Hanımefendiler, Asıl Düşmanınız Feministlerdir!

Bütün dini ve geleneksel öğretileri, cinsiyetlere yüklenen kadim rolleri reddeden feminizm, kadınların asıl ve en tehlikeli düşmanıdır. Kısa zamanda bu gerçeğin farkına varıp tedbir almadıkları takdirde, kadınların geri dönülemez bir uçuruma doğru gittiklerini bilmeleri gerekiyor.

Feminist kadın örgütleri ve liderleri, özgürlük ve eşitlik mottosuyla kandırdıkları kadınları peşlerinden sürükleyerek, uçurumdan yuvarlanan koyun sürülerine dönüştürüyor. Kendileri ile birlikte yoldan çıkardıkları diğer kadınların da dünya ve ahiretlerini berbat ediyorlar.

Tesettür bir özgürlük ifadesi ve davranışıdır. Kadının güzelliklerini sadece sevdiği ve seçtiği kişilere gösterme özgürlüğünü kazandırır. Kimlerin onu görebileceği imtiyazını sürekli kendi ihtiyarında (iradesinde) tutar. Müslümanlar için tesettür ölçüleri, mahrem ve namahrem bellidir. Müslüman olmayan kadınlar da tesettür benzeri kıyafetlerle bu özgürlüklerini kullanabiliyorlar.

Feministler ve diğer din düşmanları, gerçeği tersyüz ederek tesettürü özgürlük yerine kölelik gibi gösterdiler. Açılıp saçılarak bütün gözlere kontrolsüz seyir malzemesi olmayı da özgürlük gibi sundular. Eskiden sadece mahremine karşı güzel ve çekici olması yeterli olan kadınların,  hiç tanımadıkları sokaktaki insanlara ve sosyal ortamlarındakilere karşı, sürekli güzel ve bakımlı olmak zorunda hissetmelerine ve adeta bir köle gibi kıyafet çeşitliliği, makyaj ve takılarıyla kendilerini beğendirme yarışına girmelerine neden oldular.

Kadınlar; fıtraten korunmaya, güvenliğe, sevilip sayılmaya, ihtiyaçlarının karşılandığı mutlu aile yuvalarında yaşamaya ve çocuklarını yetiştirmeye meyilli yaratılmıştır. Kendilerine bu imkanı sağlayacak, maddi ve manevi açıdan yeterli, güçlü, sevgili ve şefkatli kocalarının olmasını isterler. Feminizmin erkek düşmanı eşitlikçi ve isyancı söylemleri, kadının bu naif ve nazik yapısını yok sayarak aşırı yük almasına, yıpranmasına, kaba ve hoyrat tavırlar içinde erkek rollerini de üstlenerek anormalleşmelerine neden olmaktadır.

Gelelim asıl tehlikeye!

Feministlerin, Hükumetleri ve Millet Meclisini cendereye alarak çıkardıkları mevzuatlar ve yargıda oluşan anormal içtihatlar sonucu, resmi nikahla evlenmek, erkekler için büyük bir tuzak ve ömür boyu çekilecek bela haline getirilmiştir! Evliliğinden mağdur ve pişman erkekler denizine, her geçen gün yüzlercesi daha ekleniyor. Eskiden olsa çok ayıp ve dinin hükümlerine de karşı görülen “erkekler sakın evlenmeyin” kampanyalarına, giderek toplumun her kesiminden destek veriliyor.

Birlikte yaşamak için mutlaka resmi nikahın şart olmadığı kanaati, tıpkı Avrupa ve ABD’de olduğu gibi ülkemizde de yaygınlaşıyor. Sapkın ve ahlaksız sanatçıların, medyatik ünlülerin öncülüğünü yaptığı zina odaklı nikahsız beraberlik, halk arasında da giderek yayılmaya başladı. Din-iman derdi olmayanlar için zaten hava hoştu, dindar insanlar da kendi arasında dini nikah yaparak birlikte yaşamaya başladılar. Resmi nikahın tehlikelerini gören aileler de hoşlarına gitmese bile bu duruma artık razı oluyorlar. İlk evlilik yaşının giderek yükselmesi gençlerin ailelerinden bağımsız kararlar almasına, evlilik masraflarının aşırı çoğalması da klasik törenlerden kaçınılmasına yol açıyor.  Dini nikahın aleniyet şartı da sağlandıktan sonra, aileler dahil herkes memnun şekilde hayatına devam ediyor.

Resmi nikahsız beraberlik, aslında kadınlar için büyük bir tehlike ve tehdittir! Anormal hak ve yetki talebiyle çekilmez hale getirilen resmi nikahın yerine; güvensiz, sağlıksız, belirsiz ve huzursuz bir hayata katlanmak zorunda kalıyorlar. Resmi nikahsız cinsel birlikteliklerin önünde hiçbir engel olmadığı için, evlenmek gereksiz, pahalı ve aşırı riskli bulunuyor. Resmi nikah olmadan partner türü ilişkiler, toplumda yeterince yayılır ve genel kabul görürse, kadınlar için tam bir felaket ortamı hazırlanmış demektir.

Evliliğin bu kadar zor, pahalı, din, gelenek ve erkek düşmanı bir yapıya dönüştürülmesi yüzünden terk edilmeye başlandığı, açık bir gerçektir. Resmi TÜİK verileri, düşen evlenme sayılarına karşın, yükselen boşanma ve evlenme yaşları ile bu gerçeği göstermektedir. Kadınları yoldan, dinden ve imandan çıkararak peşine takan feministler yüzünden, “Dimyata pirince giderken, evdeki bulgurdan olmanın” acı tablosu meydana çıkmaya başlamıştır.

Günümüzde Müslüman erkeklerin çoğunluğu kocalık haklarının ve sorumluluklarının farkında değil! Hanımların hak ve yetkilerini de bilmiyorlar! Aileden ve etraftan gördükleri ile yetinerek, hak ve adalet yerine nefislerine uyarak kendilerine de hanımlarına da zulmedebiliyorlar. Yapılan hata ve zulümler birikerek, şimdi yaşadığımız din ve erkek düşmanı yasal atmosfer gibi bir şefkat tokadıyla suratımızda patladı! Bunları da görmeli ve hudutlarımızı yeniden keşfederek yaşamayı başarmalıyız. Evet, kadınlar feministlere uyarak fıtratlarına ve kendi çıkarlarına adeta savaş açtılar ve şimdi korkunç sonuçlarıyla yüzleşmeye başladılar! Ama biz erkeklerin cehalet ve bencilliğinin de onları bu yola sevk eden nedenler arasında olduğunu unutmamak gerekir.

Kıymetli Hanımefendiler!

Feminizm, sizleri dünyada ve ahirette hüsrana sürükleyen, sıcacık güvenli yuvalarınızdan koparıp ortalık malzemesine dönüştürmek isteyen, varlığını erkek ve aile düşmanlığında gören, acı ve mutsuzluğunuzdan beslenen, karanlık bir ideoloji ve şeytanın tarikatıdır. İster mor, isterse yeşil örtülü olsun, hiç bir feministe uyarak peşlerinden uçuruma yuvarlanmayın! Ailenizi ve sevdiklerinizi şeytandan ve şeytanın askerlerinden koruyun! İnanın ki kurtuluş ve huzurunuz, sevginiz ve mükafatınız hem çok kolay, hem de size bağlıdır.

Kıymetli Beyefendiler!

Kadınlar Allah’ın bize kutsal birer emanetidir! Emanetin sahibi değiliz! Emanetimize hak ettiği değeri vermek, sevmek, saymak, iltifat etmek, korumak ve ihtiyaçlarını gidermek zorundayız! Helali olan bizlerden göremediklerini, haram kişilerde ve kapılarda aramak zorunda kalmasınlar! Zehirli sevgilerde ve ilgilerde şifa bulmaya çalışmasınlar! Onlara karşı olabildiğince sevgili ve sabırlı davranmalıyız! Birlikte çıktığımız ahiret yolculuğunda hiç fire vermeden, çocuklarımızla birlikte son durak olan cennette buluşmak üzere, elimizden gelen çabayı göstermeli ve aile kervanımızı her türlü saldırıdan korumalıyız.

Değerli kardeşlerim! Hayatımızın tekrarı yok. Ama mutlu ve huzurlu yaşamak için  mükemmel aile örneğimiz Hz. Muhammed Aleyhisselamın güzel yaşantısında fazlasıyla var. Kadın veya erkek olarak, nefsimizi değil Sevgili Peygamberimizin hayatını esas alalım ve hayatımızda tatbik etmeye çalışalım. Yapamadıklarımızdan ise tevazu ile Allah’a sığınalım. Güzel olmaz mı?




Mutlu Bir Evlilik İçin: Erkekler Söylesin! Kadınlar Göstersin!

Aileye yönelik sorunları dile getirirken, sadece şikayet makamında olmak elbette doğru değil! Biz Müslümanlar, Nehyi Anil Münker (kötülükten men etmek ve haramlara karşı uyarmak) kısmını genelde iyi yapıyoruz, en azından dilsiz şeytan olmamak için gayret ediyoruz. Ancak, Emri Bil Maruf (iyiliği emretmek ve göstermek) kısmında biraz zayıf kaldığımızı düşünüyorum. Kuru lafla yapılan iyilik önermelerimiz ise, tıpkı elinde sigara varken evladına “-Sigara zararlıdır yavrum, içmemelisin!” diyen bir babanın davranışı gibi sönük ve etkisiz kalıyor. O yüzden, Aile kurma erdemini ve cesaretini, bütün olumsuz şartlara rağmen yaşatan veya planlayan kardeşlerimize, evliliklerini daha mutlu ve huzurlu yaşayabilmeleri için bazı tavsiyelerde bulunmak istiyorum.

Erkekler Söylesin!    

İletişim ve ifade yeteneği açısından, kadınların erkeklerden daha önde olduğu, çeşitli hikmetlerine binaen, Yüce Mevla’mızın onları bu açıdan ayrıcalıklı yarattığı hepimizin malumudur. Erkekler bu açığı tam olarak kapatamasa bile, daha başarılı bir seviyede buluşabilmek için söylemeye, konuşmaya ekstra açık ve gayretli olmalıdır! Kadınlar iyi veya kötü hemen her şeyi bilmek, duymak, konuşmak ve paylaşmak isterler. Her şeyi konuşup söylemek mümkün olmasa bile, bazı hususları sık aralıklarla tekrarlamayı erkeklerin bir görev gibi görüp uygulaması gerekir!

Zevcenize, onu ne kadar çok sevdiğinizi söyleyin! Kadınlar sevildiklerini her zaman duymak isterler, hem de her gün ve mümkün olduğu kadar çok sayıda! Tabii ki samimi bir şekilde ve gözlerinin içine sevgiyle bakarak!

Karınızın ne kadar hoş, şık ve güzel olduğunu kendisine her fırsatta söyleyin! Etrafınızdaki insanların tamamı da söylese, sizin sözleriniz kadar etkili ve hoş gelmez! Çünkü o sizi seçerek kendi güzelliğini emanet ve armağan etmiş bulunuyor! Emanetin takdir edilmesi ve itina ile bakılması gerekir. Aile kutsal bir ekiptir. Genç kız çağlarında sizinle evlenen bir kadın, bütün güzelliğini ve ömrünü sizinle birlikte paylaşmaya karar verdiği için, aslında onu hep ilk günkü gibi güzel görmeli ve bunu da sıklıkla söylemelisiniz! Hele ki evliliğiniz 20 yıl gibi bir süreye ulaşmışsa, eşinizin yüzünde oluşan kırışıklıklar, size bir vefa ve adanmışlığının canlı imzası gibi gelmelidir. Çocuklarınızı doğuran zevcenizin, karın çevresinde oluşan çatlaklar gibi vücudundaki bozulmalardan utanmasına fırsat vermeyin! Bilakis, o çatlaklar evladınızı taşırken meydana geldiği ve katlandığı eziyetlerin yoğunluğu için, ona ne kadar minnettar olduğunuzu samimiyetle söyleyin! Emin olun gözlerindeki ışıltı güçlenecek, yüzünde mutluluğun tatlı tebessümü yeşerecektir. Ona olan sevginizi ve güzelliğine olan hayranlığınızı sürekli duyan hanımınız, sizinle basit şeyler için tartışır mı? Küçük sorunları büyüterek canınızı sıkar mı?

Belirsizlik, kadınları neredeyse öldürür! Özellikle evliliğinizin ilk başlarında, evinize gidiş geliş saatleriniz için son derece hassas, dışarıda olduğunuz yerler hakkında paranoya derecesinde şüpheli ve endişeli olurlar. Anormal bir gecikmenizde sizce her şey normalken, onlar kendi kafalarında başınıza gelebilecek bütün olayların senaryolarını yazar, sizin çeşitli versiyonlarda ölümünüzü yaşar, toprağa gömer ve dul haliyle ne yapacağının endişesine bile düşerler. O yüzden, mümkün olduğu kadar kendilerine bilgi verin! Gecikme durumunuzu zamanında söyleyin! Onları duygusal işkencede bırakmayın!

Kadınlar hayatı sizinle her açıdan paylaştıklarını görmek ve yaşamak isterler. Öyleyse onlara da fikirlerini ifade etme fırsatı tanıyın. Kadınlar sizin en kıymetli istişare ortağınız sayılır. Onlardan kaliteli düşünceler duymak isterseniz, kendilerini geliştirmelerine destek olun ve teşvik edin. Sır veya zararlı olanlar dışında, düşüncelerinizi onlara da söyleyin. Sizin fark edemediğiniz ayrıntılar ve farklı yaklaşımlardan yararlanırsınız. Katlanmak zorunda kaldığınız maddi ve manevi sıkıntılarda,  bilgi ve farkındalıkların olduğu için, hanımınızın samimi ve güçlü desteğini hissedersiniz.

Duygularınızı söyleyin, bir konuda onları eleştirmeden önce kendi beklentilerinizi, size göre kırmızı çizgilerinizi, neyden hoşlandığınızı, neyin mutlu ettiğini, neyden nefret ettiğinizi söyleyin! Nitelikli beraberlikler karanlık alanların azalmasıyla sağlanır. Eşinize vermediğiniz şeyi isteyemezsiniz!

Kadınlar Göstersin!

Erkeklerin, hanımlarından en çok beklediği şey saygıdır! Özellikle toplum içinde beyinizin saygınlığını zedeleyecek söz ve davranışlardan kaçının! Erkeğinize saygı gösterin! Evinizin lideri, çocuklarınızın babası, can, mal ve namusunuzun koruyucusu olduğunu bildiğinizi ve saygı duyduğunuzu gösterin!

Ahir zamanda yaşıyoruz. TV, İnternet, çarşı-pazar, iş ve sosyal ortamların hemen hepsi, son derece ölçüsüz giyinen teşhirci gibi gezinen kadınlarla dolmuş! Eskiden özel çaba ile ulaşılabilen resim ve görüntülerle şimdi hemen her ortamda karşılaşıyoruz. Medya ve toplumsal mekanlar, zinanın yayılması için bilerek veya bilmeyerek hizmet eden insanlarla dolu. Bir erkeğin gün boyu bunlardan sakınması ancak belli bir yere kadar mümkündür. Şeytani tavır ve görüntülere şiddetli ve sürekli maruz kalan kocalarınızı, yalnız ve savunmasız bırakmayın! Helalinize karşı en cömert, en tutkulu, en güzel kişinin siz olduğunuzu gösterin!

Tesettür dışarısı ve namahrem içindir. Eşinizin karşısına her zaman alımlı, süslü ve güzel çıkmaya çalışarak, en güzelinin ve hayırlısının siz olduğunuzu gösterin! Haramilerin kocanızın aklını ve nefsini çelmesine fırsat vermeyin! Sizde sükunet ve huzur bulsun, gözü de gönlü de sizinle doysun!

Cinsel hayatımızda sınırlar çok geniş, yasaklar az ve belirlidir. Cinsel hayat tek taraflı bir durum değildir. Tarafların istekli katılımı ile haz ve mutluluğun derecesi de kalitesi de artar. Keyfini çıkarmak, mutlu olmak ve kocanızın sükunetini sağlamak için, meşru davetlerine güzellikle cevap verin. Cinselliğinizi kocanızla konuşmanız, paylaşmanız, yönlendirmeniz ve yaşayarak öğrenmeniz gerekir. Kocanıza karşı cinsel tutkunuzu, çekinmeden gösterin!

Güzel ve başarılı bir iş yaptığında kocanıza minnettarlığınızı ve takdirinizi gösterin! İhtiyaç duyduğunuzda yanınızda olacak kahramanınız olduğunu bilsin! Ailesi için yaptığı işle gururlansın, daha iyisini yapmak için gayret toplasın.

İnsanların 5 sevgi dili vardır. Fiziksel temas, hizmet, nitelikli beraberlik, onaylanma ve hediyeleşme. Kocanızın sevgi dilini keşfedin ve bu dilde yoğunlaşarak sevginizi gösterin! Emin olun aynı karşılığı siz de göreceksiniz. Erkekler de sevildiklerini arada duymak isterler ama icraat daha önemlidir.

Aile yuvanızın, sizin ve kocanız için güvenli bir kale olduğunu bildiğinizi gösterin! Evinde kocanızın kral gibi yetkili ve kıymetli olduğunu gösterin. Siz de o evin kraliçesi olduğunuzu bilerek davranın. Köle ve zavallı imajı oluşturmadan sağlıklı ve saygılı bir takım arkadaşı, ahiret yoldaşı olduğunuzu bilin ve bilinmesini sağlayın.

Sonuç

Kadın ve erkek ilişkileri açısından söylenebilecek çok şey var elbette. Çocuklar gibi daha ayrıntılı yönleri de bulunuyor. Yazıyı uzatmadan bazı önemli konu başlıklarına vurgu yapmaya çalıştım.

Kadın ve erkek, aile ortamında mükemmel bir ekiptir. Birbirlerini tamamlar ve ortak ürünleri olan çocuklar ile geleceğe kültür ve değer aktarımını sağlar. Bizler, sadece dünya hayatı için yaratılmadık. İnşallah kulluk sınavımızı vererek Allah’ın lütfu ile Cennetine gittiğimizde, en güzel ruh ve bedene sahip olacağımıza iman etmişiz. Orada yaşlılık, çirkinlik, hastalık ve huysuzluk olmayacak. Dünyada iken karşılık bulamadığımız bütün hayallerimizi yaşama ve paylaşma nimetlerine kavuşacağız. Başta Hz. Muhammed aleyhisselam olmak üzere, bütün peygamberler ile tanışma ve görüşme imkanımız ve Rabbimiz lütfederse Nur Cemalini temaşa etme bahtiyarlığımız olacak. Öyleyse, şu kısacık sorunlu fani hayatımızı daha fazla kötüleştirmeden, Ahiret yolculuğumuzun kaliteli, bereketli ve mutlu geçmesi için, eş ve çocuklarımız ile birlikte daha çok çalışmamız gerekmez mi?

Yüce Allah’tan, her birisi Cennet Köşklerine talip olarak kurulan ailelerimizin hayırla bekasını, aile kurmaya niyetlenen kardeşlerimizin de huzur ve mutluluklarını dilerim.

 

 

Görsel kaynağı: thecompanion.in/what-is-it-to-be-a-good-husband-in-islam 




“Kadına Pozitif Ayrımcılık” Erkeğe Zulmün Süslü İfadesidir!

Günümüz Türkiye’sinde geleneksel aile yapımıza sistemli ve resmileştirilmiş saldırıların zirve yaptığı, tipik bir ahir zaman dönemini dehşetle yaşamak zorunda kalıyoruz! Üstelik aile kurumuna, yani neslimize yapılan tahribatların, geri alınması imkansız derecesinde zor ve uzak olduğu da koca bir gerçek olarak karşımızda duruyor.

Aile düşmanlarının ve yerli işbirlikçilerinin gözde Truva Atları olan kadın hakları, kadına karşı şiddet, toplumsal cinsiyet eşitliği gibi kavramların tamamı, kadına pozitif ayrımcılık şemsiyesi altında birleşiyor. Bir cinsin lehine olan ayrımcılığın, diğer cinsin aleyhine genişleyeceği apaçık bir gerçek olduğu halde, kadına pozitif ayrımcılığın yasal dayanağı, tıpkı zehirli bir hançer gibi 2010 yılında Anayasamızın 10. maddesine eklenmiştir. Hemen sonra 2011 yılında İstanbul Sözleşmesi imzalanmış, İstanbul Sözleşmesine doğrudan dayalı olarak 2012 yılında 6284 kanunu çıkarılmış ve diğer kanunlarda da aynı batıl  düzene uygun değişiklikler yapılmıştır.

Geriye doğru bakınca, son 20 yılda aile kurumunun ve erkeklerin aleyhine oldukça sistematik ve kararlı saldırıların, çok yönlü ve organize bir çalışma ile yapıldığı çok net görülmektedir. Özellikle 1985 yılında imzalanan CEDAW sözleşmesinden sonra yapılan yıkıcı düzenlemeler (süresiz nafaka, erkeklerin aile reisliğinden kovulması vb.) hız kesmediği gibi, İstanbul Sözleşmesinin sayesinde erkeklerin aile yönetimlerinde kalan son yetki kırıntıları da yok edilmiş, eşinin veya evladının kıyafeti için dahi söz söyleme hakkı kalmamış, LGBT türevi sapkınlıkların da devletin koruması altında her türlü melaneti yapmalarının, reklam etmelerinin ve değerlerimize açıkça saldırmalarının yolu açılmıştır. Feshedilen İstanbul Sözleşmesinden sonra bu yıkıcı ve yok edici düzenlemelerin hiçbirisi geri alınmadığı gibi, daha beter şartların getirileceğine sürekli bir vurgu yapılmış, en üst düzeyde güvenceler verilmiştir. Yani İstanbul Sözleşmesi içerik ve uygulama yönünden daha da güçlü şekilde fiilen yürürlükte sayılmaktadır!

Öncelikle bizlerin kimliğimize, temel değerler sistemimize ve inanç kaynaklarımızın neler olduğuna karar verip öyle davranmamız,  sosyal ve hukuksal zeminimizi ona göre tayin etmemiz gerekir. Yoksa devekuşu gibi işimize geldiğinde deve veya kuş olduğumuzu iddia etmek bizi kurtarmaz. Aslında yaşadığımız sosyotrajik durumun en güzel tarifini, rahmetli Uğur Mumcu “Türk vatandaşı İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalya ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza muhakemeleri yasasına göre yargılanan, Fransız idare hukukuna idare edilen ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir.” diyerek oldukça veciz bir şekilde yapmıştır. Türkiye’deki erkeklerden maddi-manevi görev ve sorumluluklarında mükemmel bir Müslüman gibi sorumlu, yetki ve haklarını kullanma konularında ise Hristiyan veya ateist batılı erkekler gibi gevşek, geniş mideli, yetkisiz, namussuz, iffetsiz, etkisiz ve değersiz davranmaları sözleşme ve kanunların desteğiyle zorla dayatılıyor!

İstanbul sözleşmesinin altından imzamız sadece şeklen geri çekildi! Gayrı meşru çocuğu gibi doğrudan atıf yapılan 6284 sayılı yasa, Türk Ceza ve Türk Medeni Kanunlarına eklenen maddeleri olduğu gibi durmaya ve yuvaları yıkmaya devam ediyor! Bu sözleşmeden çekildikten hemen sonra Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığına feminist bir STK’nın bekar, çocuksuz ve avukat mesleğiyle geçinen bir Hanımın getirilmesi de adeta hiçbir şeyin değişmeyeceği gibi, daha fazla artarak devam edeceğini ilan eden bir uygulama olmuştur.

Kadına karşı pozitif ayrımcılık sonradan ortaya konulduğu için zulüm ve haksızlıktır. Kadınlar ve erkekler fiziksel şartlar, görev ve sorumluluklar gibi cinsiyete özel konularda eşit değil, farklıdır! Bu farklılığı yaratan ve bunlara uygun sınırları, görevleri ve yetkileri tayin eden bizzat Yüce Allah’tır. Hz. Muhammed aleyhisselam da Allah’ın elçisi olarak bizlere en güzel örnekleri ve açıklayıcı hükümleri bizzat yaşayarak göstermiştir. Bunları gizlemeye, değiştirmeye, arttırmaya veya eksiltmeye kalkışan ister kadın olsun isterse erkek, apaçık yanlış içinde ve zalimdir! Etkisi ve cüreti derecesinde sorumlu ve huzur-u mahşerde hesap vermeye mahkumdur! Temel insani haklar ve özgürlük konuları ise mevzu dışıdır.

Yüce Allah geçim ve maişet yükünü yönetim yetkileri ile birlikte erkeklere vermiştir. Kadınlara eşitlik adına, gerekli gereksiz her alanda kadın istihdamını teşvik etmek, tıpkı bir erkek gibi çalışarak geçim yüküne ortak olmaya zorlamak açıkça bir zulümdür! Kadınlar ucuz işgücü ve pazarlama aracı olarak kapitalizmin vahşi çarklarına feda edilemeyecek kadar kıymetli varlıklarımız ve kaynaklarımızdır. Mutlaka kadın olması gereken sağlık, giyim, eğitim gibi bazı alanlarda, hakları tam verilerek görev almaları bir nevi sosyal farz-ı kifaye gibi gereklidir. Ancak, çalışma hayatının her alanında yer almaları hem erkekler açısından işsizlik, haksız rekabet ve gelir kaybı gibi sorunlara, hem de kadınların var olan doğal kadınlık vazifelerine ek olarak insanüstü bir yükle çalışmalarına neden olmaktadır.

Kadınlar çalışsa da evlerinde birer anne ve hanım olarak yaşamaya ve kaçınılmaz sorumluluklarını üstlenmeye sabırla devam ediyorlar. Bu durumda geç evlenmek, anneliklerini ertelemek, çocuk sayısını düşük tutmak, sosyal hayatlarından vazgeçmek gibi kronik sonuçlarla yüzleşiyorlar. Çalışan erkekler yeterli gelire sahip olduklarında veya ailelerinden destek aldıklarında, işsiz kadınlarla evlenip hayatlarına devam edebiliyorlar. Ama çalışan kadınlar, hemen hemen kesinlikle işsiz veya meslek/maaş açısından kendilerinden düşük seviyeli erkekler ile evlenmeye yanaşmıyorlar. Bu durum sosyal ve ekonomik düzeni bozan, geleneksel aile oluşumuna ket vuran bir atmosfere neden oluyor.

Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar.” ((kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-meal-2/nisa-suresi-4/ayet-34/diyanet-vakfi-meali-4)) Kadınlar nikah kıyılana kadar babalarının ve kardeşlerinin, nikahtan sonra ise kocalarının himayesine emanet olarak bizzat Yüce Allah tarafından verilmiştir. Bu kutsal görevin sağlıklı ifa edilebilmesi için, aile yönetimi ve geçimi hakkında “kavvam” sıfatıyla yetki ve sorumluluk erkeklere verilmiştir. İmza attığımız sözleşmeler ve çıkardığımız kanunlar ile yüzyıllardır uygulanagelen  Allah’ın bu hükmü  yok sayılmış, erkeklerin aile reisliği tamamen iğdiş edilerek işlevsiz hale getirilmiştir.

Bizi yaratan ve sınırlarımızı tayin ederek Peygamberleri aracılığıyla tebliğ eden Rabbimiz şüphesiz en doğru ve adil olandır. Kadın ve erkek cinslerinin arasındaki farklılıkları en iyi O bildiği için evlilik ve ticari işlem gibi şahit gerektiren işlemlerde erkeklerin olmasına hükmetmiştir. 2 erkeğin olması, 2 erkek yok ise 1 erkek ve 2 kadının şahitliğini geçerli saymıştır. 4 kadın şahit de olsa dini nikah için uygun olamazlar. Erkeklerinizden iki de şahit bulundurun. Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden bir erkek ile -biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için- iki kadın (olsun).” ((kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-meal-2/bakara-suresi-2/ayet-282/diyanet-vakfi-meali-4)) “Nikâh akdinde şahitlerin hür, Müslüman, erkek, âkil ve bâliğ olması gerekir. Hanefîler bir erkekle iki kadının şahitlik yapabileceği kanaatindedir.” ((https://islamansiklopedisi.org.tr/nikah)) Normal muamelelerde bile durum bu vaziyetteyken, bizler TCK, TMK ve 6284 gibi yasaların himayesinde her hangi bir kadının delile dayanmayan kuru beyanı ile anında yıkıcı adli ve idari işlemler yapmaya, erkekleri hemen uzaklaştırma ile sokağa atmaya, iftira bile olsa kadın beyanıyla çeşitli suçlar için ceza kesmeye çok meraklıyız!

Her hangi bir Müslüman kadının veya erkeğin, kendi başlarına helalinden karşılayamayacakları tek ihtiyaçları cinsel yaşantı ve nesillerini devam ettirmektir. Yaşamak için imkanları ölçüsünde her şeye ulaşabilirler ama helal sınırlarını geçmeden karşı cinsle münasebet kurmaları ve çocuk sahibi olmaları mümkün değildir. Bunun yegane yolu nikahlı meşru evliliktir. Evlilik bağı kadının erkekten, erkeğin de kadından cinsel anlamda faydalanmasını garanti ve korumaya alır. Evlenen bir erkeğin veya kadının eşinin cinsel ihtiyaçlarını karşılamama gibi bir hakkı veya özgürlüğü yoktur. Cinsel hayatın kendi meşru sınırları ve hastalık halleri dışında cinsellik ne bir silah ne de bir terbiye unsuru olarak kullanılamaz. Erkeklerin cinsel dürtüsü kadınlardan daha güçlü olduğu için genelde talepkar olan taraftır. Meşru ölçüler içinde bu taleplerin karşılanması en temel kadınlık görevidir. Sadece cinsel görevlerden kaçınmak bile kadın veya erkekler için boşanma hakkı doğuran meşru nedenler arasındadır. Günümüz şartlarında erkeklerin evlilik içinde cinsel ihtiyaçlarını karşılama haklarına dair bütün garanti ve korumalar kaldırılmıştır. Her hangi bir fiziksel zarar, şiddet vs. olmasa bile, sadece “istemeden benimle münasebet kurdu” beyanıyla dahi erkeğin hayatı kabusa dönebilmekte ve tecavüzcü damgasıyla hüküm verilip ağır cezalar alabilmektedir. Cinsel hayat teminatı olmayan evlilikler, içi boş balon gibi zayıf, güvencesiz ve gereksiz hale dönmektedir.

Kadınların şahsi mal ve servet özgürlüğü vardır. Evli bile olsalar kocaları tarafından zorla mallarını veya servetlerini paylaşamazlar. Zekat, kurban ve hac gibi ibadetlerinin yanı sıra ticari yatırımlarını da yapma özgürlükleri vardır. Evin geçimine katkıda bulunmaları için çalışmaya veya kendi paralarını harcamaya zorlanamazlar. Ancak erkekler himayeleri altında bulunan eş ve çocuklar dışında, beraber yaşadıkları anne-baba gibi yakın aile fertlerinin dahi geçiminden sorumludur. Bu durum Medeni Kanunun 364. maddesine de “Herkes, yardım etmediği takdirde yoksulluğa düşecek olan üstsoyu ve altsoyu ile kardeşlerine nafaka vermekle yükümlüdür.” ifadesiyle girmiştir. Yani erkeğin maddi sorumluluğu hem evlilik hem de kendi aile ilişkileri içinde sabit ve süreklidir. Evlenirken yaşanacak mekanın seçilip donatılması, düğün, takılar ve mehir gibi bütün harcamalar da erkeğe yüklenmiştir. Bu kadar yüksek sorumluluk nedeniyle mirasta erkek çocukların kızlardan daha fazla pay almaları Allah’ın Nisa Suresi 11. ayetinde açıkça beyan edilmiştir.((kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-meal-2/nisa-suresi-4/ayet-7/diyanet-vakfi-meali-4)) Bizde ise mirasta eşit bölüşüm yapılırken, evlilikle ilgili bütün giderlerde erkeklerin sorumlu ve süresiz nafaka gibi ömür boyu bitmeyen borçlarla ezilmesi esas alınmıştır. Evlilik sonrası kazanılmış mallarda yarı yarıya ortaklık rejimi de yıkıcı bir sosyal ve ekonomik uygulamadır. Erkeğin ticari sermayesi ve kazançlarında haksız bir ortaklık sonucuna götürmektedir.

Sonuç olarak sadede gelmek için şu yorumda bulunabiliriz: Karadul adıyla bilinen örümcekler vahşi ve acımasızlıklarıyla meşhurdur. Kendi cinsinden erkek örümcekleri, cinsel birliktelikten hemen sonra yiyebildiklerini belgesellerde duymuş veya izlemişsinizdir. Mevcut yasal şartlar ve uygulamalar yüzünden, evlilik hayatı ve kadınlarla birlikte yaşama hali de neredeyse bu karadullar kadar tehlikeli hale gelmiştir. Erkekler için resmi nikahla evlenmek, adeta bile bile bir tuzağa adım atmak kadar tehlikeli ve riskli bir karara dönmüştür. Kadına pozitif ayrımcılık adıyla yapılan yasa ve uygulamaların sonucu, erkeklere ölümcül, yıkıcı ve tehlikeli hayat şartlarının her tarafta kök salmasıyla tezahür etmiştir.

Allah bizlere yardım etsin, başımızdakilere de iman, feraset ve merhamet versin…

Kaynaklar:
Görsel: thereporterethiopia.com




Erkeklerin Namus ve Şerefleri Kadınlara Emanettir!

Çağları aşan güzelliği ve kapsamıyla mükemmel bir insanlık manifestosu olan Veda Hutbesinde, Sevgili Peygamberimiz ve biricik önderimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz “Ey insanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız. Onların namus ve iffetini Allah adına söz vererek helâl edindiniz.” buyurmuşlardı. Şüphesiz Kur’anı Kerim’den doğrudan süzülen bu evrensel kaidenin “Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar…” Nisa/34 gibi temel dayanakları da mevcuttur.

Atıfta bulunduğum Veda Hutbesinin ve Ayet-i Kerimenin devamında belirtilen önemli bir husus da kadınların erkeklere emanet olarak verilmesinin devamında kadınlara da erkeklerin namus ve iffetlerinin emanet edildiği ve korumaları gerektiği açıkça belirtilmiştir. Erkekler kavvam sıfatıyla ailenin reisliğini ifa edecek, rızkın temini için çalışacak, yedirip giydirecek ve her türlü kötülükten korumaya çalışacaktır. Hanımları da onların yardımcısı, sırdaşı ve danışmanı olarak destek verirken, namus ve iffetlerini sakınarak yuvalarını çocukları ile birlikte cennetten bir köşke çevirmeye gayret edecektir.

Vahşi kapitalizmin getirdiği şartlar, faizle çalışma düzeni ve insani olmayan adaletsiz ekonomik politikalar sonucu, önce erkeklerin tek başlarına rızklarını temin edebilme güçleri kırıldı. Sonra ucuz ve sömürüye açık işgücü kaynağı olarak kadınların da piyasa çarklarına girmeleri için zorlamalı ve teşvikli şartlar oluşturuldu. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği projeleri kapsamında geleneksel cinsiyet kalıplarına ve rollerine savaş açıldı. Cinsiyetler doğuştan gelen kaderi sonuçlar olmaktan çıkarılıp “gender” tanımlamasıyla tercih edilebilir ve istenildiğinde değiştirilebilir metalar arasına sokuldu. Cinsiyet temeli yok edilince cinsiyetlere dayalı analık-babalık gibi temel kadın erkek rolleri de hedef alınarak yok edilmeye çalışıldı.

Bu savaşın başarılı olabilmesi için, tarih boyu hemen her toplumda gelişerek yer alan geleneksel aile yapısı ve özellikle İslami Aile kültürü bütün sözleşme ve yasaların temel düşmanı yapıldı. Erkeklerin kısmen kendi hatalarının da (cehalet, haksızlık, nefisperestlik, zalimlik, sadakatsizlik gibi) tetiklediği gelişmeler içinde bütün yetki ve ayrıcalıkları yok edildi. Aile içinde evli olarak kalmaları neredeyse tuzak kadar tehlikeli ve güvencesiz bir hale getirildi.

Erkek veya kadınların evlilik bağı olmadan tek başlarına ve meşru yollardan karşılayamadıkları tek ihtiyaçları cinsel yaşantıdır. Özellikle erkeklerin bu konudaki ihtiyaç ve zaafiyeti had safhalarda gezindiğinden Müslüman ve sağlıklı her erkeğin evlilik yapmasından başka çıkar yolu neredeyse bulunmamaktadır. Nefsini sakındırmayı başarmış ve kendini haramlardan koruyabilmiş müstesna birkaç kişi dışında, bu esas  geçerli ve zaten Hz. Peygamberin açık emri ve sünneti olan bir durumdur.

Evlilik, tarafların karşılıklı olarak cinselliklerinden yararlanma hakkı ve ruhsatı verirken, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda  102. Maddenin 2. fıkrası ile bu hak ve ruhsat fiilen iptal edilmiştir. Bütün evli erkeklerin eşleri sabah karakola giderek “-Dün gece kocam bana tecavüz etti” şikayetinde bulunabilir  ve kocasının 12 yıldan az olmamak üzere hapis cezası almasını sağlayabilir! Çünkü “… Bu fiilin eşe karşı işlenmesi hâlinde, soruşturma ve kovuşturmanın yapılması mağdurun şikâyetine bağlıdır.” hükmü kadınlara sorgusuz sualsiz bu hakkı vermektedir!

Pozitif ayrımcılık adıyla yapılan haksızlıkların eşitlik ilkesine aykırı sayılamayacağına dair hüküm 2010 yılında Anayasamıza eklenerek, daha sonra İstanbul Sözleşmesi ve 6284 yasasının çığ gibi erkek hakları üzerinden geçmesine yasal kılıf yapılmıştır. Kadının beyanı ile 3-6 aydan başlayan uzaklaştırmalar, velayet haklarının iptali gibi çok sayıda haksız ve cinsiyetçi uygulamalar söz konusudur. 1985 yılında imzalanan CEDAW anlaşması ile başlayan süreç içinde, 1926 tarihli ilk Türk Medeni Kanunu lağvedilmiş, bu kanunun getirdiği esaslar iptal edilerek 2001 yılında 4721 sayılı yeni Türk Medeni Kanunu içine aile yapımızı kökünden yozlaştıran hükümler konulmuştur.

Kısaca özetlemeye çalıştığım şartlardan dolayı, erkeklerin aile ve toplum içindeki hayatları sürekli bir tehdit, kısıtlama ve değersizleştirme ortamı içinde sürebilmektedir. Bu şartlarda Allah’tan korkarak haramdan kaçınan ve evlilik içinde huzur ve mutluluk arayan bütün erkeklerin namusu, şerefi, geleceği, sosyal itibarı, ekonomisi ve iş hayatlarındaki kariyer güvenceleri hanımlarına emanettir. Hatta hanımı olmayan kadınlar da bu emaneti paylaşmaktadır. Çünkü yasalarımız kadınları tabulaştırmış, erkekleri doğuştan suçlu ve değersiz kabul etmiştir. Sözde aile politikaları için kurulan bakanlığımızın içinde kadınlar için genel müdürlük varken erkeklere özel hiç bir oluşum yoktur! Sayın Aile Bakanlarının ağızlarından da kadından başka bir konu duyulduğu (yaşlı, engelli ve çocuklar dışında) vaki değildir!

Velhasıl, günümüzde erkeklerin kadınlar ve kanunlar karşısındaki gücü ve iradesi, tıpkı görseldeki kedi yavrusu kadar aciz, etkisiz ve savunmasız hale getirilmiştir. Her şeye rağmen, genel yapısını bozmadan koruyabilen ve yasal zeminini kaybetse de aile reisliği konumunu sürdürebilen erkeklerin ve ailelerin varlığının yegane nedeni, kahraman ve hamiyetperver kadınlarımızdır. Onlar ki, gerek inançlarının etkisi ve Allah’ın rızası gayesiyle, gerekse geleneksel eğitimlerinden, fıtratlarından ve vicdanlarından süzülen insanlıklarının sonucu olarak kocalarına tabi oluyor, çocuklarına ve namuslarına özenle dikkat ediyor, yuvalarının huzurlu birer cennet köşesine dönmesine vesile oluyorlar. Allah cümlesinden razı olsun! Sayılarını çoğaltsın! Eğer bunca haksızlık ve adaletsizliğe rağmen sosyal patlamalar, isyanlar ve yağmalar tıpkı batı medeniyetlerinde olduğu gibi yaşanmıyorsa, bunun temel nedeni güçlü sosyal bağlarımız, dayanışmamız ve aile birliğimizdir. Aile birliğimizin, bütün saldırılara rağmen kendisini korumaya devam edebilmesinin en önemli nedeni de aileye ve değerlerine bağlı kadınlarımızın bütün kışkırtmalara rağmen var olmaları ve bozulmadan devam edebilmeleridir. Analar sadece çocukları değil, toplumları doğurur ve büyütürler! Sağlıklı, inançlı ve dirayetli analarımız var olduğu sürece gücümüz ve umudumuz devam edecektir.

