırıldığının bir göstergesidir.

4- Avrupa Konseyinin yayınladığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine imza atarak taraf olduk. Bu sözleşmenin eşcinsel evliliği gibi konuları da insan hakları kapsamına alan yaklaşımlarına rezerv koymakla birlikte, asıl olarak idamı tamamen yasaklayan 6 ve 13 numaralı protokollerinden de çekilmemiz gerekiyor. Çünkü bunlar kaldığı sürece vahşice işlenen kadın, çocuk ve erkek cinayetlerine karşı gerçek adaleti tesis etmemiz, hak ettiği şüphe götürmeyen sapık, katil ve vatan hainlerine idam cezasını getirmemiz mümkün olmayacak. İdam cezası ile birlikte kısas esaslarının da tanımlanması gerekir. Kısas olduğunda katilin idamı veya maktulün yakınlarına fidye ödemesi sağlanabilir. Sayın Cumhurbaşkanımız, idam konusu her açıldığında Meclisi işaret ederek, idam teklifi önüme gelirse onaylarım diyor ama, önce kendisinin bu protokolleri iptal ederek Meclisin yolunu açması lazım! Aksi takdirde bu meyandaki sözlerinin karşılığı olmayacaktır.

B- Kanunlarımızda Yapmamız Gereken Düzenlemeler:

1- Anayasamızdan cinsiyetçi tanımlamalar ve ayrımlar çıkarılmalıdır. Devletin aile, çocuklar ve gençlikle ilgili görevleri netleştirilmelidir.

a) Anayasanın 10. maddesine eklenen “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. (Ek cümle: 7/5/2010-5982/1 md.) Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.” ifadesi kendi içinde çelişkili ve cinsiyet ayrımcılığını meşrulaştırıcı bir yaklaşımdır. 2010 yılında anayasamıza İstanbul Sözleşmesi zihniyeti ve çalışmasıyla sokulan bu son cümle çıkarılmalıdır.

b) Anayasanın 41. maddesi içinde yer alan “Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilatı kurar.” ifadesinde aile planlamasına vurgu yapılması anlamsız ve gereksizdir. Nüfusun yaşlandığını, çocuk sayısının düştüğünü tespit ve şikayet ettiğimiz bu zamanda, aile planlamasına aşırı vurgu yapılması sakıncalı ve kasıtlı gibi görünen bir hatadır. Ailenin korunması, huzur ve refahının sağlanması; öncelikle ekonomik iyiliğin yaygınlaştırılması, toplumsal değerlerin yaşatılması, sağlıklı beslenme ve hayat şartlarıyla ilgilidir. Toplumun genel ahlak kurallarına aykırı yayınları önlemek, alkol, uyuşturucu, kumar ve faiz gibi kötülüklere karşı önlem almak devletin temel görevidir.

c) Gençliğin korunması için Anayasanın 58. maddesinde sayılan hususlar hayata geçirilmelidir. Milli Piyango ismi tamamen kaldırılmalıdır. Milli ifadesinin kullanılabileceği kurumlar kanunla tanımlanmalıdır. At yarışları, spor toto, iddia gibi bahisler ve internet üzerinden kumar oyunları yasaklanmalıdır. TV’lerde gençliğin ahlakını ve sağlığını hedef alan yoğun şiddet içerikli yayınlar, ahlaksız hayatı ve israfı özendiren senaryolar, cinsel sapkınlıkları reklam eden programlar yasaklanmalıdır. Toplumdaki sağlıksız ve ahlaksız kişilerin hayatını sansürsüzce ortaya dökerek ve didikleyerek yayılmasına, tanınmasına ve zamanla normal görülmesine neden olan programlar yasaklanmalıdır.

2- İstanbul Sözleşmesine dayanarak çıkarılan 6284 sayılı kanun ise, ya kaldırılarak yenisi yapılmalı veya aşağıdaki hususları içeren kapsamlı bir yenilemeye tabi tutulmalıdır:

a) Acil durumlarda mağdur tarafın özellikle fiziksel şiddet görmesini önleyecek şekilde hızlı ve kısa süreli uzaklaştırmalar 2 veya 3 gün gibi kolaylıkla verilebilmeli ama daha fazla uzatılması mümkün olmamalıdır.

b) Kadının beyanı esastır yaklaşımı yerine mağdur olan tarafın beyanı, delil ve diğer tespitler ile birlikte olmalıdır.