Ne mutlu emanetine sahip çıkan ve kocasının namusunu kuşa kurda yedirmeyen, harama baktırmayan, helali olabildiğince yaşatan kahraman kadınlarımıza! Ahir zamanın en büyük cihatlarından birisini onlar yapıyorlar! Kendilerini, kocalarını ve çocuklarını ateşten korumak için gece gündüz uyanık kalmaya gayret ediyorlar. Yüce Allah, onların bu ağır imtihanlarına kolaylık versin! Siyasilere, yöneticilerimize  ve biz vatandaşlara hidayet, feraset, istikamet ve hayırda birlik ihsan etsin! Amin! Velhamdulillahi Rabbil Alemin!




İstanbul Sözleşmesi Bitti. Şimdi Ne Yapmalıyız?

Sen dinlerine uymadıkça, ne Yahudiler ve ne de Hıristiyanlar asla senden razı olmazlar.” (Bakara/120) Sözlerin en güzel kaynağı Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz böyle buyurmuş. Çok açık bir gerçeği, çağlar üstü bir uyarı olarak Müslümanlara iletmiş. Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi ile yaptığımız üyelik macerasında bu gerçekle sürekli yüzleşiyoruz. Topyekûn onlar gibi inanıp yaşamamız da onların bizi olduğumuz gibi kabul edip aralarına almaları da mümkün görülmüyor. Onlardan ithal ettiğimiz kanun ve sözleşmeler de bedenimize uymuyor, aslımızı ve neslimizi ifsad ediyor, bizi kendimizden ve değerlerimizden uzaklaştırıyor. İstanbul Sözleşmesi de böyle bir sürecin müsebbibi, bir kısım ihmal ve hatalarımızın da bir sonucudur.

Çok şükür, Sayın Cumhurbaşkanımızın bu yıkıcı sözleşmeyi feshetmesiyle çoğumuz mutlu olduk ve Milletin geleceğine olan güvenimiz daha da yükseldi. Şimdi 80. maddesine göre feshettiğimiz bu sözleşmeden tam olarak çekilmemiz 3 ay sürecek. İstanbul Sözleşmesinin feshedilmesi elbette her sorunun çözülmesi anlamına gelmiyor. Ama son yıllarda aile kurumuna yapılan birçok saldırının yasal ve psikolojik ilham kaynağı olduğu için çok büyük bir önem arz ediyor. Devletin ve Hükumetin, halkın sesini duyduğunu, değerleriyle savaş açan akımlara karşı korumaya geçtiğini gösteriyor. Bu kutlu adımı daha güzel ve kalıcı önlemlerle değerli ve etkili kılmak, hemen her kesimin endişelerini dikkate alacak yapısal çözümleri sağlamak, hepimizin boynuna bir borç ve gelecek nesillerimizin kalitesi için bir görevdir.

Sırada neler olmalı?

İstanbul Sözleşmesinin dayanak olduğu veya ilham verdiği çok sayıda mevzuat ve kamu uygulaması bulunmaktadır. Toplumun değerlerini ve çoğunluğun yaklaşımını da yansıtacak bir çalışma grubu içinde feminist ve seküler akımların baskılarından bağımsız kalacak bir disiplin altında, mevzuat taraması yapılarak, mevcutların yerine alternatif ve ihtiyaca göre yeni metinler tasarlanarak, kamuoyu nezdinde  tartışılarak benimsenmesi ve iyileştirilmesi sağlanmalıdır.

Bir öngörü ve tavsiye niteliğindeki düşüncelerimiz şunlardır:

A- Çekilmemiz Gereken Diğer Uluslararası Sözleşme ve Protokoller:

1- Birleşmiş Milletler CEDAW Sözleşmesi: 1985 yılında imzaladığımız bu sözleşme aile kurumunun temel yıkım dayanağı olmuş ve en büyük zarar  bu sözleşme ile verilmiştir. Süresiz nafaka, Aile Reisliği kavramının kaldırılması, erkeğin evlilik içinde kavvam sıfatıyla aldığı görev ve yetkilerin yok edilmesi, zinanın suç olmaktan çıkarılışı, toplumsal cinsiyet eşitliği kavramının mevzuata girmesi gibi çok sayıda sorunun asıl kaynağı bu sözleşmedir.

2- Lanzorote Sözleşmesi: 2007 yılında imzaladığımız ve 2011 yılında uygulamaya aldığımız bu sözleşme 15 yaş ve üzeri gençlerin rızaları ile pornografik unsurlar içinde yer almasına, cinsel serbestlik yaşamasına, 13-15 yaş arası çocukların kendi aralarında rıza ile cinsel beraberlik yaşamasına yasal kılıf oluşturmaktadır. Çocukları koruma adıyla çocuk cinselliğini meşrulaştırma aracı olmuştur.

3- Fulbright Anlaşması: ABD ile aramızda yapılan bu anlaşma ile Milli Eğitim sistemi yürürlüğe girdiği 18 Mart 1950’den itibaren ABD hegemonyası altına alınmıştır. Bu yüzden eğitim yapımız bir türlü milli olamamış, toplumsal cinsiyet eşitliği projeleri ile ateist, İslam karşıtı müfredat yapısı, tarihimize ve değerlerimize batılı gözüyle yaklaşan mantığı içinde problemli nesiller yetişmesine, hem dünyevi hem de uhrevi ilimler açısından yetersiz ve başarısız bir süreç oluşmasına neden olmuştur. Bu anlaşma ile kurulan, 9 üyesinden 5’inin ABD tarafında bulunduğu komisyonun “Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu” adını taşıması da işgal zihniyetiyle çalıştırıldığının bir göstergesidir.

4- Avrupa Konseyinin yayınladığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine imza atarak taraf olduk. Bu sözleşmenin eşcinsel evliliği gibi konuları da insan hakları kapsamına alan yaklaşımlarına rezerv koymakla birlikte, asıl olarak idamı tamamen yasaklayan 6 ve 13 numaralı protokollerinden de çekilmemiz gerekiyor. Çünkü bunlar kaldığı sürece vahşice işlenen kadın, çocuk ve erkek cinayetlerine karşı gerçek adaleti tesis etmemiz, hak ettiği şüphe götürmeyen sapık, katil ve vatan hainlerine idam cezasını getirmemiz mümkün olmayacak. İdam cezası ile birlikte kısas esaslarının da tanımlanması gerekir. Kısas olduğunda katilin idamı veya maktulün yakınlarına fidye ödemesi sağlanabilir. Sayın Cumhurbaşkanımız, idam konusu her açıldığında Meclisi işaret ederek, idam teklifi önüme gelirse onaylarım diyor ama, önce kendisinin bu protokolleri iptal ederek Meclisin yolunu açması lazım! Aksi takdirde bu meyandaki sözlerinin karşılığı olmayacaktır.

B- Kanunlarımızda Yapmamız Gereken Düzenlemeler:

1- Anayasamızdan cinsiyetçi tanımlamalar ve ayrımlar çıkarılmalıdır. Devletin aile, çocuklar ve gençlikle ilgili görevleri netleştirilmelidir.

a) Anayasanın 10. maddesine eklenen “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. (Ek cümle: 7/5/2010-5982/1 md.) Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.” ifadesi kendi içinde çelişkili ve cinsiyet ayrımcılığını meşrulaştırıcı bir yaklaşımdır. 2010 yılında anayasamıza İstanbul Sözleşmesi zihniyeti ve çalışmasıyla sokulan bu son cümle çıkarılmalıdır.

b) Anayasanın 41. maddesi içinde yer alan “Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilatı kurar.” ifadesinde aile planlamasına vurgu yapılması anlamsız ve gereksizdir. Nüfusun yaşlandığını, çocuk sayısının düştüğünü tespit ve şikayet ettiğimiz bu zamanda, aile planlamasına aşırı vurgu yapılması sakıncalı ve kasıtlı gibi görünen bir hatadır. Ailenin korunması, huzur ve refahının sağlanması; öncelikle ekonomik iyiliğin yaygınlaştırılması, toplumsal değerlerin yaşatılması, sağlıklı beslenme ve hayat şartlarıyla ilgilidir. Toplumun genel ahlak kurallarına aykırı yayınları önlemek, alkol, uyuşturucu, kumar ve faiz gibi kötülüklere karşı önlem almak devletin temel görevidir.

c) Gençliğin korunması için Anayasanın 58. maddesinde sayılan hususlar hayata geçirilmelidir. Milli Piyango ismi tamamen kaldırılmalıdır. Milli ifadesinin kullanılabileceği kurumlar kanunla tanımlanmalıdır. At yarışları, spor toto, iddia gibi bahisler ve internet üzerinden kumar oyunları yasaklanmalıdır. TV’lerde gençliğin ahlakını ve sağlığını hedef alan yoğun şiddet içerikli yayınlar, ahlaksız hayatı ve israfı özendiren senaryolar, cinsel sapkınlıkları reklam eden programlar yasaklanmalıdır. Toplumdaki sağlıksız ve ahlaksız kişilerin hayatını sansürsüzce ortaya dökerek ve didikleyerek yayılmasına, tanınmasına ve zamanla normal görülmesine neden olan programlar yasaklanmalıdır.

2- İstanbul Sözleşmesine dayanarak çıkarılan 6284 sayılı kanun ise, ya kaldırılarak yenisi yapılmalı veya aşağıdaki hususları içeren kapsamlı bir yenilemeye tabi tutulmalıdır:

a) Acil durumlarda mağdur tarafın özellikle fiziksel şiddet görmesini önleyecek şekilde hızlı ve kısa süreli uzaklaştırmalar 2 veya 3 gün gibi kolaylıkla verilebilmeli ama daha fazla uzatılması mümkün olmamalıdır.

b) Kadının beyanı esastır yaklaşımı yerine mağdur olan tarafın beyanı, delil ve diğer tespitler ile birlikte olmalıdır.

c) Uzaklaştırma kararları zinaya devlet koruması, haysiyetsiz yaşamı sürdürme ve eşler arasında cezalandırma unsuru olmaktan çıkarılmalıdır.

d) Evden uzaklaştırılan kişinin kalacağı mekanı da uzaklaştırma kararını veren yetkililer sağlamalıdır.

e) Uzaklaştırma kararı alınan ailelerde taraflar ve çocuklar zorunlu psikoterapik seanslara ücreti devlet tarafından karşılanarak alınmalıdır.

f) Aile sorunlarında tarafların kabul edeceği aile büyükleri veya bölgenin kanaat önderi sayılan kişiler (muhtar, imam, öğretmen vb. tanınan ve sayılanlar) veya Aile Bakanlığı tarafından o bölge için görevlendirilen sosyal hizmet uzmanları, sosyologlar, psikologlar, psikolojik danışmanlar, aile danışmanları gibi uzmanların ARABULUCU olması sağlanmalıdır. Aile birliğinin korunmasının, şiddet olaylarının önlenmesinin esas olduğu, boşanma ve velayetin tek taraflı alınması gibi durumların zorunlu olmadıkça uygulanmaması, bu tür yönlendirme gerekçelerinin kayıtlara eksiksiz olarak alınması kural olmalıdır.

g) İstanbul Sözleşmesinin zehirlerinden birisi olan 18 yaş altındaki çocukların cinsel yönelimlerine kendilerinin karar verebilmesi ve bu talebin engellenmesinin şiddet sayılması gibi saçmalıkların önüne geçilmelidir. 18 yaş altı çocukların cinsel kimliklerine kendilerinin veya ebeveynlerinin müdahale hakkı olmamalıdır. Çok nadir görülen çift cinsiyetle doğum gibi hallerde ise, baskın görülen, çocuğun ve ailenin de rıza gösterdiği tarafa uygun tedavi ve girişimsel işlem yapılması sağlanmalıdır.

h) Bir erkekle yabancı bir kadının tartışması mahkemeye taşındığında kadın şikayetinden vazgeçerse dava düşmektedir. Bu kadın erkeğin karısı olduğunda ise şikayetinden vazgeçse bile kamu davası sürdürülerek evli olmak erkekler için zulme bahane edilmektedir.

ı) 6284 yasasına dayalı olarak çıkarılan çok sayıda yönetmelik ve genelge gibi alt mevzuat belgeleri de yürürlükten kaldırılarak ulusal kanalların “prime time” zamanlarında Toplumsal Cinsiyet Eşitliği yayın zorunluluğu gibi fitnelere de son verilmelidir.

3- Türk Medeni Kanununda aşağıdaki düzenlemeler yapılmalıdır:

a) Kadınların doğal hakkı olan mehir ödemesi veya alacağı resmi güvence altına alınmalıdır. Boşanma hallerinde kadınların mağdur edilmemesi için mehir alacağının tazminat gibi ödenmesi takip edilmeli, mehir alacağı olmadığı, boşanan erkeğin işsizlik veya fakirlikten ödeme gücünün bulunmadığı durumlarda kadınların geçimi için en fazla bir yıl olmak üzere devlet tarafından sosyal yardım ödemeleri yapılmalıdır. Yeniden evlenmesi mümkün olamayacak kadar yaşlı, hasta veya engelli olan, kendisi her hangi bir işte çalışamayacak durumda olan kadınların sosyal yardım desteği süresiz uzatılabilmelidir.

b)169. madde içinde yer alan ve dava boyunca ödenebilen tedbir nafakasının süresi en fazla 3 ayla sınırlı tutulmalıdır. Aldatma ve aile bireylerine şiddet gibi ağır kusuru olan kişilerin tedbir nafakası alması kesin ifadelerle önlenmelidir.

c) 175. madde içinde yer alan nafakanın süresiz verilebileceği ibaresi kaldırılmalıdır. Nafaka ödeme süresi azami 1 yılla sınırlı olmalıdır. Aldatma, çocuğa ve eşine karşı şiddet, mal ve can emniyetini ihlal etme gibi açıkça kusuru olan kişilere nafaka bağlanması kesin olarak önlenmeli ve Yargıtayın aksi yöndeki içtihatlerine mahal bırakılmamalıdır.

d) 182. maddeye göre iştirak nafakası hükmedilen kişilerin çocuğun ortak velayetine sahip olmaları temel olmalı ve çocukla ilgili bütün önemli kararlara iştiraki ve bilgilenmesi sağlanmalıdır.

e) 364. maddede ifade edilen akrabaların yardım nafakası verme sorumluluğu hayata geçirilmelidir. İmkanı olduğu halde alt ve üst soyundan 1. derecede yakınlarına nafaka ödemeyenler için yasal takibat yapılmalıdır. Kendisi çalışamayacak durumda bulunan, akrabaları olmayan veya durumları nafaka vermeye uygun olmayan kişilerin sosyal devlet ilkeleri gereği kamu yardımlarından faydalanmasını Aile Bakanlığının taşra teşkilatı takip ederek ifa etmelidir.

f) Boşanma davaları en fazla 3 ay içinde sonuçlanmalıdır. Boşanma davalarında çekişme konusu olan tazminat vb. konular ayrı dava dosyaları şeklinde bakılmalıdır.

g) Evliliklerde mal ayrılığı ilkesi varsayılan durum olmalı, sözleşme yapmadıkça sadece evlilik yapıldığı için kişilerin boşanma sırasında haksız zenginleşmesine engel olunmalıdır.

h) İnancımıza ve kültürümüze göre çocuğun velayeti baba tarafına aittir ve bu yüzden soyismi verilmektedir. Özellikle yaşı küçük olan çocukların varsayılan değer olarak anne tarafına tam velayetle verilmesi bu doğal hakkın gaspına, annelerin boşanma nedeniyle çocuklarını babalara karşı silah gibi kullanmasına neden olmaktadır. 0-10 yaş arası çocuk cinayetlerinde katilin %80’ler civarında anne tarafının olması bu yaklaşımın çok da sağlıklı olmadığını göstermektedir. Çocuklarda velayetin en azından ortak tutulması, görüş ve ziyaretlerin engellenmemesi, çocuğa her iki tarafın akrabalarıyla kaynaşacak zamanın ve imkanın verilmesi esas olmalıdır. Çocuğu diğer ebeveyne karşı kışkırttığı ve göstermekten sakındığı tespit edilen kişilerin velayeti iptal edilebilmelidir.

4- Türk Ceza Kanununda aşağıda düzenlemeler yapılmalıdır:

a) Vatan hainleri, katiller ve çocuk tecavüzcüleri için idam cezası geri getirilmelidir. Bunu engelleyen uluslararası protokollerden çıkılmalıdır.

b) Alkollü iken bir suç işlemek hafifletici değil bilakis ağırlaştırıcı unsur sayılmalıdır. Alkollü araç kullanan herkes kaza yapmasa bile kasten adam öldürme ve yaralamaya teşebbüsten ceza almalıdır. Sarhoşken trafik kazası yapıp 3 kişiyi öldüren kişilerin 3 yıl içinde sokaklara geri dönmesi gibi hukuk garabetleri bir daha asla yaşanmamalıdır.

c) Zina yeniden suç sayılmalı, evliyken zina yapan kadın ve erkeklerin cezaları bekarlardan daha fazla olmalıdır.

d) Fuhuşa aracılık etmenin cezası arttırılmalı, resmi kayıtlı veya gayri resmi fuhuşa müsaade edilmemelidir.

e) İftira suçunun cezası ağırlaştırılmalı, iftira edilen kişiye isnat edilen suçun ceza karşılığı iftira eden kişiye verilmelidir.

f) Sapkınlığın yayılmasını amaçlayan ve toplumun değerlerine savaş açan eşcinsel, LGBT vb türevler altında dernek veya benzeri örgütlerin kurulması, medyada ve halkın arasında propaganda yaparak toplumun değerlerini tahkir etmesi yasaklanmalıdır. Bu tür oluşumlar terör örgütleri kapsamına alınmalıdır.

g) Kadın veya erkeğe özel cinsiyetçi, bölücü, toplumun bir kısmını diğerlerine kışkırtıcı dernek vb. örgütlenmeler yasaklanmalıdır. Kültürel ve tarihsel olarak kökü bulunmayan taleplerle ortaya çıkan, kadının ve erkeğin fıtri görevlerini inkar eden ve değiştirmeye çalışan yapılanmalar sosyal terör örgütü gibi değerlendirilmelidir.

 C- Diğer Genel Düzenlemeler:

1- Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının, KADEM başta olmak üzere feminist grupların resmi teşkilatı gibi yapılanması ve çalışması önlenmelidir. Aile Bakanlarının hep aynı kaynaktan ve kadınlardan seçilmesi terk edilmelidir. Eğer adı AİLE olacaksa, ailenin kuruluşunu başlatan ve yaşaması için hayatını vakfeden erkeğin varlığı inkar edilmemeli ve iyi aile babası örnek erkeklerin de Aile Bakanı olması sağlanmalıdır. Aile Bakanlığı içinde tıpkı kadınlarda olduğu gibi Erkeğin Statüsü Genel Müdürlüğü de kurularak aile odaklı bir yapılanmaya gidilmelidir.

2- İnternet ve TV başta olmak üzere toplumun değerleriyle savaş açan yayınların önlenmesi, ulusal yayınlarda ahlaksızlığın, israfın ve şiddetin her ne şekilde olursa olsun yayınlanması önlenmelidir.

3- Her türlü şiddetin temelinde yer alan alkolle mücadele için sadece yüksek vergi kolaylığından kaçınılmalıdır. Alkollü iken işlenen suçların cezası arttırılmalı, alkolden kurtulmak isteyenler için etkili rehabilitasyon programları düzenlenmeli, kişileri alkole iten sebepler araştırılarak bunlarla ilgili özel çalışmalar yapılmalıdır.

4- Kişilerin beden sağlığını ve hormonal yapısını bozan gıdalara karşı önlem alınmalı, helal gıda mevzuatı işler hale getirilmeli, gıdalardaki ilaç ve katkıların sıkı takibi yapılarak koruyucu önlemler alınmalıdır.

5- Evlenmek isteyen herkesin zorunlu olarak katılacağı evlilik okulları açılmalıdır. Nikah için başvuran çiftler bu okullarda değerlerimize ve kültürümüze uygun bir müfredat içinde cinsellik, iletişim, psikolojik şartlar, ekonomi yönetimi, temel sağlık ve ilk yardım, temel ev becerileri gibi konuları öğrenmelidir.

6- Ev hanımlığı ve annelik vasıfsız işçi statüsünde değil özel ve değerli bir toplumsal görev olarak tanımlanmalıdır. Kocasının yeterli olamadığı durumlarda ev hanımlarının temel güvencesi devlet olmalı ve teşvik primleriyle evde annelik özendirilmelidir. Evlilik süresince kadınların hesabına açılan bir devlet fonunda birikim yapılması ve kamu tarafından işletilmesi, 25 yıl ve üzerinde evliliğini sürdüren kadınlara yıllık veya aylık gelir ödemeleri yapılmalıdır.

7- Kadınların istemedikleri halde çalışmak zorunda kalmamaları için, çalışan erkeklerin maaşlarında eşi çalışmıyor ise yüksek aile ve çocuk yardımı ödemeleri olmalıdır. Bu rakamlar sembolik değil anlamlı bir düzeyde verilmelidir.

8- Cumhuriyet tarihimizin 64 yılı boyunca uygulanan evlilik yaşları, 2001 yılında kabul edilen yeni Medeni Kanunla 18’e çıkarılmıştı. Bu tarihten sonra kanundaki değişikliği dikkate almayan vatandaşlarımızın bir kısmı, gelenek ve göreneklerinin etkisiyle 14-15 yaş civarı evliliklerine devam ettiler. Bunların çoğunluğu da Roman vatandaşlarımızdı. Diğerleri de genelde kırsal kesimlerde yaşayan halktan birileriydi. Önce kendi aralarında dini nikah ve düğün yaptılar, sonra da yaşları uygun olunca resmi nikahla evliliklerini sürdürdüler. Fakat bu sırada çocukları olunca hastane kayıtlarında evlilik yaşlarının düşüklüğü ortaya çıktı ve kamu adına soruşturmaya tabi tutularak haklarında ceza davaları açıldı. 7-8 yıl süren bu davalar sonunda, kızların yaşlarına göre değişmekle birlikte, 5-6 yıldan 14-15 yıla kadar hapis cezaları verildi. Yaşı kanuna göre küçük kızlarla evlenen erkekler ile bu kız ve erkeklerin babaları hapse atıldılar. Resmi nikahlı kocaları ve babaları hapse atılan kadınlar çocukları ile ortada kaldı. Devlet onlara razı mısın, senin nikâhlı kocanı sana tecavüz ettiği için hapse atıyoruz, kabul ediyor musun diye sormadı! Bu kadınlar ve çocukları dışarıda, eşleri de içeride perişan oldu. Hapishane ziyaretlerinde tecavüzcüsü sayılan kocalarıyla pembe odalarda cinsel birliktelik yaşamaları da sağlanmaya devam etti. Tecavüz, zorla alıkoyma gibi suçlar ve suçlular konu dışında olmak üzere, sırf kanundan küçük yaşta evlendiği için hayatı karartılan bu insanların, topluma tekrar kazandırılmaları gerekir. Bir trafik kazasında sarhoşken 3 kişiyi öldüren katiller 3 yıl hapis yatıp kurtulabiliyorken, Allah’ın haram saydığı zina yerine helal yoldan evlenen insanların hapislerde çürütülmesi, ne hakka ne de hukuka sığar! Bu insanları bir seferliğine de olsa affetmek ve yuvalarına kavuşturmak zorundayız. Onların gözyaşları ve bedduaları peşimizi ahirete kadar bırakmaz! Bu sorunun acilen çözülmesi, çok genç yaşta evliliklerin olmaması için de eğitim ve bilinçlendirme çalışmalarının devam etmesi gerekir.

9- Evlilik yaşının aşırı geciktirilmesi de kadın ve erkeklerin farklı şekilde gayri meşru yaşamaya başlamalarına, sapkınlıkların yayılmasına, ileri yaşlarda evlenilse de cinsel ve duygusal yönlerden uyumsuzluk, tatminsizlik gibi sorunların oluşmasına neden olmaktadır. Devletin şu anda 28 civarına yükselen evlilik yaşı ortalamasını 2o’ye yakın seviyelere indirmek için özel çalışmalar yapması gereklidir.

D- SONUÇ

Yukarıdaki görselden de anlaşılacağı üzere, İstanbul Sözleşmesi ailemize saldıran çok sayıda unsurlardan sadece birisidir. Kritik ve sembolik değeri olduğu için, iptal edilmesi son derece önemli ve güçlü bir mesaj niteliğindedir. Halkımızın beklentisi de bu adımın açıklamaya çalıştığım hususları da kapsayacak şekilde ilerlemesi ve şiddetin temel kaynağı olan sorunların çözülmesidir. Sayın Cumhurbaşkanımızın, Ayasofya Camisinin açılışından sonra aldığı en cesur ve güzel karar İstanbul Sözleşmesinin feshi olmuştur. Bu kutlu adımı diğer eksikleri de tamamlayarak taçlandırmak kendisinin ve hükumetinin tarihi bir sorumluluğudur. Zira, yukarıda saymaya çalıştığımız aile düşmanı kanun ve uygulamaların önemli bir kısmı maalesef kendilerinin iktidarında olmuştur. Diğer adımlarla birlikte, bu zararların da telafisi ve halkın değerleriyle yeniden kucaklaşma sağlanabilecektir.

Bu sıralar, iptal edilen İstanbul Sözleşmesinin yerine Ankara Mutabakatının hazırlandığı söylenmektedir. Allah şahidim olsun ki,  yukarıda saydığım sorunlar giderilmedikçe isterse MEKKE mutabakatı yapılsın, hiçbir anlamı ve hayra etkisi bulunmayacaktır. Bu yapısal düzenlemeler eksik kalırsa, İstanbul Sözleşmesinin iptali sadece halkın gazını alma ve iyice hoyratlaşan feministlere biraz ayar verme gibi anlaşılacaktır. Bizler Sayın Cumhurbaşkanımızın böyle bir ucuzluk peşinde olmadığına inanıyor ve Milletin gönlünü fethedecek yeni adımlar atacağını bekliyoruz. Yüce Rabbimiz hayırlı işlerinde yollarını dümdüz eylesin. Kendisine hayırlı, basiretli, ferasetli, adaletli danışmanlardan ve siyasilerden yoldaşlar nasip eylesin. Milletimize de her zaman hayrı ve güzelliği isteyecek iman, gayret, birlik ve beraberlik şuuru versin. Amin…

Ercan ÖZÇELİK
Türkiye Aile Meclisi Başkan Yardımcısı
Sağlık ve Sosyal Hizmet Ordusu Sendikası İstanbul Başkanı

 

Kaynaklar:

Kur’an-ı Kerim: https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-meal-2/bakara-suresi-2/ayet-120/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1 

T.C. Anayasası: https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuat?MevzuatNo=2709&MevzuatTur=1&MevzuatTertip=5

Türk Medeni Kanunu: https://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.4721.pdf

Türk Ceza Kanunu: https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuat?MevzuatNo=5237&MevzuatTur=1&MevzuatTertip=5

6284 Sayılı Kanun: https://www.mevzuat.gov.tr/File/GeneratePdf?mevzuatNo=17030&mevzuatTur=KurumVeKurulusYonetmeligi&mevzuatTertip=5

İstanbul Sözleşmesi: https://rm.coe.int/1680462545

CEDAW Sözleşmesi: https://www.tbmm.gov.tr/komisyon/kefe/docs/cedaw.pdf 

Fulbright Anlaşması: https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/KANUNLAR_KARARLAR/kanuntbmmc032/kanuntbmmc032/kanuntbmmc03205596.pdf




Başımızdaki Belaları, Aslında Biz Erkekler Çağırdık!

Hz. Musa (a.s.)’nın Rabbimize “İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah) yüzünden hepimizi helâk edecek misin?” (A’raf/155) dediği gibi, biz erkekler de başımıza gelen belaları doğru değerlendirmek zorundayız. Şayet günümüz şartlarının erkekler için bir belaya dönüştüğüne inanıyorsak ki öyle gözüküyor; bu belaların gelmesinde bizlerin de payını ve  etkisini görmemiz gerekir!

Bu yazı 3’ü 1 arada paket bir çalışmadır. #özeleştiri, #tespit ve #çözüm bölümlerinden oluşur.

Biz erkeklerin ne gibi hata ve eksikleri oldu? Dilimiz döndüğünce, aklımız yettiğince yazalım:

  1. Hanımlarımızın bizzat Allah’ın bir emaneti olduğunu unutup, hor ve hakir davrandık. Fiziksel gücümüzü bazen acımadan kullandık.
  2. Kadını önce cinsiyeti açısından gördük ve değerlendirdik. İnsani yeteneklerini, ilmini, kapasitesini algılamaya çalışmadık.
  3. Dinimizi ihmal ettik. İnandığımız gibi yaşamayınca, yaşadığımız gibi inanmaya başladık. Dinimizi işimize geldiği kadar uyguladık. Başımız sıkışınca dinden medet umduk. Ailemizde din eğitimini ve ibadetleri birlikte sürdüremedik. Çocuklarımıza ve eşlerimize güzel örnekler olamadık.
  4. Kadınlardan itaat, ilgi, hizmet beklerken olabildiğince cömert olmalarını istedik ama, bizler ise onlara karşı tam tersine cimri, kaba ve hoyrat davrandık.
  5. Başkasının eşine, kızına gösterdiğimiz saygı ve ilgiyi helalimiz olan kadınlarımıza çok gördük.
  6. Onları başkalarının yanında azarlamaktan çekinmedik. Beğenmediğimiz neleri varsa ulu orta ilan ettik.
  7. Tartışamayacak kadar haksız veya hazırlıksız olduğumuzda şiddet uygulamayı ve hakaretle karışık bağırmayı marifet bildik.
  8. Kendi yediğimiz haltlar yetmezmiş gibi, başka erkeklerin işlediği günahları örtbas etmek için yalancı şahitlikte bulunmayı arkadaşlık saydık.
  9. Yakalanmadığımız sürece her türlü gayri meşru ilişkiyi kendimize doğal bir hak zannettik. Yakalandığımızda bile üste çıkmaya çalıştık.
  10. Verdiğimiz sözleri tutmadık, önceliklerimizi koruyamadık.
  11. Kadınlarımızı koruyamadık. Bazen aile içinde kaynana, görümce, elti gibi yakınlarımızın baskı ve kötülüklerine maruz kalmalarını önleyemedik. Kışkırtma veya yalan beyanlarla dolduruşa gelip kadınlarımıza bizzat kendimiz eziyet edebildik.
  12. Kız ve erkek çocuklarımız arasında adaleti gözetmedik. Mal ve miras paylaşımında lehimize olan Allah’ın hükümlerini dahi uygulamaktan kaçındık. Kadınların paylarını vermemeyi kazanç saydık.
  13. Zina eyleminin suç kabul edildiği zamanlarda kanunları sulandırdık. Erkeklerin lehine, kadınların aleyhine maddelerle kendimize yonttuk. Zinadan ceza almayı erkekler için neredeyse imkansız kıldık.
  14. İslam’da başlık parası olmadığı halde, anne sütü, baba masrafı gibi mazeretlere sığınıp resmen kızların parayla satılmasına sessiz kaldık. Oysa mehir hakkı evlenen kız veya kadınlara aitti.
  15. Küçük yaştaki kızların, dedeleri yaşındaki adamlarla sırf zengin olduğu veya iyi bir başlık parası verdiği için nikahlanmasına engel olamadık. İslam’da küfüv hükmünü katledenlere sessiz kaldık.
  16. Erkek zina yaparsa çapkın ve elinin kiri, kadın yaparsa fa..  dengesizliğinin, sosyal hayatımızı yozlaştırmasına neden olduk.
  17. Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik bırakmayacaksın!” gibi İslam’a ve insanlığa yakışmayan söz ve davranışların hayatımıza girmesini önleyemedik.
  18. Maddi imkanlarımız biraz düzelince emektar eşlerimize ihanet etmeyi, mümkünse değiştirmeyi marifet bildik.
  19. Çocukların yetişmesinde ve ev işlerinde bütün yükü kadınlarımıza bıraktık. Yardım etmeyi, yük paylaşmayı zayıflık kabul ettik.
  20. Ticari faaliyetlerimizde kadın bedenini bir satış ve teşhir ürünü gibi kullandık. Kadınların cinsel cazibelerini öne sürerek; her türlü ürünü pazarlamayı, sekreter, satış temsilcisi, proje yöneticisi vb. hangi konumda olursa olsun dişiliğinden yararlanmayı, ucuz ve itaatkar iş gücü kaynağı olarak kullanmayı normal saydık.
  21. Kadınları kullanma noktasında, sermaye sahiplerinin ideolojisi, dini, diyaneti veya siyasi görüşü hiç fark etmedi. Kadınların hem tüketici hem de üretici tarafında sömürülmelerine aracılık ettik.
  22. Her fırsatı değerlendiren feminist örgütlerin, sinsice ülkenin yönetimini ele geçirmelerine ve çekinmeden “Kadın hareketi olarak devlet mekanizmasından daha güçlüyüz!” diyebilmelerine fırsat verdik.
  23. Güce, iktidara ve paraya kavuşunca kendimizi kaybettik. Firavunlaşan nefsimize uyduk. Etrafımızdaki insanlara ve özellikle daha aciz gördüğümüz kadınlara karşı saygısız, kibirli veya suistimal edebilmek için fırsatçı yaklaştık.
  24. Merkezi veya yerel yönetimlerde makam ve mevki sahibi olduğumuzda önce odalarımızı, arabalarımızı yeniledik. Bütçelerin eğitim, ilim ve araştırma için kullanılmasını kısıtladık veya gereksiz gördük. Ayırdığımız bütçelerin doğru yerde kullanılmasını takip etmedik. Haksız yere belli kişi ve kurumlar için rant kapısı olmasını önleyemedik.
  25. Kadınların da ilim ve irfan sahibi olabilmesine katlanamadık. İlimde cinsiyet sınırı olmadığını unuttuk. İlim ehli kadınları küçümsedik. Onlara çalışmalarını sürdürmek için fırsat vermeyi, uzmanlık alanlarında istişare etmeyi ihmal ettik. İşimize gelmediğinde haksız yere feminist veya terbiyesiz gibi yaftalar taktık. Haksızlığımızı gücümüzle örtbas etmeye, kadınları sindirmeye çalıştık.
  26. Koca, abi, baba, amca, dayı olarak muhatap olduğumuz kadınlara ve kızlara karşı sevgimizi, ilgimizi, şefkatimizi ve paramızı esirgedik. Bizden bulamadıkları için zehirli ballar sunarak istismar eden alçaklara yöneltmiş olduk. Sonra da bu duruma düştükleri için tekrar zulmettik. Hatta cinayetler işledik.
  27. Evlenmeyi zorlaştırdık zinayı kolaylaştırdık. Görgüsüzlük ve israf dolu evlenme hazırlıkları, düğün, dernek, söz, nişan gibi bir sürü külfet ve borç kapısı açtık. Bunları talep eden kız tarafı da olsa itiraz etmedik. “El alem ne der” putundan korktuk.
  28. Haksız ve anlamsız yasaklar koymayı erkeklikten saydık. Kıldan tüyden bahanelerle evlerimizde kavgalar çıkardık.
  29. Şiddeti bir yöntem olarak sadece kadınlara yönelik değil, etrafımızdaki herkese karşı kullandık. Çocuklarımız, aile fertlerimiz, yoldan geçen yabancılar bile basit bahaneler yüzünden şiddetimize maruz kaldı.
  30. Alkol, kumar ve uyuşturucu gibi kötü alışkanlıkların pençesinde hem kendimizi hem de ailemizi tükettik. Her türlü günaha bilerek girdikten sonra suçu alkole attık. Beynimizin iptal olacağını bilerek alkol kullanmaya devam ettik. Uyuşturucu, kumar ve alkole para bulabilmek için olmayacak işler yaptık.
  31. Bizden bildiğimiz ama sürekli feminist emellerine hizmet eden siyasileri de bizler seçtik! Feministler kadar birlik olamadık. Neden böyle yapıyorsunuz diye, ne sandıkta, ne de mecliste hesap soramadık. Erkeklerin bütün ülkede şamar oğlanına çevrilmesine, doğuştan sapık ve katil muamelesi görmesine, sözüm ona “muhafazakar soslu” feministlerin, erkekleri ayılardan ve kurtlardan daha hayvani bir cins gibi gösteren kampanyalarına doğru dürüst tepki veremedik.
  32. Sözde Aile Bakanlığı adı altında feminist kadın örgütlenmesinin kurumsallaşmasına, ailenin kadınlar için en güvensiz yer gösterilmesine ses çıkarmadık. Aile adı altında hoyratça erkek düşmanlığı yapılmasına, erkeğin de aile unsuru sayılarak basit bir daire başkanlığının bile kurulmamasına razı olduk.
  33. Sapık ve katil haberleri çıktıkça içimiz yandı. İdam isteriz diye sesimiz her yükseldiğinde siyasilerin gaz alıcı, gerçekleşmeyen sözlerine, oyalama taktiklerine seyirci kaldık. İdamı kaldıranların geri getirmesini sağlayamadık.
  34. Şiddet ve haksızlığa inancımız, ahlakımız ve tarihimiz gereği kesinlikle onay vermediğimiz halde, ailemizi yönetmekten, çocuklarımıza terbiye vermekten men eden yasaların neden olduğu pisliklerin faturalarının da biz erkeklere topyekun çıkarılmasına engel olamadık. Fıtrattan gelen kocalık haklarımızı ve ayrımcılığın yerine  adaleti talep ettiğimizde şiddeti övmekle suçlandık ama gereğini yapamadık.

 

Bu ve benzeri hatalarımız, ihmallerimiz ve günahlarımız kaderimizi etkiledi. Şikayet ettiğimiz, mağduru olduğumuz, haklı veya haksız sonuçlarını gördüğümüz olayları tetikledi. Nefsimize ve etrafımıza zulmedenlerden olunca, bizden daha zalimlerin zulmüyle terbiye edilir olduk.

Bunları yapınca başımıza gelen belaları kısaca sıralayalım:

  1. 1985’de Birleşmiş Milletler CEDAW Sözleşmesi imzalandı. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, kadına pozitif ayrımcılık vb. fitneler başladı.
  2. 1988’de Türk Medeni Kanunu 175. maddesine kadınlara verilen yoksulluk nafakasının süresiz ödenebileceği eklendi.
  3. 1998’de 4320 sayılı “Ailenin Korunmasına Dair Kanun” adıyla sadece kadınları gözeten, ailelerin yıkılmasını hızlandıran, arabuluculuğu kaldıran kanun yayınlandı.
  4. 2001 yılında 4721 sayılı yeni Türk Medeni Kanunu kabul edildi. Cumhuriyet tarihince 15 olan kızların evlenme yaşı 18‘e çıkarıldı. Genç evlilik mağdurları oluştu. İki tarafın yaşı da 18’den küçük olursa sadece erkekler hapse atıldı. Evlendikten 8-10 yıl sonra gelen hapis cezaları yaklaşık 8.000 aileyi parçaladı. Aile birliğinin yönetimi yani erkeğin Aile Reisliği yok edildi. Karı-Koca ifadeleri de yok edildi. Cinsiyeti ve ne idüğü belli olmayan kelimesi konuldu. Erkeklerin velayet hakları gasp edildi. Boşanma olaylarında çocukların velayeti genelde kadınlara verildi. Çocuk haczi, nafaka arttırım davası gibi süreçler fiilen adliye sisteminin, pedagog ve avukatların ballı rant kapısı oldu. Ebeveyni Yabancılaştırma Sendromu (EYS) vak’alarında patlamalar yaşandı.
  5. 2004 yılında 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunu kabul edildi. Kadınların iftira da olsa beyanları cezalandırma için esas alındı. İftira suçu sabit olan kadınlar cezadan muaf tutuldu. Yaptıkları yanlarına kar kaldı. Her bir koca, resmi nikahlı karısının potansiyel tecavüzcüsü olarak muamele gördü. Erkeklerin şeref ve haysiyetleri bir kadının dudağından çıkabilecek iki kelimeye hapsedildi.
  6. 2010 Yılında Anayasanın 10. maddesine genelde kadınlar için yapılan cinsiyetçi pozitif ayrımcılığın eşitlik ilkesine aykırı olamayacağı hükmü konuldu.
  7. 2011 yılında Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine dayanan, aile, din, gelenek ve erkek düşmanı İstanbul Sözleşmesi imzalandı ve aynı yıl içinde Mecliste onaylandı.
  8. 2012 yılında İstanbul Sözleşmesine dayalı olarak 6284 sayılı Ailenin Korunma(ma)sı ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun çıkarıldı. Aile davalarında, boşanma sayılarında, şiddet ve cinayetlerde patlamalar başladı. Erkekler sokak hayvanlarından beter şekilde muamele görmeye, evlerinden kovulmaya, eşleri aldatsa bile sessiz kalmaya zorlandı.
  9. 2014 – 2018 arasında Toplumsal Cinsiyet Eylem Planı uygulandı. Milli olamayan eğitim sisteminde, çocuklarımızın zihinleri ETCEP projeleriyle bulandırıldı. Değer ve inanç sistemleri iğdiş edildi. Sapkın derneklerin sayısında ve ahlaksız eylemlerinde anormal artışlar görüldü. Okullarda deizm ve ateizme sürüklenen nesiller peydahlandı.
  10. Kadınların çalışmaya aşırı teşvik edilmesi yüzünden, erkeklere özel işsizlik oranları yükseldi. Bebek doğumları ve toplam çocuk sayıları azaldı. Evlenme ve ilk doğum çağları otuzlu yaşlara ilerledi.
  11. Medyanın cinsiyetçi linçlerini, hukukun kadınlar için takla attırılmasını, midesi dışarıdan doldurulan Feminist ve LGBT örgütlerin yıkıcı ve bölücü faaliyetlerini falan, tek tek sayıp dökmeye gerek yok. Genel olarak yaşadığımız belalar ve sıkıntılar bu şekilde özetlenebilir.

 

Buraya kadar hatalarımızı ve başımıza gelen belaları özetle sıralamaya çalıştım. Zaman, ağlama ve sızlanma vakti değildir. Sosyal dokumuzu kurtarmak ve asgari huzur şartlarına kavuşmak için neler yapmalıyız?

Çözüm odaklı önerilerimizi de verelim ki eksik kalmasın:

  1. Sorunların çözümü sorun olduklarının kabulü ile başlar. Kendimizle ve toplumun geldiği nokta ile yüzleşmemiz gerekir. Çözüme ulaşmak için kişisel yaşantımızda değiştirmemiz gereken davranışlar, alışkanlıklar veya tamamlanması gereken eksiklerimize odaklanmamız lazım. Kişisel davranış değişikliğine giderek ailemizde huzura kavuşabiliriz. Toplumdaki ilişkilerimizi hak, adalet ve saygı ekseninde geliştirebilirsek davranış kalıplarımız da düzelecektir. Kişisel ve toplumsal gayretimizin neticesini verecek, hayırlara kapı aralayacak olan mutlak güç Allah’tır. Biz sefere çıkacağız, zaferin takdiri Allah Azze ve Celle’nin yetkisindedir.
  2. Partilere din, siyasilere peygamber gibi davranma hastalığını terk edeceğiz. Bütün meşru kanalları kullanarak haklı isteklerimizi iletecek ve takibinde ısrarlı olacağız. Şayet dikkate almazlar ise yasal haklarımızı sonuna kadar kullanarak çözüme zorlayacağız. Olmazsa en yakın seçimde yapabilecek kişilere fırsat vereceğiz.
  3. Oy verme işlemi, vatandaşla siyasetçi arasındaki hizmet sözleşmesinin imzasıdır. İmzamıza sahip çıkacak ve sorumluluklarını sürekli hatırlatacağız.
  4. Kişiler vazgeçilmez, kurumlar yıkılmaz, kurallar ve kanunlar değişmez değildir. Bunları putlaştıranlara karşı uyanık davranacağız. Siyonist ve ateist felsefenin eğitim, adalet ve yönetim yapımızı daha fazla bozmasına engel olacağız. Müfredatımızı değerlerimize uygun bir yapıya getireceğiz.Yazılı ve görsel medyada, internette hakim olan şeytani uygulamalara karşı ailemizi ve neslimizi korumaya çalışacağız.
  5. Sözleşme ve yasalar bir nevi yol  gibidir. Bozuk ve çukurlarla dolu mevzuatımızı dinimize ve kültürümüze en uygun hale getirince, eğitim ve medyadan başlayarak her cephede ıslah çalışmalarına girişeceğiz. Sapkın ve dinsiz zihniyetlerin manevi işgal izlerini temizleyeceğiz. Tıpkı Kabe’nin putlardan temizlenmesi gibi her alanda manevi temizlik harekatına girişeceğiz.
  6. Kadınlarımızı sömürmeden, ailemizdeki baş köşelerinde keyifle yaşamaları için her türlü kolaylığı sağlayacak, güzellikle teşvik edeceğiz. Evli ve aile yuvasında çocuklarını yetiştirmelerini esas alacağız. Her şeye rağmen açıkta kalan kadınlarımızı kurda kuşa yem etmeden, gerçek sosyal devlet şefkatini göstereceğiz.
  7. Kavga ve çatışmayı değil, yardımlaşma ve dayanışmayı üstün tutacağız.
  8. Diyanet teşkilatını daha verimli kullanacağız. İnsanlarımıza İslam’da kadın ve erkek olmanın haklarını ve sorumluluklarını sansürlemeden, arttırıp eksiltmeden öğreteceğiz.
  9. Evlenmek isteyen gençleri zorunlu olarak evlilik okuluna göndereceğiz. İslam’da aile hayatını, karşılıklı hak ve sorumluluklarını, İslam’da cinsel hayatın kurallarını, temel ibadetler için gerekli bilgileri eksikse öğreteceğiz. Ben biliyorum diyenleri yeterlilik sınavına tabii tutacağız. Çünkü evlenmek ciddi bir iştir. Sıradan işlere girerken dahi gösterilen özen ve hassasiyet, sonsuz bir hayatı hedefleyen evlilikten esirgenemez.
  10. Evlenen gençlere standart ev eşyası yardım paketleri ve kira desteği gibi sosyal haklar sağlayacağız. Evlilik külfetinin zinaya kılıf olmasına engel olacağız.
  11. Evlenen gençleri yalnız bırakmayacağız. İlk 2 yıl 6 ayda bir sefer, sonra 5 yıla kadar yılda bir sefer ziyaret edeceğiz. Her aile bir uzmana zimmetlenerek sosyal ve ekonomik seviyede destek takibi yapılacak. Bocaladıkları alanlarda danışmanlık hizmetini bedelsiz vereceğiz. Özel hallerde, şiddetli çatışmalarda aile merkezlerinde görüşmelere çağıracağız.
  12. Boşanma davalarında diğer mahkemeler gibi önce arabulucu şart olacak. Arabulucu ve hakem kişi tarafların karşılıklı rızayla seçtikleri aile büyüğü veya resmi aile danışmanları olabilecek.
  13. Evden uzaklaştırmanın gerektiği hallerde daha insani ve aileyi koruyan tedbirler alınacak. Gerekirse nöbetleşe ev ziyaretleri şeklinde ihtiyaçların giderilmesi, çocuklarla ilişkinin sürdürülmesi sağlanacak. Evden uzaklaştırılan kişiye kalması için geçici bir mekan veya otel parası devlet veya yerel yönetimler tarafından karşılanacak. Uzaklaştırmanın istismar edilmemesi için tedbiri devlet alacak. Evden uzaklaştırmanın kişilerin iş hayatını etkilemesine izin verilmeyecek. Anormal maddi yüklerin doğması önlenecek.
  14. Resmi izinle genelevlerde ve gayrı resmi her yerde fuhuşun yapılmasını önlemek için en sert ve etkili tedbirleri alacağız.
  15. Devleti genelev vb.  mekanlar üzerinden fuhuşa aracılık etmekten, milli piyango adıyla kumarcılıktan kurtaracağız.
  16. İdam cezasını ve kısas hükmünü geri getireceğiz. Suçu şeksiz şüphesiz sabit görülen ve haksız yere cinayet işleyen insan öldüren katillerin, çocuklara tecavüz eden sapıkların asılmasını sağlayacağız. Kısırlaştırma dahil diğer cezalarında uygulanabilmesine yol açacağız.
  17. İnandığımız gibi yaşamaya gayret edeceğiz. İnancımızla çelişen ve zarar veren ne varsa düzeltmeye çalışacağız.

Bu ve benzeri önlemleri alamazsak yandığımızın, bittiğimizin, kökümüzün kazındığının resmini göreceğiz. Asıl belayı Allah korusun Mahşer günü bulacağız. Rabbimiz bizlere tek tek soracak. Bu günahları neden işlediniz veya işleyenlere engel olmadınız diye. O korkunç hesap gününde ne şeytanların, ne onların elçisi olan LGBT sapkınları ve feministlerin, ne Avrupalı ve ABD’li dostlarımızın(!), ne parti, ne koltuk, ne de makam ve benzeri putlarımızın zerre kadar faydası olmayacak! Bizi Rabbimizin gazabından koruyacak hiç bir kuvvet bulamayacağız! Yine çaresizce O’na sığınacak ve affetmesini dileyeceğiz. O ise mutlak adaletini göstererek, kim neyi hak etmişse zerre ziyan etmeden verecek.

Kuruluşumuz aileden başladı, yıkılışımız da aileden olmasın! Hanımlarımıza kutsal Cennet yolculuğumuza yakışır şekilde davranalım. Şeytanın onları baştan çıkarmasına, hem kendilerini, hem de bizleri daha dünyadayken yakmalarına fırsat vermeyelim. O kadar çok sevelim ki, şeytanlar ve uşakları aramızı bozmaktan umudunu kessin! O kadar çok ilgi gösterelim ki, başka hiç kimsenin ilgisine muhtaç kalmasınlar.

Yüce Allah’tan bütün Müslüman kardeşlerime Cenneti dünyada yaşatan evlilikler ve eşler nasip etmesini niyaz ederim.

Amin…

 Görsel Kaynağı: https://goodmenproject.com




Gömülen Güç Kaynağımız: #Adalet

“Devletin dini Adalettir” demiş Hz. Ali (a.s.) Efendimiz. El hak doğrudur. Ne çekiyorsak, dinsizleşen adaletsiz devlet yapısının yansımalarıdır hayatımızı kabusa çeviren şeyler.

Birey olarak sizleri rahatsız eden toplumsal olay ve etkiler her ne ise, dikkat ederseniz asıl nedenlerin başında adaletsizlik geliyordur.

Dar alanda sıkışıp kalırsanız adaletsizliğin sonuçları ile yüzleşip mücadele etmek zorunda kalırsınız. Başarılı olsanız bile çok sınırlı ve geçici bir rahatlamaya kavuşabilirsiniz. Emin olunuz ki, çok kısa bir süre içinde kazanımlarınızı yerle bir edecek daha büyük veya farklı bir adaletsiz sonuç ile karşılaşacaksınız. O yüzden sonuçlar ile değil, sebepler ile mücadele etmek zorundasınız! Geriden ve tüm olayların ortak noktası nedir sorgulamasıyla baktığınızda, hepsinin merkezinde kocaman bir adalet problemini görebilirsiniz.

Adaletsiz devlet uygulamalarının her birisi, bu ortamdan beslenen veya varlığı adaletin yokluğuna bağlı olan kişilerin, birer savunma mekanizması ve oyalama taktiğidir aynı zamanda. Sizler sığ ve kısırlaşmış sorunlarla enerjinizi tüketirken, birileri haksız yere rant ve güç devşirmeye devam edecektir.

Diriliş Postası Yazarı Sayın Erem Şentürk’ün “6284 konusunda kandırılıyoruz, tuzağa çekiliyoruz” başlıklı yazısı büyük bir infiale neden oldu. Yazarın daha önce karşı olduğu kanun ve uygulamaları artık desteklediğini ilan ederek ve bir nevi feminist tayfadan nedamet dileyen ifadelerde bulunması çok yadırgandı ve tepki çekti. “Benim damadım kızımı dövecek ve bunu da duyacağım. O damadı bodrumda demir sandalyeye bağlayıp serumla yaşatarak yıllarca döverim ben mesela…” şeklindeki ifadeleri de çelişkili ve sorunlu ruh halinin gizlenemeyen yansımaları oldu.

Elbette Sayın Şentürk’ün ifade ve görüşlerine katılmıyor ve hatalı buluyorum. Ancak onun da kaçırdığı en önemli şeyin adaletsiz yönetim olduğunu fark ettiğim için, yukarıdan ve büyük resmi göstererek meramımı anlatmak istiyorum.

Türkiye’de diğer pek çok şey gibi kadın veya erkek sorunu yoktur aslında. Topyekun adalet sorunu vardır. Şimdilerde abartılarak pozitif ayrımcılığının erkek düşmanlığına ve soykırımına dönüşmesine rağmen, geçmişte sınırlı sayıda da olsa yaşanan kadın mağduriyetlerinin temelinde yine mutlak adalet eksikliği vardır.

İslam kadın ve erkek ayırmadan bütün insanlığa indirilmiş bir dindir. Hükümleri hakkıyla uygulandığında Yaratıcımız olan Allah’ın adaleti de tesis edilmiş olur. Bizler bu dengeyi önce erkekler lehine bozduk ve şimdi ise kontrolden çıkan sonuçlarıyla yüzleşiyoruz.

Mesela zina konusunu ele alalım. Zina etmek haramdır. İslam’da zina eden kişilere verilecek cezaların şiddetinin belirlenmesinde cinsiyetleri değil, medeni durumları dikkate alınır. Yani bekarlar ile evlilerin zina cezaları farklıdır. 1926 Yılında İsviçre’den ithal edilen Medeni Kanunla zina yapan erkekler için kadınlara göre ayrıcalıklar sağlandı. Zina yapan kadınlar daha katı uygulamaya ve cezaya maruz bırakıldı. Bu çarpıklık aile düşmanlarına özel bir koz verdi. Haksızlığı önlemek bahanesi ile, 1996’da erkekler için, 1998’de ise kadınlar için zina suçu maddeleri Anayasa Mahkemesi kararı ile iptal edildi. Bu durum şimdiki iktidar  tarafından düzeltileceği yerde, Avrupa Birliği uyum yasaları bahane edilerek 2004 yılında çıkarılan Medeni Kanunla tescillendi.

Sapık, katil ve psikopatlar için en önemli caydırıcı ceza idam iken, onu da kaldırarak katil ruhlu insanları adeta teşvik eder olduk. Öldürülenlerin %80’i erkekler olsa bile, kadın cinayetlerinin toplumu inciten ve korkutan sadistliğinden koruyamadık. Cezası idam olmayan suçlara karşı da ıslah edici, caydırıcı yasalar yapamadık. Masum ve mazlumların yüreklerini soğutacak cezaları veremedik.

Kadın cinayetlerini işleyenlerin büyük bir kısmının daha önce bir sabıka kaydının olmaması, bize yanlış giden bir şeylerin olduğunu, son 15 yılda patlama yapan şiddet olaylarını doğuran süresiz nafaka, çocuk velayeti ve çocuk haczi, uzun süren boşanma davaları ile, kadının tek taraflı beyanını esas alan kanunların da tetikleyici etkilerini göstermeye yetmedi. Fıtrat ve kadim geleneğimize savaş açan feminist akımların, bol yabancı fonlu kulislerine ve şamatacı feministlerin medya destekli baskısına teslim olan iktidarın acizliğini yaşadık.

Hayatımızın her alanını kuşatan sosyal ve ekonomik çevrelerden adalet çekilince ortaya çıkan canavarların saldırısı altındayız. Mesela İstanbul Sözleşmesine dayanarak çıkarılan 6284 sayılı yasa yüzünden hiç bir erkeğin şeref, haysiyet ve namusu devlet güvencesi altında değildir! Çünkü bizatihi devletin kendisi baştan tarafını belli ederek adalet diye bir kaygısının olmadığını ilan etmiştir. Her erkek, bir kadının veya kızın anlık sinirlenme ile yapacağı bir telefon çağrısından sonra, kendisini sokakta veya mapusta sapık ve psikopat olarak damgalanmış bulabilir. Masum olsa bile kendisini güvende sayamaz. Çünkü kanun ve uygulamalarımız, erkekler için İstiklal Mahkemeleri haline dönüşmüştür. “Sanıkların idamına, tanıkların bilahare dinlenmesine” karar veriliyor artık! Kadının beyanı kutsal metin, erkeğin beyanı yalan rüzgarı hükmündedir.

Terk edilmiş su kanallarının böcek ve fare istilasına uğraması gibi, kanunlarımızdan adalet çekilince aile ve insanlık düşmanı görüşler hakim oldu. Her hangi bir babanın kızını veya eşini zina ederken yakalamak bir yana, sözlü olarak men etmesi dahi şiddet kapsamına giriyor. Allah’ın erkeklere ayetle vermiş olduğu görev ve yetkiler yok sayılıyor. Dinin ve toplumun geliştirdiği temel kadın ve erkek rollerine savaş açılıyor.

Adaletin yokluğu sadece sosyal konularda değil, ekonomik alanlarda da kendisini gösteriyor. Gelir dağılımı dengesizliklerinden, akraba kayırmacılığı ve liyakatsiz atamalara varıncaya dek, hayatın her alanında adaleti yeniden tesis etmemiz gerekir. Aile, ekonomi ve diğer toplumsal sorunların temelinde adalet yokluğu ve güvencesizliği yatmaktadır.

Osmanlı Cihan Devletinin ve onun dayandığı kadim İslam Medeniyetinin en önemli özelliği adalette zirve olmalarıdır. Sorumlu ve yetkili olarak seçilen yöneticilerimiz, adaleti tesis etmedikçe, tabelalarında ironik bir şaka gibi eğreti ve komik kalacaktır. Bütün mevzuatımıza Avrupa veya ABD’li dostlarımız (! bakınız Bakara-120) ne der diye çekinmeden; Yüce Allah ne der, Sevgili Peygamberi neyi emreder, kaygısıyla sil baştan göz atmalı ve gayri Müslimlerin de huzur duyarak tabi olacakları ADİL bir hukuk düzeni kurmalıyız!

Yüce Allah, o günleri yeniden görmeyi ve yaşamayı Aziz Milletimize nasip eylesin. Amin…

Ercan ÖZÇELİK
Sağlıkçı, Eğitimci, Yazar
Aile Meclisi Yönetim Kurulu Üyesi – Kartal İlçe Başkanı
www.ercanozcelik.com

 

Görsel Kaynağı: https://www.risalehaber.com




Kavgada Üstümüze Yok! Sevişmeyi Bilmiyoruz!

Şehvet duygusu ve hazzı, özellikle erkekler için Cennetten dünyaya indirilmiş olan nimetlerin başında gelir. Açlık, susuzluk, barınma gibi temel ihtiyaçlardan hemen sonra harekete geçiren esas güç kaynaklarındandır.

Baba olmak, bir kadının sorumluluğunu taşımak, başkaları için ömür boyu çalışmak gibi fedakarlıkların, üzerinde geliştiği temel duygu şehvettir. Aile kurulduktan sonra, saf nefsani yapıdaki şehvet duygusu gelişir ve babalık sevgisi, merhamet, eşiyle arkadaşlık gibi yan dallar çıkarır ve zenginleşir.

Yüce Allah, kadınla erkeği birbirine muhtaç ve ekip olmaya mecbur şekilde yaratmıştır. Tek başına bir kadın, hiç bir zaman erkeğinin eksikliğini tam olarak gideremez. Aynı şekilde, erkekte hayatından karısı çıktığında hiç bir zaman mükemmel bir forma ulaşamaz. Asıl olan birlikte olmalarıdır. Bekar kalan veya kalmayı tercih eden kadın ve erkekler, aile olmanın sorumluluğunu taşımaktan çekinen, kendisiyle ilgili özgüven veya sağlık sorunları bulunan ve cinsel yönlerini körelten kişilerdir. İyi ve mutlu olabilirler ama mükemmel olamazlar. Her zaman bir parçaları eksik ve gelişmemiş kalır.

Yaratılış olarak, kadınla erkeğin birbirlerine üstünlüğü yoktur. Görevleri gereği verilen yetenekleri ve sorumlulukları vardır. Erkeğin koruma, besleme, yönetme gibi sorumlulukları; güçlü, kuvvetli, mantıklı, iradeli ve kararlı olmasını gerektirir. Kadının çocuk büyütme, yuva kurma, eşine yarenlik etme gibi sorumlulukları da merhametli, sabırlı, duygusal, algı ve iletişimi yüksek, sempatik ve esnek olmasını gerektirir. Bu roller ve yetenekler yaratıcımız olan Yüce Allah tarafından tayin ve dizayn edilmiştir. Birbirini mükemmel bir madalyon gibi tamamlayan kadın ve erkeğin fıtratına uymayan gelişmeler, birliklerini bozar ve kaosa neden olur. Kavga ve tartışmanın hakim olduğu yerde, ne huzur ne de birlik kalır. Bu inceliği fark eden insanlık düşmanları, kadın-erkek ve aile birliğini yıkabilmek için CEDAW ve İstanbul Sözleşmesi gibi hain projelerle saldırmaya devam etmektedir.

Hepimiz sanki diken üstünde yaşıyoruz! Her an kavga etmeye hazırız. Büyük bahanelere de gerek yok. Yemeğin tuzundan, pantolonun ütüsüne kadar, bir sürü neden bulabiliriz. Kadınlar, iletişimdeki ustalıklarını çözüm üretme konusunda sakınabiliyor, çatışmayı körükleyen tavırlara girebiliyorlar. İdare etme ve huzuru sağlamada olan üstünlüklerini esirgediklerinde, sıcacık yuvalarda kutup yelleri esmeye başlıyor! Erkekler ise, beyin ve iletişim gücüyle baş edemedikleri kadınları, kas gücüyle sindirmeyi marifet biliyor. Kendimizi anlatmaktan ve karşımızdakini ikna etmekten aciz kaldığımızda, hemen tartışmaya, hakarete veya şiddete yöneliyoruz.

Artık şunu anlamamız gerekir. Kadın ve erkeğin kalesi, kutsal mekanı, huzur kaynağı ve ahirete hazırlık durağı evidir, ailesidir. Bu kaleyi yıkmak isteyen, CEDAW, İstanbul Sözleşmesi, 6284 sayılı Kanun gibi yasal güvenceleri de arkasına almış bulunan sırtlanlar, bizleri yuvamızdan koparmak ve yok etmek için dört gözle fırsat kolluyorlar. Yöneticilerimizin bu konulardaki gaflet ve dalaleti, onların iştahlarını daha da kabartıyor ve gün geçtikçe hırçınlaşıyorlar. Allah’ın açıkça lanetlediği ve Lut Kavmini helak ettiği sapkınlığı yaşayan ve teşvik edenleri, kınamaktan dahi aciz bırakılıyoruz! Toplumsal Cinsiyet Eşitliği adı altında hayasızlığın özgürlüğünü istiyorlar. Biraz karşı çıkınca Nazi Subayı gibi insanlık düşmanı, homofobik yaftalarına maruz kalıyoruz.

Aile etrafında büyük tehlike ve oyunlar dönerken, bizler elimizin altında olan değerlerimizi, imkanlarımızı kullanmaktan aciz kalmışız. Aşk ateşlerimiz sönmeye yüz tutmuş, ufak bir yağmurda veya rüzgarda dağılmaya namzet haldeyiz.

Karı koca arasındaki iletişimin zirvesi cinselliktir. Öfkelerin yağ gibi eridiği, sevgilerin dağ gibi büyüdüğü şifalı bir etkileşimdir. Bu şifa ve sevgi pınarından ne kadar faydalanabilecekleri kendilerine ve becerilerine kalmıştır. Bir çoğumuz bu şifa kaynağının üzerine toprak atmış gibi yaşıyoruz. Muhteşem bir gala gösterisi olması gereken cinsel hayatımızı düşük bütçeli, ruhsuz, yasak savar, rutin etkinliklere çevirmişiz.

Kadınların anlaması ve dikkat etmesi gereken önemli bazı hususlar var. Aile huzurları ve gelecekleri için bunları görmeleri lazım. Yazıya girerken erkeklerin şehvet duygusuyla boşuna başlamadım. Erkekler için önemini ve etkisini vurgulamak istemiştim. Normal sağlıklı erkeklerin düzenli olarak şehvet ihtiyaçlarını gidermeleri gerekir. Ailesinde helal dairesinde cinselliğini güzelce yaşayabilen erkekler, gerçekten nasipli ve mutlu sayılırlar. Erkeklerine sahip çıkan, onları kurda kuşa yem etmeyen, haramlardan güzellikle sakındıran kadınlarımızdan Allah razı olsun. Cinsel yönden mutluluğu sürekli olan erkeklerin farkı, dış dünyanın yıpratıcı etkilerine karşı yüksek mukavemetlerinde, hayata pozitif bakmalarında, ailelerine bağlılıklarında, rızıklarını kazanmadaki gayretlerinde ortaya çıkar. Mutlu olan erkekler, mutlu etmek için ellerinden geleni yaparlar. Daha çok çalışırlar, daha anlayışlı ve sevecen olurlar.

Ailesinde cinsel mutluluğu ve tatmini normal sınırlar içinde bulamayan erkekler, sürekli aç gezen diyetteki insanlar gibidir. Her an diyetini bozmaya “kaçak et” peşine gitmeye namzettir. Mutlu olamadığı evine ve ailesine bağlılığı düşer. İlgisi  ve gayreti azalır. Sürekli nefsi ve ahlaki çatışma içinde olduğu için huzursuz ve gergin olur. Şehvetinin peşine gitmek isterken, dini korkuları ve toplumsal çekinceleri onu engeller. Bazen de engel olmaya yetmez. Bu sefer günaha düşmenin pişmanlığı ve utancı ile ruhsal çöküntü yaşar. Vicdanına sözler verir bir daha olmayacak diye, ama şehvetinin yükselen dalgalarına bir süre sonra yine dayanamaz ve böyle bir döngü içinde sıkışıp kalır. Porno bağımlılığı, bir ara çözüm veya kronik rahatsızlık olarak erkeklerin büyük bir kısmını etkisi altına almıştır. Cinsel uyaranların günlük hayatta ve internet gibi sınırsız medya içinde, yoğun bombardımana aldığı erkeklerin, kendilerini muhafaza edebilmesi oldukça zordur.  Sağlam bir iman ve irade gerektirir.

Kadınların, kocalarına kendi evlerinde cenneti veya cehennemi yaşatabilme güçlerinin olduğunu unutmadan davranmaları gerekir. Bu muazzam güç, onlara büyük bir sorumluluk yükler. Kadınların cenneti veya cehennemi kazanmaları, erkeklere nazaran çok daha kolaydır. Sevgi ve şefkat kahramanı kadınlarımızın kocalarına sahip çıkması, onların kendi yuvalarında cinsel huzurun ve doyumun zirvelerine birlikte çıkabilmeleri için yol göstermesi, yönlendirmeleri gerekir.

Erkeklerin büyük bir çoğunluğu, kadınların cinsel potansiyelini ortaya çıkarmayı, onların da gönüllü katılımını arttırmayı bilmiyor. Bu yüzden büyük bir aşkla başlayan evlilikler zamanla monoton ve renksiz bir hayata evriliyor. Aşk bitiyor denilen aslında sevginin ve cinselliğin gelişememesi halidir. Aşk duygusu ve tutkusu tıpkı bir uzay mekiğinin dünyadan ayrılması gibi, ilk ve yoğun enerjiyi sağlıyor. Ama uzaya çıkmakla iş bitmediği için, kalkıştaki yakıt kapsüllerinin ayrılması ve uzay ortamına uygun yakıtların devreye alınması lazımdır. Yoksa başıboş bir halde uzayda sürüklenme veya yer çekimiyle dünyaya geri düşme yaşanır. Evlilik hayatının sevgi kaynağı, cinsel mutluluk, yaşantılar ve gönüllü ilgi ve hizmetlerle beslenir. Cinsellik zayıfladığında kötüye gidiş başlar.

Erkekler cinselliği genellikle pornodan, bir kısmı da haram cinsel birlikteliklerden öğreniyor. Daha doğrusu öğrendiğini sanıyor. Gördüğü şeyler kadını insanlıktan çıkaran, bir et yığınından farklı göstermeyen, sadist, tek taraflı bir bakışın eseri olduğu için, gereksiz ve yanlış bir beklenti içine giriyor. Gördüklerini uygulamaya kalktığında ters tepiyor, kendi psikolojisi de bozuluyor. Kadın ve erkeğin cinsel birlikteliği mekanik bir sığlıktan çok daha ötede, iki enerji vücudunun birleşmesi ve her seviyede şifalı muhteşem bir alış verişin yaşantısıdır. Cinsel birliktelikte çok çeşitli kanallar kurma imkanı varken, çiftlerin bilgi ve beceri eksikliği tek kanal siyah-beyaz görüntüden daha öteye gitmelerine engel olabilir. Erkeklerin en büyük yanılgısı, cinsellikte kendilerini baskın ve söz sahibi görmeleridir. Şehvetlerinin yüksekliği ve hassasiyeti onlara bu duyguyu verir. Halbuki erkeğin cinsel ilişkiden alacağı zevkin ve mutluluğun, kadının olaya katılmasıyla doğrudan ilgisi vardır. Cinsellik ancak iki taraflı aktif katılım ve istekle zirvelere çıkabilir. Bir tarafın gereksiz baskınlığı veya tembelliği olaya sabotajdan başka bir katkı yapmaz. Kadınları dinlemek, sabırla ve sevgiyle yaklaşmak, potansiyellerini paylaşmaları için güzellikle teşvik etmek gerekir.

Cinsel yönden sorunlu evliliklerde, erkekler kadınların cinsel gücünü bilmez ve yönetemez. Kadınlar da küskün, bıkkın, bezgin, tatminsiz ve yasak savmacı tavırlar geliştirirler. Erkeklerin önce kadınlarını tanımaları, onları dinlemeleri, konuşmaya teşvik etmeleri ve uyarılarına utandırmadan  olumlu karşılık vermeleri gerekir. Karı ve koca arasındaki helal daire, çok geniş ve saklı hazinelerle doludur. Haramlığı sabit zamanlar (aybaşı gibi) ve fiiller (livata gibi) dışında, keşfedilecek yeni zevkleri ve mutlulukları birlikte bulabilmeleri için, önce sansürsüz iletişim kurabilmeleri ve tam güven içinde hissetmeleri lazımdır.

Kadınların en güçlü cinsel organları beyinleridir! Erkeklerin önce orayı keşfetmesi, kadınların kendilerini olaya dahil etmesini sağlamaları gerekir. Erkekler çoğu kere farkına varmaz ama, aslında kadınlar her zaman algıları açık ve duyguları hazır olabilecek yeteneğe sahiptir. Erkekler sonuca, kadınlar sürece değer verir. Olayın gelişimi ve yaklaşım üslubu önemlidir. Eve girdiğinden itibaren, erkeğin her tavrı ve sözü yaşanabilecek olayları olumlu veya olumsuz etkiler. Akıllı erkekler eşlerini küçük jestler ve sürprizlerle cinsel güzelliklerini sergilemede daha gönüllü olmaya yönlendirirler. Küçük bir jestle büyük mutluluklara kapı aralamak mümkündür. Cinsel hayatın zevklerini 20 katlı bir binaya benzetirsek, ömür boyu ilk bir kaç katta gezinmekte, çatı katına kadar çıkarak terasın keyfini çıkarmakta, karı-kocanın uyumunda ve birlikte arayışında saklıdır.

Bu konu hem çekici, hem tehlikeli, hem de lastik gibi uzatılabilir hassasiyete sahip olduğundan, burada bırakıyorum. Gelen talep ve yorumlar doğrultusunda haddimi aşmadan, hayır umarak yazmaya devam etmeye niyetliyim. Evlerimizdeki cennet ateşini güçlendirmemiz, sevgilerimizi büyütmemiz için biraz daha gayretli olmalıyız. Meşru kaynaklardan kendimizi ve ailemizi eğitmeliyiz. Özellikle kadınların kendilerini daha mutlu ve güvenli hissetmelerini sağlamalı, iletişimi açık tutmalıyız. Bizleri huzursuz edecek kadar yoğun cinsel sorunlar yaşadığımızda ise tedavi ve destek almaya açık durmalıyız.

Yüce Rabbim her Müslümana, evinde Cennet köşeleri kurabilmeyi, helal zevklere sonuna kadar varabilmeyi nasip eylesin.

Amin…

 

 

Görsel Kaynağı: https://compasswholehealth.com

*** Katkı ve desteğinden dolayı SÜCED (Sağlıklı Üreme ve Cinsel Eğitim Derneği) Başkanı  Sayın Jinekolog Opr. Dr. Ünzile GİRİŞGİN’e çok teşekkür ederim.




Milletimizin Kaynağı Ailemiz, İşte Böyle Yok Ediliyor!

Takdim

Bir parça aklı ve vicdanı olan herkesin üzerinde anlaştığı bir gerçek var:

Ailemiz yok oluyor!((Yazı görseli: https://www.kisspng.com/png-immediate-family-essay-divorce-child-relationship-835963/))

Aile yapımız çöküyor!

Ahlak anlayışımız değişiyor ve bozuluyor!

Kültürel değerlerimiz unutuluyor, karma ve ne idüğü belirsiz melez yaşantılar gelişiyor!

Bu yozlaşmaların hiçbirisi sıradan ve tesadüfi değil! Yüzyıllık planların, ölçülüp biçilen hain projelerin ve şeytani kaynaklardan beslenen yatırımların sonucunu yaşıyoruz.

Şikayet ettiğimiz ve bozulduğumuz her bir konu, diğerleri ile ilişkili ve sistematik bir harekatın parçasıdır. Bu yüzden resmin genelini görmeli ve hiçbir işe yaramayan günübirlik pansuman tedbirlerle vaktimizi ve neslimizi tüketmemeliyiz.

Bu yazılar derlemesi ile, büyük resmi ve sorunların arasındaki ilişkiyi göstermek istiyorum. Yazıları konu başlıkları halinde ayırdım. Şüphesiz eksiklerim ve hatalarım vardır. Bunlar için Yüce Rabbime sığınır, incittiğim kulları olursa aflarını dilerim. En üstte bulunan içindekiler tablosundan ilgilendiğiniz  başlıklara tıklayarak kolayca ulaşabilirsiniz.

Aile Nedir? Aile Tipleri ve Benzer Yaşantılar Nelerdir?

Aile nedir?

Aile, biyolojik ilişkiler sonucu insan türünün devamını sağlayan, toplumsallaşma sürecinin ilk ortaya çıktığı, karşılıklı ilişkilerin belirli kurallara bağlandığı, o güne dek toplumda oluşturulmuş maddi ve manevi zenginlikleri kuşaktan kuşağa aktaran, biyolojik, psikolojik, ekonomik, toplumsal, hukuksal ve benzeri yönleri bulunan toplumsal bir kurumdur” ((Türk Toplumunda Aile ve Eğitim İlişkisi Şenay YAPICI http://www.acarindex.com/dosyalar/makale/acarindex-1423934536.pdf))

Aileyi, toplumun büyümesini ve gelişmesini sağlayan, toplumsal özellikleri taşıyan en küçük yapısal birimi olarak kabul edebiliriz.

Anne-baba ve çocuklardan oluşan en küçük aile tipine çekirdek aile, büyükanne ve büyükbaba gibi bir üst ve bazen yan kuşakların da birlikte yaşadığı aile tipine geniş aile, ölüm veya boşanma nedeniyle anne yada baba tarafının eksik olduğu aile tipine de bölünmüş aile deniliyor.

İslam ve önceki dinler açısından, ailenin kuruluşuna büyük önem atfedilmiştir. Çünkü, aileler salt dünya hayatı için değil, ölüm sonrası ebedi hayatı da kuşatan ve etkileyen yapılardır. Bu nedenle, Yahudi evlilikleri Haham gözetiminde, Hristiyan evlilikleri papaz/rahip yönetiminde, Müslüman evlilikleri de Müslüman şahitlerin (2 erkek veya 1 erkek + 2 kadın) huzurunda nikah kıyıldığında meşru kabul edilmektedir. Dini nikahta diğer şartların yanı sıra, aleniyet gereği de bulunmaktadır.

Medeni kanun açısından, şartları uygun olan tarafların, nikah kıymaya yasal yetkili memurlar ve şahitler (2 erkek veya kadın) huzurunda nikah kaydı yapılmaktadır. “Evlendirme memuru; belediye bulunan yerlerde belediye başkanı veya bu işle görevlendireceği memur, köylerde muhtardır. Bakanlık, il nüfus ve vatandaşlık müdürlüklerine, nüfus müdürlüklerine, il ve ilçe müftülüklerine ve dış temsilciliklere evlendirme memurluğu yetkisi ve görevi verebilir.”((Evlendirme Yönetmeliği Madde-7 https://mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/3.5.859747.pdf))

Nikah akdinin dini, sosyal ve yasal faydaları ile birlikte sorumlulukları da paket halinde gelmektedir. Evlilik hayatının düzenli ve sorumlu ritmine girmeden, sadece şehvet ve diğer hizmetlerinden faydalanmak isteyenler, kendilerine süre ve kişi sınırlaması koymaksızın özgürce (!) yaşamak isteyenler, nikahlı aile birlikteliğinden kaçınmaktadır. Futbolcu ve sanatçı gibi ahlaksızlık misyonerliğine soyunan, yozlaşmış kişilerin öncülüğünde metres hayatı, dost tutma, sevgili olma vb isimler altında yaşanan her türlü beraberliğe aile denilemez. Evliliğe yanaşmadan, sırf cinsel beraberlik için yaşayanların durumuna aile denilmesi, fiili durum yapmalarına rağmen uygun değildir. Çünkü aile olmanın diğer vasıfları eksik kalmıştır.

Aslında evlilikten kaçınarak birlikte yaşayan veya takılan kişilerde batıl ve sınırlı bir anlaşma içine girmiş oluyor. Cinsellik ve kişisel hizmet gibi faydaların karşılığında sunulan maddi imkanlar, bu anlaşmaların genel çerçevesini oluşturuyor. Cinsel partnerlik denilen şey sınırlı ve sanal bir faydalanma sözleşmesidir. Bu tür ilişkilerde doğal olarak zararlı çıkan ve kullanılan tarafa genelde kadınlar oluyor. Cinsel çekimi ve cazibesi kalmayıncaya kadar sürebilen bu ilişki hallerinde çocukların durumu, ekonomik ve hukuksal güvence daima bıçak sırtı sorunlu bölge olmuştur. Her ne kadar modern ve geniş (!) bir ahlak anlayışı, toplumda yayılmaya başlasa da, partnerler hakkında çoğunluk nezdinde görülen ahlaksız yaşam imajı, sosyal dışlanmalarına ve depresif bir hayat sürmelerin neden olmaktadır.

Gayri meşru ve aile dışı yaşam şekilleri, insanlık tarihi boyunca olmasına rağmen, aile ve toplum düzenini son 50-60 yılda bozdukları kadar yaygınlaşmamıştı. Çünkü, eskiden açıkça hor ve hakir görülen bu tarz birliktelikler, artık İstanbul sözleşmesi ve bağlı yasalar nezdinde kabul görmeye başlanmış ve bir kanser gibi toplum içerisinde yayılma eğilimi göstermiştir. Avrupa’da evlilik dışı doğan çocukların oranları bazı ülkelerde %58‘e dayandı.((Avrupa’da evlilik dışı doğan bebeklerin sayısı artıyor https://tr.euronews.com/2018/04/16/avrupa-da-evlilik-d-s-dogan-bebeklerin-say-s-art-yor)) Buna karşılık, güçlü aile yapımızla övündüğümüz ülkemizde bile evlilik oranları giderek düşmeye başladı! Felaket kapımızda değil, evimizin içinde artık!((https://tr.euronews.com/2019/02/14/turkiye-de-evlenme-orani-dusuyor-avrupa-ulkelerinde-durum-ne))

 

İslam’da Aile Yapısının Bazı Temel Esasları

Dilediğini, dilediği şekilde yaratmaya muktedir olan Yüce Rabbimiz, insan neslinin çoğalması için Hz. Adem (a.s.) ve Hz. Havva anamızla başlayan meşru aile yapısını, temel kurum olarak ihdas etmiştir.

İslam’da aile kavramı ile ilgili herkesçe malum bulunan, çok sayıda ayet-i kerime ve hadis-i şerif bulunmaktadır. Bilinenleri tekrar etmek yerine, bazı temel kavramlar ve dayanakları şeklinde kısaca bahsetmek ve işin doğrusunu hatırlatmak yeterli olacaktır.

Bizleri ve sayısına vakıf olamadığımız nice alemleri yaratan Yüce Rabbimiz; hakkımızda olabilecek en iyi, en ideal, en doğru hükümleri ilan etmiş ve Peygamberleri ile pratik hayata yönelik eğitimini verdirmiştir. Bu açıdan, en son ve en mükemmel din olarak İslam, Yüce Allah‘ın kelamını barındıran ve koruması altında hatasız kalabilen kitabımız Kur’an-ı Kerim, Peygamberlerin en sonuncusu ve en sevgilisi Hz. Muhammed (s.a.s.) değişmez kaynaklarımızdır. Mü’minler olarak mihenk taşımız bunlardır. Bunlara uymayan altın veya elmas olsa kıymeti yok, uyanlar ise cam parçası da olsa değeri çoktur!