c) Uzaklaştırma kararları zinaya devlet koruması, haysiyetsiz yaşamı sürdürme ve eşler arasında cezalandırma unsuru olmaktan çıkarılmalıdır.

d) Evden uzaklaştırılan kişinin kalacağı mekanı da uzaklaştırma kararını veren yetkililer sağlamalıdır.

e) Uzaklaştırma kararı alınan ailelerde taraflar ve çocuklar zorunlu psikoterapik seanslara ücreti devlet tarafından karşılanarak alınmalıdır.

f) Aile sorunlarında tarafların kabul edeceği aile büyükleri veya bölgenin kanaat önderi sayılan kişiler (muhtar, imam, öğretmen vb. tanınan ve sayılanlar) veya Aile Bakanlığı tarafından o bölge için görevlendirilen sosyal hizmet uzmanları, sosyologlar, psikologlar, psikolojik danışmanlar, aile danışmanları gibi uzmanların ARABULUCU olması sağlanmalıdır. Aile birliğinin korunmasının, şiddet olaylarının önlenmesinin esas olduğu, boşanma ve velayetin tek taraflı alınması gibi durumların zorunlu olmadıkça uygulanmaması, bu tür yönlendirme gerekçelerinin kayıtlara eksiksiz olarak alınması kural olmalıdır.

g) İstanbul Sözleşmesinin zehirlerinden birisi olan 18 yaş altındaki çocukların cinsel yönelimlerine kendilerinin karar verebilmesi ve bu talebin engellenmesinin şiddet sayılması gibi saçmalıkların önüne geçilmelidir. 18 yaş altı çocukların cinsel kimliklerine kendilerinin veya ebeveynlerinin müdahale hakkı olmamalıdır. Çok nadir görülen çift cinsiyetle doğum gibi hallerde ise, baskın görülen, çocuğun ve ailenin de rıza gösterdiği tarafa uygun tedavi ve girişimsel işlem yapılması sağlanmalıdır.

h) Bir erkekle yabancı bir kadının tartışması mahkemeye taşındığında kadın şikayetinden vazgeçerse dava düşmektedir. Bu kadın erkeğin karısı olduğunda ise şikayetinden vazgeçse bile kamu davası sürdürülerek evli olmak erkekler için zulme bahane edilmektedir.

ı) 6284 yasasına dayalı olarak çıkarılan çok sayıda yönetmelik ve genelge gibi alt mevzuat belgeleri de yürürlükten kaldırılarak ulusal kanalların “prime time” zamanlarında Toplumsal Cinsiyet Eşitliği yayın zorunluluğu gibi fitnelere de son verilmelidir.

3- Türk Medeni Kanununda aşağıdaki düzenlemeler yapılmalıdır:

a) Kadınların doğal hakkı olan mehir ödemesi veya alacağı resmi güvence altına alınmalıdır. Boşanma hallerinde kadınların mağdur edilmemesi için mehir alacağının tazminat gibi ödenmesi takip edilmeli, mehir alacağı olmadığı, boşanan erkeğin işsizlik veya fakirlikten ödeme gücünün bulunmadığı durumlarda kadınların geçimi için en fazla bir yıl olmak üzere devlet tarafından sosyal yardım ödemeleri yapılmalıdır. Yeniden evlenmesi mümkün olamayacak kadar yaşlı, hasta veya engelli olan, kendisi her hangi bir işte çalışamayacak durumda olan kadınların sosyal yardım desteği süresiz uzatılabilmelidir.

b)169. madde içinde yer alan ve dava boyunca ödenebilen tedbir nafakasının süresi en fazla 3 ayla sınırlı tutulmalıdır. Aldatma ve aile bireylerine şiddet gibi ağır kusuru olan kişilerin tedbir nafakası alması kesin ifadelerle önlenmelidir.

c) 175. madde içinde yer alan nafakanın süresiz verilebileceği ibaresi kaldırılmalıdır. Nafaka ödeme süresi azami 1 yılla sınırlı olmalıdır. Aldatma, çocuğa ve eşine karşı şiddet, mal ve can emniyetini ihlal etme gibi açıkça kusuru olan kişilere nafaka bağlanması kesin olarak önlenmeli ve Yargıtayın aksi yöndeki içtihatlerine mahal bırakılmamalıdır.