 

 

Evlilik Allah’ın Emri, Peygamber’in (s.a.s.) Sünnetidir!

Aranızdaki bekarları, kölelerinizden ve cariyelerinizden elverişli olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah, (lütfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir.” (Nûr- 32)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf))

Evlilik çağına gelinceye kadar yetimleri (gözetip) deneyin, eğer onlarda akılca bir olgunlaşma görürseniz hemen mallarını kendilerine verin…” (Nisa-6)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf))

Bu ayetten de anlaşılacağı üzere; evlilik için gerekli olan bir olgunlaşma, sorumluluk taşıyabilme çağı vardır. İslam dini aybaşı hali olmadan, yani kadınlıkla ilgili fiziksel gelişimi ve sorumluluk alabilecek zihinsel olgunluğu sağlanmadan evlilik ve cinsel birlikteliği yasaklamıştır. İslam dininin temel dayanağı olan Kur’anı Kerim ve Allah’ın “ismet” sıfatı ile korumasına aldığı Sevgili Peygamberimiz eksik ve hatalardan münezzehtir. Eksik ve hatalı olabilen Müslümanlar ve onların uygulamalarıdır!

Peygamber Efendimiz: “Sevgi dolu, doğurgan kadınlarla evleniniz. Çünkü ben kıyamet gününde peygamberlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim” (Ebu Davud, İbn Hanbel)((https://hadislerleislam.diyanet.gov.tr/?p=kitap&i=4.0.46)) ve
” Kişi evlendiğinde dinin yarısını tamamlamıştır. Diğer yarısı için de Allah’tan korksun!”
(Beyhakî, Şuabü’l-îmân)((https://hadislerleislam.diyanet.gov.tr/?p=kitap&i=4.0.46))gibi sözleriyle evlilik kurumunun gerekliliğini ve neslin devamının sağlanmasını, açıkça ifade buyurmuştur.

 

 

Cinsel İhtiyaçları Gidermek ve Çocuk Sahibi Olmak İçin Tek Meşru Çatı Nikah Birlikteliğidir!

Zina etmek ve zinaya yaklaşmak açıkça HARAMDIR! “Zinaya yaklaşmayın. Zira o, bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur.” (İsrâ-32)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf))

Hatta, daha önce zina ettiği bilinen kişilerle iffetli Müslümanların evlenmesi gerektiği belirtilerek; iffetli olmanın, iffetini korumanın önemi vurgulanmıştır!   “Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenmez; zina eden kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan erkek evlenir. Bu, müminlere haram kılınmıştır.”  (Nur-3)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf))

“Evlenme imkânını bulamayanlar ise, Allah, lütfu ile kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar…” (Nur-33)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf))

“Gençler! Evlenme imkanı bulanınız evlensin. Çünkü evlenmek, gözü haramdan çevirmek ve iffeti korumak için en iyi yoldur. Evlenme imkanı bulamayanlar da oruç tutsun. Çünkü orucun şehveti kesme özelliği vardır. “ (Buhari)((https://hadislerleislam.diyanet.gov.tr/?p=kitap&i=4.0.46))

 

 

Evlilikte Aile Reisi Erkektir! 

Allah-u Teala erkeği ailesinin yöneticisi ve ihtiyaçlarının giderilmesi ve korunmasından sorumlu kılmıştır. Yetki ve haklar aile reisliği kavramı içinde dengeli şekilde verilmiştir.

Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkekler kendi mallarından harcamakta (ve ailenin geçimini sağlamakta)dırlar. İyi kadınlar, itaatkârdırlar. Allah’ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da “gaybı korurlar…” (Nisa-34)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf))

Allah’ın sizi, birbirinizden üstün kıldığı şeyleri (başkasında olup da sizde olmayanı) hasretle arzu etmeyin. Erkeklerin de kazandıklarından nasipleri var, kadınların da kazandıklarından nasipleri var. Allah’tan lütfunu isteyin; şüphesiz Allah her şeyi bilmektedir.” (Nisa-32)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf))

Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…” (Tahrim-6)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf))

Ailene namazı emret; kendin de ona sabırla devam et…” (Tâhâ-132)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf))

“Hepiniz sorumlusunuz ve hepiniz gözetiminizde bulunanlardan mes’ulsünüz. Yönetici sorumludur. Evin erkeği, aile efradından sorumludur. Evin hanımı da kocasının evinden ve çocuklarından sorumludur. Hülâsa, hepiniz sorumlusunuz ve hepiniz gözetiminizde bulunanlardan mes’ulsünüz.” (Buhârî, Cum’a, Müslim, İmâre)((https://webdosya.diyanet.gov.tr/hadis/UserFiles/Document/riyazussalihin_cild_2.pdf))

 

 

Saliha Bir Kadın, Ailesinin En Değerli Hazinesi Hükmündedir!

Ey Peygamber! İnanmış kadınlar, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek, iyi işi işlemekte sana karşı gelmemek hususunda sana biat etmeye geldikleri zaman, biatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” (Mümtehine-12)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf))

Mümin kadınlardan iffetli olanlar ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar da, mehirlerini vermeniz şartıyla, namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helâldir…” (Maide-5)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf))

Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. (Yüz ve el gibi) görünen kısımlar müstesna, zînet (yer)lerini göstermesinler. Başörtülerini ta yakalarının üzerine kadar salsınlar…”  (Nur-31)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf))

Dünya nimetlerle doludur. Onun en gözde nimeti de saliha kadındır.” (Müslim, Radâ)((https://webdosya.diyanet.gov.tr/hadis/UserFiles/Document/riyazussalihin_cild_1.pdf))

 

 

Kadına Gereken Değeri İslam Dini Vermiş ve Bunu Sürdürmekle Emretmiştir!

Ey iman edenler! Kadınlara zorla vâris olmanız size helâl değildir. Apaçık bir edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğinizin bir kısmını ele geçirmeniz için de kadınları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (biliniz ki) Allah’ın hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz.” (Nisa-19)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf))

Eğer karı-kocanın arasının açılmasından endişe ederseniz, erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. İki taraf (arayı) düzeltmek isterlerse, Allah da onları uzlaştırır. Şüphesiz, Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdardır.” (Nisâ-35)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf))

“İnsanlar, kadınlara iyi davranmanızı tavsiye ediyorum. Çünkü onlar, sizin himayeniz altındadır; bunun dışında bir tahakküme hakkınız yoktur. Şayet apaçık bir iffetsizlik yapacak olurlarsa onlarla yataklarınızı ayırın ve kendilerini hafifçe dövün. Eğer (iffetsizlik durumundan vazgeçerek) sizi dinlerlerse artık onları hırpalamaya bahane aramayın (daha ileri gitmeyin). Şunu bilin ki, sizin kadınlar üzerinde haklarınız olduğu gibi, kadınların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin onlardaki haklarınız, yatağınızı yabancılardan korumaları, müsaadeniz olmadıkça hoşlanmadığınız kimselerin evinize girmesine izin vermemeleridir. Onların sizin üzerinizdeki hakları ise kıyafetleri ve beslenmeleri konusunda gerekeni en güzel biçimde yapmanızdır.” (Tirmizî, Radâ)((https://webdosya.diyanet.gov.tr/hadis/UserFiles/Document/riyazussalihin_cild_1.pdf))

Muâviye b. Hayde (ra) anlatıyor:
–Yâ Resûlallah (s.a.s.), hanımlarımızın bizim üzerimizdeki hakkı nedir, diye sordum.
–Yediğinden ona da yedirmek, giyindiğin gibi onu da giydirmek. Ayrıca yüzüne vurma, onu kötüleme, bir de darılıp ayrı yatmaya mecbur kaldığında bunu sadece evinde yap, buyurdu. (Ebu Davud)((https://webdosya.diyanet.gov.tr/hadis/UserFiles/Document/riyazussalihin_cild_1.pdf))

Mümin bir kimse, mümin hanımından nefret etmesin; çünkü onun bazı huylarından hoşlanmasa da diğer huylarından hoşlanabilir.” (Müslim, Radâ)((https://webdosya.diyanet.gov.tr/hadis/UserFiles/Document/riyazussalihin_cild_1.pdf))

İmanı en mükemmel mümin, ahlâkı en güzel olandır; en hayırlınız ise hanımlarına en güzel davranandır.” (Tirmizî, Radâ)((https://webdosya.diyanet.gov.tr/hadis/UserFiles/Document/riyazussalihin_cild_1.pdf))

Bakmakla yükümlü olduğu kimseleri ihmal etmesi, bir insana günah olarak yeter.” (Ebû Dâvûd)((https://webdosya.diyanet.gov.tr/hadis/UserFiles/Document/riyazussalihin_cild_1.pdf))

 

 

Birden Fazla Kadınla Evlenme Ruhsatı, Sosyal ve Biyolojik Gerçeğe Uygunluğun Gereğidir

Eğer (kendileriyle evlendiğiniz takdirde) yetimlerin haklarına riayet edememekten korkarsanız beğendiğiniz (veya size helâl olan) kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. Haksızlık yapmaktan korkarsanız bir tane alın; yahut da sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır.” (Nisa-3)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf))

Ne kadar uğraşırsanız uğraşın, kadınlar arasında adaleti yerine getiremezsiniz. Öyle ise (birine) büsbütün gönül verip ötekini (kocası hem var, hem yok) askıda kalmış kadın gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.” (Nisa-129)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf))

Sevgili Peygamberimiz (s.a.s) ümmetine örnek olması hasebiyle birden fazla evlilikte bulunmuştur. Ancak, ilk evliliğini yaptığı Hz. Hatice (r.a.) Validemiz kendisinden yaşça da büyük olmasına rağmen, vefat edene kadar başka bir kadınla nikah kıymamış ve tek eşli olarak kalmıştır.

Erkeklerin olduğu kadar, kadınların da meşru yoldan cinsel ihtiyaçlarını karşılama hakları vardır. Evli olan kadınlar, bu haklarını kullanamadıkları takdirde şikayetçi olma, tedaviye zorlama ve gerekirse boşanma gibi taleplerde bulunabilirler. Evli olduğu halde, kocası uzun süre dış görevde veya seferde olanların da, diğer ihtiyaçlarının yanı sıra,  cinsel ihtiyaçlarının karşılanması için, kocalarının belirli zamanlarda evlerine gelmesi zorunlu görülmüştür. Hz. Ömer’in,  kızı Hz. Hafsa’nın da görüşünü alarak, sefere çıkan askerlerin en geç 4-6 ay içinde evlerine izinli gitmeleri için emir verdiği rivayet edilmiştir.((Hz. Ömer’in askerlere izin vermesi http://isamveri.org/pdfdrg/D272957/2018/2018_OGTEMR.pdf))

Peki, her hangi bir nedenle evlenme yaşını geçiren ve artık evlenmek üzere genç erkekler tarafından tercih edilmeyen, eşi vefat ettiği için dul kalan veya boşanan, gençte olsa bazı rahatsızlıkları nedeniyle evlilikte tercih edilmeyen kadınların, cinsel ihtiyaçlarını karşılama hakları ne olacak? Bu insanları haram olan zinaya yöneltmekte, ihtiyaçlarını yok sayarak kalan ömürlerini tüketmeye zorlamakta, birer zulümdür. Evli erkeklerle 2. veya 3. eş olarak evlenebilecek bu durumdaki kadınların, cinsel ihtiyaçlarının meşru dairede karşılanması, sosyal çevre içinde korunaklı bir yapıya kavuşmaları, maddi ve manevi ihtiyaçlarının karşılandığı, helal ve huzurun arandığı bir hayat sürmeleri sağlanabilecektir.

Evlenen her bir kadın, ailesinin ve toplumun maddi-manevi sorumluluğundan ayrılmış ve kocasının himayesine girmiş demektir. Bekar veya dul kadınların, helal ve sağlıklı bir ortamda yaşayabilecekleri şartları sağlama sorumluluğu, görevi ve vebali öncelikle aile ve akrabasının sonrasında ise toplumun üzerindedir. Bu açıdan bakıldığında da sosyal adaletin ve refahın yükseltilmesinde çok eşliliğin doğal katkısı bulunmaktadır.

İslam dini kadınların sömürülmesini, fırsat bulunduğunda faydalanıp ortada bırakılmasını yasaklar. Kendine ve imkanlarına güvenen erkeklerin haram olan zinadan kaçınması, toplumda huzurun ve meşruluğun sağlanması için, sorumluluk şartlarına uyarak, birden fazla kadınla evliliğe cevaz verilmiştir. Bu ruhsata itiraz edenlerin itirazı anlamsızdır. Çünkü fırsatını bulan ve maddi imkanları genişleyen birçok erkeğin, haramdan kaçınma duygusu azaldığı anda, zina bataklığına düştüğü hepimizin malumudur. Sıradan insanlar için ayıplanan bu durum, zengin ve ünlüler için neredeyse normal bir hak şeklinde algılanmaya başlamıştır. Metres, sevgili, kapatma veya benzer isimlerle sömürülen kadınların, toplum içinde saygınlığı, kendileri ve çocukları için gelecek güvenceleri kalmamaktadır.

Rahatsızlıkları nedeniyle kadınlık görevini yerine getiremeyen kadınların, kocaları tarafından boşanması normal görülse de, insani değerler açısından sorunludur. Aynı şekilde, çeşitli nedenlerle dul kalmış veya yaşı ilerlemiş kadınların tek eşli evlenebilme imkanları oldukça daralmışken, kendilerine güvenli bir liman ve huzur kapısı olabilecek çok eşli evliliklerin önü açılmış olmalıdır.

Şöyle garip bir halimiz var: Yurt dışından bir  zengin veya futbolcu gibi ünlü birisi, Türkiye’ye giriş yaparken beraberinde 5-6 kadınla gelmiş olsa, onları sevgilileri şeklinde tanıtması yeterli oluyor. Hiç kimse, sen bu kadınlarla birlikte olamazsın demiyor. Ama Arap ülkelerinden bir vatandaş, turist olarak giriş yaparken, yanındaki 2. veya 3. kadını hanımı olarak beyan edince sistem error veriyor.((Arapların Türkiye’de Birden Fazla Eş Sorunu http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/peki-diger-3-esim-ne-olacak-25318482)) Kayıt bile yapamıyoruz! Fiili durumu yok sayarak, adamın helal olan hanımlarını teyze, hala vb. akrabalarıymış gibi kayıt ediyoruz. Türkiye’den ev alan yabancılar sadece beyan ettikleri 1. eşleri için oturma izni alabiliyor. Varsa diğer eşlerini getirip kendi evlerinde oturmaya müsaade etmiyoruz. Hayattan kopmak veya gerisinde kalmak, böyle bir durumdur.

Neredeyse bir ayağı çukurda olan kart zampara zenginlerin, torunları yaşlarında kızlarla birlikte olmalarına ve istedikleri hayatı yaşamalarına (18 yaşından büyüklerse) kimsenin bir şey diyebildiği yok! Bu insanların çok sayıda kadını istismar etmeleri, neredeyse meşru ve hakları gibi görülüyor. Medyada magazin gündemi yapılıyor.

Tamamen şehvet dürtüsüyle, haram ve belirsiz ilişkiler yaşamak yerine, adam gibi maddi ve manevi sorumluluğunu alarak, öz namusu bilerek, adalete mümkün olduğu kadar riayet ederek, yapılmak istenen çoklu evliliklere fırsat verilmelidir. Bizim bir şeyi yasaklamamız, fiili gerçeği ve uygulamayı değiştirmiyor. Her ne kadar çoklu evlilik yasal değilse de, imkanı ve inancı olanlar bunu kendi aralarında nikah akdi ile uyguluyorlar. Resmen kabul görmedikleri için, stres ve sıkıntı dolu bir hayat yaşıyorlar. Çocukları olduğunda ise işler daha da karışıyor. Haram ve helal kaygısı olmayanlar için, zaten her yol Paris misali, kimseyi takmadan istedikleriyle düşüp kalkmaya devam ediyorlar.

Bu konuda cevaplanması gereken sorular şunlardır: Çoklu evliliği  yok sayarak, deve kuşu gibi başımızı kuma gömüp görmezden mi geleceğiz? Yoksa daha fazla kadının istismar edilmemesi, aile ve çocukların emniyeti için kabul ederek, meşru kayıt ve denetim yoluna mı gideceğiz?

Aile kurumunun dini, sosyal, hukuksal, maddi ve manevi çok yönlü bir yapıda olduğunu en başta izah etmiştik. Aile çatısı altında karşılanması gereken meşru fayda ve zevklerin, gayri meşru yaşantılar içinde aranması modern dünyanın ve batının dayattığı en temel yozlaşmalardan birisidir. “-Bir bardak süt içmek için inek beslememe ne gerek var? Bütün inekler benim sayılır, parasını verir dilediğim ineğin sütünü içerim” sözlerinde yatan mantık buna işaret ediyor. Nikah akdi ile tek yönlü, tek amaçlı, vefasız kullanım ve sömürü yerine sağlam bir sözleşme ve kader birliği gözetilmektedir.

En son İstanbul Sözleşmesi hükümleri ve ona bağlı çıkan kanun ve içtihatlarda, nikahsız birlikte yaşama şekli de aile birliğine denk gösterilmişken, meşru dairede yapılacak ve kayıt altına alınarak, sosyal, idari ve hukuki kontrol altına girecek, çok eşli evliliklerin yok sayılması iyi niyet ve sosyal gerçekle bağdaşmıyor! Kanunlarımızda bu yönde düzenleme yapılarak fiili durumun yasal hale getirilmesi, kadın ve erkeklerin zorunlu gördükleri haller ve ihtiyaçlar sonucu girdiği bu durumdan istismar risklerinin önlenmesi gereklidir. Sağlıklı bir toplum, güçlü aile yapısına dayanır. Güçlü ailelerin sayısının artması için aile dışı birlikteliklerin önlenmesi ve çok eşli de olsa aile kurumunun desteklenmesi lazımdır.

 

Boşanma Pek İstenmeyen, Ama Taraflara Tanınan Bir Haktır!

Eğer bir kadın kocasının, kendisine kötü davranmasından, yahut yüz çevirmesinden endişe ederse, uzlaşarak aralarını düzeltmelerinde ikisine de bir günah yoktur. Uzlaşmak daha hayırlıdır. Nefisler ise kıskançlığa ve bencil tutkulara hazır (elverişli) kılınmıştır. Eğer iyilik eder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisâ-128)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf))

Kocasının yalancılardan olduğuna dair Allah’ı dört defa şahit getirmesi (Allah adına yemin etmesi), beşinci defada da eğer kocası doğru söyleyenlerden ise Allah’ın gazabının kendi üzerine olmasını dilemesi, kadından cezayı kaldırır.” (Nûr-8)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf))

İslam öncesi Arap toplumlarında kadınlar tıpkı bir eşya gibi alınıp verilebilen değersiz görülen varlıklar arasındaydı. İslam geldikten sonra Müslüman olduğu halde bazı sahabelerin eski alışkanlıklarına uyarak kadınları boşayıp tekrar nikahlamak suretiyle kısır bir döngü içinde tutabildikleri görüldü. Bu konuda gelen şikayetler sonucunda Bakara suresinin 229. ayeti nazil oldu ve erkeklerin sayısız boşama-nikahlama istismarı önlendi. “(Dönüş yapılabilecek) boşama iki defadır. Sonrası, ya iyilikle geçinmek, ya da güzellikle bırakmaktır…”((https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-meal-2/bakara-suresi-2/ayet-229/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1))

Kadınların mehir haklarının korunması ve boşandıktan sonra evlenmelerinin haram olduğu iddet müddetince geçinebilmeleri için, erkeklerin dikkatli olması ve mehirlerinde adaleti gözetmeleri yine Bakara suresinin 229. ayeti devamında belirtilmiştir. “(Evlilikte) tarafların Allah’ın belirlediği ölçüleri koruyamama endişeleri dışında kadınlara verdiklerinizden (boşanma esnasında) bir şeyi geri almanız sizin için helal olmaz. Eğer onlar Allah’ın belirlediği ölçüleri gözetmeyecekler diye endişe ederseniz, o zaman kadının (boşanmak için) bedel vermesinde ikisine de günah yoktur. Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır. Sakın bunları aşmayın. Allah’ın koyduğu sınırları kim aşarsa onlar zalimlerin ta kendileridir.”((https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-meal-2/bakara-suresi-2/ayet-229/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1))

Boşanmanın oyuncağa çevrilmemesi ve tarafların gerçekten zorunlu olmadıkça boşanma yoluna gitmemesini sağlamak adına, tekrar evlenmek isteyenlerin önüne ağır bir şart konulmuştur: “Eğer erkek karısını (üçüncü defa) boşarsa, kadın, onun dışında bir başka kocayla nikahlanmadıkça ona helal olmaz. (Bu koca da) onu boşadığı takdirde onlar (kadın ile ilk kocası) Allah’ın koyduğu ölçüleri gözetebileceklerine inanıyorlarsa tekrar birbirlerine dönüp evlenmelerinde bir günah yoktur. İşte bunlar Allah’ın, anlayan bir toplum için açıkladığı ölçüleridir.” (Bakara-230)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf))

Yüce Allah’a en sevimsiz gelen meşru işlerden biri, boşanmadır.” (Ebu Davud, İbn-i Mace)((https://hadislerleislam.diyanet.gov.tr/?p=kitap&h=bo%C5%9Fanmad%C4%B1r&i=4.1.163&t=0))

Boşanma yetkisi (talak hakkı), temel olarak kocaya ait olmakla birlikte, nikah sırasında veya sonradan 3 talaktan birisi kadınlara verilebilir. Nikah şartı olarak bunu isteyen kadınlar ayıplanamaz. Boşanma hakkı bulunmayan kadınlar da geçimsizlik veya aile görevlerinde yetersizlik nedeniyle ayrılmak isteyebilirler.  Kocalarını boşanmaya razı etmek için, varsa kendi mallarından bir kısmını veya bir miktar parayı ödeme yoluna da gidebilirler. Sonuç olarak, nikahla kurulan aile birlikteliği, kadın ve erkekler için bir tuzak veya kapan değil, ebedi aleme kadar sürecek bir yolculuktur. Asıl olan, bu yolculuğu sürdürmek için sabretmek ve dayanışmaktır. Buna imkan kalmadığı hallerde ise, en güzel şekilde yolları ayırmak ve tarafların rızasını aramak gerekir.((https://hadislerleislam.diyanet.gov.tr/?p=kitap&i=4.0.170))

 

 

Boşanan Kadınların Hakları Belli ve Tanımlıdır!

Kendilerine mehir tayin ederek evlendiğiniz kadınları, temas etmeden boşarsanız, tayin ettiğiniz mehrin yarısı onların hakkıdır. Ancak kadınların vazgeçmesi veya nikâh bağı elinde bulunanın (velinin) vazgeçmesi hali müstesna, affetmeniz (mehirden vazgeçmeniz), takvâya daha uygundur. Aranızda iyilik ve ihsanı unutmayın. Şüphesiz Allah yapmakta olduklarınızı hakkıyla görür.” (Bakara-237)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf))

Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınızda, onları iddetlerini gözeterek boşayın ve iddeti de sayın. Rabbiniz Allah’tan korkun. Apaçık bir hayasızlık yapmaları hali bir yana, onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, şüphesiz kendine zulmetmiş olur. Bilemezsin, olur ki Allah, bundan sonra bir durum ortaya çıkarıverir.” (Talak-1)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf))

Eğer bir eşi bırakıp da yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine yüklerle mehir vermiş olsanız dahi ondan hiçbir şeyi geri almayın. Siz iftira ederek ve apaçık günah işleyerek onu geri alır mısınız?” (Nisa-20)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf))

Kadınlarınız içinden âdetten kesilmiş olanlarla, âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların bekleme süresi ise, yüklerini bırakmaları (doğum yapmaları)dır. Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir.” (Talak-4)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf))

“Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç ay hali (hayız veya temizlik müddeti) beklerler. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorlarsa, Allah’ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helal olmaz. Kocaları bu süre içinde barışmak isterlerse, onları geri almağa daha çok hak sahibidirler. Kadınların, yükümlülükleri kadar meşru hakları vardır. Yalnız erkeklerin kadınlar üzerinde bir derece farkı vardır. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara-228)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf))

(İddet beklemekte olan) kadınlarla evlenme hususundaki düşüncelerinizi üstü kapalı biçimde anlatmanızda veya onu içinizde gizli tutmanızda size günah yoktur. Allah bilir ki siz onları anacaksınız. Lâkin, meşru sözler söylemeniz müstesna, sakın onlara gizlice buluşma sözü vermeyin. Farz olan bekleme müddeti dolmadan, nikâh kıymaya kalkışmayın. Bilin ki Allah, gönlünüzdekileri bilir. Bu sebeple Allah’tan sakının. Şunu iyi bilin ki Allah Gafûrdur, Halîmdir.” (Bakara-235)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf))

“Ey iman edenler! Mümin kadınları nikâhlayıp da, henüz zifafa girmeden onları boşarsanız, onları sayacağınız bir iddet süresince bekletme hakkınız yoktur. O halde onları (bir bağışla) memnun edin ve onları güzel bir şekilde serbest bırakın.” (Ahzâb-49)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf))

“Eğer onlara mehir tespit eder de kendilerine el sürmeden boşarsanız, tespit ettiğiniz mehrin yarısı onlarındır. Ancak kadının, ya da nikah bağı elinde bulunanın (kocanın, paylarından) vazgeçmesi başka. Bununla birlikte (ey erkekler), sizin vazgeçmeniz takvaya (Allah’a karşı gelmekten sakınmaya) daha yakındır. Aranızda iyilik yapmayı da unutmayın. Şüphesiz Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.” (Bakara-237)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf))

Şüphesiz, şartların yerine getirilmeye en layık olanı, kadınları kendinize helal kıldığınız (mehir) şartıdır.” (Müslim)((https://hadislerleislam.diyanet.gov.tr/?p=kitap&i=4.0.57))

Yukarıdaki ayetler ve hadisten de anlaşılacağı üzere, kadınların evlenirken maddi güvence veya gönül hoşluğu anlamında mehir talep etme ve alma hakkı vardır. Mehirin miktarında gözetilen ölçü boşanma veya kocanın ölümü halinde kadınların yeniden evlenmelerinin haram olduğu en az 3 aybaşı dönemi yaklaşık 3-4 ay içinde kimseye muhtaç olmadan yeme, içme, giyinme ve barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılayabileceği tutardır. Bu dönem geçtikten sonra kadın ve erkek birbirine yabancı ve evlenmede hür kabul edilerek muamele görürler. Çocukların iş ve ihtiyaçları müstesna olmak üzere, kadınların boşandıkları kocalarından her hangi bir hakları kalmamış olur.

 

 

Aileye Saldırının Tarihsel Bağlantıları

İslam Hilafetinin son temsilcisi olan Osmanlı İmparatorluğunda, hukukun temel dayanağının Kur’anı Kerim, Hadis-i Şerif, İcma ve Kıyas gibi İslam esaslı olmasından çıkarıldığı, 1856 tarihli “Islahat Fermanı” ((Islahat Fermanı https://www.wikitarih.com/islahat-fermani/)) ile özden kopuş ve aile yapısını da etkileyen dejenerasyon başlamıştır. Batı hayranlığı ve baskısı ile başlayan bu süreç gelecekteki yıkımın öncüsü olmuştur.

Osmanlı’da genelevlerin açılışı 1812 yılı II.Mahmut dönemine dayanıyor.((https://www.internethaber.com/genelevler-ilk-ne-zaman-acildi-ilk-kerhanelere-kim-izin-verdi-1851378h.htm)) Aşırı yaygınlık kazanmasıyla kontrol altına alınabilmeleri için, 1884 yılında II. Abdülhamit‘in resmi müsaadesiyle (gayri Müslimler için sadece gayri Müslim kadınların çalışması şartıyla) faaliyetlerine devam ettiler. 1. Dünya savaşından sonra genelevlerin ve buralara düşen Müslüman ve gayri Müslim kadınların sayısında büyük artışlar oldu. Genelevler sadece toplumda zina merkezleri olmakla kalmadı. Zührevi hastalıkların büyük salgınlar yaparak yayılmalarına da sebep oldular.((Soner Yalçın – Fuhuş Mirası https://www.sozcu.com.tr/2018/yazarlar/soner-yalcin/fuhus-mirasi-2255782/))

Osmanlı toplumunda yaşanan değişimler, kadınların aktif olarak iş hayatına katılmaya başlaması, Avrupa özentisi ve feminist akımların bir sonucu olarak, 1917’de Hukūk-ı Âile Kararnâmesi ((Hukuk-u Aile Kararnamesi https://islamansiklopedisi.org.tr/hukuk-i-aile-kararnamesi))yayınlanmış ve Osmanlı’da 1919 yılına kadar geçerli olmuştur. Osmanlı hakimiyeti altında bulunan ve sonradan ayrılan bazı devletlerde, 1950’li yıllara kadar uygulanmıştır. Kararname ile gayri Müslimlerin dinlerine özel cemaat mahkemelerinin lağvedilmesi, Müslümanlarla aynı mahkemelerde aile işlerinin görülmesi, azınlık liderlerini rahatsız etmiş ve kanun aleyhine kulis yapmışlardır. Bazı Müslüman liderlerde mezhep farklılıklarını yeterince yansıtmadığı gerekçesiyle kanuna karşı çıkarak iptaline destek vermiştir.

Sultan 2. Abdülhamid döneminde sivrilen Jön Türkler gibi devşirilmiş insanlar, Batı medeniyetinin misyonerliğine soyunarak, İngilizlerin taktik liderliğinde İslam toplumlarının ve Osmanlı devletinin dağıtılmasında görev almıştır. Normal savaşlarla başa çıkamayacağını gören sinsi İngiliz aklı, fitne tohumlarını Lawrens vb ajanlarını da kullanarak İslam coğrafyasının hemen her yerinde yeşertmiştir.

1.Dünya savaşına şaibeli şekilde sokulan ve oldu bittiler yapılarak parçalanan Osmanlı Devletinin sadece toprakları değil, Lozan anlaşmasında en hain rolleri üstlenen Hahambaşı Hayim Nahum gibi kişiler yüzünden; manevi birliği, İslam inancı ve aile yapısı da hedef alınmıştır. Haim Nahum’un Anadoluyu işgal etmek isteyenlere karşı:  “Yanlış yapıyorsunuz: Anadolu’yu işgal ederek Türkiye’yi sindiremezsiniz. Bu millet, birkaç yıl sonra yeniden ayağa kalkar. Bir antlaşma ile onlara görünüşte fırsat tanıyıp hedefinize ulaşabileceğiniz bir plan uygulamalısınız.” ((Haim Nahum Planı devam ediyor https://www.milligazete.com.tr/makale/851402/sakir-tarim/haim-nahum-plani-devam-ediyor))dediği rivayet edilmektedir. Daha sonra yaşanan gelişmeler bu uyarının dikkate alındığını göstermiştir.

Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti şekillenirken, yapılması zorunlu bulunan düzenlemelere sinsice eklenen maddelerle, Türk İslam Medeniyetinin kadim aile yapısı kökünden sarsılmaya ve DNA‘sı bozularak yıkılmaya çalışılmıştır.

Aile ve kültür yapımıza saldırılar çok yönlü başlatılmıştır. Bunlardan birisi de güzellik yarışmalarıdır. Namus ve ahlak timsali genç kızlarımızı ifsad etmek için yapılan organizasyonda, bu alçak amaçları da açıkça ilan edilmiştir.((Türkiye’de İlk Güzellik Yarışması ve Keriman HALİS http://www.yenisoz.com.tr/turkiye-de-ilk-guzellik-yarismalari-ve-keriman-halis-1-makale-10071#))

11 Şubat 1929 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde ilan edilen güzellik yarışmasına katılma şartları şunlar olmuştur:

  • Müsabakamıza sinni asgari (yaşı en az) 15 olmak üzere her genç kız iştirak hakkını haizdir.
  • Müsabaka yalnız yüz güzelliği müsabakası değildir. Endam tenasübü de şarttır.
  • Müsabakaya her namuslu Türk kızı iştirak edebilir. Irk, din ve mezhep farkı aranmaz.
  • Bar kadınları müsabakaya iştirak edemezler.

1932 yılında bu yarışmaya katılarak 1. seçilen Keriman HALİS,  aynı yıl Belçika’nın Spa şehrinde 28 ülkenin katılmasıyla Dünya güzellik yarışmasında Türkiye’yi temsil etti ve kazandı!

Dünya Güzellik Yarışması Başkanının jüriye hitaben yaptığı konuşması, durumun vahametini ortaya koymaktadır:

Sayın jüri üyeleri! Bugün Avrupa’nın, Hristiyanlığın zaferini kutluyoruz. 1400 senedir Dünya üzerinde hâkimiyetini sürdüren İslâmiyet artık bitmiştir. Onu Avrupa Hristiyanları bitirmiştir. Elbette Amerika’nın ve Rusya’nın hakkını inkar edemeyiz. Neticede bu, Hristiyanlığın zaferidir. Müslüman kadınların temsilcisi, Türk güzeli Keriman, mayo ile aramızdadır. Bu kızı zaferimizin tacı kabul edeceğiz, onu kraliçe seçeceğiz. Ondan daha güzeli varmış, yokmuş bu önemli değil. Bu sene güzellik kraliçesi seçmiyoruz. Bu sene Hristiyanlığın zaferini kutluyoruz. Avrupanın zaferini kutluyoruz. Bir zamanlar Fransa’da oynanan dansa müdâhale eden Kanûnî Sultan Süleyman’ın torunu işte mayo ve sütyen ile önümüzdedir. Kendini bizlere beğendirmek istemektedir. Biz de bize uyan bu kızı beğendik, Müslümanların geleceği böyle olması temennisiyle, Türk güzelini Dünyâ güzeli olarak seçiyoruz. Fakat kadehlerimizi Avrupa’nın zaferi için kaldıracağız.”((1932 Belçika Güzellik Yarışması ve Keriman HALİS http://osmanlldevleti.blogspot.com/2013/11/1932-belcika-guzellik-yarismasi-ve.html))
Daha ne söylesinler?!

Koyu Katolik Hristiyan olan İsviçre’den alınan Medeni Kanunla İslam aile mantığı devre dışı bırakıldı. Yıllar içinde yapılan düzenlemeler ile aile kurumu üzerindeki tahribat kalıcı ve kurumsal bir yapıya evrildi. II. Dünya savaşından sonra şekillenen Avrupa Birliği baştan beri Hristiyanlar topluluğu olarak davrandı ve yapılandı. Sömürmek ve kontrol altında tutabilmek için önümüze uzatmış olduğu üyelik “havucunun” sevdasıyla dinimizle, kültürümüzle, geçmişimizle hiç ilgisi bulunmayan ve bazıları tamamen ters olan uygulamaları “mecburen” almak ve sindirmek zorunda bırakıldık. Bu zehirli birleşmenin en büyük zararı da aile yapımıza oldu! Aile ve kültür düşmanı, dine aykırı girişimlerin büyük bir kısmı, Avrupa Birliği uyum çalışmaları kapsamında gerçekleşti. Günümüzde de cinsel sapkınların yüceltilmesine doğru giden batıl anlaşma ve uygulamaları devam etmektedir.

Dünyayı, sahip oldukları para gücüyle yöneten, sınırlı sayıda insan ve aileden oluşan ultra elit siyonist gruba göre, bu kadar çok insanın yaşaması gereksiz ve zararlıdır. Çünkü, sınırlı miktarda bulunan dünya kaynaklarına onlarda talip oluyorlar. Eskinin kölesi, şimdilerin işçisi olarak, fiziksel varlıklarına da pek ihtiyaçları kalmadı üstelik. Suni olarak çıkarılan hastalıklar ve savaşlar ile dünya nüfusunun artışını önleyemeyince, sivrisinekle mücadele mantığındaki gibi, bataklık kaynağı olarak gördükleri aileyi kurutmaya karar verdiler! Ailenin dayandığı dini ve toplumsal değerleri yok ederek, geleneksel kadın-erkek birlikteliğini zorlaştırarak, aileyi ve normal nüfus gelişimini önlemeye azmetmiş durumdalar.

 

 

Ailemizi Yok Etmeye Çalışan Akım ve Uygulamalar

Aile kurumunu yok etmeye çalışan akım ve uygulamalar, bir çırpıda sayıp dökülemeyecek kadar çok, sistematik, kararlı ve art niyetlidir.

Kısa bir yazı içinde derlemek yerine, önemli konu başlıkları altında sınıflamak ve biraz ayrıntıya girmek daha doğru olacaktır.

Aile düşmanı politika ve uygulamaları icra edenlerin bir kısmı, bilerek ve isteyerek şeytani bir hazla çalışmaktadır. Büyük bir kısmı da, ehven-i şer kolaycılığı ile razı olup boyun eğmiş ve daha kötü olmasın diye idare yoluna gitmiştir. Ne var ki, daha kötü olmasın diyenler yüzünden, her gün daha da kötüye gidiş ve mevcut kötüyü normal gibi kabullenme hastalığı ve zilleti peydah etmiştir.

Bir kısmı da, neye hizmet ettiğini bilmeden, sorgulamadan donuk bir iradeyle düzene uyma ve devam ettirme yolundadır.

 

 

Aile Reisliğinin Lağvedilmesi, Baba Olan Erkeğin İtibarsızlaştırılması

Aile kurumunun temelini atan ve devamı için gerekli maddi-manevi enerjiyi temin etmekle, doğrudan sorumlu tutulan unsur erkek tarafı yani kocadır. Nikahta icap-kabul anlaşması vardır. İcab yani talep eden taraf erkek, kabul yani uygun gören, razı olan taraf ise kadındır.

Ailenin dışarıya karşı en güçlü yapısı olan erkeğe, sorumluluk ve belirli yetkiler bizzat Allah tarafından verilmiştir. Genel kültürümüz ve adetlerimiz de bu yetki ve sorumluluğun etrafında gelişmiş ve nesilden nesile aktarılmıştır.((Yöneticinin Gerekli Olması https://www.islamdahayat.com/riyaz/yalnizyol167.html)) İslam öncesi toplumlarda da genel yapı buna uygun olduğu için ayrıca irdelemeyi gereksiz buluyorum.

Ailede kültürel ve ahlaki kuralların bekçiliğini yapan, devamı için irade gösteren yönetici olarak, kocanın itibarsızlaştırılması,  yönetim haklarının yasalarla elinden alınması, zaman içinde fiili durumun da buna göre şekillenmesine neden olmuş ve babaların aile bütünlüğü üzerinde söz söyleme hakları neredeyse hiç kalmamıştır.

Türk Medeni Kanununda en son 2002 yılında yapılan düzenleme ile erkekler  “Aile Reisliği” makamından kovulmuş, evin yönetiminde karı-koca eşit söz hakkına sahiptir denilmiştir.((Erkeğin Aile Reisliği Bitti! http://www.hurriyet.com.tr/gundem/erkegin-aile-reisligi-bugun-hukuken-bitti-45902))

Son zamanlarda yapılan resmi nikah törenlerinde bile klasik “sizi karı-koca ilan ediyorum” ifadesi gitmiş, yerine “sizleri eş ilan ediyorum” diye saçma sapan, ruhsuz bir ifade gelmiştir. Karılık ve kocalık utanılacak veya hor görülecek kavramlar değildir. Erkek ve kadın eş derken eşit olamaz. Yaratılışları, görevleri, yetenekleri farklı ve değişkendir. Erkeğin görev ve yetkilerine göre verilen üstün becerileri olduğu gibi, kadının da ailedeki fonksiyonuna göre verilen olağan üstü beceri ve yetenekleri vardır.

Erkek, kadının güven duyduğu KOCA dağıdır. Kadın da, erkeğin en kıymetli hazinelerinden süzülmüş KÂRI ve dağ gibi olan KOCA nın üzerini huzurla kaplayıp altında bereketli sofralar bitiren KARI dır.

Resmi işlemlerde dahi, birisinin tek başına aileyi temsil yetkisi kalmamıştır.

Varlığını ailesine adayan ve gerekirse canını dişine takarak görevlerini yerine getirme durumunda bulunan erkeklerin motivasyonu, görev tatmini elinden alınmış ve aile işlerinde bitmeyen fitnelerin, kavgaların temeli atılmıştır.

Dünyanın ücra bir köşesinde de olsa, üç kişinin, içlerinden birini kendilerine emir tayin etmeden yaşamaları doğru olmaz.” Buyuran Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), en küçük bir toplulukta dahi yönetici olmasını ve hatta yolculukta bile içlerinden birinin imam ve emir(yönetici) olarak tayin edilmesini emretmişken, aile gibi önemli bir kurumun çift başlı kaotik bir yapıya dönüşmesine rızası olur muydu?

 

 

Erkeklerin Maaşlarının Düşük Tutularak, Kadınların da Çalışmaya Zorlanması

Kadın iş gücü, erkeklere karşı bir rekabet ve tehdit olarak çalışma hayatında sömürünün merkezinde yer almıştır. Komünizm veya kapitalizm fark etmiyor, beşeri sistemlerin tamamında kadın her şeyiyle sömürülen bir üretim aracı ve tüketim hedefi olarak muamele görüyor.

Erkeklerin çalışma hayatında ailelerini geçindirmeye yetebilecek seviyede maaş almaları halinde, kadınların çalışması için ekonomik baskılar olmayacaktı. İş gücü piyasasında rekabete neden olarak ücretlerin düşmesini sağlayan kadınlar işsizliğin de sebeplerinden birisi haline geliyor.

Bekar bir kadın işe girip çalışmaya başladığında, sadece kendisine çalışmış oluyor ve kendisi gibi çalışan birisini bulursa evleniyor veya bekar kalmaya devam ediyor. Ama bekar bir erkek işe girip yeterli bir maaş almaya başladığında, ilk planladığı şeylerden birisi de evlenmek oluyor. Evleneceği kızın çalışıp çalışmadığına fazla takılmıyor. Genelde çalışmasını da istemiyor. Çocukları da hesaba katıldığında, işe giren her bir erkek, ortalama 4-5 kişi için geçim kaynağı oluyor. Toplumun kalkınması ve refahı için öncelikle erkeklerin işe girebilmesi şarttır.

Evinde ailesine ve topluma en iyi değerleri üretmesi ve yeni nesilleri sevgi ve şefkatiyle yetiştirmesi gereken kadınlarımız, tıpkı biyonik robotlar gibi sabahtan akşama kadar dışarıda hunhar bir çalışma içinde olmaya, evine gelince de aile görevlerini yapmaya zorlanıyor. Bunun adı zulümden başka bir şey değildir.

Aile yuvasının sıcak, huzurlu, güvenli ve bereketli bir halde bulunmasının temel şartları erkeğin çalışarak ailesinin ihtiyaçlarını gidermesini, onları sevgiyle korumasını ve yönetmesini, kadının da evinde huzurlu bir ortam içinde annelik ve hanımlık işlerini yapabilmesine bağlıdır.

Sırf kocasının maaşı geçinmeye yetmediği için, çalışmak zorunda kalan kadınların çoğunun asık suratla, yavrularını istemeden sağa sola bırakmak zorunda kalarak ve gün boyu onlara hasret çekerek çalışmak zorunda kaldıklarını görebilirsiniz.

Dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarının (açlık sınırı) 2.067,17 TL((Türk-İş Açlık Sınırı Hesabı 2019 http://www.turkis.org.tr/HAZIRAN-2019-ACLIK-ve-YOKSULLUK-SINIRI-d249748)) olduğu bir ortamda, 2.020 TL((Asgari Ücret Hesabı https://www.ailevecalisma.gov.tr/istatistikler/calisma-hayati-istatistikleri/asgari-ucret/asgari-ucret-2019/)) asgari ücret alan bir erkeğin, ailesini geçindirebilmesi mümkün olur mu? Bu evin kira, eğitim, giyim, sağlık ve diğer masrafları olmayacak mı?

Aileyi yüceltmek için erkeğin iş ve yeterli maaş şartlarını sağlamak zorundayız. İşsizliğin de çözümü budur, nüfusun yaşlanması ve gerilemesinin de. Çünkü çalışan kadınlar için çocuk sahibi olmak eziyetten başka bir şey değildir. Büyütemediğiniz, yürürken,  konuşurken yanında olamadığınız, akşamdan akşama görebileceğiniz bir çocuğu kolay kolay doğurmak istemezsiniz tabii.

 

 

CEDAW ve İstanbul Sözleşmelerinin İmzalanarak Aileye Tuzak Kurulması

En son diyeceğimi, yazının başında ifade etmek istiyorum: CEDAW ve İstanbul Sözleşmeleri kuzu postuna girmiş kurt gibi, sözde kadın hakları ve koruması adıyla geleneksel aile yapımıza ve dinimize açılmış şeytani savaşın ön cepheleridir. En kısa zamanda bu sözleşmelerden çekilmemiz gerekmektedir! Bizim Avrupa ve ABD’den insan hakları adına alabileceğimiz yeni bir değer yoktur!

Varlığı sömürgeler, kan ve gözyaşları üzerinde yükselen barbarlık tarihine dayanan Avrupa ve ABD’den, sadece teknoloji transfer etmemiz gerekiyor! Ahlaksızlık ve sapkınlık değil! Bu sözleşmelerde yer alan, hakka ve hakikate uygun kısımların daha iyisine sahip olduğumuza, bütün insanlık ve medeniyet tarihi şahitlik etmektedir! Yapmamız gereken şeyler; özümüze dönmek, değerlerimize sahip çıkmak ve cezalarıyla birlikte gerçek adaleti yeniden tesis etmektir.

Bu iki sözleşme de doğrudan gönüllü katılıma dayanıyor. Bu yüzden; çekilmek mümkün değil diyenler, başka şeylerle tehdit edenler, açıkça YALAN söylüyor ve şeytanın avukatlığını yapıyor.

CEDAW yani “Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi“((CEDAW Sözleşmesi https://www.tbmm.gov.tr/komisyon/kefe/docs/cedaw.pdf))  1981’de yürürlüğe girdi. Türkiye tarafından 1985 yılında imzalandı. 1986 yılından itibaren geçerli sayıldı. 25. Maddesinde katılmak isteyenlerin gönüllü imzası ve onayı ile katılımı düzenleniyor. Katılan ülkelerin çekinceleri de 26. ve 28. maddelerine göre işleme alınıyor. Teknik olarak imzamızın çekilmesi normal ve mümkündür!

Türkiye olarak CEDAW için bazı çekinceler iletmişiz. Ancak, sonradan bunları da kaldırıp, sadece 9. maddenin 1. fıkrasına yapılan çekinceyi sürdürmüşüz. O da yabancı erkek ile evlilik nedeniyle, veya sonradan kocanın vatandaşlık değiştirmesiyle, kadının da vatandaşlığının otomatik değişmesine neden olunmamalıdır  diyen kısımdır.((CEDAW Çekincelerimiz https://humanrightscenter.bilgi.edu.tr/tr/content/122-kadnlara-kars-her-turlu-ayrmclgn-onlenmesi-sozlesmesi/))

Aynı şekilde; 2011 yılında imzalanan İstanbul Sözleşmesinin 11. ve 12. Bölümlerine göre, değişiklik taleplerinin işleme alınma süreci tarif edilmiştir. Sözleşmenin Feshi’de 80. maddeye göre mümkün ve ayrılan için yaptırımı olmayan bir işlemdir.
80. Madde 1. paragraf: “Her Taraf istediği zaman Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne yapacağı bir bildirimle bu Sözleşme’yi feshedebilir.
2.paragraf:”Bu tür fesihler bildirimin Genel Sekreter tarafından alınmasından sonraki üç aylık sürenin sonunu izleyen ayın ilk gününde yürürlüğe girer.”

Yani, kimsenin aba altından sopa göstermesine de, korku ve tehdit tellallığı yapmasına da gerek yok! Eğer Türkiye Cumhuriyeti bağımsız, demokratik ve özgür bir ülke ise, ki çok şükür öyle olduğuna inanıyoruz! Bu iki sözleşmeden de imzasını her zaman geri çekebilir ve neslini, ailesini hayasız saldırılardan korumaya alabilir ve de acilen almalıdır!

Havanda su dövmeyelim ve okuma fırsatı bulamayanlar da malumat sahibi olsun diye, CEDAW ve İstanbul Sözleşmesinin İslam ve aile düşmanı maddelerinin bir kaçını yazarak, yorumlarımı paylaşayım istiyorum:

 

 

CEDAW Sözleşmesinden:

CEDAW Sözleşmesi((CEDAW Sözleşmesi https://www.tbmm.gov.tr/komisyon/kefe/docs/cedaw.pdf)) Başlangıç Bölümü

  “… Bir ülkenin bütünüyle gelişmesi, yeryüzündeki refahın artması ve özgürlüğün gerçekleşmesi için, her alanda kadınların erkeklerle aynı şartlar altında eşit bir biçimde katılmaları gerektiğinin farkında olarak,
Bu cümle kadın ve erkeğin bütün farklılıklarını bir kenara bırakarak, her alanda kıyasıya rekabete sokulmasını, kadının bir eş ve anne olarak toplumdaki temel fonksiyonunun göz ardı edilmesini savunmaktadır! Ne demek, her alanda aynı şartlar altında, eşit bir biçimde katılmak? Kadın ve erkek aynı değildir ki, eşit sayılsınlar! Farklı üstünlükleri, becerileri ve yaratılış özellikleri vardır. Bunları yok saymak, farklılıkların muhteşem bileşkesi olan aile kurumuna savaş ilan etmektir!

“… Erkekler ile kadınlar arasında tam bir eşitliğin gerçekleşmesi için erkekler ile birlikte kadınların da toplum ve aile içindeki geleneksel rollerinin değişmesine ihtiyaç bulunduğundan,”
Bu cümlede adeta şeytani niyet ve heveslerini kusmuşlar! Kadın ve erkeklerin eşit olabilmek için toplum ve aile içindeki geleneksel rollerini değişmeleri gerekiyormuş! Yani anneler baba gibi, babalar da anne gibi davranacakmış! Aile reisliğine ve erkek idaresine olan düşmanlık, burada somut kelimelere dökülmüş. Yazıklar olsun bu sözlerin altına imza atanlara! Yazıklar olsun bu aile düşmanlığına çekince bile koymayanlara! Sadece bu cümle dahi, sözleşmenin yırtılarak çöpe atılmasına yeterli olmalıydı! Heyhat!

5. Madde “Önyargıların ve geleneklerin tasfiye edilmesi
Taraf Devletler aşağıdaki konularda gerekli tedbirleri alırlar:
a) Her iki cinsten birinin aşağı veya üstün olduğu veya erkekler ile kadınların basma kalıp rollere sahip oldukları düşüncesine dayanan bütün önyargılar ve gelenekler ile her türlü uygulamayı tasfiye etmek amacıyla erkeklerin ve kadınların sosyal ve kültürel davranış tarzlarını değiştirmek;..”
Burada gelenek adıyla saldırılan şey, aslında dini değerlerdir! Bütün amaçlarını açıkça yazmışlar.  Daha başka izaha veya incelemeye gerek var mı? Geleneksel erkek ve kadın rollerinde;  aile reisi ve geçimden sorumlu olarak babayı, yuvadan ve çocuklardan öncelikle sorumlu, eğitmen, idareci ve kocasına yoldaş olarak anneyi biliyoruz. Karı-koca ilişkisinin nasıl olması gerektiğini bize anlatan ve öğreten Kur’an-ı Kerim’dir, Hadis-i Şeriflerdir, bunlarla uyumlu gelişen ve günümüze kadar gelen gelenek ve göreneklerimizdir. Bunları hayatımızdan çıkardığımızda, İslam ve geçmişimizle bağımız kesilir, geleceğe aktarabileceğimiz her hangi bir değer kalmaz olur.  CEDAW sözleşmesi açıkça bunları reddettiğini ve kabul eden ülkelerle birlikte erkek-kadın rollerini alt üst edeceğini, aileyi ne olduğu belli olmayan tuhaf bir duruma getireceğini, bir kez daha ilan etmiş. Diğer maddelerdeki rezillikleri merak edenler, kaynaklar bölümünden bağlantısını tıklayarak okuyabilirler.

CEDAW Sözleşmesini imzalayan devletler için, CEDAW’a ek protokolde hazırlanarak imzaları toplanmış ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliğinde tutulmuştur. Türkiye’de bu protokolü imzalayarak onaylamıştır.(( CEDAW Sözleşmesi ve ek Protokolü https://www.tbmm.gov.tr/komisyon/kefe/belge/uluslararasi_belgeler/ayrimcilik/CEDAW/CEDAW_Sozlesmesi_ve_Ihtiyari_Protokolu.pdf))

CEDAW’a yapılan ek protokol ile “Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Komitesi“nin taraf ülkelerde inceleme araştırma yapması, şikayetleri kabul ederek değerlendirmesi, gerekirse yerinde ziyaretler yaparak şikayetleri soruşturması yetkisi tanınmıştır. Bu komite; imza veren ülkelere amir pozisyonda tavsiye kararları çıkaran, kınamalar yapan, uyarı kararları alan, aile kurumunu “kadına eşitlik” bahanesiyle yıkmaya odaklanan bir oluşumdur.

Lanetli ifade “toplumsal cinsiyet” sözü CEDAW Komite kararlarında 1989 yılından itibaren kullanılmaya başlanmıştır. TBMM tarafından yayınlanan “1986-2013 CEDAW Komite Kararlarında”((https://www.tbmm.gov.tr/komisyon/kefe/belge/uluslararasi_belgeler/ayrimcilik/CEDAW/tavsiye_kararlari/CEDAW%20Komitesi%20Tavsiye%20Kararlar%C4%B1_(1-29).pdf))  tam 103 kere kullanıldığını görebilirsiniz. Toplumsal cinsiyet denilerek, aslında dini ve kültürel rollere saldırıldığını aşağıda ayrıntılı şekilde açıkladım.

CEDAW Komite kararları, CEDAW sözleşmesini ve protokolünü imzalayan tüm ülkeleri bağlar ve politikalarını etkiler. Peki, CEDAW Komitesini kimler etkiliyor? Sözüm ona, kadın haklarını savunan feminist derneklerden tutun, türlü LGBTQ+  gruplarına kadar, her çeşit din ve kültür karşıtları CEDAW Komitesini etkiliyor. Yayınladıkları değerlendirme raporlarını doğrudan CEDAW Komitesine ileterek gündeme alınmalarını ve üyelere baskı yapılmasını sağlıyorlar. Feministlerin ve LGBTQ örgütlerinin aile yararına faaliyet raporu hazırlayacaklarına inanmak, aptallık ve ahmaklıktan başka bir şey olamaz.

Mesela, İstanbul’da 1993 yılında kurulan “Kadının İnsan Hakları – Yeni Çözümler Derneği“, birçok feminist ve LGBTQ oluşumlarına üye olarak faaliyet gösteriyor.((http://www.kadinininsanhaklari.org/hakkimizda/uyesi-oldugumuz-platformlar/)) Bahsettiğim gruplar ile birlikte düzenli olarak CEDAW Komitesini etkilemek için “CEDAW Türkiye Gölge Raporları“((http://www.kadinininsanhaklari.org/savunuculuk/uluslararasi-sozlesmeler-ve-mekanizmalar/cedaw/)) hazırlayarak Türkiye adına alternatif bilgilendirme, şikayet, karalama ve karar vericileri etkileme faaliyeti gösteriyor.

Kaynak: CEDAW Türkiye Gölge Raporu (2010)((CEDAW Türkiye Gölge Raporu (2010)))

Bu grupların amaçlarına fazlasıyla ulaştıklarını; son 20 yıl içinde CEDAW etkisiyle yapılan yasal düzenlemelerden, aile ve ahlak anlayışımızdaki bozulmalardan, toplumsal cinsiyet sapkınlığı yüzünden sarsılan kadın-erkek rollerinden, rahatlıkla anlayabilirsiniz.

İstanbul Sözleşmesi imzalanmadan çok öncesinde, CEDAW sözleşmesi ve ek protokolü ile taraf devletler üzerinde ahkam kesen komiserlik komitesi uygulaması başlatılmıştır. Benzer durumu Amerikan fonlarının nasıl kullanıldığını ve eğitimin nasıl yönlendirildiğini denetleyen Fulbright Anlaşması ve buna bağlı kurulan “Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu” uygulamasında da görmüştük. CEDAW sözleşmesinde aile karşıtı amaçların daha hızlı ve yerinde yürütülmesi için Avrupa ölçeğinde etkili olacak İstanbul Sözleşmesi ve ona bağlı olarak “Uzmanlar Grubu” komiserliği kurulmuştur. İsimleri farklı olsa da amaç ve yöntemleri aynıdır. Sömürge devletlerini kontrol eden komiserlik büroları gibi çalışırlar.

Resmi olarak CEDAW ve İstanbul Sözleşmelerinin imzalanması, komitelere hesap verilmesi bizim feminist ve LGBTQ savaşçılarına yeterli gelmediği için, kendilerine göre alternatif denetleme platformları da kurmuşlar. Bunlardan birisi de “İstanbul Sözleşmesi Türkiye İzleme Platformu“dur. İstanbul Sözleşmesinin çıkardığı “Uzmanlar Grubuna” kendi adaylarını da sokarak her yerde söz sahibi olmaya çalışmış ve başarmışlardır. “Bağımsız kadın ve LGBTİ örgütlerinden oluşan İstanbul Sözleşmesi Türkiye İzleme Platformu olarak desteklediğimiz, Prof. Dr. Feride Acar, Uzmanlar Komitesi’ne seçildi.“((http://ka-der.org.tr/istanbul-sozlesmesi-turkiye-izleme-platformu-adaylarindan-prof-dr-feride-acar-istanbul-sozlesmesi-uzmanlar-komitesine-secildi/))

Sırf bu bilgi ve mesaj bile, İstanbul Sözleşmesini imzalayan ve imzalatan dindar siyasilerin, KADEM gibi STK’ların ve Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumların aklını başına getirmeye, yüzlerini kızartmaya yeterli gelmelidir! Aile kurumu yıkıldıktan sonra; “eyvah yanılmışız, bilgimiz yoktu, derhal gereğini yapacağız, kandırılmışız” diyerek kurtarabileceğiniz ve kurtulabileceğiniz kadar kolay ve basit, hesabı da hafif bir konu değildir!

 

 

İstanbul Sözleşmesinden: 

İstanbul sözleşmesinde((İstanbul Sözleşmesi Türk Mevzuatı Bağlantısı: https://kms.kaysis.gov.tr/Home/Goster/24393)),((İstanbul Sözleşmesi Avrupa Konseyi Bağlantısı: https://rm.coe.int/1680462545)) kullanılan süslü kelime ve tanımların arkasında gizlenen vahşeti ortaya çıkarmak gerekiyor. Çoğu insanımız bu metinlerin kastını yeterince algılayamadığı veya hiç bilmediği için tepkisiz ve ilgisiz kalıyor. Bu yüzden İstanbul Sözleşmelerinde geçen kavramların tanımlarını ve bizim aslında ne anlamamız gerektiğini dilim döndüğünce ifade etmeye çalışacağım. İlgili bölümü bu nedenle öne çekiyorum:

Bölüm I – Maksatlar, tanımlar, eşitlik ve ayrımcılık yapılmaması, genel yükümlülükler

Madde 3 – Tanımlar

“Bu Sözleşme maksatlarıyla:
a “kadına karşı şiddetten”, kadınlara karşı bir insan hakları ihlali ve ayrımcılık anlaşılacak ve bu terim, ister kamu ister özel yaşamda meydana gelsinler, söz konusu eylemlerde bulunma tehdidi, zorlama veya özgürlüğün rastgele bir biçimde kısıtlanması da dahil olmak üzere, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar ve acı verilmesi sonucunu doğuracak toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır;

(Masum görünen ama dehşetle karşılanması gereken bir tanımlama. Bu açıklamaya göre, erkeklerin ailesinde veya toplum içindeyken; bir baba, koca, abi, amca, dayı, patron, komşu, müdür, başkan, şef, amir, meslektaş, öğretmen, imam veya aklınıza gelebilecek hangi konum veya statüte olursa olsun, yanlarında bulunan kadınlara (aşağıda kadın tanımlamasındaki ahlaksızlığı ayrıca yazacağım) her hangi bir konuda en basit tavsiyeden başlayarak,  fiili şiddet uygulamasına kadar giden, her türlü eylem ve söylemi kadına karşı şiddet olarak belirtilmiştir. Bu mantıkla eğer kadınlar isterlerse, şiddet şikayeti olarak kayıtlara geçirerek, erkeklerin hayatını cehenneme çeviremeyecekleri hiç bir şey kalmamıştır.

Erkekler, yanlarında bulunan eşlerine, kızlarına, yeğenlerine veya akrabalarına kılık kıyafetleri ile ilgili her hangi bir kısıtlama veya yasaklama da bulunamaz! Kiminle düşüp kalktıklarına karışamaz! İş yerinde edebe aykırı giyim ve davranışlar sergileyen kadın çalışanlarına uyarıda bulunamaz! Cinsel özgürlükleri ve tercihleri hakkında yorum yapamaz!   Kadınların yaşları 18 ve üzerinde ise,  istedikleriyle sevgili ve metres hayatı yaşayabilir, evlenebilir veya nikahsız çocuk yapabilirler. Bu konularda en ufak bir eleştiri veya yaptırım yetkileri kalmamıştır. Şiddet eylemi tanımlaması oldukça genişletilerek, basit bir itişme dahi saldırı olarak cezalandırılmaktadır. Çok mu abartıyor muyum sizce? Buyurun size iki örnek vereyim:

  • Kızını başka bir erkek ile aynı yatakta basan babaya tokat attığı için 740 lira para cezası verildi!  Kızının şikayeti üzerine, ‘Basit kasten yaralama’ suçundan hakkında dava açılan Sefer B.’ye 740 lira para cezası verildi. 2019 yılı 1 Mart’ta Zonguldak’ta meydana gelen olayda, Sefer B., iddiaya göre sabah kalktığında kızını odasında bir erkekle aynı yatakta gördü. Sefer B., yanına çağırdığı kızına tokat attı. Sefer B., daha sonra kızıyla karakola giderek o gün evde ilişkiye girdiği kişi ve daha önce ilişkiye girdiği 2 kişi hakkında şikayetçi oldu. Karakolda ifade veren kızı ise kendi isteği ile ilişkiye girdiğini söyleyip kendisine tokat atan babasından şikayetçi oldu. Karara tepki gösteren Sefer B., Kendi kızımı korumayacak mıyım? ‘Bir tokat attım’ diye bu cezayı hak etmedim. Haksız yere verilen bir ceza. Başka birisi aynı durum karşısında benim yaptığımdan daha kötüsünü yapardı. Hakime bunları söyledim. ‘Öfkeyle bir tokat attım’ dedim. Hakim de ‘Yasa bu şekilde‘ dedi.”((Kızını yatakta başka erkekle basan babaya tokat cezası http://www.haberevet.com/guncel/kizini-yatakta-baska-erkekle-basan-babaya-tokat-cezasi-h754617.html)),((Kızına tokat atan babaya 740 lira ceza http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/90315/Kizina_tokat_atan_babaya_740_lira_ceza.html))
  • Evli bir kadın başka bir erkekle zina halindeyken kocası tarafından yakalandı. Boşanma davası açan adam haklı ve aynı zamanda işsiz olduğu halde, karısına nafaka ödemeye mahkum edildi. Çünkü işsizliği nafaka ödemesine, kocalığı da karısının cinsel özgürlüğüne engel olarak görülmedi! Sadece boşanmaya geçerli bir talep olarak işleme alındı!((İşsiz koca kendisini aldatan karısına nafaka ödemeye mahkum edildi https://www.yenisafak.com/gundem/yargitay-issiz-kocanin-kendisi-aldatan-karisina-nafaka-odemesine-hukmetti-3445513))

 

b “aile içi şiddet”, eylemi gerçekleştiren, mağdurla aynı ikametgahı paylaşmakta olsun veya olmasın veya daha önce paylaşmış olsun veya olmasın, aile içinde veya aile biriminde veya mevcut veya daha önceki eşler veya birlikte yaşayan bireyler arasında meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır;

(Burada da aynı şeytanlık yapılıyor. Aile içi şiddet kavramı içine hiç bir insanın ve Müslümanın kabul edemeyeceği, Allah’ın ve Resulünün men ettiği eylemlerde dahil edilmiş, terbiye ve sorumluluk gereği erkeklerin eş ve çocukları üzerinde tahakküm içeren söz ve eylemleri de! Siz aile içi şiddet denince sadece dayak ve cinsel saldırı gibi tasvip edilemez suç konulu eylemleri anlayabilirsiniz ama onlarla sınırlı tutulmamış! Aşırı makyaj yapan ve dışarıda babasının veya kocasının yüzünü kızartacak kadar dekolte kıyafetle gezmeye kalkan karısı veya kızına maddi imkanlarını sınırlayanlar da aile içi şiddet kapsamına alınıyor. Bunu sözlü olarak yapan, tepki gösterenler de şiddet uygulamış sayılıyor. Bütün bu rezaletlerin düğüm noktası “toplumsal cinsiyet eşitliği” denilen şeytani kavramda buluşuyor! Yani kadın ve erkekler kendi cinsiyetlerinden kaynaklanan geleneksel rollerinden sıyrılmak zorunda bırakılıyor. Erkekliğin veya kadınlığın tarihsel görev gelişimleri çöpe atılıyor! Yapılan başka bir şeytanlıkta aile kavramının yanına sinsice yapıştırılan “birlikte yaşayan bireyler” ifadesi ile zina, sevgili, metres, dost hayatı gibi ilişkilerin de yasal koruma altına alınarak legal hale getirilmesi ve aile ile eşit statüde gösterilmesidir. Dost hayatı yaşayan zinakar kadın ve erkek sanatçıların(!) aralarındaki kavgaya müdahil olan ve kadına olan desteğini gösteren, Sayın Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanımıza boşuna tepki göstermişiz! Meğersem sözleşmenin yüklediği görevini ifa ediyormuş! Bu durumda Bakanlığın adı eksik kalmış oluyor. Önerim Aile, Dost, Zina, Çalışma ve Sosyal Bakanlığı olarak değiştirilsin ki malumun ilanı da eksik kalmasın!((https://www.takvim.com.tr/magazin/2018/11/02/bakan-zehra-zumrut-selcuktan-silaya-gecmis-olsun-telefonu)),((https://www.yeniakit.com.tr/haber/yavuz-bahadiroglundan-gayrimesru-iliskiyi-destekleyenlere-telefon-eden-aile-bakanina-tepki-540630.html)) )

c “toplumsal cinsiyet”, herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler olarak anlaşılacaktır;

(Lanetli sözleşmelerin, lanetli tanımlamasına geldik! Allah’ın erkek ve kadınları yaratılış maksadı bellidir. O da Allah’a kulluk etmektir. Önce Hz. Adem’i, sonra da Hz. Havva’yı yaratan Yüce Rabbimiz, onlardan hayat arkadaşı olmalarını, kendilerinden peydah edecek nesilleriyle birlikte, Mahşer gününe dek hazırlanmalarını buyurmuştur. Bu uzun yolculukta kadın ve erkek kullara yaratılış amaçlarına uygun görevler ve bunları yapabilecek beceriler verilmiştir.

Kadının en mühim vazifesi anneliktir! Annelik, sadece biyolojik tarla olmak değildir. Annelik, muazzam ve çok yönlü üretim ve hizmet işletmeleri birleşkesidir. O yüzden annelerin sabrı, sevgisi, merhameti, gayreti, ilgisi, iletişim yeteneği, pratikliği, kararlılığı ve güzelliği ile hiç bir erkek boy ölçüşemez! Annelerdeki beceriler doğuştan gelir. Eğitim ve deneyimle daha da gelişir. Annelerin kutsal görevlerini yapabilmeleri için güvenlik, barınma, gıda temini, giyinme gibi temel ihtiyaçlar noktasında emin ve rahat olmaları gerekir. Bu şartlar sağlandığında, anneler dünyada cennet köşklerinin ihtişamını yaşatabilme yeteneğine sahiptir. O yüzden kendilerini koruyup kollayacak, dış güçlere karşı emniyeti, aile içinde huzur için kolluk kuvveti, beslenme ve giyinme ihtiyaçlarının temini için başlarında bir erkeğin, baba ve lider olarak bulunması gerekir.

Erkekler için aile kutsal kaleleridir. Oldukça güçlü ve etkili olan cinsel ve duygusal ihtiyaçlarını helal ve huzur dairesinde giderebilecekleri, kendilerine tabii olacak minik cemaatlerinin imamı/yöneticisi olarak, her türlü ihtiyaçları için gerekirse gece-gündüz çalışarak gayret edecekleri, kişisel önceliklerinden vazgeçerek aileleri için yaşayacakları bir görev ve sorumluluktur, babalık ve kocalık. Erkeklerin güçlü, cesaretli, sağlıklı, dirayetli, adil, özverili, çalışkan ve lider ruhlu, ali cenap olmaları gerekir. Bütün bu sorumlulukların ve görevlerin karşılığında saygı ve itaat görme, mal ve namusu hakkında özen gösterilme, çizdiği hayat yolunda uyum ve destek bulma hakları oluşur.

İşte “toplumsal cinsiyet” denilen şeytani kavram, bu dengenin alt üst edilmesi için türetilmiş zehirli bir yaklaşımdır. Kadın ve erkeğin bütün sosyal rolleri, az önce açıkladığım kaynaklardan beslenir. Bunları yok etmek, insanlığın sonunu getirmek ve nesilleri kurutmak anlamına gelir! Savaşlar ve suni hastalıklar ile dünya nüfusunu azaltamayacağını gören, azgın azınlığın en büyük hamlesi, nüfusu üretim merkezinde kırmak, yani aileyi yok etmektir. Bunu başarmaya başladıklarını da dehşetle görmeye başladık. Kadın ve erkekler normal evliliklerin dışına çıkalı çok oldu. Hemcinsleriyle sapkın evlilikleri de aştılar! Artık hayvanlarla evlenen Avrupalıların haberlerini okuyoruz. Yazıklar olsun, bu tuzakları göremeyen sorumlulara! Yazıklar olsun, bu şeytani planların uygulama taşeronluğunu gönüllü yapan kişi ve kuruluşlara!

Yeryüzündeki bütün fitne ve belaların sponsorluğuna soyunan, siyonist ailelerden birisinin desteğiyle, ABD’li  zoolog Alfred Kinsey,  1948-1955  yılları arasında, adrese teslim özel ve planlı bir araştırma sonucunu, “Kinsey Skalası”((Kinsey Skalası- Ailesiz Toplum https://yazarumit.com/ailesiz-toplum-3-kinsey-skalasi-toplumsal-cinsiyet-esitligi/))  adıyla gündeme getirdi. Bu araştırmanın ve medyanın dayatmasıyla, ABD halkının muhafazakar yaklaşımı kırıldı, her türlü sapkınlığı kabullenmelerine yasal ve akademik ortam sağlandı.

Aşağıdaki şekilde görüldüğü üzere, O bölgesindeki normal kadın-erkek ilişkisi ile,  X bölgesindeki cinsiyet teması olmayan durumlar aşırı uç ve marjinal cinsel tercihler şeklinde gösterilmiştir. Tıpkı matematikteki normal dağılımın, her iki ucunda bulunan en sınır noktaları gibi. Normal ve geleneksel kadın erkek ilişkisinin ve diğer taraftakilerin, merkezde bulunan “eşit derecede heteroseksüel ve homoseksüel” bölgesine gelmeleri gerektiğini yorumlamıştır.((http://ahmethakancakici.blogspot.com/2018/10/ailesiz-toplum-3-gay-topluma-gecis.html))  Toplumsal cinsiyet eşitliği ile geleneksel “ahlak erkeği” ve “ahlak kadını” değerleri yok edilerek; bağımsız, bağlantısız, cinsel sınırları ve tabuları olmayan toplumlar inşa etmeye çalışıyorlar. Ortada klasik erkek-kadın rolü kalmayınca hem aile hem de ailede üretilecek çocuk sorunu kalmamış olacak! Yaşanan haller ve yasal zemine kavuşan kampanyalar, aile kalesinin surlarının ağır hasar aldığını, tüm çıplaklığıyla gösteriyor!

Bu tabloyu ve ifade ettiği duruma ilişkin değerlendirmeleri abartılı bulanların, biraz aşağıda ifade edileceği üzere, İstanbul Sözleşmesinde geçen “kökünün kazınması” ile amaçlanan şeyin ne olduğunu düşünmelerini önemle tavsiye ederim!

Toplumsal cinsiyet eşitliği zırvası ile, amaçlarına erişebilmeleri için yok etmek istedikleri O noktasından, hedefledikleri X noktasına kadar gidilebilmesi için ara modeller kurguladılar ve bunları da büyük finans destekleriyle insanlık gündemine zorla soktular. İnsanlar çaresizlikle karışık gaflet içinde; sanat, medya, magazin, eğitim, sinema sektörü ve internet üzerinden, sistematik şartlanmaya ve güdülenmeye maruz bırakıldılar. Toplumsal Cinsiyetlerin içinde “Erkek” ve “Kadın” şeklinde cinsiyet ayrımı ve tanımlaması yoktur! Sapkınlıkların güç birliği LGBTQ+ şeklinde sağlandı ve örgütlendi. Allah’ın yarattığı gök-kuşağı renklerini, cinsel çeşitlilik tanımlamasıyla kendilerine sembol yaparak kirlettiler. Her hangi bir şeyde gök-kuşağı deseni kullanmaya korkar olduk! Sapkınlara destek olma adına, gök-kuşaklı giysi ve eşya üretenlerde ahlaksız istismar pazarını büyütüyorlar.

Sapkınların LGBTQ+ kodlamasını bilmemiz ve neyle karşı karşıya olduğumuzun farkında olmamız lazım:
L : (Lezbiyen, kadın kadına ilişki)
G : (Gay, erkek erkeğe ilişki)
B : (Biseksüel, kadın ve erkekle aynı anda ilişki)
T : (Trans, karşı cins rolüne girerek veya ameliyatla cinsiyet değiştirerek ilişki)
Q : (Questioning veya Queer: Cinselliğini sorgulayan veya diğer cinsel eğilimlerden birine sahip olanlar. Pedofili (çocuklarla), Ensest (aile içi), Zoofili  (hayvanlarla), vs.)
+ : Henüz keşfedilmemiş ve tanımlanmamış her türlü cinsel zevk modelleri

Eğer birisi size LGBTQ+ haklarından bahsederse, yukarıdaki işleri savunduğunu veya saygı (!)  duyduğunu bilerek dinleyiniz!)

d “kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet”, bir kadına karşı, kadın olduğu için yöneltilen veya kadınları orantısız bir biçimde etkileyen şiddet olarak anlaşılacaktır;

(“Kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet” diyerek, döne döne kadınlık görevlerinin hatırlatılmasından ve kadınlara yönelik beklentilerden olan rahatsızlık dile getiriliyor. Mesela, bir anneden beklenen şey çocuklarının başında durmak, onları koruyup gözetmektir. Eğer bir koca kendisi işteyken, karısının çocuklarını bırakıp komşularda fazlaca gezdiğini fark eder ve akşama geldiğinde mesela çocuklarının aç ve üstü başı kirli olduğunu fark ederek karısı ile tartışırsa suç işlemiş olur. Çünkü “toplumsal cinsiyete dayalı şiddet” uygulamış sayılır. Bir anne olarak karısına görevlerini hatırlatıp baskı yapamaz! Yaparsa hemen bir şikayet ile sokağa atılır, evine ve çocuklarına 6 aya kadar yaklaşamaz! Barışmak veya konuşmak için telefon bile edemez! İşte bu sözleşmenin doğurduğu kanun ve kanun uygulaması bu şekilde olmaktadır. Erkeklerin kaderi yanlarında yaşayan veya çalışan kadınların iki dudağı arasında bağlanmıştır. Allah şerlilerin şerrinden muhafaza eylesin!”

e “mağdur”, a ve b fıkralarında belirtilen davranışlara maruz kalan herhangi bir şahıs olarak anlaşılacaktır;

(Mağdur kelimesi bu tanımlamaya göre çok geniş bir yelpazeye yayılmıştır. Doğrudan fiziksel darbe, tecavüz vb. hiç kimsenin kabul edemeyeceği eylemlere maruz kalanlar da, yakınındaki bir erkeğin ters bakması, laf söylemesi veya bir şeyi kısıtlamasına maruz kalanlar da mağdur kabul edilerek, erkeklerin hayatını cehenneme çevirmeye hazır tutulmuştur! Haklı olup olmadıkları da hiç önemli değildir! Yasaya göre kadının beyanı yeterlidir!”

f “kadın” terimi, 18 yaşından küçük kızları da kapsayacaktır.”

(0-18 yaş arasını da kadın olarak tanımlamak cinayete eşdeğer bir zulüm kapısını aralıyor. Akl-ı baliğ olana kadar, yani ergenlik çağını tamamlayıp üreme fonksiyonları çalışmaya başlayıncaya kadar bütün insanlar çocuk olarak kabul edilir. Çocukların her din ve hukuk sisteminde özel bir yeri ve masumiyetten kaynaklanan dokunulmazlığı vardır. Buluğ çağına erene kadar, çocuklar kimden doğarsa doğsun, dinimizce İslam üzere doğmuş kabul edilir. Aklı ermeden önce vefat edenlerin, cennetlikler arasında olacağına iman ediyoruz. Buluğ çağına giren gençlerin ise, evlilikle birlikte mallarının sorumluluğunu alabilinceye kadar beklenilmesini, bizzat Allah-u Teala emrediyor (Nisa-6). Henüz buluğ çağına ermemiş kız çocuklarını, bebek dahi olsalar “kadın” olarak görmek ve göstermek, LGBTQ+ içinde yer alan pedofili denilen sapıklığa kapı aralayan, sinsi bir “toplumsal cinsiyet eşitliği” taktiğidir. Çünkü toplumsal cinsiyet eşitliği adına; kadın ve erkeklerin ne zaman, kiminle, hangi şartlarda evlenebileceklerini belirleyen dini, kültürel ve sosyal normları yok etmeye, köklerini kazımaya niyet edilmiştir. Çocuklara da kadın denilerek, kadın gibi muamele edilebilmesinin yolu açılmak istenmektedir. Bizler gaflete düşerek ciddiye almasak da, durum bu kadar vahim ve kasıtlıdır!)

Giriş Bölümü

Kadına karşı şiddetin, kadınlarla erkekler arasında tarihten gelen eşit olmayan güç ilişkilerinin bir tezahürü olduğunu ve bu eşit olmayan güç ilişkilerinin, erkeklerin kadınlara üstünlüğüne, kadınlara karşı ayrımcılık yapmalarına ve kadınların tam anlamıyla ilerlemelerinin engellenmesine yol açtığının bilincinde olarak;”

Asıl sorun; kadın veya erkek fark etmeksizin, tüm insanlar arasında gerçek adaleti tesis etmeyle ilgili olduğu halde, “tarihten gelen” işaretlemesiyle dini geçmişimiz ve geleneklerimiz açıkça hedef alınmıştır. Tarihimiz ve kültürümüz toptan suçlu ilan edilerek yargılanmıştır. Burada İslam  toplumu hariç tutularak yorum yapılsaydı, hakkaniyete daha uygun olurdu. Kadının insanlığını tartışmaya açan, yakın zamana kadar ikinci sınıf muamelede bulunmaya devam eden Orta Çağın karanlık Avrupa toplumları ile ilim ve medeniyet pınarı olmuş İslam toplumlarını aynı kefeye koymak halt etmektir. Bu haltı İstanbul’da, şanlı bir medeniyetin beşiğinde yemek ve yedirmek ise ayrı bir faciadır!

Kadına karşı şiddetin yapısal özelliğinin toplumsal cinsiyete dayandığını ve kadına karşı şiddetin, kadınların erkeklere nazaran daha ast bir konuma zorlandıkları en önemli sosyal mekanizmalardan biri olduğunun bilincinde olarak;”

Burada toplumsal cinsiyet diye bir kavram uydurarak niyetlerini ve hedefledikleri değerleri perdeleme yoluna gitmişler. Şeytanlaştırıp kötüledikleri “toplumsal cinsiyet” denilen şeyin ne olduğunu ise Tanımlar bölümünde 3. Maddenin c. fıkrasında itiraf etmişler:
” “toplumsal cinsiyet”, herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler olarak anlaşılacaktır;”

Tanıdık geldi değil mi? CEDAW sözleşmesinde de hedef alınan kadınlar ve erkeklerin dini referanslı gelenek ve göreneklerden kaynaklanan toplum ve aile içindeki rollerini kastediyorlar. CEDAW küstah bir şekilde bu özelliğe savaş açtığını ilan ediyordu. İstanbul Sözleşmesi ise “toplumsal cinsiyet ”  uydurmasıyla gizlemeye ve kafa karıştırarak hain emellerini uygulamaya çalışıyor.