d) 182. maddeye göre iştirak nafakası hükmedilen kişilerin çocuğun ortak velayetine sahip olmaları temel olmalı ve çocukla ilgili bütün önemli kararlara iştiraki ve bilgilenmesi sağlanmalıdır.

e) 364. maddede ifade edilen akrabaların yardım nafakası verme sorumluluğu hayata geçirilmelidir. İmkanı olduğu halde alt ve üst soyundan 1. derecede yakınlarına nafaka ödemeyenler için yasal takibat yapılmalıdır. Kendisi çalışamayacak durumda bulunan, akrabaları olmayan veya durumları nafaka vermeye uygun olmayan kişilerin sosyal devlet ilkeleri gereği kamu yardımlarından faydalanmasını Aile Bakanlığının taşra teşkilatı takip ederek ifa etmelidir.

f) Boşanma davaları en fazla 3 ay içinde sonuçlanmalıdır. Boşanma davalarında çekişme konusu olan tazminat vb. konular ayrı dava dosyaları şeklinde bakılmalıdır.

g) Evliliklerde mal ayrılığı ilkesi varsayılan durum olmalı, sözleşme yapmadıkça sadece evlilik yapıldığı için kişilerin boşanma sırasında haksız zenginleşmesine engel olunmalıdır.

h) İnancımıza ve kültürümüze göre çocuğun velayeti baba tarafına aittir ve bu yüzden soyismi verilmektedir. Özellikle yaşı küçük olan çocukların varsayılan değer olarak anne tarafına tam velayetle verilmesi bu doğal hakkın gaspına, annelerin boşanma nedeniyle çocuklarını babalara karşı silah gibi kullanmasına neden olmaktadır. 0-10 yaş arası çocuk cinayetlerinde katilin %80’ler civarında anne tarafının olması bu yaklaşımın çok da sağlıklı olmadığını göstermektedir. Çocuklarda velayetin en azından ortak tutulması, görüş ve ziyaretlerin engellenmemesi, çocuğa her iki tarafın akrabalarıyla kaynaşacak zamanın ve imkanın verilmesi esas olmalıdır. Çocuğu diğer ebeveyne karşı kışkırttığı ve göstermekten sakındığı tespit edilen kişilerin velayeti iptal edilebilmelidir.

4- Türk Ceza Kanununda aşağıda düzenlemeler yapılmalıdır:

a) Vatan hainleri, katiller ve çocuk tecavüzcüleri için idam cezası geri getirilmelidir. Bunu engelleyen uluslararası protokollerden çıkılmalıdır.

b) Alkollü iken bir suç işlemek hafifletici değil bilakis ağırlaştırıcı unsur sayılmalıdır. Alkollü araç kullanan herkes kaza yapmasa bile kasten adam öldürme ve yaralamaya teşebbüsten ceza almalıdır. Sarhoşken trafik kazası yapıp 3 kişiyi öldüren kişilerin 3 yıl içinde sokaklara geri dönmesi gibi hukuk garabetleri bir daha asla yaşanmamalıdır.

c) Zina yeniden suç sayılmalı, evliyken zina yapan kadın ve erkeklerin cezaları bekarlardan daha fazla olmalıdır.

d) Fuhuşa aracılık etmenin cezası arttırılmalı, resmi kayıtlı veya gayri resmi fuhuşa müsaade edilmemelidir.

e) İftira suçunun cezası ağırlaştırılmalı, iftira edilen kişiye isnat edilen suçun ceza karşılığı iftira eden kişiye verilmelidir.

f) Sapkınlığın yayılmasını amaçlayan ve toplumun değerlerine savaş açan eşcinsel, LGBT vb türevler altında dernek veya benzeri örgütlerin kurulması, medyada ve halkın arasında propaganda yaparak toplumun değerlerini tahkir etmesi yasaklanmalıdır. Bu tür oluşumlar terör örgütleri kapsamına alınmalıdır.

g) Kadın veya erkeğe özel cinsiyetçi, bölücü, toplumun bir kısmını diğerlerine kışkırtıcı dernek vb. örgütlenmeler yasaklanmalıdır. Kültürel ve tarihsel olarak kökü bulunmayan taleplerle ortaya çıkan, kadının ve erkeğin fıtri görevlerini inkar eden ve değiştirmeye çalışan yapılanmalar sosyal terör örgütü gibi değerlendirilmelidir.