Farkları bu yani! Kadın ve erkeğin Allah tarafından verilen, Peygamber tarafından öğretilen rollerini bozmak ve değiştirmek! Bütün planlarını bu hain niyetlerini yürürlüğe sokmak, aile yapısını parçalamak üzere kurmuşlar. Türk-İslam ailesi bozulunca geriye ne dosta güven, ne düşmana korku salan Türklük kalır, ne de İslamın bayraktarlığı! Bizleri kendi evimizde, kalbimizden vurmuşlar. Daha ne olsun?!

Madde 1- Sözleşmenin Maksatları
1 Bu sözleşmenin maksatları şunlardır:
a kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak;
b kadına karşı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirmek de dahil olmak üzere, kadınlarla erkekler arasında önemli ölçüde eşitliği yaygınlaştırmak;
c kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin tüm mağdurlarının korunması ve bunlara yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politika ve tedbirler tasarlamak;
d kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti ortadan kaldırma amacıyla uluslararası işbirliğini yaygınlaştırmak;
e Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin ortadan kaldırılması için bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi maksadıyla kuruluşların ve kolluk kuvvetleri birimlerinin birbiriyle etkili bir biçimde işbirliği yapmalarına destek ve yardım sağlamak.”

Fark ettiniz mi? İstanbul Sözleşmesinin maksatlarını açıklayan hemen her madde içinde özellikle “aile içi şiddet” ibaresi konulmuş. Bu maksatları görenler doğal olarak şöyle düşünmeye zorlanıyor: “Aile çok kötü bir kurumdur. Lağvedilmesi gerekiyor. Aile içinde hemen her kadın şiddet görüyor. Kadınları aileden kurtarmak lazım. Aile demek kadınlar için eziyet demek vs.” Aile hedefe alınınca kadınlar için ailenin çok kötü bir ortam olduğunu ispat etmeleri gerekiyordu. Bu maddelerde verilen subliminal mesaj (bilinçaltı mesajı ve hedefi) ailenin şiddet kaynağı olduğudur. Toplumun her kesiminde görülebilen şiddet olaylarını pas geçerek, doğrudan aileyi hedefe koymak şeytani bir duruşun göstergesidir. Azınlıkta olan şiddet olaylarının çoğunluk gibi gösterilmesine yönelik algı operasyonudur.

Madde 4 – Temel haklar, eşitlik ve ayrımcılık yapılmaması
3- Taraflar bu Sözleşme hükümlerinin, özellikle de mağdurların haklarını korumaya yönelik tedbirlerin, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin edeceklerdir.

İstanbul Sözleşmesinin, CEDAW’dan farklı olarak başka değerlerimize de saldırdığı kısım burada kendini belli etmiş. 4. maddeye göre eşcinsellik ve benzeri tüm sapkınlıkların mazur görülmesi, her hangi bir iş için bu sapkın duruşlarının engel olarak görülmemesi teminat altına alınmış oluyor. Bu maddeye göre eşcinsellik ve diğer sapkınlıkların ifade edilmesi, özgürce yaşanması ve hatta aynı cinsler arasında evlilik talebi gibi istekler karşılanmak zorundadır. Normal insanlar ne yapıyorsa sapkınlar da yapabilmelidir! Hatta imamlık bile olsa! Nitekim, 2014 yılında bu rezil talebi dile getirmeye cür’et eden bir iktidar Milletvekili de çıktı! Sözleri de hem kendi partisi, hem de Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından  tel’in ve tekzip edilmedi maalesef!

İstanbul Sözleşmesi, imza atan devletleri bu rezil talepleri yerine getirmeyle sorumlu kıldığı gibi, bu konularda düzenli veri toplamasını ve  66. maddede tanımlanan “Uzmanlar Grubuna” verilmesini de şart koşuyor. Üyelerin sözleşmeyi hayata geçirmeleri için sistematik baskı yapısı kuruluyor. Nitekim, İstanbul Sözleşmesinin ilk hastalıklı meyvesi 2012 yılında 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun olarak çıkarılmış ve aile yapımıza nükleer bomba atılarak şiddet olaylarının aşırı tırmanmasına, aile yapısının gittikçe dağılmasına vesile olunmuştur. Ayrıntıları bir sonraki yazı başlığında okuyabilirsiniz.

Bölüm III – Önleme / Madde 12 – Genel yükümlülükler
1 Taraflar kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır.

4 Taraflar özellikle gençler ve erkekler olmak üzere, toplumun tüm bireylerinin bu Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddet olayının önlenmesine aktif bir biçimde katkıda bulunmasını teşvik etmeye yönelik gerekli tedbirleri alacaktır.
5 Taraflar kültür, töre, din, gelenek veya sözde “namus” gibi kavramların bu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemine gerekçe olarak kullanılmamasını temin edeceklerdir.”

Bu kısımda da hastalıklı zihniyetlerini, dine ve toplumsal kültür geçmişine olan düşmanlıklarını “kökünü kazıma” isteğiyle haykırmış bulunuyorlar. Bu süfli emellerini gerçekleştirmek için, hedeflerine gençleri ve erkekleri aldıklarını, onların yapısını dejenere ederek, erkeklik rollerini değiştirerek yapacaklarını belirtiyorlar. Her hangi bir adli olayda haklı veya haksız dinlemeden bütün dini referansları, toplumun yazılı olmayan hukuk kurallarını yok sayacaklarını, “sözde namus” aşağılaması ile namus ve iffet kavramlarına olan düşmanlıklarını ilan ediyorlar.

Kökü kazınmak istenen şey İslam’dır!  Ahlakımızdır, geleneksel ve tarihi değerlerimizden asırlar boyu süzülüp gelen babalık, annelik, abilik, ablalık, teyzelik, halalık, dedelik, ninelik, amcalık, dayılık gibi toplumsal rollerimiz ve görevlerimizdir! Hz. Peygambere (s.a.s.) küstahça nispet edercesine, fethini müjdelediği İstanbul’da yapılan “İstanbul Sözleşmesi” en başta Sünnet-i Seniyyenin kökünü kazıyacağını ilan ediyor! Çünkü bizim toplumsal cinsiyet rollerimizin temel dayanaklarından birisi ve asıl rol modeli Hz. Peygamber’dir. Onun mübarek Ehli Beyti yani ailesi, Ashab-ı Kiram’ı yani onun devrinde yaşayan ve ona tabii olan Müslümanlardır!  İstanbul Sözleşmesi bunların kökünün kazınmasına and içiyor. Bizde gaflet ve delalet içinde buna imza atıp savunuyoruz. Bundan daha büyük zillet var mıdır?!!!

Madde 13 – Farkındalığın arttırılması
1 Taraflar bu Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddet eyleminin ortaya farklı şekillerde çıkışı ve bu eylemlerin çocuklar üzerindeki etkisi ve bu şiddet eylemlerinin önlenmesi ihtiyacı konusunda halk arasındaki farkındalığın ve anlayışın arttırılması için, yerine göre ulusal insan hakları kuruluşları ve eşit haklar kuruluşları, sivil toplum kuruluşları ve özellikle de kadın örgütleriyle işbirliği de dahil olmak üzere, düzenli olarak ve her düzeyde farkındalık arttırıcı kampanya ve programları yaygınlaştıracak veya uygulayacaktır.
2 Taraflar bu Sözleşme kapsamındaki şiddet eylemlerini önlemeye yönelik mevcut tedbirler konusundaki bilgilerin halk arasında en geniş bir şekilde dağıtımını sağlayacaklardır.

Madde 14 – Eğitim
1 Taraflar, yerine göre, tüm eğitim seviyelerinde resmi müfredata, kadın erkek eşitliği, toplumsal klişelerden arındırılmış toplumsal cinsiyet rolleri, karşılıklı saygı, kişisel ilişkilerde çatışmaların şiddete başvurmadan çözüme kavuşturulması, kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve kişilik bütünlüğüne saygı gibi konuların, öğrencilerin zaman içinde değişen öğrenme kapasitelerine uyarlanmış bir biçimde dahil edilmesi için gerekli tedbirleri alacaklardır.”

Şiddeti önleme adı altında çocukların zihinlerini bulandırmaya, “toplumsal cinsiyet eşitliği” saçmalığı ile kadın-erkek rollerinin daha çocukluktan itibaren yer değiştirip bozulmasına çalışıyorlar. Aynı zamanda eşcinsellik ve diğer sapkınlıklara karşı var olan tepkilerin yok edilmesine, hoşgörü adı altında normalleştirilmesine uğraşıyorlar. Bu sapkın amaçlar için işbirliği yapılması istenen dernek ve vakıfların büyük bir kısmına finansal destek veren Soros Açık Toplum Vakfı‘dır. Türkiye’de kendilerine karşı tepkileri azaltmak için faaliyetlerini gizlemeye ve Türkçe tanıtım metinlerine örtülü yardımsever mesajları koymaya çalışmışlar.  Oysa, sapkın derneklere olan desteklerini, İngilizce sitelerindeki sözde “Kadın Hakları Programı” tanıtımında, her türlü sapkınlığa  sahip çıktıklarını iftiharla yazmışlar: “Kadın Hakları programı, kadınların, LGBTQI’NİN ve cinsiyet kalıbına uygun olmayan insanların yaşamlarının her alanında ses ve ajans sahibi olma gücünü artıran sosyal hareketlere yatırım yapmaktadır.Yani İstanbul Sözleşmesi, her türlü sapkınlığa göz yumun ve bunların yayılması için faaliyet gösteren vakıf, dernek, platform vb. oluşumlarla işbirliği yapın, halkı da bu rezaletlere katılmaları için teşvik edin diyor!

“Madde 42 – Sözde “namus” adına işlenen suçlar da dahil olmak üzere, işlenen suçlar için gerekçelerin kabul edilmemesi
1 Taraflar bu Sözleşme kapsamında kalan şiddet eylemlerinin gerçekleştirilmesinden sonra başlatılan ceza davalarında kültür, töre, din, gelenek veya sözde “namus”un gerekçe olarak öne sürülmesinin önlenmesini temin etmek üzere, gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.”

Kendini bilmeyen, dinini de bilmeyen bazı katil ruhlu insanların ceza indirimi alabilmek için yaptıkları “namus” savunmasının yanlışlığından yola çıkarak ve bunu bahane ederek, her türlü dini, kültürel, geleneksel normları yok sayan, toplum hayatındaki etkilerini sıfırlamaya yöneliktir bu madde ile amaçlanan şey! Aile kavramının dayandığı kültürel birikimlere, geleneklere ve inançlara da savaş açarak, ailenin bir daha doğrulmamak üzere yıkılması hedeflenmiştir.

Birkaç kendini bilmez yüzünden, bütün değerlerin adeta çöpe atılmak istenmesi, ancak şeytanın işine gelebilir. Kaldı ki, “Kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur” (Maide 32) İlahi Hükmüne dayanan dinimizle, kadın cinayetlerini yan yana getirmek büyük bir iftira ve zulümdür! İslam kısası emreder. Haksız yere can alan kişinin de canından olması gerekir. İslam adaleti sağlanmadan, Müslümanların yanlış ve eksikleri üzerinden, İslam hakkında kimse hüküm çıkarmaya kalkışmasın! Büyük bir vebal ve günah olur.

İstanbul sözleşmesinin yazım dili ve odak noktasına bakıldığında aile kurumunu açıkça hedef aldığı, kadını da aileden kurtarılması, korunması gereken bir varlık olarak yuvasını dağıtmaya teşvik ettiği anlaşılıyor. Sözleşmenin hiç bir yerinde aileyi korumak, yüceltmek, tarafları kaynaştırmak, aile içinde çözüme katkı sağlamak gibi konular işlenmiyor. Tam tersine yuvasından çıkmaya teşvik edilen kadınlar için mekanlar kurulması, para ve iş yardımı yapılması gibi hususlara değiniliyor. Aile ortamında çıkan kavgaların çoğunun temelinde ekonomik sorunlar ve iletişim problemleri gibi önlenebilir sorunların olduğu dikkate alınırsa, bu kaynakların sorunları gidermek için kullanılması daha doğru olmaz mıydı?

Bu rezil sözleşmeler hakkında yeterince açıklamada bulunduğum kanaatiyle, bu kısmı sonlandırıyorum.

 

 

Evliliği Kurtarmaya Değil Yıkmaya Yarayan, Şiddeti Tırmandıran Kanunların Çıkarılması

Sözde kadını ve aileyi korumak için çıkarılan yasalar, tam tersi etkiler yapmıştır. Haksız ve dengesiz bir zeminde, bir tarafı melek, diğer tarafı şeytan gören mantıkla kurulan mevzuatın, huzur ve barış getirmesi mümkün değildir.

Kadına pozitif ayrımcılık yapmak adına, erkeği şeytanlaştıran ve doğruluğu ispatlanmamış da olsa, sokağa terk edilen evcil hayvanlar konumuna getiren yasalardan, adalet ve barış doğmuyor.

  • 1988 yılında Türk Medeni Kanununa “süresiz nafaka” zulmü eklendi.((743 sayılı Türk Medeni Kanunu https://mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/5.3.743.pdf))
  • 1998 yılında 4320 sayılı “Ailenin Korunmasına Dair Kanun” kabul edildi ve yayınlandı.((4320 Sayılı Kanun http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/5.5.4320.pdf))
  • 2001 yılında 4721 sayılı yeni Türk Medeni Kanunu kabul edildi.((4721 sayılı Türk Medeni Kanunu https://mevzuat.gov.tr/mevzuatmetin/1.5.4721.pdf))
  • 2002 yılında Türk Medeni Kanununda değişiklikler yapıldı. BABA olarak erkekler Aile Reisliğinden kovuldu. Kanundan çıkarıldı.
  • 2004 yılında 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu kabul edildi. Kadın beyanı cezalandırma için esas alındı.
  • 2005 yılında Türk Ceza Kanununda değişiklikler yapıldı.
  • 2006 yılında “Çocuk ve Kadınlara Yönelik Şiddet Hareketleriyle Töre ve Namus Cinayetlerinin Önlenmesi İçin Alınacak Tedbirler” Konulu 2006/17 sayılı Başbakanlık Genelgesi çıkarıldı.
  • 2007 -2010 yılları arasında Kadına Şiddeti Önleme Eylem Planı hazırlandı ve uygulandı.
  • 2008 yılında 4320 sayılı kanuna dayanarak “Ailenin Korunmasına Dair Kanunun Uygulanması Hakkında Yönetmelik“((http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2008/03/20080301-13.htm)) çıkarıldı.
  • 2011 yılında Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine dayalı İstanbul Sözleşmesi imzalandı.
  • 2012 yılında 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun çıkarıldı.((6284 Sayılı Kanun https://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.6284.pdf))
  • 2014 – 2018 arasında Toplumsal Cinsiyet Eylem Planını uygulandı.

Adeta tam saha pres yapar gibi dayatılan bu mevzuat ve uygulamaların temelinde aile ve erkek düşmanlığı, evliliğin ötekileştirilmesi, toplumsal değerlere ters yaklaşımlar esas alındığı için sonu hüsran ve felaket tablolarına yol açtı!

İnsanlar evlenmeye korkar oldu! Maddi şartlardan bağımsız olarak, evlilik dışı hayatı daha cazip kılan şartlar yüzünden erkekler evlenmeden yaşamayı tercih etmeye başladı. Nüfusumuz arttı ama evlilik hızımız düştü! Nüfus artış hızımız düştü! Çünkü bu şartlarda çocuk yapmak deli cesareti ister oldu. Kadınlar için iş kariyeri annelikten önce gelmeye başladı. Evlilik hızı düştü ama boşanma hızı arttı! Evliliği kurtarmaya değil, yıkmaya odaklanan, kadını evlilikten kurtarılacak esir gibi gören zihniyet başarılı oldu! Aşağıdaki grafikte evliliğin nasıl dramatik olarak azaldığını, boşanmanın da evlilikler azalmasına rağmen, nasıl istikrarlı bir şekilde arttığını görebilirsiniz.

Veri Kaynağı: (www.tuik.gov.tr) Temel İstatistikler/Nüfus ve Demografi/Hayati İstatistikler

Kocaların sokağa hayvan gibi terk edilerek, evlerine ve çocuklarına yasaklanması, üstelik giremediği evlerinin geçimlerinin de “tedbir nafakası” olarak boyunlarına yüklenmesi, ilk 1998 yılında  kabul edilen 4320 sayılı “Ailenin Korunmasına Dair Kanun” ile ortaya çıktı! Trajikomik bir şekilde, sözde ailenin korunması için çıkarılan kanunun, aslında ailenin bir daha birleşemeyecek şekilde parçalanmasına zemin hazırladığı ortaya çıkmıştır. Birkaç dengesiz ve psikopatın yeterince cezalandırılmadığı olaylar sebep gösterilerek, bütün erkekleri şeytan ve kadın düşmanı ilan eden uygulamalar yapılmıştır.

4320 sayılı kanuna dayanılarak 2008 yılında çıkarılan “Ailenin Korunmasına Dair Kanunun Uygulanması Hakkında Yönetmelik“((http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2008/03/20080301-13.htm)) içinde de aynı zihniyet devam ettirilmiş,  aileyi korumak adına canavar ilan edilen babanın evden kovulması ve tacize devam ederse (çocuklarını araması, evine gelmesi de taciz sayılmıştır!) hapse atılması temel yöntem olarak benimsenmiştir! Karı-kocanın sakin bir ortamda terapiye alınması, akrabalardan hakem ve destek grupları kurulması, tatil ve ekonomik destek gibi teşviklerin sunulması hiç akla gelmeyen şeyler olmuştur. Bu konun ve yönetmeliğine göre en iyi aile parçalanmış aile, en iyi koca sokağa atılmış, kaz gibi yolunmuş ve evlendiğine pişman edilmiş kocadır!

6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun yürürlüğe girdiği 2012 yılından itibaren yuvaların daha da çabuk dağılmasına ve kadın cinayetlerinin giderek artmasına neden olmuştur.((Yuvayı Yıkan Kanun 6284 http://www.sekam.com.tr/sayfa.php?detay=yuvayi-yikan-kanun-%E2%80%9C6284%E2%80%9D))

Sıradan tartışmaların sonucunda bile şikayet halinde erkeğin sorgusuz sualsiz evinden atılarak 6 aya kadar uzaklaştırılması ile öfke ve düşmanlık duygularında patlamalar, cinnet nöbetleri görülür olmuştur. Sokağa terk edilen ve toplumda itibar ve şerefi ayaklar altına alınan erkeğin yeniden karısını sevmesi, yaşananları yok sayarak mutlu olması ve yuvasını kurtarmak için gayret göstermesi mümkün olmamaktadır.

Her şeyde olduğu gibi, evden uzaklaştırma tedbirinde de işin suyunu çıkarmış ve bir kaç günlük makul süreler yerine 6 aya varan acımasız cezalandırmalar yoluyla aile birliğini adeta bombalayan kanun yapmışız. Üstelik şiddetin uygulandığına dair delil veya belge aramaya bile gerek görülmeden. Kadının beyanı esas oluyor. Yani kadınların hepsi sütten çıkmış ak kaşık, erkeklerin hepsi de azılı vahşi şeytani varlıklar olarak kabul ediliyor. Kanun böyle olunca haksızlığa uğrayan erkek kime gitsin? Hangi hakime derdini açsın?

6284 sayılı Kanunun ilgili maddesi  ve paragrafları:

“MADDE 8 – (1) Tedbir kararı, ilgilinin talebi, Bakanlık veya kolluk görevlileri ya da Cumhuriyet savcısının başvurusu üzerine verilir. Tedbir kararları en çabuk ve en kolay ulaşılabilecek yer hâkiminden, mülkî amirden ya da kolluk biriminden talep edilebilir.
(2) Tedbir kararı ilk defasında en çok altı ay için verilebilir. Ancak şiddet veya şiddet uygulanma tehlikesinin devam edeceğinin anlaşıldığı hâllerde, resen, korunan kişinin ya da Bakanlık veya kolluk görevlilerinin talebi üzerine tedbirlerin süresinin veya şeklinin değiştirilmesine, bu tedbirlerin kaldırılmasına veya aynen devam etmesine karar verilebilir.
(3) Koruyucu tedbir kararı verilebilmesi için, şiddetin uygulandığı hususunda delil veya belge aranmaz. Önleyici tedbir kararı, geciktirilmeksizin verilir. Bu kararın verilmesi, bu Kanunun amacını gerçekleştirmeyi tehlikeye sokabilecek şekilde geciktirilemez.”

Kadın Cinayetleri GrafiğiVeri Kaynağı: www.ntv.com.tr((Son 10 Yılda 2337 Kadın Cinayete Kurban Gitti https://www.ntv.com.tr/kadina-siddet/son-10-yilda-2337-kadin-siddet-gorerek-hayatini-kaybetti,IlrCsnm8G0KFBXRnyWuE8A)),((Verilerle Kadına Şiddetin Anatomisi https://www.ntv.com.tr/kadina-siddet/verilerle-turkiyede-kadina-siddetin-anatomisi,9qKlgEbuGki0JsWdAupp-Q))

Grafikten de görüleceği üzere, 6284 sayılı kanun kadına yönelik şiddetin azaltılmasına faydalı olmamış, tam tersine arttırıcı bir etkide bulunmuştur.

Yüce Allah; “Eğer karı-kocanın arasının açılmasından endişe ederseniz, erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. İki taraf (arayı) düzeltmek isterlerse, Allah da onları uzlaştırır. Şüphesiz, Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdardır.” (Nisâ-35)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf)) buyuruyor. Yani iki taraftan sayılıp sevilen birer akrabayı hakem olarak tayin edin diyor. Böylece anlaşmazlığın giderilmesi ve hakkın teslim edilmesi suhuletle (incelik ve kolaylıkla) çözümlenmesi öneriliyor. Biz ise ortalığı toparlamak yerine, yuvanın ortasına dinamit atar gibi tarafları ayırarak uzaklaştırıyor, haklı veya haksız dinlemeden erkeği suçlu ilan ederek, kadına ve yuvasına düşman yapıyoruz. Sonra da kadın cinayetleri neden azalmıyor diye yeniden erkek düşmanlığının dozunu arttırma gayretine itiliyoruz. Bu kısır döngü ve mantık kırılmadıkça şiddet azalmaz, yuvalar huzur bulamaz.

Aklımıza getirmekten bile edep ve haya duyduğumuz haramlar arasında, ensest (aile için birbiriyle evliliği haram olan 1. derece yakınlar arasında cinsel ilişki) ve pedofili (çocuklarla cinsel ilişki) sapkınlıkları da bulunmaktadır. İslamın ve kadim milletimizin bu konudaki tavrı ve uygulaması bellidir. LGBTQ+ sapkınlığı içinde Q harfiyle temsil edilen ensest ve pedofili sapıkları, internet, diziler ve filmler üzerinden var güçleriyle yaygınlaşma ve meşrulaşma çalışması sürdürürken, uzakdoğu başta olmak üzere, fakir ülkelerdeki çocukların fuhuş sektörüne para karşılığında peşkeş çekilmesi, daha da yaygınlaşmalarına yol açmaktadır. İstanbul Sözleşmesi içinde “kadın” tanımlamasına O yaşından itibaren bebek ve kız çocuklarının da dahil edilmesi, ensest sapıklığına giden şeytani planın bir parçasıdır. Avrupa ve Amerika’da ensesti normal bir hak şeklinde gören kişiler türemiş, kitaplar yazmış ve hatta dernekler kurmuştur!((http://ahmethakancakici.blogspot.com/2018/10/ailesiz-toplum-4-bi-acayip-aileler.html))  Ülkemizde ise, yasalardan idam gibi gerçek cezaların kaldırılması, dini-ahlaki hassasiyetlerin körelmesi,  cehalet ve aile içinde örtbas gibi uygulamalar yüzünden, maalesef yaşanabilen rezaletler arasındalar.

6284 sayılı kanun ile masum insanların itibar suikastine uğramasını önleyecek, kadın veya kız çocuklarının yalan beyanlarını tespit ederek iftira atmalarını engelleyecek tedbirler eşliğinde, ensest ve pedofil sapıklar için en sert önlemlerin alınması gerekir. Aksi takdirde kendisini savunamayacak kadar aciz ve masum yavruların kabustan beter hayat yaşamaları önlenemez. Çocuklarımızı emanet ettiğimiz kurumlar dini ve sağlam referanslı kurumlar bile olsa, insan söz konusu ise her şeyin düşünülmesi gerektiği açıktır. İtimat kontrole mani değildir! Çocuklarımızın başıboş bırakılmaması, aile ve devlet imkanları ile rutin kontrollerinin yapılması gerekir. Bizler dikkatli ve şuurlu olmadıkça, her ilden ve  her kurumdan çıkabilecek sapıkların, yavrularımıza saldırılarını duyarak kahrolmak zorunda kalabiliriz!((http://www.hurriyet.com.tr/gundem/ereglide-lojmanda-7-cocuk-40089174))

Herkesi kendimiz gibi iyi niyetli gördüğümüz durumların sonucu, acı ve ızdırap dolu tecrübeler olmadan tedbir almayı öğrenmemiz gerekir.

Kadının beyanının esas olması, iyi niyetle düşünülen ancak, erkeklerin başında giyotin gibi tehlike arz eden bir ön kabuldür. Sadece 6284 sayılı kanunda değil, Türk Ceza Kanununda da yer almaktadır. “Madde 102- (Değişik: 18/6/2014-6545/58 md.) (1) Cinsel davranışlarla bir kimsenin vücut dokunulmazlığını ihlâl eden kişi, mağdurun şikâyeti üzerine, beş yıldan on yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Cinsel davranışın sarkıntılık düzeyinde kalması hâlinde iki yıldan beş yıla kadar hapis cezası verilir.“((https://mevzuat.gov.tr/mevzuatmetin/1.5.5237.pdf)) Doğruluğu ispatlanmadan verilen kararların adaletle uzaktan yakından ilgisi kalmadığı gibi, kötü niyetli kadınlar veya kız çocukları içinde erkekleri istismar edecekleri bir tezgah olabilmektedir. Sonra da tecavüze uğradığını söyleyen ve şikayet ettiği erkeğin ceza almasını sağlayan kızların bakire çıkması gibi garip olaylar yaşanabilmektedir.((http://www.mynet.com/tecavuze-ugradim-dedi-bakire-cikinca-110100777613)) Sırf kadın beyanı esas alınınca, evli olduğu karısına tecavüz etmekle suçlanan erkek mağdurlar da çıkmaktadır.((https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/sefa-saygili/kadinin-beyani-esastir-denilirse-29378.html)) Kadının beyanı esastır ön yargısı, ailenin ve erkeklerin üzerinde kara bulutların eksik olmadığı günler vaat etmektedir. Erkekler iftira korkusu ile kadınlardan ve evlilikten uzaklaşınca, hedeflenen sonuca varılmış olacak, aile diye bir kurum kalmayacaktır!

 

Aile Kurumuna ve Kadim Kültürümüze Düşman Gibi Davranan STK’lar

İtiraf etmem gerekirse, bu yazıları hazırlayana kadar CEDAW, İstanbul Sözleşmesi, 6284 sayılı kanun ve toplumsal cinsiyet eşitliği hakkında oldukça yüzeysel bilgilere sahiptim. Bu konularda eleştiren veya savunan yazıların bir kısmını okumuş olsam da, sözleşme ve kanun maddelerini irdeleyene kadar, meselenin dehşetinden gafil kalanlar arasındaydım. Biraz daha deşeleyince konu hakkındaki cehaletimden ayrıca utanır oldum.

Şimdi oldukça net ve duru bir görüşe sahibim. Eğer her hangi bir vakıf veya dernek, doğrudan CEDAW, İstanbul Sözleşmesi veya 6284 sayılı kanun uygulamasına sahip çıkarak destekliyor ise, haklarında şunları düşünüyorum:

1- Bu kuruluşlar; doğrudan dini, toplumsal ve kültürel değerlere savaş açmış, kaynağını şeytani sermaye gruplarından alan toplum ve aile düşmanlarıdır. Örnek: Eşcinsellik ve diğer sapkınlıklara destek vermek için çalışan yerli ve yabancı dernekler, vakıflar ve platformlar. Bunlara açıktan destek veren, faaliyetlerini normalleştiren, sapkınlığı tercih meselesi ve saygıya değer olduğunu dayatan bütün şahısları da aynı sınıfta değerlendiriyorum.

2- Toplumun genel dengeleri (adalet, eğitim, gelenekler, aile birliği vb)  bozulduğu için, yaşanan bazı talihsiz olayları fırsat bilen, yılan hikayesine dönen AB üyeliğini bahane eden mihrakların,  din, aile ve erkek düşmanı siyasetlerinin güdümüne giren kurum ve kuruluşlardır. Bunlar için hain sıfatı açıkça söylenemese de gafil olduklarını belirtebiliriz. Muhafazakar görünümlü insanlardan teşekkül etmeleri de bu gerçeği değiştirmiyor! Tam tersine, pirincin içindeki beyaz taş gibi, daha çok zarar veriyor! Kadını iş piyasasına peşkeş çekmek, anneliği değersiz ve onursuz kılmak, erkekleri şeytanlaştırmak, evlilikleri sürdürmeyi ve boşandıktan sonra yeniden evlenmeyi zorlaştırmak, başlıca etkileri arasında bulunuyor.

Mesela, KADEM (Kadın ve Demokrasi Derneği) üyelerine feminist düşüncelerin etkisinde, toplumun aile yapısına ve erkeklik olgusuna düşmanca tavırlar geliştirdikleri iletildiğinde, şiddetle itiraz ediyor ve suizanla suçluyorlar. Basit bir örnek vermek istiyorum. KADEM tarafından yayınlanan Kadın Araştırmaları Dergisinin en son  5.cilt 1.sayısında  Fransız Feminist Yazar Elisabeth Badinter‘in “Postmodern Dünyada Anne Olmak” isimli makalesi Zehra Zeynep Sadıkoğlu tarafından tercüme edilerek “Kadınlık mı? Annelik mi?” başlığı altında yayınlanmış.((KADEM Dergisi “Kadınlık mı? Annelik mi?” Makalesi http://kadinarastirmalari.kadem.org.tr/wp-content/uploads/2019/07/210-218.pdf)) Kadınlık ve annelik hakkında feminist yazarları referans alarak, onların çizgisinde politika üretenlerin işlerinden hayır beklenebilir mi? Bizim kültürümüz ve dinimiz kadınlık ve annelik değerlerini olabilecek en yüksek noktaya çıkarmışken, Cenneti annelerin ayağının altına sermişken, başka mecralardan destek aramak hayra değil, ancak İstanbul sözleşmesi gibi hain planların işlemesine hizmet edebilir!

Her metinde olduğu gibi, CEDAW ve İstanbul Sözleşmeleri içinde de rahatlıkla savunabileceğimiz hususların hatırına, KADEM gibi inancımıza yakın durduğunu belirten kuruluşların bu rezil belgeleri savunmaya ve kendilerince sahiplenmeye kalkmaları, bazı yönlerinin yanlış olduğunu deklare etseler bile yanlıştır, manevi cinayete ortaklık etmektir. Alkolle pişirilen bir yemeğin içinde et veya patates gibi helal yiyeceklerin de olduğunu belirterek yemeye kalkamazsınız! Helal kısımları, haram kısımlarını helal eylemez! Hayati tehlike gibi zaruri haller dışında kimse buna cevaz veremez! İstanbul sözleşmesine imza koymasaydık ülkemiz işgal mi edilecekti? İnsanlarımız idam mı olacaktı? Avrupalı sırtlanlara şirin görünme gayretinden başka bir dürtü göremiyoruz!

KADEM ve benzeri kuruluşların acilen bu sözleşmeleri kabul etmedikleri ve kaldırılmaları gerektiği yönünde ciddi aksiyonlar bekliyoruz. Tam tersine bunların uygulamalarına yönelik toplantılara katılarak “merd-i kıptinin şecaat arz ederken sirkatin söylemesi” gibi ilan etmelerini değil! Karar vericilere etki güçleri hasebiyle sevap ve günah katsayılarının Allah-u Alem katlamalı tarifeden olduğuna inanıyorum. Rabbim hayırlı işlerinde yollarını dümdüz eylesin, gafil ve hayırsızlığa çıkacak işlerinde ise daha niyet halindeyken yok olmasını nasip etsin. Amin…

 

 

Suçlara Karşı Cezaların Yetersizliği ve İdamın Kaldırılması

Bizler ne kadar yapıcı ve mülayim olmaya çalışırsak çalışalım, ta Hz. Adem’den  (a.s.) bu yana Habil ve Kabil’ler gelmeye devam edecektir. Masum ve iyi niyetli Habil’lerin canına kast eden; kıskançlık, öfke ve diğer şeytani dürtülere kapılan Kabil tıynetliler çıkacaktır. Üstelik bu katillerin bazıları, sapık emellerini de işin içine katarak hayvanlıktan yüzlerce derece aşağıdaki davranışların faili olabilecektir.

Hemen her konuda olduğu gibi, adaleti tesis etme hususunda da Allah’ın emir ve tavsiyelerine sırt çevirip, kendi yetersiz çözümlerimizle hüküm vermeye kalktığımız için, vicdanlar huzur bulmuyor, sapık ve katiller korkup uslanmıyor.

Kadın, erkek veya çocuk her hangi bir insanın, canına haksız yere kastettiği zaman, kendi canından da olacağını iyi bilen birisi, bu melaneti işlemeden önce çok kez düşünmez mi? Halbuki şimdilerde; aklına koyduğu insanı, tavuk boğazlar gibi rahatça ve vahşice öldüren insan müsvetteleri, kaç yılsa yatar çıkarım mantığıyla cesaret buluyor. Ülkemizin egemenliğine kast eden, güvenlik güçlerimizi ve masum vatandaşlarımızı acımasızca öldüren hainleri bile, en fazla ömür boyu beslemek zorunda kaldığımız bir düzende, nasıl mutmain (sükunete ermiş) bir kalple dolaşabiliriz?

Haksız yere işlenen ve kesin delillerle ispat edilen her bir cinayetin karşılığı, ancak idam olursa adalet yerini bulmuş olur. Eşini, evladını, kardeşini veya başka bir yakınını cinayetle yitiren insanların acı ve öfkesinin biraz olsun durulması için adaletin sağlandığına inanmaları gerekir.

Her bir sapık olayında veya vahşi cinayette, ülkece galeyana geliyoruz. Kayseri’de bayramda öldürülen çocuklarımız, Yasin Börü, Eren Bülbül, Özgecan kızımız ve diğer şehitler ile cinayete kurban giden masumlarımız için, gerçek adalet ancak kısasla olabilir. Bizi Yaratan Rabbimiz reçetemizi yazmış : “Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki (bu hükme uyarak) korunursunuz.” (Bakara-179)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf)) Ama bizler yanlış ilaç ve tedaviler peşinde koşarak, hastalığımızı ve sancımızı daha da arttırıyoruz!

Her hangi bir hırsız malımızı çalsa ve bu sırada yakalansa, karakoldaki şikayet işlerimiz daha bitmeden, neredeyse bizden evvel sokağa geri salınıyor. Mal ve can emniyetinin yanı sıra adalet güvencesinin de olması temel vatandaşlık hakkımızdır. Toplum infiale geldiği zaman, gaz alma niyetiyle idamı destekler gözükenlerin, başka mazeretlere sığınmadan ilgili yasayı çıkarmaları üzerilerine borçtur! İdamın gecikmesi nedeniyle yaşanan her cinayetten dolayı onların da ağır vebal payları vardır!

Aşağıdaki grafikte görüleceği üzere, kanunlarımızın ve adalet sisteminin, suçların önlenmesinde caydırıcı etkisi oldukça azalmıştır. Gelişen iletişim ve eğitim şartlarına rağmen suç işleyenlerin sürekli artması hem adaletsizliğin, hem de suçlulardaki vurdumduymazlığın göstergesidir. Tutuksuz yargılaması devam edenlerde hesaba katıldığında adli sistemdeki dosyaların fazlalığı daha iyi anlaşılacaktır. Devasa adalet saraylarının veya hapishanelerin yapılması, bir gelişmişlik göstergesi gibi sunulamaz.

Veri Kaynağı: (www.tuik.gov.tr) Temel İstatistikler/Adalet ve Seçim/Hükümlü ve Tutuklu Sayısı

Sonuç olarak, suçluların muamelesinde cinsiyet farkı gözetilemez, adil yargılanmak herkesin hakkıdır. Yargı ile suçu kesin ve sabit bulunanlara, gereken cezanın eşdeğer şekilde verilmesi de maktul ve mazlumların hakkıdır. Bu dünyada haklarını yok saymamız onları zayi etmez, mahşerde katlamalı tarifeden geri almalarını sağlayacak olan da Adl-i Mutlak Rabbimizdir.

 

 

Feminist ve İslama Aykırı Düşüncelerin Müslüman Kadınlar Arasında Yayılması

Feminizm akımı, yaratılışa, fıtrata ve yeteneklere dikkat etmeksizin, erkek ve kadın arasında mutlak eşitlik saplantısıyla hareket etmektedir. Bu akım erkek-kadın eşitliğini, erkeklerin doğal alanlarını kadınların işgal etmesi ve fonksiyonlar için rekabete girmesi üzerinde yerleşmektedir.

Ülkemizde feminist düşünceler inanılmaz derecede güçlü ve etkilidir. Erkeklerin etki sahasını daraltmak ve kadınları erkeklerle yarışmaya zorlamak için yapılmayan rezillik kalmamıştır.

Örneğin “güreş sporu“, yapılması aynı zamanda sünnet olan bir ata sporu ve erkeklere özel fiziksel ve taktiksel güç müsabakasıdır. Kadınları mutlaka her alana karıştırmak zorundaymışız gibi, kadın güreşlerini başlatmak ve halkı Müslüman bir ülke olarak, Kadın Güreş Milli Takımı kurmak zorunda bırakılmamız, geçmişimizden ve kültürümüzden kopuşumuzun acı bir göstergesidir. Diğer spor dalları bahanesiyle yapılan yanlışları da saymaya hiç lüzum yok.

Feminizm tam bir erkek düşmanlığı şeklinde algılanıp uygulanıyor. Erkeklerin yanı sıra, genel olarak insan anlamını içeren “adam” veya “kadın” kelimesinden bile rahatsız olup kaldırdılar. Artık “Bilim Adamı“, “İş Adamı” veya “İş Kadını” demek bile hor görülüyor! Neymiş, cinsiyet ayrımcılığını çağrıştırıyormuş.  Biz kendimizi bildiğimizden beri “anayasa”, “anayol”, “anacadde”, “anabina”, “anaokulu”  gibi ifadelerden gocunmadık ve zorumuza da gitmedi. Adamlığa olan bu düşmanlığın kaynağı Rahmani olmasa gerekir. İnsan ırkını tanımlarken insanoğlu, Ademoğlu denir. Her oğlanın, bir de anası vardır. Kalıp kavramlardan rahatsız olup değiştirmek bir hastalık göstergesidir. Uğruna şekilden şekile girilen batı dünyasında bile, “businessman” veya “business woman” ifadeleri kullanılıyor. “Business human” şeklinde bir tanımlamaya hiç rastlamadım!

 

 

Ev Hanımlığı ve Anneliğin Değersizleştirilmesi

Ev hanımlığı ve anneliğin sıradan, basit ve faydasız işler arasında gösterilmek istenmesi, evlilik kurumuna yapılan önemli ihanetlerden birisidir. Maalesef ekonomik şartların dayatmasıyla, ne kadar güzel meziyetleri olsa da, ev kadınları yerine çalışan kadınlarla evlenmeye rağbet olmaktadır. Hatta okulunu bitirmiş fakat KPSS ile atama bekleyen kızlarımız dahi, tercih noktasında geride bırakılmaktadır.

Annelik kendi başına dünyanın en ağır işçiliklerinden birisidir. 7 gün 24 saat devam eder. Tatile çıkılamaz ve hastalık hallerinde ise tamamen yatağa mahkum olunca geçici ara verilebilir.

Aile kurumu 7/24 çalışan bir hizmet işletmesi gibidir. Ev hanımı ise bu işletmeye hayatını adamış olan yöneticisi ve çalışanıdır. Erkeğin gücü Hanımından gelir. Dışarı çıktığında namusunu, çocuğunu ve malını güvenle emanet bıraktığı, döndüğünde sevgi ve ilgi ile karşılandığı, yokluğunda rutin ve gerekli işlerin yapıldığı bir yuvanın varlığı, en büyük huzur ve mutluluk kaynağıdır. Saliha bir hanımefendi erkeğin en büyük hazinesi, dünya ve ahiret zenginliğidir. Sonsuzluk aleminde Cennetle son bulacak yolculuğun sırlarından birisi de karşılıklı hayra yönlendiren, şerden uzaklaştıran karı-koca ekip çalışmasıdır.

Çalışan veya çalışmak zorunda kalan anneler ise, bütün ev hanımlığı işlerinin yanı sıra, dışarıda da fiilen mesai yapmak zorunda kaldıkları için, tam bir kahramanlık ve fedakarlık örneğidirler. Bu konudaki ayrıntılı yazıma  “Zoraki Kahramanlar: Çalışan Anneler” bağlantısından ulaşabilirsiniz.

Ev kadınlarına “çalışmıyor” demek ağır bir bühtandır, hak yemedir. Ev kadınları hem dünya hem de ahiret için çalışan, kocasını ve çocuklarını geleceğe taşıyan yolların mimarı, öğretmeni, helalinden besleyen aşçısı ve hayat koçudur. Sevgi ve şefkatin kollarında cisim bulduğu, doğasında bilgeliği fazlasıyla barındıran iletişim uzmanıdır.

Yapılması gereken, kadınların ailesine ve toplumuna katkısını arttıracak becerilerle donanmasına yardım etmek, eğitimini güçlendirmek, yuvasına faydalı işlerinde kullanabileceği imkanları tahsis etmektir. Çalışmak zorunda bırakılan her bir anne ve kadın, toplumun temeli olan aileden çalınmış, eksiltilmiş kıymetli bir malzemedir, yapı taşıdır. Sağlıklı ve huzurlu tutulamayan aile ocakları, hatalı üretim yapan fabrikalar gibi sorunlu çocukların yetiştiği, şiddet ve günahın kolayca yeşerdiği mecralara dönebilir. Ev kadınlığına ve anneliğe düşman edilen kadınlar, içlerindeki duyguları tatmin edebilmek için köpekleriyle evlenmek gibi sıradışı, sapkın davranışlara yönelebilir.((İngiltere’de bir kadın köpeğiyle evlendi https://www.ensonhaber.com/ingilterede-bir-kadin-kopegiyle-evlendi-2014-03-12.html)) Olmaz demeyin! Avrupa’da başlayan bu rezil yangın bize doğru yaklaşıyor!

 

 

Kadınların Ucuz ve Kolay Tüketilebilir İş Gücü Haline Getirilmesi

Nüfusun yaklaşık yarısını kadınlar oluşturur. Kadınların erkek çalışanlarla rekabete sokularak ücretlerin düşürülmesi, kadınlığa has güzellik ve zarafetlerinden hunharca faydalanarak, satış ve pazarlama aracı yapılması, ağır veya zor demeden her işte çalıştırılması, kapitalist düzen için bulunmaz bir sömürü kaynağı olmuştur. Çalışan kadınlar da iş hayatı ile ilgili tüketimin müşterileri haline getirilmiş, kendileri ile birlikte diğer kadınların tüketim alışkanlıklarını da etkileyerek arttırmıştır.

Ekonomide klasik arz-talep dengesi ve buna bağlı gelişen fiyat dengeleme sistemi vardır. Talep arzı geçince fiyatlar yükselir. Arz talebi geçince fiyatlar düşer. Kadınların iş gücü piyasasına daha fazla girmesi ile arz miktarı arttığı için, işçilik ücretleri de düşmektedir. Eskiden evin geçimini sağlayan erkekler, tek maaşla idare edemez hale gelince, hanımların çalışmasında artış ve bir nevi zorunluluk oluştu. Arz fazlalığı ve daralan iş fırsatları nedeniyle rekabette artınca, maaşlar daha da erimeye başladı. Bu sefer evin çocukları da fırsat bulur bulmaz çalışmaya ve aile ekonomisine katkıda bulunmaya zorlandı. Sonuçta eli iş tutan herkes piyasa ekonomisine hizmet veren canlı makineler haline getirildi.

İş piyasasına katılan kadınların, annelik görevlerini yapamaz olduğu, çocuk doğurmak istemediği ayyuka çıkınca, onları ailelerine geri kazandırmak yerine, işlerinin kölesi haline getirmeyi amaçlayan kolaylaştırıcılar, mesela iş yerlerinde kreşler gibi imkanlar sunuldu. Bu imkanlar görünüşte insani, özünde ise sömürüye devam amacı taşıyan uygulamalardır.

Kadınların varlığı ve sağlığı toplum için hayati derecede önemlidir. Kadınlar toplumun en değerli yapı taşı sermayesi ve hazinesidir. Kolay harcanabilen, ama geriye kolayca konulamayan ve eksiklikleri nesiller boyu sürecek yozlaşmalara neden olabilen nadide değerlerimizdir. Onları düşüncesizce her işte çalışmaya zorlamak ve emeklerini hem işte hem de evde sömürmeye devam etmek, topluma yapılabilecek en büyük kötülüklerden birisidir. Elimizde sınırlı miktarda altın olsa, bunu basit ve sıradan ihtiyaçlar için bozdurup harcamayız. Ancak ev veya araba gibi büyük ve kıymetli yatırımlarda, etraflıca ölçüp tartarak harcamaya karar veririz. İmkan bulduğumuzda ise yine yerine koymaya çalışırız. Vallahi, kadınlarımızın kıymeti bahsettiğim altın gibi varlıklardan çok daha fazladır. Onları gerçekten kadın olarak mecbur kalmadığımız hiç bir işte çalıştırmamalı ve çalıştırmak zorunda kaldığımızda ise en mükemmel imkanları sağlayarak rahat ettirmeliyiz.

 

 

Zinanın Suç Olmaktan Çıkarılması ve Zina Yaşının Gittikçe Düşmesi

İnsanlığa en son ve en mükemmel din olarak gönderilen İslamiyete göre, haram ve yapılması suç olan zina günahında, tarafların erkek veya kadın olması değil, evli veya bekar olması temel alınarak cezalandırma yoluna gidilmiştir. Bekarlık hali hafifletici sebep sayılarak daha az ceza öngörülmüştür. 15 asır önceki şartlara ve günümüze göre de mükemmel bir duruş ve adalet anlayışıdır.

Zinâkar Avrupa’nın, faşist İtalyan Ceza Kanununda da zina suç olarak tanımlanmış, ancak erkeklerin lehine şartlar eklenerek ceza almaları zorlaştırılmıştır. 1926  yılında, bu çarpık kanunun aynen Türkçeye çevrilerek yürürlüğe girmesiyle, haksız ve adaletsiz zina cezası bizde de uygulanmaya başlanmıştır.

Zinanın suç ve toplumsal felaket olmasından ziyade, kadın-erkek cezaları arasındaki haksızlığı gözeten Anayasa Mahkemesi, toplumun değerlerini hiçe sayarak, erkeklerin zina suçunu 1996, kadınların zina suçunu da 1998’de iptal etmiştir. O dönemde bu çarpıklığı düzeltip zinayı adil cezalandırılan bir suç haline getirmeyen TBMM üyeleri de, düzenlemeler yapılmadan boşluk olacağını bile bile kanun maddelerini iptal eden Anayasa Mahkemesi de büyük bir vebalin altına girmiştir. Bir kaç kelimelik düzenlemeyi yapmayarak, ailenin temelinde dinamit etkisi yapacak zina serbestliğini getirenlerin, ahiretteki azabının çetin olacağı bellidir. O insanları seçip yetki verenlerin, yaptıkları yanlışa dur demeyenlerin hesabının da yaman olacağı aşikardır.

Şimdiki iktidar tarafından, 2004 yılında hazırlanan yeni Türk Ceza Kanununda, bu eksiklik görülmesine rağmen, Avrupa Birliği ve yerli zinaseverlerin muhalefeti korkusuyla eklememiş olması da, ayrı bir facia ve vebaldir. Sonuçta bu tür zulümleri kaldırmaları için, Millet tarafından tam yetki verilerek tek başına iktidar olanların; Zina, Ayasofya Camii, İdam Cezası ve benzeri kangren olmuş hastalıkları tedavi etmeleri bekleniyordu. Sükut-u hayale uğradığımız kesindir.

Zina suçunun, ta en başından itibaren sisteme yanlış şekilde alınması ve sonrasında yanlışlık bahanesiyle tamamen ortadan kaldırılması,  yeniden gelmesinin engellenmesi, kahrolası bir tesadüf değildir. Planlı ve danışıklı bir çalışmanın, sistematik adımlarıyla gerçekleşmiştir. Ne yazık ki, bu senaryoda rol verilenlerin bazıları vizyon eksikliği ve gaflet nedeniyle, bazıları da açıkça hıyanet ve din düşmanlıkları yüzünden gönüllü olmuştur.

Meşhur günahkârlarımız olan, bir kısım futbolcu, sanatçı, manken, artist ve ünlü şahsiyetlerin, buz gibi ZİNA günahlarının aşk adıyla pazarlanması, yaşadıkları rezaletin özendirilmesi ve ahlaki değerlerin genel olarak yozlaştırılması ile, zina günahı basit vaka-i adiyeden olaylar arasına girdi.

Devlet açısından zina yapmak suç değil, boşanma davalarında meşru sebepler arasında sayılıyor.  Ayrıca para karşılığı, zorla ve izinsiz yaptırılırsa, yaşı küçükler fuhşa zorlanırsa suç vasfı oluşuyor.((Fuhuş Suçu Nedir? https://barandogan.av.tr/blog/ceza-hukuku/fuhus-sucu-cezasi-nedir-fuhusa-tesvik-etme-yer-temin-etme-fuhsa-aracilik-etme-tck.html))

  • Fuhşa teşvik etme suçu (TCK 227/2),
  • Fuhşu kolaylaştırma suçu (TCK 227/2),
  • Fuhşa aracılık etme suçu (TCK 227/2),
  • Fuhuş için yer temin etme suçu (TCK 227/2),
  • Çocuğun fuhşu suçu (TCK 227/1),
  • Yetişkinlerin mağdur olduğu fuhuş suçu (TCK 227/2).

Bu suçlara karşılık verilen cezaların, oldukça yetersiz ve caydırma gücünden uzak olduğu, uygulamada açıkça görülmektedir.

Zorla fuhşa sürüklenenler bir yana, normal aile çocukları arasında, zinaya başlamanın devamlı örnek alınan Avrupa ve Amerika’daki gibi küçük yaşlara düştüğünü dehşetle izliyoruz. Üniversite gençliği zina bataklığının uzun süredir yakınında veya içinde bulunuyordu. Ne yazık ki, aynı durum liseli gençlerimiz arasında da normal karşılanmaya başladı.

Gençler arasında eskinin masum platonik sevmeleri çoktan bitmiş, sevgili olmak ve kısa sürelerde gömlek değiştirir gibi sevgili değiştirmek gündelik işlerden olmuş.

 

 

Zina, Lüks ve İsrafı  Cazip Gösteren Ünlüler, Diziler, Filmler ve Sosyal Medya Paylaşımları

Alkol ve sigaranın sağlığa zararlı olduğu, Devletin bu sorunların yayılmasını önlemek için kısmen başarılı politikalar uyguladığı doğrudur. Özellikle TV ekranlarında sigara görüntüsü ve reklamının sıkı denetime tabi tutulması da güzel bir uygulamadır. Ancak aynı hassasiyetin zina ve fuhuş konusunda gösterilmemesi normal değildir.

Yayınlanan hemen her dizi veya filmde karmaşık ahlaksız ilişkiler adeta teşvik edercesine işleniyor. Bu film ve dizileri izleyenler Türkiye’de zina yapmayan, eşini aldatmayan namuslu kişilerin kalmadığını düşünebilir. Yabancı yayınların özellikle ABD ve Avrupa menşeli yapımların hemen hepsinde cinsel sapkınlıklar, zina, sigara, alkol ve uyuşturucu kullanımı değişmeyen ve teşvik edilen temalardır. Süreci ve sonucu zina ve fuhşa hizmet eden onlarca yarışma ve reality show denilen yapımlardan bazılarının, ülkemizde de yayınlanmaya başladığını üzülerek görüyoruz.

Kadınların ve kızların alabildiğine makyajlı, bol dekolteli görüntüler eşliğinde, kendilerine uyan erkeklerle birlikte lüks yaşam adıyla kültürümüzle örtüşmeyen, dinimize uymayan hayat tarzlarını sergilemesi, haram olan işler hakkında toplumsal hassasiyetin giderek kırılmasına, ahlaki erozyona neden olmaktadır. Tıpkı ılık suda gittikçe haşlanan ve sıcaklığın arttığını fark edemeyen kurbağalar gibi tepkisiz ve etkisiz kalmaya başladık. Bu konuyla ilgili ayrıntılı yazımı  “Haşlanmış Kurbağaya Döndükte Ağlayanımız Yok” bağlantısından okuyabilirsiniz.((http://ercanozcelik.com/haslanmis-kurbagaya-dondukte-aglayanimiz-yok/))

Ünlülerin büyük bir çoğunluğu haram ve günahın evlerimize girmesinde truva atı rolü oynamaktadır. Sıradan insanların yaptıkları tepki koyularak ayıplanabilirken, ünlüler aynı haltı işlediğinde sempati ve özentiyle karşılanabilmektedir. Sıradan insanların giymeye cesaret edemeyeceği absürt kıyafetler, alkol ve uyuşturucu kullanımı, elbise değişir gibi sevgili değişimleri, nikahsız birliktelikler, sperm bankası ile çocuk sahibi olma gibi aslımıza, dinimize, neslimize uymayan her türlü melaneti topluma önce kabul ettirme sonra da sevdirip kanser gibi yayılmasında ünlülerin rolü oldukça fazladır.

 

 

Evliliğin Düzenli Olarak Kötülenmesi ve Erkekler İçin Tuzak Haline Getirilmesi

Sözde modern hayatın misyonerliğine soyunan medya, ünlüler ve son yasal düzenlemeler, evlilik kurumunu erkekler için bir azap tuzağı haline getirmiştir. Evlenen bir erkeğin karısından beklediği ilgi ve alaka ile uyumlu yaşamanın yerine, feminist akımların ve CEDAW, İstanbul Sözleşmesi gibi yazılı esaretnamelerin uydurduğu “toplumsal cinsiyet eşitliği”nin yoldan çıkardığı huysuz, geçimsiz, saygısız ve kanaatsiz tavırlarla karşılaşmaktadır. Kadının güçlenmesi adına, erkeğine isyan etmesini teşvik eden öğretilerin ışığında, patlamaya hazır bomba misali, gergin ilişkiler ve anormal beklentilerin biriktirdiği huzursuzluklar, aile yuvalarını kemirmektedir.

Evlilikle ilgili sorumlulukların, aslında bir rahmet kapısı olduğu gözden kaçırılarak, tarafları kısıtlayan, hayallerini yaşamaktan geri bıraktıran, gereksiz angarya işlerle dolu zoraki bir yaşantı olduğu, cinsel yönden tek eşliliğe mahkum ettiği gibi algılar üzerinde sıkça durulmakta, evlenenlerin sosyal hayattan koptuğu imajı verilmeye çalışılmaktadır. Evlenen kişilerin kendilerine olan özeni bırakmaları, harcamaların artması gibi kısmen doğru haller de abartılarak bekarlığı ve buna bağlı olarak zina dolu bir hayatı tercih ettirme gayretine girilmiştir. Bekar kalanların hepsinin zina belasına düşeceğini söylemek elbette haksızlık olur. Ancak büyük bir çoğunluğun, kışkırtılmış cinsel çevre içinde kendini koruyabileceğini söylemek, mümkün değildir.

 

 

Geniş Aile Yapısının Dağılması – Evlerin Küçülmesi

Toplum olarak kültürel cehalet ve yozlaşma yolunda hızla ilerliyoruz. Çünkü gelenek ve göreneklerimizi yeni nesillere aktaracak aile büyüklerini yaşadığımız evlerden çıkarmaya başladık.

Çocuklarımızın büyük bir kısmı, kent ortamında küçük dairelere sıkışmış, çekirdek aileler içinde büyümek zorunda kalıyor. Anne-babalar genelde iş ve geçim derdiyle boğuşurken, çocukların kültürel gelişimi, değerlerin aktarımı fazla başarılı olamıyor. Çünkü, günümüz anne babaları da benzer ortamlarda yetiştikleri için, aktarabilecekleri değerler gittikçe daralıyor ve zayıflıyor.

Eskiden geniş aile yapısı içinde bir üst ve yan kuşakların da desteği alınarak adeta ev okulu gibi doğal bir gelişim sağlanıyordu. Şimdilerde ise evlenen gençler anında yuvadan ayrılıyor. Çünkü evlerde odalar ve hacimler azaldı. Tahammüller daraldı. Yeni evlenen gençlerin büyük bir kısmı hayat deneyiminden ve büyüklerin gözetiminden yoksun kalarak kendi başlarına değer üretmeye zorlanıyorlar. Çocukları olduğunda bunları vermeye çalışıyorlar. Çocukları evlenip ayrıldığında ise bu faydasız ve bağlantısız döngü tekrarlanıyor.

Maddi sorunu olmayanlar ise, bir arada yaşamaya tahammül etmeyerek fırsatını bulduklarında hemen taşınıyorlar. Çok geniş ve bol odalı evlerde 1-2 kişinin yaşadığını görüyoruz. Yani aile her durumda küçülüyor. Mekanı ister büyük olsun, isterse küçük, bu gerçek değişmiyor.

Her nesil değişiminde, bir maddenin tekrar sulandırılmasında yaşanan erime ve kaybolma durumu değerlerimizde görülür oldu. Ama hayat boşluk kabul etmez! Kaybolan değerlerin yerlerine, sosyal medya paylaşımları, youtube videoları, TV dizileri kararlı bir şekilde yenilerini işlemeye devam ediyor. Çocuklarımız artık nasıl giyinip, neler yiyeceklerini, hobilerini ve ilgi alanlarını bunlara göre belirliyor.

Önce evlerimizden amca, dayı, hala gibi yakınlarımızı uzaklaştırdık. Evlerimizdeki oda sayıları hızla azaldı. 2-3 odalı kutu gibi evlerde yaşamaya zorlandık. Sonra anneanne, babaanne ve büyükbabalarımız fazla gelir oldu. Mecbur kalmadıkça yanımıza almadık. Bayramdan bayrama, belki hastalıklarında ziyaret ettik. Çocuklarımızı büyüklerimizle, haftalar veya aylar içinde, sadece birkaç saatliğine buluşturduk. Bu ihmallerin sonucunda, neredeyse yolda birbirini tanıyamayacak kadar ayrı ve yabancı kalmış, akrabalık bağları gevşemiş nesiller türedi.

Geçmişten gelen değerlerin çimentosu sayılan büyüklerimiz vefat edip aramızdan ayrıldıkça, geride kalanlar tespih taneleri gibi dağılmaya ve birbirinden uzaklaşmaya başladı. Gözle görülüp konuşulmayanlar, akıldan ve gönülden de düşerek unutuldu gitti.

Eskiden komşuluk ve mahalle kültürümüz çok daha güçlüydü. Aynı binada veya bitişik evlerde oturan komşular, neredeyse akraba gibi samimi ve birbirine destekçi oluyordu. Sokak ve mahalle sakinleri ahaliyi tanır, sevinç ve hüzünler paylaşılır, çocukların yetişmesinde herkesin bir katkısı olurdu. Şimdilerde ise, çok katlı kutu gibi binalarda, herkesin birer yabancı modunda ürkek ve şüpheci davrandığı, asansör veya merdivenlerde karşılaşınca yarı resmi,  yarı yapmacık “günaydın, iyi akşamlar, merhaba” gibi standart selamlaşmalardan öteye geçemeyen komşuluklarımız var.

Çocuklarımızı değil sokağa salmak, tanıdıklarımızın evine göndermeye korkar olduk. Kötü olayların endişesi, yüzeyselleşen komşuluk ve mahalle ilişkileri yüzünden evde kalmaları daha güvenli gelince, bilgisayar ve internet bağımlılıklarına sesimizi çıkaramadık. Onlarda sapkınlar için kolay hedefler haline geldi. Her türlü melaneti görüp öğrendiler.

 

 

Süresiz Nafaka Zulmü

Türk Dil Kurumuna göre nafaka, “birinin geçindirmekle yükümlü bulunduğu kimselere, mahkeme kararıyla bağlanan aylık” şeklinde tanımlanıyor.((Türk Dil Kurumu Sözlükleri http://sozluk.gov.tr/))

Hukuk sistemimizde, 2001 yılında kabul edilerek yenilenen 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununda tanımlanmış 4 çeşit nafaka uygulaması bulunuyor.((4721 sayılı Türk Medeni Kanunu https://mevzuat.gov.tr/mevzuatmetin/1.5.4721.pdf))

1- Tedbir Nafakası: Türk Medeni Kanunu Madde 169- “Boşanma veya ayrılık davası açılınca hâkim, davanın devamı süresince gerekli olan, özellikle eşlerin barınmasına, geçimine, eşlerin mallarının yönetimine ve çocukların bakım ve korunmasına ilişkin geçici önlemleri re’sen alır.” Hakim bu sorumluluk gereği tedbir alır. Mağdur olma riski bulunan eş ve müşterek çocuklar için, tedbir nafakası tayin edilerek, diğer eşin ödemesi zorunlu tutulur. Davanın başından, sonuna kadar olan süre için geçerlidir.

2- Yoksulluk Nafakası: Türk Medeni Kanunu Madde 175- “Boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek taraf, kusuru daha ağır olmamak koşuluyla geçimi için diğer taraftan malî gücü oranında süresiz olarak nafaka isteyebilir. Nafaka yükümlüsünün kusuru aranmaz.” Altı çizili bulunan “kusuru daha ağır olmamak koşuluyla” ifadesi fiilen verilen kararlarda geçersiz sayılmıştır. Erkeklerin, kendilerini aldatan kadınlara dahi, nafaka ödemeye mahkum edildiği kararlar çıkıyor artık. Birde “süresiz olarak nafaka isteyebilir” konusu var. Bugün tam bir zulüm haline getirilmiş ve kabus gibi hem erkeklerin, hem de sonradan evlendikleri kadınların üstüne çöküp kalmıştır.

(Yoksulluk nafakasının süresiz bağlanacağı hükmü, yürürlükten kaldırılmış bulunan 743 Sayılı eski Türk Medeni Kanununa ilk defa 1988 yılında eklenmiştir.
Madde 144 – (Değişik: 4/5/1988 – 3444/6. md.)
Boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek eş, kusuru daha ağır olmamak şartıyla geçimi için diğer eşten mali gücü oranında süresiz olarak nafaka isteyebilir. Ancak, erkeğin kadından yoksulluk nafakası isteyebilmesi için, kadının hali refahta bulunması gerekir. Nafaka yükümlüsünün kusuru aranmaz.“)

3- İştirak Nafakası: Türk Medeni Kanunu Madde 182 – ” … Velâyetin kullanılması kendisine verilmeyen eşin çocuk ile kişisel ilişkisinin düzenlenmesinde, çocuğun özellikle sağlık, eğitim ve ahlâk bakımından yararları esas tutulur. Bu eş, çocuğun bakım ve eğitim giderlerine gücü oranında katılmak zorundadır. …” Boşanma sonrası müşterek çocukların masraflarına katkı yapmayla ilgili nafakadır. Çocukların kendi başlarına ekonomik yetkinlikleri olana kadar devamı beklenir.

4- Yardım Nafakası: Türk Medeni Kanunu Madde 364- “Herkes, yardım etmediği takdirde yoksulluğa düşecek olan üstsoyu ve altsoyu ile kardeşlerine nafaka vermekle yükümlüdür. Kardeşlerin nafaka yükümlülükleri, refah içinde bulunmalarına bağlıdır. Eş ile ana ve babanın bakım borçlarına ilişkin hükümler saklıdır.” Bu madde, İslam dininde olduğu gibi, yakın ve akrabaları koruyup gözetmeyi emrediyor. Hısımların ekonomik darlığa düşen yakınlarına nafaka vermesini imkanları ölçüsünde zorunlu kılıyor.

Süresiz nafaka neden zulümdür?

Evlenen kadınların kocaları üzerindeki kişisel maddi hakları, mehir alacaklarında kurumsal kimlik kazanmıştır. Mehirin miktarını belirlerken ele alınan temel ölçü ise, ölüm veya boşanma nedeniyle dul kalan kadınların, en azından tekrar evlenmelerinin haram olduğu 3 aybaşılık iddet dönemi kadar kimseye muhtaç olmayacakları maddi değere sahip olmalarıdır.

Kadınların, boşandığı erkekler üzerinde, sahip oldukları ortak çocukların masrafları dışında bir hakları yoktur. Boşanan veya dul kalan kadınların, mehirleri bittikten sonra ekonomik darlığa düşmeleri halinde, sahip çıkma sorumluluğu öncelikle hısım ve akrabalarına, ki İslam dini de, Türk Medeni Kanunu 364. Maddesi de bunu açıkça emreder, sonra toplum ve sosyal devlet üzerindedir.

Hasbelkader bir kaç gün, birkaç ay veya yıl evli kaldığı, boşandıktan sonra yan yana gelmelerinin haram olduğu, tamamen yabancı sayılan bir erkeği, kadın evlenmez ve işe girmezse, ömür boyu nafaka ödemeye mahkum etmek, hem dünyada hem de ahirette savunması yapılamayacak bir zulümdür.((10 Günlük Evliliğe 29 Yıldır Nafaka Ödüyor https://www.dha.com.tr/istanbul/suresiz-nafaka-magdurlarinin-gozu-bakanlikta/haber-1601836 ))

Eski karısına, çocuğu olmadığı halde yıllar boyunca nafaka ödemek zorunda kalan erkekler, yalnız  başlarına zulüm görmüyorlar. Sonradan evlendikleri kadınlar ve çocukları da bu zulme maruz kalıyor. Hangi kadın, kocasının yıllar önce boşandığı eski karısına, her ay maaş öder gibi rızkının koparılıp verilmesine razı gelir?

Evlilik akdi, kadın ve erkek arasında yapılan, karşılıklı faydalanma ve dünya-ahiret yolculuğuna hazırlanma sözleşmesidir. Bu akde dayalı olarak, maddi ve manevi sorumluluklar, kişisel hizmetler ve cinsel birliktelikler yaşanır. Sözleşme ortadan kaldırıldıktan sonra, hiç bir faydanın sağlanmadığı, sağlanmasının da yasak olduğu bir ortamda, ucu belirsiz cezalandırma gibi, süresiz nafaka mahkumiyetinin adaletle uzaktan yakından ilgisi yoktur.

Evlenen kadınlar uzaydan gelmediğine göre, boşandıklarında onlara sahip çıkacak aile ve akrabalarının, onlar da yok veya imkanları yetersiz ise, toplumun vergilerinden beslenen sosyal devletin devreye girmesi gerekir. Bir kadının maddi sorumluluğunun, sınırlı bir süre evli kaldığı erkeğe ömür boyunca yıkılması, kadının akrabalarının ve devletin sorumluluktan kaçarak, eski kocayı günah keçisi yapması anlamına gelir.

Yargının T.M.K. 364. maddesine göre, kadının ailesini yardım nafakası ödemeye zorlaması gerekirken, zaten yuvası dağılmış olan erkeğe yapışması, kolaya kaçmaktan ve adaleti sarsmaktan başka bir şey değildir.

Ensesinde süresiz nafaka kılıcını her zaman hisseden erkeklerin, evliliğe kolay kolay yanaşmayacağını, boşanmış ve eski karısı kendisini aldatmış olsa da((Mahkemeden ödül gibi karar! Aldatan kadına nafaka https://www.yeniakit.com.tr/haber/mahkemeden-odul-gibi-karar-aldatan-kadina-nafaka-605532.html )) süresiz nafakaya mahkum edilmiş olanların ise, yeniden evlenmekte zorlanacağını, evlenmeyi başarsalar da yeni karıları ve çocuklarıyla hiç bir zaman huzur bulamayacaklarını bilmek için, alim olmaya gerek yok!

Boşanmanın en sevilmeyen mubah olduğunu, aileyi kurtarmak için beyaz yalanlar dahil mümkün olan her şeyin yapılmasını, dara düşen ailelere yardımda bulunulmasını hem dinimiz emrediyor, hem de insanlığımız bunu gerektiriyor. Her şeye rağmen boşanma olduğunda, üstelik kadın tarafı haksız da olsa süresiz nafakaya mahkum edilen erkeklerin durumu içler acısıdır.

Nafakasını ödeyemediği için tazyik hapsine atılan, birikmiş nafaka borcundan dolayı maaşına haciz geleceği için sigortalı çalışamayan nice mazlumlar var bu ülkede. Topu topu 10 gün evli kaldığı bir kadına, tam 29 yıldır nafaka ödeyen erkeğe reva görülen durum, katmerli zulümden başka bir şey değildir.

Kadına pozitif ayrımcılık yapmak adına, boşanan erkeğe süresiz nafaka zulmüne mecbur bırakılmasının, artık tahammül edilemez bir duruma dönüştüğünün görülerek, gerçek adaletin tesis edilmesini bekliyoruz.

Aslında, 2016 yılında TBMM’de Aile için kurulan  Meclis Araştırma Komisyonunun, 399 sıra sayılı 493 sayfalık raporunda çok yönlü değerlendirmeler yapılarak, nafaka konusunda ise nafakanın süreli yapılması, süre bitiminde mağduriyeti devam eden kadınlar için, sosyal yardımlaşma vakfı gibi devletin sosyal desteğinin sağlanması gerektiği ortaya konulmuş. Akıl ve vicdan sahibi herkesin kabul edebileceği bu zulmün, kaldırılmasına engel olan ideolojik yapıların, dernek ve oluşumların kulisi etkili olmuş ve süreli nafaka düzenlemesi geciktirilmiştir.((399 Sayılı Meclis Araştırma Komisyonu Raporu https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem26/yil01/ss399.pdf))

 

 

Cinsel Eğitim Yetersizliği ve Porno Bağımlılığı

İmam Şafii Hazretleri “Sen nefsini hak ile meşgul etmezsen, bâtıl seni işgâl eder.”((Hak ile meşgul olmayanı batıl işgal eder http://www.islamveihsan.com/hak-ile-mesgul-olmayan-kalbi-batil-isgal-eder.html)) sözüyle önemli bir gerçeğe işaret etmiştir. İnsanın zihni ve kalbi doğru ve meşru bilgilerle donatılarak beslenmezse, kaynağı şüpheli, batıl ve yanlış bilgilerle dolarak davranışlarına yön vermesi kaçınılmaz olur.

Cinsel hayatımız da tıpkı diğer fizyolojik ihtiyaçlarımız gibi, olağan sınırları içinde yaşanması gereken, yok sayılamayacak, neslin devamını,  kişilerin huzurunu ve mutluluğunu sağlayacak temel ihtiyaçlarımız içindedir. Cinsel eğitimin çocuklarımıza ilk önce aile ortamında, yaşlarına ve cinsiyetlerine uygun şekilde verilmesi gereklidir. Zamanla gelişen bedenlerindeki değişiklikler hakkında nitelikli bilgiye sahip olmaları, utanma duygusunun cehaletlerine ve korkularına neden olmayacağı sınırlarda tutularak, sorularına cevap bulabilmeleri lazımdır.

Müslümanlar için her şeyde olduğu gibi, cinsel hayatın yaşanmasında da en kıymetli rehberlik ve eğitim uygulaması, bizzat Sevgili Peygamberimiz ve onun kıymetli Ev Halkı (ehl-i beyt) tarafından aktarılmıştır. Kız çocuklarının anne, hala, teyze gibi büyükleri tarafından, erkeklerin ise baba, amca veya yetişkin abileri tarafından cinsel eğitime alınmaları gerekir. Çocuklar biraz büyüyünce gusül abdesti ve guslü gerektiren halleri anlatarak öğretmek lazımdır.

Bizim ayıp veya gereksiz görmemiz bu ihtiyacı örtmez ve ertelemez. Ailesinden sağlıklı cinsel eğitim alamayan çocukların doğal öğrenme çevresi, eskiden mahalle ve okul arkadaşları ile sınırlı oranda yazılı-görsel medya oluyordu. Şimdi ise hepsini baskılayan ve cinselliğin sapkınlık dahil her boyutunu sansürsüz ve kontrolsüz şekilde gösteren internet var! Bilgisayar, tablet ve cep telefonları ile zaman ve mekan sınırı olmaksızın her yerde ulaşılabiliyor. Siz salonda çayınızı içerken, çocuğunuz kendi odasından dünyanın öbür ucundaki bir siteye ulaşarak her türlü cinsel yayınla muhatap olabiliyor.

Müslüman anne-babalar olarak öncelikle çocuklarımızın kendilerini tanımalarını, cinsel gelişimlerinin seyrini, dini ve ilmi gerçeklerin birlikte verildiği eğitimi bizzat kendimiz vermeliyiz. Cinsel ihtiyaçlar ve bunların giderilmesindeki sınırlarını, meşru ve gayri meşru durumları, cinsel sapkınlıkların hakkında genel bilgileri ve neden sapkınlık olduklarını önce bizden duyarak öğrenmeleri gerekir. Bu alanı boş bırakırsak, internet başta olmak üzere sınırsız ve kontrolsüz bilgilerin ve görsellerin, körpe zihinlerini bulandırmasına, hazırlıksız yakalanarak haram ve günah bataklığına düşmelerine, merak ve hormonlarının dengesiz etkisiyle, yanlış şeyleri deneme yoluna gitmelerine fırsat vermiş oluruz.

İnternet ve dizilerdeki fuhuş furyası ile, günümüz kentlerinde kadın ve erkeklerin ölçüsüz dekolte giyimleri, artık iyice abartılarak sıradanlaştığı için, cinsel uyaran olma güçlerini de yitirmeye başlamıştır. Eskiden basit bir göz süzme hareketi ile karşısındaki erkeğin aklını başından alacak kadar etkileyebilen kadınların, ölçüsüz kıyafet tercihleri ve vücutlarını teşhir etme hastalıkları, letafet ve zarafet denilen duyguları öldürmüş, kaba bir et ve kumaş gösterisine dönüşmüştür. Bu rahatsızlık, “süslüman” denilen sözde kapalı ama, başörtüsü dışında teşhircilikte bir farkı kalmayan kadın ve kızlar içinde geçerli olmuştur. Örneğin, kadınların aybaşı döngüleri içinde yumurtalarının olgunlaştığı zamanlarda, doğal olarak dudaklarında kızarma ve yanaklarında pembeleşme gibi fizyolojik belirtiler oluşur. Başka hiç bir şey yapmasalar dahi, muhatap oldukları erkekleri cinsel yönden uyaran, ilgi ve dikkat çeken bir hale gelirler. Doğal renk değişimlerine dikkat etmeden sürekli makyaj yapan kadınlar, erkekleri bilerek veya bilmeyerek, cinsel yönden terörize ediyor ve uyaran bombardımanına maruz bırakıyor. Bu süreçte kaçınılmaz olarak erkeklerde bir kanıksama ve artık etkilenmeme gibi duyarsızlaşma oluşuyor. İlginin azaldığı fark edilince, bu sefer vücut bölgeleri dekolte görüntüler ve tavırlar içinde nazara veriliyor. Söylemek istediğim şey şudur ki; aşırı makyaj ve çıplaklık, kadın-erkek arasındaki gizemi, ilgiyi, merakı, özlemi, masumiyeti ve ulaşabilme gayretini öldürüyor. Porno dünyası toplumdaki bu yozlaşmayı da kullanarak, kendisine kolayca yayılma alanı buluyor.

İnternet ve pornoya kolay erişim evlenme kararlarını geciktiriyor! Günümüz şartlarında, evliliğin beraberinde getirdiği maddi ve manevi sorumluluklardan çekinen gençlerin, şayet zinaya bulaşmıyorlarsa, idare etmek için başvurdukları cinsel tatmin yöntemi porno yayınlardır. Evli çiftler arasındaki iletişim bozukluğu ve cinsel sorunlardan kaçışta da pornoya başvurmanın yaygınlığı dikkat çekicidir.

Temel dini ve ahlaki değerler eğitimini, günümüz çekirdek aile yapısı içinde yeterince alamamış, okulda verilen eksik, yanlış ve kısıtlı eğitimlerden geçmiş gençlerin, pornodan uzak kalabilmesi imkansız derecede zor hale gelmiştir. Çocuklarına cinsel eğitim ve zina riski olduğunda acilen evlendirme görevini savsaklayan, her anne-baba çocuğunu fuhşun ve pornonun kucağına itmektedir. Açıkça ilan edilmese de, porno izleyen gençler için; “en azından zina etmiyor“, zina yaptığı belli olan gençler için ise “en azından sapkın değil“, şeklinde tuhaf bir kabulleniş ve haline haşa şükretme(!) tavrı günümüz aileleri üzerine sinmiş durumdadır.

Cinsel eğitimini meşru sınırlar içinde ve doğru şekilde alamayan erkekler, sevişmeyi pornodan görüp öğreniyor. Daha sonra evlenme imkanı olduğunda, hem kendisini hem de karısını pornoda gördükleriyle karşılaştırarak yanlış beklentilere veya depresyona giriyor. Pornoda gördüklerini karısıyla yapmaya kalkınca, daha büyük sorunlar yaşanıyor. Sebepsiz görülen kavga ve boşanmaların arkasında, cinsel mutsuzluğun ve uyumsuzluğun yüksek oranda bulunduğunu söylemek gerekir.

Porno hastalığından kurtulabilmek için, öncelikle gençlerin en kısa zamanda evlenmesine yardım ve teşvik edilmeleri lazımdır. Evliler açısından ise, eşlere gerekirse cinsel eğitim terapileri meşru sınırlar içinde verilmeli ve cinselliğin iki taraflı tatmin ve ilgiyle yükseleceği aktarılmalıdır. Kadınların, evlerinde kocalarına karşı en güzel ve cömert tavırlar içinde olması, erkeklerin de helal daire içinde keşfedilecek çok fazla cinsel hazların olduğunu bilmesi, cinselliğin iki taraflı etkileşim ve iletişimle gerçek seviyesine çıkabileceğinin gösterilmesi gerekir. Karı ve koca, cinsel açıdan kendi kendilerine yettiği ve mutlu ettiği oranda, porno bağımlılığı ve gayri meşru macera hevesleri azalacaktır.

 

 

Eğitimin, Kültür ve Genel Ahlak Değerlerinin Aktarılmasında Yetersiz Bırakılması

Kadim medeniyetimizin, önemli bir eğitim geçmişi ve tecrübesi vardır. Genel yapı ile birlikte yükselip parladığı, eserleri yakın zamana kadar Avrupa’da ders kitabı olarak okutulan, alimler yetiştirdiği dönemler de olmuştur, bozulup etkisini kaybettiği dönemler de görülmüştür.

Milletimizin değerlerine, aile ve sosyal dokusuna uymayan, özellikle orta ve lise öğretiminde sürekli sistem değişikliği ile kayıp nesiller çıkmasına neden olan uygulamalar;
1946’da İnönü Hükumeti ile ABD arasında Kahire’de imzalanan, 1949’da TBMM tarafından onaylanarak, 18 Mart 1950’den itibaren yürürlüğe giren “Fulbright Anlaşması“na dayanmaktadır.((Fulbright Anlaşması https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/KANUNLAR_KARARLAR/kanuntbmmc032/kanuntbmmc032/kanuntbmmc03205596.pdf))

Tipik bir sömürge mantığı ile hazırlanan anlaşma ile, ABD tarafından verilecek kredi borçlarının, bir kısmının eğitim ve kültür faaliyetleri için nasıl kullanılacağının, kurulacak bir komisyonla denetlenmesi, faaliyet ve personel masraflarının ödenmesi, Türkiye’den bazı kişilerin ABD veya bağlı ülkelerinde eğitilmesi (siz bunu devşirilmesi olarak anlayın) hakkında bir sözleşmedir. Sömürge benzetmesi şundan dolayıdır: Borç verdiği paranın nerede ve nasıl harcanacağına yine ABD karar vermektedir! Bu sözleşmeyle kurulan “Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu” (Komisyonun ismine dikkat ediniz! ne zamandan beri Birleşik Devletlerin bir parçası olmuşuz da, haberimiz yok!) 4’ü Türkiye, 4’ü Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı 8 kişiden oluşuyor. ABD’nin Ankara’da bulunan bir elçilik yetkilisi “Misyon Şefi” unvanı ile Komisyon Başkanlığı yapıyor. Karar alınırken oylamada eşitlik yaşanırsa, “Misyon Şefi” ne derse o oluyor! Yani her zaman ABD’nin dediği oluyor. Bu sözleşme, Türkiye Cumhuriyetinin eğitim sistemini resmen ABD’ye teslim etme sözleşmesi olarak imzalanmış, fiilen de bu şekilde uygulanmıştır.

ABD’ye teslim edilen ve her 5-10 yılda bir sistem değişikliğine gidilerek, sürekli kayıp nesiller oluşmasına neden olan gelişmelerin arkasındaki baş aktör, “Fulbright Sözleşmesi”dir. İnönü Dönemi sürekli eleştirilirken bu sözleşmenin geçerli bırakılması, sözleşmenin sınırsız süreli olması, bilenler için hüzün ve elem kaynağı bir zillettir.