 C- Diğer Genel Düzenlemeler:

1- Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının, KADEM başta olmak üzere feminist grupların resmi teşkilatı gibi yapılanması ve çalışması önlenmelidir. Aile Bakanlarının hep aynı kaynaktan ve kadınlardan seçilmesi terk edilmelidir. Eğer adı AİLE olacaksa, ailenin kuruluşunu başlatan ve yaşaması için hayatını vakfeden erkeğin varlığı inkar edilmemeli ve iyi aile babası örnek erkeklerin de Aile Bakanı olması sağlanmalıdır. Aile Bakanlığı içinde tıpkı kadınlarda olduğu gibi Erkeğin Statüsü Genel Müdürlüğü de kurularak aile odaklı bir yapılanmaya gidilmelidir.

2- İnternet ve TV başta olmak üzere toplumun değerleriyle savaş açan yayınların önlenmesi, ulusal yayınlarda ahlaksızlığın, israfın ve şiddetin her ne şekilde olursa olsun yayınlanması önlenmelidir.

3- Her türlü şiddetin temelinde yer alan alkolle mücadele için sadece yüksek vergi kolaylığından kaçınılmalıdır. Alkollü iken işlenen suçların cezası arttırılmalı, alkolden kurtulmak isteyenler için etkili rehabilitasyon programları düzenlenmeli, kişileri alkole iten sebepler araştırılarak bunlarla ilgili özel çalışmalar yapılmalıdır.

4- Kişilerin beden sağlığını ve hormonal yapısını bozan gıdalara karşı önlem alınmalı, helal gıda mevzuatı işler hale getirilmeli, gıdalardaki ilaç ve katkıların sıkı takibi yapılarak koruyucu önlemler alınmalıdır.

5- Evlenmek isteyen herkesin zorunlu olarak katılacağı evlilik okulları açılmalıdır. Nikah için başvuran çiftler bu okullarda değerlerimize ve kültürümüze uygun bir müfredat içinde cinsellik, iletişim, psikolojik şartlar, ekonomi yönetimi, temel sağlık ve ilk yardım, temel ev becerileri gibi konuları öğrenmelidir.

6- Ev hanımlığı ve annelik vasıfsız işçi statüsünde değil özel ve değerli bir toplumsal görev olarak tanımlanmalıdır. Kocasının yeterli olamadığı durumlarda ev hanımlarının temel güvencesi devlet olmalı ve teşvik primleriyle evde annelik özendirilmelidir. Evlilik süresince kadınların hesabına açılan bir devlet fonunda birikim yapılması ve kamu tarafından işletilmesi, 25 yıl ve üzerinde evliliğini sürdüren kadınlara yıllık veya aylık gelir ödemeleri yapılmalıdır.

7- Kadınların istemedikleri halde çalışmak zorunda kalmamaları için, çalışan erkeklerin maaşlarında eşi çalışmıyor ise yüksek aile ve çocuk yardımı ödemeleri olmalıdır. Bu rakamlar sembolik değil anlamlı bir düzeyde verilmelidir.

8- Cumhuriyet tarihimizin 64 yılı boyunca uygulanan evlilik yaşları, 2001 yılında kabul edilen yeni Medeni Kanunla 18’e çıkarılmıştı. Bu tarihten sonra kanundaki değişikliği dikkate almayan vatandaşlarımızın bir kısmı, gelenek ve göreneklerinin etkisiyle 14-15 yaş civarı evliliklerine devam ettiler. Bunların çoğunluğu da Roman vatandaşlarımızdı. Diğerleri de genelde kırsal kesimlerde yaşayan halktan birileriydi. Önce kendi aralarında dini nikah ve düğün yaptılar, sonra da yaşları uygun olunca resmi nikahla evliliklerini sürdürdüler. Fakat bu sırada çocukları olunca hastane kayıtlarında evlilik yaşlarının düşüklüğü ortaya çıktı ve kamu adına soruşturmaya tabi tutularak haklarında ceza davaları açıldı. 7-8 yıl süren bu davalar sonunda, kızların yaşlarına göre değişmekle birlikte, 5-6 yıldan 14-15 yıla kadar hapis cezaları verildi. Yaşı kanuna göre küçük kızlarla evlenen erkekler ile bu kız ve erkeklerin babaları hapse atıldılar. Resmi nikahlı kocaları ve babaları hapse atılan kadınlar çocukları ile ortada kaldı. Devlet onlara razı mısın, senin nikâhlı kocanı sana tecavüz ettiği için hapse atıyoruz, kabul ediyor musun diye sormadı! Bu kadınlar ve çocukları dışarıda, eşleri de içeride perişan oldu. Hapishane ziyaretlerinde tecavüzcüsü sayılan kocalarıyla pembe odalarda cinsel birliktelik yaşamaları da sağlanmaya devam etti. Tecavüz, zorla alıkoyma gibi suçlar ve suçlular konu dışında olmak üzere, sırf kanundan küçük yaşta evlendiği için hayatı karartılan bu insanların, topluma tekrar kazandırılmaları gerekir. Bir trafik kazasında sarhoşken 3 kişiyi öldüren katiller 3 yıl hapis yatıp kurtulabiliyorken, Allah’ın haram saydığı zina yerine helal yoldan evlenen insanların hapislerde çürütülmesi, ne hakka ne de hukuka sığar! Bu insanları bir seferliğine de olsa affetmek ve yuvalarına kavuşturmak zorundayız. Onların gözyaşları ve bedduaları peşimizi ahirete kadar bırakmaz! Bu sorunun acilen çözülmesi, çok genç yaşta evliliklerin olmaması için de eğitim ve bilinçlendirme çalışmalarının devam etmesi gerekir.

9- Evlilik yaşının aşırı geciktirilmesi de kadın ve erkeklerin farklı şekilde gayri meşru yaşamaya başlamalarına, sapkınlıkların yayılmasına, ileri yaşlarda evlenilse de cinsel ve duygusal yönlerden uyumsuzluk, tatminsizlik gibi sorunların oluşmasına neden olmaktadır. Devletin şu anda 28 civarına yükselen evlilik yaşı ortalamasını 2o’ye yakın seviyelere indirmek için özel çalışmalar yapması gereklidir.

D- SONUÇ

Yukarıdaki görselden de anlaşılacağı üzere, İstanbul Sözleşmesi ailemize saldıran çok sayıda unsurlardan sadece birisidir. Kritik ve sembolik değeri olduğu için, iptal edilmesi son derece önemli ve güçlü bir mesaj niteliğindedir. Halkımızın beklentisi de bu adımın açıklamaya çalıştığım hususları da kapsayacak şekilde ilerlemesi ve şiddetin temel kaynağı olan sorunların çözülmesidir. Sayın Cumhurbaşkanımızın, Ayasofya Camisinin açılışından sonra aldığı en cesur ve güzel karar İstanbul Sözleşmesinin feshi olmuştur. Bu kutlu adımı diğer eksikleri de tamamlayarak taçlandırmak kendisinin ve hükumetinin tarihi bir sorumluluğudur. Zira, yukarıda saymaya çalıştığımız aile düşmanı kanun ve uygulamaların önemli bir kısmı maalesef kendilerinin iktidarında olmuştur. Diğer adımlarla birlikte, bu zararların da telafisi ve halkın değerleriyle yeniden kucaklaşma sağlanabilecektir.

Bu sıralar, iptal edilen İstanbul Sözleşmesinin yerine Ankara Mutabakatının hazırlandığı söylenmektedir. Allah şahidim olsun ki,  yukarıda saydığım sorunlar giderilmedikçe isterse MEKKE mutabakatı yapılsın, hiçbir anlamı ve hayra etkisi bulunmayacaktır. Bu yapısal düzenlemeler eksik kalırsa, İstanbul Sözleşmesinin iptali sadece halkın gazını alma ve iyice hoyratlaşan feministlere biraz ayar verme gibi anlaşılacaktır. Bizler Sayın Cumhurbaşkanımızın böyle bir ucuzluk peşinde olmadığına inanıyor ve Milletin gönlünü fethedecek yeni adımlar atacağını bekliyoruz. Yüce Rabbimiz hayırlı işlerinde yollarını dümdüz eylesin. Kendisine hayırlı, basiretli, ferasetli, adaletli danışmanlardan ve siyasilerden yoldaşlar nasip eylesin. Milletimize de her zaman hayrı ve güzelliği isteyecek iman, gayret, birlik ve beraberlik şuuru versin. Amin…

Ercan ÖZÇELİK
Türkiye Aile Meclisi Başkan Yardımcısı
Sağlık ve Sosyal Hizmet Ordusu Sendikası İstanbul Başkanı

 

Kaynaklar:

Kur’an-ı Kerim: https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-meal-2/bakara-suresi-2/ayet-120/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1 

T.C. Anayasası: https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuat?MevzuatNo=2709&MevzuatTur=1&MevzuatTertip=5

Türk Medeni Kanunu: https://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.4721.pdf

Türk Ceza Kanunu: https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuat?MevzuatNo=5237&MevzuatTur=1&MevzuatTertip=5

6284 Sayılı Kanun: https://www.mevzuat.gov.tr/File/GeneratePdf?mevzuatNo=17030&mevzuatTur=KurumVeKurulusYonetmeligi&mevzuatTertip=5

İstanbul Sözleşmesi: https://rm.coe.int/1680462545

CEDAW Sözleşmesi: https://www.tbmm.gov.tr/komisyon/kefe/docs/cedaw.pdf 

Fulbright Anlaşması: https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/KANUNLAR_KARARLAR/kanuntbmmc032/kanuntbmmc032/kanuntbmmc03205596.pdf




Neden Bütün Şerli Yollar İstanbul Sözleşmesine Çıkıyor?

Türkiye’de son yıllarda duyduğumuz veya gördüğümüz bütün ahlaksızlıkların, sapkınlıkların, cinayetlerin, artan suç ve boşanma oranlarının, kültürel erozyonun nedenleri arasında mutlaka İstanbul Sözleşmesine ve ondan önceki Lanzorote, CEDAW gibi sözleşmelere ve bağlantılı protokollere  giden bir yol vardır! Bu sözleşmeler kadar, bunları sosyal hayatımızın ortasına bomba gibi yerleştiren kanunlar, yönetmelikler ve diğer kamusal uygulamalar da etkilidir!

Boğaziçi Üniversitesinde tanık olduğumuz olayların nedeninde Rektör atamasına olan itiraz gözüküyor olsa da planlı bir şekilde konu LGBT sapkınlıklarının mücadele ve değerlerimize saldırı arenasına dönüştürülmüştür. Bu durum kesinlikle tesadüf değil, özel bir çalışmanın sonucudur. Nitekim, aynı üniversitede 2016 yılında ilk defa sapkınların öncülüğünde başlatılan “Cinsiyetsiz Tuvalet” uygulaması sapkın çevrelerin meşhur web sitesinde müjde olarak “Boğaziçi’nde kazanım: İlk cinsiyetsiz tuvaletler açıldı” başlığı ile yayınlanmıştı.  Bu yüzden din ve ahlak düşmanlarının Kabe’i Muazzama’ya karşı yaptıkları ahlaksız ve seviyesiz saldırılar tesadüf değil, küresel şer güçlerin planlı bir çalışmasıdır.

İstanbul Sözleşmesinin bütün değerlerimize savaş açan ve taraf devletleri de bunların kökünü kazımak için taahhüt altına sokarak takip ettiği hedeflerinden bazıları:

1- Aile içinde veya dışında kadınlar üzerinde erkeklerin hiçbir söz veya etkisinin kalmamasını sağlamak, kadınların yaşantısını en ufak ölçüde etkilemeye veya yönlendirmeye çalışan erkeklerin tamamını “kadına şiddet” yaftasıyla en ağır ölçüde cezalandırılmasını sağlamak. Şiddet tanımını olağan üstü geniş tutarak erkeğe hareket alanı bırakmamak. (Madde 3- Tanımlar)

2- Meşru ve klasik Aile formu dışında kalan bütün gayri meşru ilişkileri, aynı ve karşıt cinsler arasındaki her türlü sapık ve sapkın birliktelikleri, yasalar karşısında meşrulaştırmak ve aile yaşantısına tanınan bütün haklardan (eşcinsel evlilik dahil) eksiksiz yararlandırmak. (Madde 4 – Temel haklar, eşitlik ve ayrımcılık yapılmaması)

3- Kadın ve erkeklerin fıtri rollerini yok etmek üzere taraf devletlerin eğitimin her seviyesinde toplumsal cinsiyet eşitliği maskesiyle nesilleri ifsat ederek doğal cinsel kimliği yok ederek Gender ifadesiyle sapkınlığı eşcinselliği de tercih edilebilir hale getirmek. (Madde 14 – Eğitim, Madde 15 – Profesyonel kadroların eğitilmesi)

4- Taraf devletleri feminist ve sapkın LGBTP örgütleriyle işbirliği yapmaya, onlara her türlü izni vermeye, finansal destek olmaya ve faaliyetlerine destek vererek karar alma süreçlerine onları da katmaya zorlamak. (Madde 9 – Sivil Toplum Kuruluşları ve sivil toplum, Madde 13 – Farkındalığın arttırılması, Madde 18 – Genel yükümlülükler)

5- Ebeveynlerin çocuklar üzerindeki haklarını tamamen sıfırlamak, çocukların cinsel kimliklerini kendi başlarına sorgulama ve karar vermesini sağlamak, cinsi yönelimlerine karşı çıkan ebeveynlerden velayeti alarak işlevsiz bırakmak. (Madde 31 – Velayet altına alma, ziyaret hakları ve emniyet)

6- GREVIO Uzmanlar Kurulu üzerinden tıpkı işgal edilmiş devletler gibi her türlü bilgi, belge, inceleme, seyahat, sorgulama ve gümrük geçişlerini suç unsuru olsa bile özgürce yapmak ve sınırsız denetleme ve raporlama imkânı vermek. (Madde 66 – Kadınlara yönelik şiddetle ve aile içi şiddetle mücadele konusunda uzmanlar grubu)

Bugün Boğaziçi Üniversitesinde sapkınca eylemler yapan ve kutsallarımızı ayaklar altına alan gençler başka ülkelerde yetişmedi! Uzaydan da gelmedi! İstanbul Sözleşmesinin dayattığı normlara göre, Milli Eğitim Bakanlığının her seviyesinde tavizsiz uygulanan Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine uygun ve ateist bakış açısıyla derlenmiş müfredatı ile büyüdü! Gördüğümüz şey, sözde Eğitim sisteminin Fulbright, CEDAW, İstanbul Sözleşmesi, Lanzarote Sözleşmesi vb. dayatmalarıyla meydana gelen son seviyedeki ürünleridir. Sivrisinekleri öldürerek tepki vermenin bir anlamı veya faydası yoktur! Onları yetiştiren bataklığa dönmüş Milli olmayan Eğitim yapımızı, lanetli sapkınlıkların hamiliğini yapan yasalarımızı acilen ıslah etmek zorundayız.

Görüldüğü gibi hem sapkınlıklar teşvik edilerek yayılıyor, hem de namus gibi, din gibi değerlerimizin kökü derinden kazınıyor! Yani 1985’de CEDAW ile başlayan aile yıkım projesi, 2011’de imzalanan ve 10 Şubat 2012’de Bakanlar Kurulunca onaylanan İstanbul Sözleşmesi ile daha da gelişerek nesilleri yıkım projesine dönüşmüştür!

İstanbul Sözleşmesini imzalayanlar, savunanlar, halen korumaya devam edenler ve ülkemizin artık Milli Güvenlik meselesine dönmüş  bu olaylara karşı sessiz ve etkisiz kalanlar büyük bir vebali yüklenmiştir. Dünyada hüsran ve hezimet, ahirette ise kahır ve gazap ile cezalandırmayı gerektiren bu batıl sözleşmelerden ve yasalarımızdaki etkilerinden, eğitim sistemindeki zehirlerinden, acilen arınmamız gerekiyor!

Kurtuluş ve refah için bindiğimiz gemi batıyor! Boğaziçi Üniversitesi su alan yerlerinden sadece birisini ibretle gösteriyor! Yazılı ve görsel medyadan, internetten, kısaca fırsat buldukları her yerden değerlerimize ve nesillerimize saldırmaya devam ediyorlar!

Gün bugündür! Batıl sözleşmeleri çöpe atmanın, mevzuatımızı Milletimize yabancılaştıran maddelerden ayıklamanın zamanı çoktan gelip geçiyor! Daha ne bekliyoruz?

Ercan ÖZÇELİK
Eğitimci – Yazar
Türkiye Aile Meclisi Başkan Yardımcısı

 

 

Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi: https://rm.coe.int/1680462545




USPUM Semineri: “Neden #ÖnceAİLE Olmalıdır?”

Türkiye Aile Meclisi Başkan Yardımcısı Ercan Özçelik tarafından USPUM seminerleri kapsamında “Neden #ÖnceAİLE Olmalı?” konulu sunum yapıldı.
Ailenin önemi ve temel sorunları vurgulandı.