Çocuklarımızın son yıllarda, “toplumsal cinsiyet eşitliği” zırvalarıyla zihinlerinin bulandırılması, sapkınlıkların normal gösterilmeye çalışılması ve hatta teşvik edercesine sunulması bizi biz yapan bütün değerlerimize ve geçmişimize suikasttan başka bir şey değildir.

Öğretmelik mesleğinin, adeta işsizliğe karşı son çare kılınması gibi, kalitesiz ve yetersiz eğitim süreçlerinden çıkan aşırı sayıda mezun adaylar ile yetkinliğinin düşürülmesi önemli bir sorundur. Çok sayıda okulun açılarak, gerekli öğretmen ve diğer şartların eksik bırakılması da ayrı bir sorundur.

Sosyal ve kültürel değerlerimizle birlikte, dini eğitimin de üst seviye yapılması beklenen, İmam Hatip Okulları da kemiyete (çokluğa) ulaşmış, ancak keyfiyeti (kaliteyi) yitirmiş durumdadır. Kendi çocuklarımdan biliyorum! Bakınız:  Çocuklarımızı Nasıl Koruyup Yetiştireceğiz?   başlıklı makalem.((http://ercanozcelik.com/cocuklarimizi-nasil-koruyup-yetistirecegiz/))

Çekirdek aile yapısı nedeniyle, aileden yeterince aktarılamayan değerler ve sosyal davranış kalıpları, eğitim sistemi içinde de hor görülerek başkalaşınca, değer kontrolleri zayıf, her yöne savrulabilen nesiller yetişmeye başladı. Bu nesillerin kurdukları aileler de doğal olarak dayanıksız, geleneklerden kopuk, zorluğa ve darlığa tahammülsüz, değerler sistemi olgunlaşmamış yapılarda bulunuyor. Evlilikler zor kuruluyor, çabuk yıkılıyor!

 

 

Yahudi ve Hristiyan Kültürünün Sosyal Yapımızı İşgal Etmesi

Halkı Müslüman bir ülkede yaşıyoruz ama, Cenaze Namazı ve Merasimi dışında İslam’a uyan tören ve etkinliğimiz neredeyse hiç kalmadı!

Modernleşmeyi yanlış anlayarak ve özellikle yanlış anlatılarak, kültürümüzden uzaklaştık. Geleneklerimiz ve toplumsal hassasiyetlerimiz bozulmaya, kötü yönde dönüşmeye başladı.

Mesela düğün törenlerimiz. Hristiyan ve Yahudilerin düğünle ilgili hemen her uygulaması bizde de yapılıyor. Gelin ve damadın salona müzikle girişi, tesettürlü bile olsa halkın içinde dans etmeleri, törene katılanların kadın erkek karışık dans ve halayları, pasta kesme – yedirme seramonileri, birebir uygulanıyor. Yahudilerin yerde bezin içinde bardak kırma geleneği eksik kalmıştı. Yakında o da gelir! Tek sıra olarak, önündekini belinden tutup yapılan dansları bile geldi. Düğün törenleri için özel yazımı Yozlaşan Törenlerimiz #Düğünler bağlantısından okuyabilirsiniz.((http://ercanozcelik.com/yozlasan-torenlerimiz-dugunler/))

Mezuniyet törenlerimizde Hristiyanların aynen kopyası haline geldi. Mezuniyet balosu adıyla hazırlanan etkinlikler gençlerimizin ve hatta orta eğitimdeki çocuklarımızın haramlarla buluşturulduğu süslü tuzaklara döndü. Çocukların mezun olmaları günah ve haramlar için meşru ve masum bir gerekçe yapılıyor.

Üniversitelerimizdeki yönetim unvanlarını bile Hristiyan kültüründen aynen kopyalayıp, kendimize uygun isimler vermekten aciz bırakılmışız!

Rektör diye aslında kime denir? Online İngilizce Oxford sözlüğüne göre: Rector: 1. anlamı “an Anglican priest who is in charge of a particular area (called a parish). In the past a rector received an income directly from this area. Yani, “Belirli bir bölgeden sorumlu olan bir Anglikan Rahibi ( Parish denilir). Geçmişte bir rektör doğrudan sorumlu olduğu bu alandan gelir elde ederdi.”((Oxford Online Sözlük- Rector https://www.oxfordlearnersdictionaries.com/definition/english/rector?q=rector))

Dekan dediklerimiz de Dean (Almanca Dekan, İngilizce Dean) unvanından aktarılmış. Aynı sözlükte Dean için :1. ​ “(in the Anglican Church) a priest of high rank who is in charge of the other priests in a cathedral” Yani, Anglikan Kilisesinde, bir Katedralde bulunan rahiplerin amiri pozisyonundaki yüksek rütbeli rahip demekmiş. 2.​ “a priest who is in charge of the priests of several churches in an area” yani diğer bir anlamı da, bir bölgedeki bir kaç kiliseden sorumlu ve yetkili rahip demekmiş.((Oxford Online Sözlük- Dean  https://www.oxfordlearnersdictionaries.com/spellcheck/english/?q=decan)) 

Üniversite olarak bildiğimiz eğitim kurumları başlangıçta Hristiyanlık eğitimi için kurulduğundan, yöneticilerin ve hocaların rahiplerden olması garip değildir. Garip ve hazin olan şey, bizim üniversitelerimizde Hristiyanlıktan gelen her görev, unvan ve geleneği, birebir alarak içselleştirmemiz ve normal görmemizdir. Her hangi bir Rektöre, “merhaba sayın başpapaz” derseniz kızar ve hakaret davası açabilir. Ama “merhaba sayın rektör” dediğinizde mutlu olur ve güzel karşılık verir. Aslında ikisi de aynı şey demek! Neden kendi kültürel terminolojimizi kullanmıyoruz?

Mezun olan çocuklarımıza tıpkı Hristiyan okullarından mezun olan papaz öğrenciler gibi cüppe ve kep giydiriyoruz. Her mezuniyette  boy boy resimler çekilip paylaşıyoruz. Gerçek papazların bunları gördükçe yıllardır nasıl mutlu olup içlerinin yağının eridiğini tahmin etmemiz gerekir. Bu konudaki ayrıntılı yazımı   Yozlaştıran Törenler: #Mezuniyet ve #Balolar bağlantısından okuyabilirsiniz.((http://ercanozcelik.com/yozlastiran-torenler-mezuniyet-ve-balolar/))

Her yıl tekrarlanan rezaletlerden birisi de, Hristiyanların Noel Bayramına karşılık bizimkilerin yılbaşı kutlamaları, hediyeleşmeleri, Noel Babalı, geyikli, çam ağaçlı eğlencelerdir. Sanki yılbaşında içki içmek için özel ruhsat varmış gibi davranan gafil Müslümanlar artıyor ama eksilmiyor.  Yılbaşı kutlamalarını meşrulaştıran ve kültürümüzün içine truva atı gibi girerek sosyal alışkanlıklarımızı yozlaştıran Alışveriş Merkezlerimiz de var. Kampanyaları ve süslemeleriyle adeta yılbaşı kutlamalarını zorunluluk haline getirdiler. Yılbaşı kutlama faciası hakkındaki ayrıntılı yazıma Kronik Yılbaşı Hastalığımız: Noel Kutlamaları  bağlantısından((http://ercanozcelik.com/kronik-yilbasi-hastaligimiz-noel-kutlamalari/)), AVM’lerin yıkıcı etkileri hakkındaki yazıma da Toplumu Formatlama Merkezleri: AVM’ler  bağlantısından ulaşabilirsiniz.((http://ercanozcelik.com/toplumu-formatlama-merkezleri-avmler/))

Düğün ve mezuniyet gibi temel törenlerimiz bile, yabancı kültür ögeleriyle hemhal olunca, sosyal yapımızda bozuluyor, ailemizin kültürel dayanakları da yıkılmaya başlıyor. Ölümden başka her şeyimiz aslımıza yabancılaştı. Sosyal birliğimiz sarsıldı, hamurumuz bozulmaya döndü.

Gerekçe kısmı hazırlanıyor…

 

 

Eşcinsellik ve Benzeri Sapkınlıklarının Yayılması

Yukarıda da bahsi geçen Kinsey Cinsel Yönelim Skalasında, heteroseksüel şeklinde tanımlanan normal kadın-erkek birlikteliğinin uç ve marjinal yani anormal gösterilmesi, buna karşılık eşit derecede homoseksüelliğin (eşcinselliğin) normal gösterilmesiyle, bütün dünyada siyonist sermayenin desteğinde eşcinsel seviciliği ve yönlendirmesi her alanda yapılmaya başlanmıştır.

Çocuk üretimine ve aile düzenine kesin çare olarak görülen eşcinselliğin, bütün medyada, filmlerde, dizilerde, reality-showlarda sanki toplumun yarısı eşcinselmiş gibi gösterilmesi, zaman içinde etkili olmuş ve hemen her toplumda eşcinsellik oranları artmıştır. Aslında muhafazakar bir toplum olan ABD içinde hızla yayıldığı gibi, İngiltere, İtalya, Fransa, Hollanda gibi Avrupa ülkelerinde de yüksek düzeylere ulaşmış, en sonunda eşcinsel evliliklerin yasal hale gelmesiyle zirve yapmıştır.

Türkiye’de de durum farklı değildir. Eşcinseller eskiden küçük bir azınlık halinde, durumunu gizleyen ve çekinen davranışlarda, gözlerden uzak yaşamaya gayret ederken, bugünlerde hormonlu bir güven patlaması yaparak, sapkınlığını savunmanın ötesine geçerek, toplumun ve İslamın temel değerlerine saldıracak kadar hayasız tavırlar içine girdiler. Onur haftası ve yürüyüşü (!) adıyla, karanlık mihrakların sponsorluğunda, onursuzluklarını ilan edercesine rezil etkinlikler yaparak, toplumsal değerlerimize, dinimize savaş açtıklarını, en rezil sloganlar eşliğinde ilan ediyorlar.

Kişinin kendisini eşcinsel olarak tanımlaması, bireysel özgürlük ve hesap verme sorumluluğu açısından, hoş görülmese de sessiz kalınabilir bir durum iken (İslam hukuku açısından değil, günümüz şartları itibarı ile), eşcinselliğini medya ve kamuoyu önünde pazarlama yaparak ilan etmesi, eşcinselliği teşvik eden faaliyetlere girişmesi, pazarlamanın ötesinde, toplumun genel ahlak kurallarına ve dini değerlere saldırması, asla kabul edilemeyecek bir fitne ve manevi terör eylemidir.

Kişilerin ailelerini bu fitneden koruma hakkı ve sorumluluğu olduğu gibi, devletin de Anayasada belirtildiği üzere tedbir alma sorumluluğu vardır.  “Anayasa- ÜÇÜNCÜ BÖLÜM / Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler / Ailenin korunması ve çocuk hakları / MADDE 41- … Devlet, her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alır.”((T.C. Anayasası https://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa_2011.pdf))

Kişisel özgürlük kılıfıyla her haltın yenilemeyeceği de Anayasanın Giriş metninde açıkça ifade edilmiştir: “… Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak millî kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddî ve manevî varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu; …” yani toplumun milli değerlerine kimse savaş açamaz!

Türkiye’de eşcinsellerin moda ve sanat adıyla hoş gösterilmesi, internet yayınlarında sapkınlıkların teşhir edilmesi, bu sapkınlığa itiraz edenlerin sanki nazi suçluları gibi “homofobik” yaftasıyla rencide edilerek dışlanmaya çalışılması, planlı sistematik aktivitelerdir. Sokakta karşılaşma veya aynı mekanda bulunma ihtimalimiz son derece düşük olan ahlak düşkünü insanlar, TV ve internet yolu ile en mahrem mekanlarımıza rahatlıkla girebilmektedir.

Eşcinsellik durumu çeşitli sebep ve gelişmelerin etkisiyle oluşan bir sendrom gibidir. Tek yönlü yaklaşımla çözülemez ve anlaşılamaz. Kişinin doğup büyüdüğü aile ve çevresinde, maruz kaldığı eğitim ve davranış kalıpları, genetik ve hormonal yatkınlık seviyeleri, vücut ve hormon yapısını değiştirebilen beslenme alışkanlıkları, tükettiği gıdaların GDO ile bozulmuş içeriği, dost ve arkadaş çevresi, din ve ahlak inancı, maddi durumu ve maddiyatla ilgili beklentileri vs. yazılması eksik kalanlarla birlikte, çok yönlü değerlendirilmesi, her bireye özel çalışma ve yaklaşım gösterilmesi gerekir.

Eşcinsellik akımı hızla yayılan bir orman yangını gibi, normal duruşlu gençlerimizi ve çocuklarımızı yakma tehlikesiyle giderek büyüyor. Sağlam bireylerimizi korumaya çalışmaktan ve yangınla mücadele etmekten, yanan bireylerle ilgilenemiyor ve adeta onları kaderleriyle başbaşa bırakarak, görmezden geliyoruz. Halbuki, son nefesini verinceye kadar her insanın kurtuluşa ve hidayete erme şansı veya hakkı vardır. Önce, eşcinsellik yangınını yayan fitne odaklarını kurutmalı, sonra da yangına maruz kalan fidanlarımızı yeniden yeşertmenin çarelerini aramalıyız. Kaybedecek ve ebedi hüsrana terk edilecek hiç bir canımız olmamalı! Eşcinselleri onaylayarak değil, anlayarak ilerlemeli ve onların içine düştükleri bu zor durumdan çıkabilmeleri için, her türlü yardım ve desteği sağlamalıyız.

 

 

İslamın Lanetlediği Dövmeciliğin Yayılması

Her insan birer nefis sahibidir. Hayırlı ve güzel işler yapma becerisi olduğu gibi, harama düşme ve yanlış işlerde bulunma durumu da söz konusudur. Zaten kulluk sınavı dediğimiz şey tam olarak budur. İki tarafa da yönelme imkanımız olduğu halde, kötülüklerden sakınmamız ve men etmemiz, iyiliği yapmamız ve tavsiye etmemiz gerekir.

Dövme yapmak ve yaptırmak, Yüce Allah ve Resulü (s.a.s.) tarafından açıkça lanetlenmiş haram ve günah eylemlerdir. Dövme yapmak, Allah’ın yarattığı şekil ve şemaile razı olmama, değiştirme, bozma ve aşağılama gibi anlamlara gelmektedir. “Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar (putlar için nişanlayacaklar), şüphesiz onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler” (dedi). Kim Allah’ı bırakır da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir ziyana düşmüştür.” (Nisa-119) ((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf)) Şeytanın oyunu ve Yüce Allah’ın gazabı açık şekilde tanımlanmıştır. Sahibi değil, emanetçisi olduğumuz vücutlarımızda, gereksiz ve kalıcı değişiklikler yapmak, hor kullanmak gibi haklarımız yoktur.

Rasulullah (S.A.S.): ‘…Dövme yapan ve dövme yaptırmak isteyen kadınlara Allah lanet etsin’ buyurdu.” (Buhari, Müslim)((https://webdosya.diyanet.gov.tr/hadis/UserFiles/Document/riyazussalihin_cild_3.pdf)) Cahiliye dönemi Araplarında, özellikle kadınlar arasında yaygın olan dövmeyi, Hz. Peygamberimiz (s.a.s.)’de açıkça lanetlemiş ve yasaklamıştır.

Gizli kalan günahların, tövbe edildiğinde afları daha mümkün iken,  aleni yapılan ve başkalarını da özendiren günahların, işleyenleri daha sıkıntılı duruma sokacağı aşikar bir durumdur. Sevgili Peygamberimizin bu hadis-i şerifi hem müjde, hem de günahların gizli bırakılması için önemli bir uyarıdır:
Ümmetimin hepsi affa mazhar olacaktır, günahı aleni işleyenler hariç. Kişinin geceleyin işlediği kötü bir ameli Allah örtmüştür. Ama, sabah olunca o: “Ey falan, bu gece ben şu şu işleri yaptım!” der. Böylece o, geceleyin Allah kendini örtmüş olduğu halde, sabahleyin, üzerindeki Allah`ın örtüsünü açar. İşte bu, günahı aleni işlemenin bir çeşididir.” (Buhari, Müslim)((https://sorularlaislamiyet.com/ummetimin-tamami-affedilmistir-ancak-gunahlarini-ilan-edenler-mustesna-hadisini-aciklar-misiniz-0))

Dövme yapanlar, işledikleri günahı teşhir etmekten zevk alan, zaten göstermek için yapan ve vücutlarını canlı bir tuvale dönüştüren kişilerdir. Onların bu hali, en başta niyetleri öyle olmasa da; Allah’a karşı bir isyanın, başkaldırının, beğenmezliğin, şeytani bir kibrin göstergesi olmaktadır. Dövmeleri gören herkes, kıyamet gününde birer şahit olarak karşılarına çıkabilecektir.

Dövme yaptırmak, psikolojik bir rahatsızlık gibi, gittikçe ilerleyen bir durumdur. Küçük bir dövmeyle başlayanlar, bir süre sonra dayanamayıp başka dövmeleri de yaptırmaya devam ederler. İmkanı olan ve kendisini de durduramayanların vücudu, en sonunda tuhaf bir görüntülerle kaplanmış olur.((Tuhaf Dövme Görseli https://tattooxa.ru/stati/tatu-na-glazah))

Dövmeye şahit olanların dışında, görerek heveslenen ve aynı günahı işleyen kişilerin vebali de, teşhircilere yüklenecektir. Bu teşhiri yapan kişiler internet, basın-yayın, medya platformları veya spor müsabakaları gibi büyük mecraları kullanıyor ise doğal olarak günahları da katlamalı tarifeye girecektir. Hukukumuzda bir kişinin yüzüne karşı hakaret eden zanlı ile, bu hakareti medya üzerinden yapan zanlıların farklı cezalara çarptırılması, basın yoluyla işlenen suçlara daha fazla ceza verilmesi de benzer gerekçe iledir.

Son yıllarda sporcu, şarkıcı, sinemacı, tiyatrocu vb. sıfatlarla boy gösteren ünlü kişilerin vücutlarına yaptıkları dövmeleri her fırsatta teşhir etmeleri ile, henüz ahlaki olgunluğa ermemiş, dini ve kültürel değerleri oturmamış gençlerimiz arasında dövme hastalığı iyice yaygınlık göstermiştir. Açık bir günah ve isyan anlamına gelen dövmelerin yanı sıra, piercing denilen günah modası ile, vücudun çeşitli yerlerinin delinmesi, farklı olmak adına, eskiden mahalle aralarında oynatılan ayılar veya, çifte sürülen öküzler gibi burunların delinerek halka takılması gibi işlerin tamamı ahlaki yozlaşmanın, ailenin geleneksel yapısının bozulmasının birer göstergesidir.

Her anı ve görüntüsü açık bir isyan ve günaha davet niteliğinde olan kişilerden kurulacak ailelerin, sağlıklı ve hayırlı nesiller yetiştirmesini beklemek beyhude olacaktır.

Dövme ile ilgili ayrıntılı yazıma Sosyal Bir Tehdit Olarak Dövme ve Dövmecilik  bağlantısından ulaşabilirsiniz.((http://ercanozcelik.com/sosyal-bir-tehdit-olarak-dovme-ve-dovmecilik/))

 

 

Domuz ve Domuz Ürünlerinin Hayatımızı İşgal Etmesi

Kıvırmadan söylemek ve korunabilmek için gerçeği kabul etmek lazım. Sağlık ve beslenme ile ilgili yazılarda hep söylenir ya: Ne yerseniz, O olursunuz! Aynen öyle, Allah muhafaza bütün insanlık domuzlaşmaya doğru gidiyor! Domuz ve benzeri haram maddelerle zehirlenen gıdalarımız yüzünden; karakterimiz, sağlığımız, inancımız, ahlakımız ve güçlü bir aile kurabilmek için gereken bütün değerlerimiz bozuluyor, etkisini kaybediyor!

Hoşumuza gitmiyor ama gerçek bu. Yüce Allah’ın Kur’anı Kerim’de açıkça ismini zikrederek her şeyiyle haram kıldığı tek hayvan domuzdur! “Allah, size ancak leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur olur da, istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın yemek zorunda kalırsa, ona günah yoktur. Şüphesiz, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Bakara-173)((Kur’an-ı Kerim https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf)) Zaruri hallerde, ölmeyecek kadarı istisna tutulmuş sadece.

Dünyada üretim kolaylığı ve karlılık açısından, domuzdan daha üstün bir ticari yatırım yok gibidir! Bu durum da Allah’ın bir imtihanıdır. Bir dişi domuz yılda 3 defa yavrulayabilir. Her seferinde en az 12-15 yavrusu olur. Her yavrunun büyüyüp kesilebileceği 130 kg’a gelmesi için sadece 4 ay yeterlidir! Domuzlar cam parçaları dışında her şeyi yiyebilir! Leşleri ve ölü  yavrularını bile! Aç kaldıklarında birbirlerini yemesinler diye daha yavru iken bazı dişlerini söküp çıkarırlar.

Sabah yataktan kalkıp, kahvaltı masasına oturduğumuz ana kadar, içerisinde domuz katkıları olan en az 4-5 ürün (sabun, diş macunu, şampuan, krem) kullanmış olabiliriz! Çünkü bir domuzdan ortalama 185 ürün elde ediliyor. Kahvaltıya oturduğumuzda yediğimiz hemen her sanayi üretimi gıdanın (şekerleme, çikolata, yoğurt, salam, sosis, bisküvit, sütlü tatlılar vs)  içinde de domuz olma ihtimali %99’dur.

Avrupa birliğinin resmi sitesindeki istatistiklere göre, 2016 yılında Avrupa genelinde üretilen 32,19 milyon ton kırmızı etin %73’ü domuzdan elde edilmiş! Sadece kırmızı eti değil, derisinden tüyüne kadar her şeyi ticari olarak kullanılıyor.

Aşı üretiminde en yaygın hammaddelerin başında domuz geliyor! İnsanlara nakledilen organik kalp kapaklarının kaynağı da genellikle domuzdur maalesef. Mermi üretiminden hazır betona kadar girmediği yer kalmamış.

Domuzun en büyük özelliklerinden birisi de ahlaksızlığıdır. Domuzlar eşlerini kıskanmaz. Ortalık, eşini kızını kıskanmayan, tam tersine övünerek gezinen tiplerle doldu farkında mısınız? Eskiden Avrupalılara bakarak aşırı dekolte giyinen karıları veya kızlarının yanındaki adamlara argo kelimelerle tepki gösterirdik. Şimdi bizim sokaklarımız onlardan farksız adamlarla (!)  doldu.

Toplumsal çürümenin nedenlerinden birisi de, domuz katkılarıyla doldurulmuş, GDO’lu (genetiği değiştirilmiş organizmalar) tarım ürünleriyle yapılmış, tarım ilaçlarıyla kimyasal bombaya çevrilmiş, hayvansal ürünlerde aşırı hormon ve antibiyotik kullanımı ile başkalaşmış gıdalarla beslenilmesidir.

Yukarıda hatırlattığım söz neydi? Ne yerseniz, O olursunuz! Aşırı tavuk tüketen erkek çocuk ve gençlerde, aşırı hormona maruz kalmaktan dolayı, göğüslerinde  anormalden büyümeler görülüyor. Aynı bunun gibi, aşırı domuz katkılarına maruz kalan kişilerde de ahlaki düşkünlükler daha kolay yaşanıyor.

Domuz ve diğer zararlı katkılarla beslenen nesillerin üreme sağlığı bozuluyor! Evlilikte sebat ve sadakat dengesi kaybediliyor! Yeni nesillere aktarılması gereken ahlak, inanç ve toplumsal değerler şuuru erozyona uğruyor!

Domuz konusunda oldukça geniş kapsamlı ve ayrıntılı bir çalışma yapmıştım: Yeter Artık! Daha Fazla Domuz Yemek İstemiyoruz! bağlantısından ulaşabilirsiniz.((http://ercanozcelik.com/daha-fazla-domuz-yemek-istemiyoruz-artik/))

 

 

Sonuç

Güçlü aile ve sosyal dokuya sahip olan toplumlar, tüm dünyada gücü ve parayı elinde tutan, sınırlı sayıda siyonistlerin çıkarlarına uymadığı için, yok edilmesi gereken asıl hedefleri olmuştur. Siyonistler için, dünya nüfusunun artması bir kabustur. Çünkü kaynakları paylaşmak zorunda kalmak istemiyorlar. Sınırlı sayıda ve kendilerine hizmet edecek kadar goim (onlar sadece kendilerine insan diyorlar, kendileri dışındakiler ise hayvandan bir tık yukarıda hizmetçi anlamında goim adıyla tanımlanıyor) yeterlidir!

Çıkardıkları  suni savaşları, terör faaliyetleri, salgın hastalıkları, amaçları için yeterli gelmeyince, doğrudan nüfus kaynağını yani aileyi ve sağlıklı toplumları yok etmeye karar verdiler. Toplumsal cinsiyet eşitliği ve abartılmış kadın hakları uygulamaları gibi işlerin hepsi, aile birliğini bozmak üzerine kurgulanmıştır!

Aile kurumuna karşı çok yönlü, büyük maddi sermayelerin desteğinde ve planlı saldırı organizasyonları yapılmaktadır. Olayları geniş açıdan okumak ve akılcı tedbirler almak zorundayız. Sık sık geçmişe vurgu yapılarak özlemle anılan şeylerin başında, aile ve toplum ilişkileri geliyor. Herkes bunun farkında ama gereken tedbirler alınmıyor. Geleceğimizi yok etmeye odaklanan, değerlerimizin kökünü kazıyacağını açıkça belirten, İstanbul Sözleşmesi gibi lanetli belgelere, gafilce imza atarak savunan bedbaht yönetici ve oluşumların artık kendilerine gelmeleri ve uyanmaları şarttır!

Toplumsal karakterimizi ve geleceğimizi belirleyen her türlü etkinliğimizi değerlerimize uygun hale getirmek veya değiştirmek zorundayız! Hristiyan gibi mezun olup, Hristiyan gibi evlenen gençlerimizden, iyi Müslüman evlatlar yetiştirmelerini nasıl bekleyebiliriz? Eğitim sistemimizi ABD’nin “Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu” ile yönettiği sömürge komiserliğinden kurtarmanın zamanı gelmedi mi?

Biz gözlerimizi kapatsak da,  LGBTQ+ salgını devam edecektir. Önce bunları körükleyen şeytani kaynakları kurutmalı, sonra bu durumdaki her vatandaşımıza özel yaklaşımlar ve çareler üreterek, kendilerine ve topluma daha fazla zarar vermelerini önlememiz, mümkün olduğu kadar maddi-manevi kurtarmaya yönelmemiz gerekir.

Allah’ın helal kıldıklarını haram, haram kıldıklarını da helal ilan mevzuatla sonumuzun hayırlı olmayacağı açıktır. Toplumun değerlerine ve genetik kodlarına uygun adaleti tesis etmek için, suçlara karşı etkili ve yeterli cezaların, hak eden sapık ve katiller için idamın, hayasızlığı körükleyen zinanın, yasalarımızda yer alması gerekir. Ailenin temel direği olan babalık ve reislik haklarının erkeğe iade edilmesi, kadınların evlerinde mutlu ve sağlıklı çocuklar yetiştirebilmeleri için, kocalarına yeterli imkanların sağlanması, anneliğin tekrar baş tacı edilmesi ve ev hanımlığının hakkettiği   saygınlığa kavuşması lazımdır.

Milletin değerlerine karşı aleni düşmanlık yapan, kökü dışarıda STK‘ların çığırtkanlıklarına prim verilmemelidir. AB’ye ve feminist akımlara yaranma çabasına giren sözde yerli STK’larımızın da acilen kendilerine gelerek, Milli ve Manevi Değerlerimizin yeniden yılmaz neferleri olmaları gerekir.

Evliliği zorlaştıran, erkekler için tuzağa dönüştüren, evlilikleri kurtarmaya değil yıkmaya odaklanan kanunlar ıslah edilmelidir.

Biraz geriden bakınca aile ve topluma yönelik saldırıların tamamen koordinasyon halinde yapıldığını görebiliyoruz. O halde savunmamız da geniş açılı, çok yönlü ve sistematik olmalıdır. Günü birlik çözümler ve hamaset laflarıyla kaybedecek vaktimiz de, neslimiz de kalmamıştır! Acilen seferberlik ilan edilerek Milli ve Ahlaki Sivil Savunma Planlarını işletmeye almamız elzemdir.

Yüce Rabbim bütün Müslümanlara ve liderlerine, aile konusunda yaşanan apaçık faciayı görerek uyanmayı, uyanarak tedbir almayı ve nesillerimizle birlikte ahiretimizi kurtarmayı nasip eylesin!

Amin! Amin! Amin!

 

 

Teşekkür notu:

-Bu çalışmanın yayını ve sonrasında, olumlu eleştirileri ve katkılarıyla desteklerini esirgemeyen Sayın Ahmet Hakan ÇAKICI ile Sayın Av. Lütfi BERGEN‘e minnet ve şükranlarımı sunarım.




Sadece Lafta Bıraktığımız Şeyler: Ehliyet ve Liyakat

Bazı kavramlar vardır, çokça lafını eder veya atıfta bulunuruz. Ama icraata dökmek işimize gelmez, ya da  gücümüz yetmez ya hani. İşte ehliyet ve liyakatte bunlara en güzel örnektir.

İşimize gelmeyişinin veya gücümüzün yetmeyişinin esas nedenleri, aynı zamanda toplumumuzu yozlaştıran ve içten içe çürüten hastalıklarımızdır. Bu hastalıkları tedavi edemediğimiz için, adalet ve huzur duygusunu gönlümüzde hissedemiyor, emanetin ehline teslim edilmeyişinin doğal sonuçları olarak; yolsuzluk, beceriksizlik, israf ve yetersizlik gibi olumsuzluklar içinde tükenişe gidiyoruz.

En yaygın hastalığımız hemşericiliktir.

Bazı şehirlerin her dönem ve durumda seçkinler arasında tutulduğu, diğerlerinin de eline fırsat geçtiği anda bütün makamları kendi hemşerileriyle doldurduğu, ülkemizin artık kanıksanmış bir yapısıdır. Elit şehirlerin dışında olan ama hasbelkader güçlü bir pozisyona geçen kişiler, etraflarındaki kadro gibi imkanları kendi hemşerilerine peşkeş çekmediği takdirde, hainlikle veya beceriksizlikle suçlanır. Toplumsal dışlanmaya maruz bırakılır ve seçimi söz konusu olduğunda en büyük günahları arasında gösterilerek kara listeye alınır.

Hemşericilik engeline sıkça takılmış birisi olarak, yaşamaktan bıktığım bir sahneyi paylaşayım: İlk defa görüşmeye ve tanışmaya başladığım, önemli bir pozisyondaki kişiye eğitim ve deneyimlerim, yönetimini üstlendiğim projelerim hakkında bilgiler veriyorum. Muhatabım duyduklarını büyük bir memnuniyetle dinliyor ve güçlü bir takım oyuncusu bulmanın sevincini belli ederek, ilgi ve alakasını gittikçe yükseltiyor. İletişimin zirvelerinde gezinirken, aklına  o can alıcı soru geliyor!: “Kardeş bu arada senin memleket neresiydi?”  Cevabım Muş olunca da muhatabım büyük bir memnuniyetsizlik ve hayal kırıklığı içinde –Ya öyle mi ?! diyerek buz gibi soğuyor. Az önce yükselen tüm ilgi ve alaka eksilere düşerken, hemen başka kişi ve konulara dönülerek mevzu kapatılıyor. Ben ise görünmez veya zoraki selamlamalarla geçiştirilen ötekiler grubuna geçiş yapmış oluyorum. Başkalarının da yaşayageldiği bu garabeti daha da anlatmaya gerek yok sanırım.

Anormal meslek dayanışması da büyük bir hastalıktır.

Her sektörde veya kurumda genelde baskın ve diğerlerinden açıkça farklı muamele gören meslek mensupları vardır. O kurumda bir görev söz konusu olduğunda ilgisi, eğitimi ve bilgisi uygun olmadığı halde, tercih edilen hep o meslek sahipleri olur. Yani bir nevi öz evlatlar ile üvey evlatlar muamelesi kurumsal yapının iliklerine kadar işlemiştir.

Mesela, Sağlık Bakanlığı aslında Doktor Bakanlığıdır. Tıp eğitimi almalarına rağmen, sevgili doktorlarımızın görev almadığı bir alan yoktur. Ek ödemenin en büyük dilimleri sadece onlara verilir. Diğer sağlık personeli, idari ve yardımcı hizmetler çok küçük oranlarla yetinmek zorunda kalır. Doktorların ek ödemeleri emekli maaşlarına yansıtılır ama diğerleri buna layık görülmez. Bir kabahat söz konusu olduğunda ne kadar keskin görüş aykırılıkları olsa da mesleki dayanışmaları hemen devreye girer ve koruma altına alınırlar. Doktorların hakkının verilmesi ayrı şeydir, bütün makamların Doktorlara verilmesi ve gelir paylaşımında diğer personelin çok azla yetinmeye zorlanması ayrı şeylerdir. Meramımı anlatabildiğimi umarım.

Benzer şekilde hemen her kurum veya Bakanlıkta öncelikli meslek sahiplerini rahatça görebilirsiniz: Tarım Bakanlığında Ziraat Mühendisleri, Adalet Bakanlığında Hakimler, Aile Bakanlığında Sosyal Hizmet Uzmanları, TSK’da Subaylar, Diyanet İşlerinde Müftüler gibi…

İlgili alanın baskın meslek mensupları oldukları için, haklarını gözetmek adına tanınan ayrıcalıklar zamanla diğer mesleklerin yaşam alanlarını kısıtlayan, kariyer gelişimlerine ket vuran ve tek renkli bir yapıya çeviren, amacını aşmış uygulamalara dönüşmüştür. Hemen her iş ve mesleğin icrasında bir ekip çalışması kaçınılmaz hale gelmiştir.  Ekibin bazı üyelerini, maddi ve manevi açıdan diğerlerine göre aşırı yüceltip, ötekileri yok saymanın huzur ve iş barışı sağlamayacağı bellidir.

Particilik hastalığı da içimizde kök salmıştır.

En büyük meziyeti, bir siyasi partinin mensubu veya bir siyasetçinin adamlığı olanlar yüzünden, kurumların uğradığı zarar ve ziyanın hesabı yapılamaz boyutlara ulaşır. Üstelik bu işleri yapan ve sebep olanlardan da genelde hesap sorulamaz. Her iktidar döneminin kendine has adamları olur ve her iktidarın kendi zenginleri oluşur.

Toplum dahi, bu durumu normal görmeye başlayarak, en azından biraz çalışmalarını ve iş yapmalarını bekler. Sevilmeyen particiler aşırı aç gözlü, hep bana ve bize diyen, ulaşabildiği tüm kaynakları ölümüne sömüren tiplerdir. Hem kendi menfaatine çalışan, hem de işini yapan tipler ise kerhen kabul görür ve ötekilere nazaran tercih edilir.

Özel sektörde daha gerçekçi, sonuç ve menfaat odaklı yapılanmaya gidildiği için, sırf partili olmak dışında vasfı olmayan tipler barınamaz. Parti bağlantılarıyla sağlanan imkanlar bittiğinde, kendilerinin de ilişiği kesilir. Kamu tarafında durum daha acıdır. Niteliği düşük, eğitimi ve deneyimi yetersiz kişiler, sırf parti referansıyla iş başına ve yönetime geldiğinde, etraflarında adeta terör estirir ve huzursuzluk kaynağı olurlar. Referanslarına karşı olabildiğince şirin, emir eri ve iş takipçisi olurken; çalışma arkadaşlarına, alt ve üstlerine karşı ise saygısız, açık arayan, kavga çıkaran ve her fırsatta partili kimliğini gözlere sokan ukala tavırlar göstermekten çekinmezler. Kendi yetersizliklerini kavga ve problem üreterek kapatmaya çalışırlar. Üstelik, daha önce parti çalışmalarına katıldıkları için, tüm bu imkanları analarının ak sütü gibi kendilerine helal görürler.

Bir başka hastalığımız çıkar gruplaşmalarıdır.

Belirli bir menfaat anlaşması çerçevesinde gruplaşan kişilerin baskın olduğu iş yeri veya kurumlarda farklı kişilerin yer almasına tahammül gösterilmez ve en kısa süre içinde ya kendilerine biat etmesi ya da çekip gitmesi sağlanır. Saadet zincirlerine ket vurabilecek veya kendilerini açık edebilecek kişilere karşı sistematik mobing uygularlar.

Hemen her kurum veya yapı içinde, işin kaymağını yemeğe azmetmiş, çıkar birliği kurarak belirli süreçleri kontrol etmeye çalışmış olan menfaat odakları kurulmaya çalışılır. Normal şartlarda bir arada olması imkansız görülen kişilerin, çıkar birliği söz konusu olunca yaptıkları iş birliği mükemmel seviyelere çıkabilir.

Örnekler vererek edineceğim düşmanlıklarla boşuna uğraşmak istemem. Etrafına dikkatli bakan herkes benzer yapıları kolayca fark edebilir. Kadrolaşma sürecinde çıkar gruplarının iş birliği etkisi yok sayılamaz bir gerçektir.

Mezhep tutuculuğu da içimizde yer eden bir hastalıktır.

İnsanların işindeki becerisi ve dürüstlüğünden önce, araştırıp yargıladığımız şeylerden birisi de mezhepleri olmuştur. Mezhep farkındalığı  masum tercih nedeni sayılmaktan, koyu düşmanlığa kadar değişen bir yelpazede tavırlarımızı ve kararlarımızı etkiliyor. Bu ayrışmayı daha da derinleştirmek ve toplumu bölmek için için özel gayret gösteren, yerli ve yabancı düşmanların organize ettiği projeler, Madımak ve Başbağlar katliamları gibi dehşet olaylara da varabiliyor.

Geçmişte Adalet Bakanlığında yaşandığı gibi, kurtarılmış kurumlara sahip olmak adına mezhep birliğinden başka önemi olmayan kadrolaşmaları ve bunların toplumu geren acı sonuçlarını yaşamamıza rağmen, insanlarımızı en başta alevi veya sünni diye etiketlemekten vazgeçemiyoruz.

Mezhep farklılığı sadece kamu kurumlarında değil, özel sektörde dahi azınlıkta kalan kişiler için sıkıntılı süreçlere neden olabiliyor. Kendimden biliyorum.

İşine saygı gösterip, görevini en güzel şekilde yapmaya gayret eden, mensubu olduğu mezhebin militanlığını yapmayan ve diğerlerini rahatsız etmeyen her kişinin başımızın üstünde yeri olması ve en güzel şekilde çalışabilmesi gerekir. Görev dağılımında, sırf mezhep etkisini dikkate alarak davranmak bizleri zayıflatır ve değerlerimizi yozlaştırır.

Cemaat ve tarikat tutuculuğu bir başka hastalığımızdır.

Laik devlet anlayışının din düşmanlığı şeklinde anlaşıldığı ve uygulandığı zamanlarda, cemaat ve tarikat ehli olmak cidden cesaret isteyen, ancak bu yolun çilesine razı olmuş kişilerin harcı idi. Çok  önemli bir gerekçe olmadıkça, mensubu olunan cemaat veya tarikat bilgisi verilmez ve saklanırdı.

Elhamdülillah ülke olarak daha rahat şartlara kavuştuğumuz son yıllarda ise, bırakın saklamayı, neredeyse davul zurna ile her fırsatta ilan edilir ve her ortamda reklam konusu yapılır oldu. İnsanlarımızın kendilerini rahatça ifade edebilmesi ve gönlüne uygun meşru yerlerde bulunabilmesi, elbette güzel bir gelişmedir. Ancak; üye olunan grup marifetiyle, normal şartlarda ulaşamayacağı ve de hakkı olmayan makam ve imkanları istemek kesinlikle meşru değildir.

Cemaat ve tarikat tutuculuğunun ve yayılmacı hırsının en acı sonuçlarını 15 Temmuz’daki alçak FETÖ ayaklanmasında ve öncesinde yaşadık. Tamamen masum kökenli olan ve toplum genelinde saygı duyulan hizmet, şakirt, cemaat, himmet, yardım, paralel gibi kelime ve kavramlar bu hainler yüzünden lekelendi ve söylenmekten çekinilir hale geldi. Alnı secdeli, iyi insan diye,  kalıp halinde güvenilen dindar insan modelinin, nasıl canavarlaşabileceğini ve vatanına kast ederek,  Hristiyan ve Yahudilerle iş birliği yapabileceğini gösterdiler. Onun için toplumda paranoya başladı ve herkes birbirine şüphe ile bakar oldu.

Önümüzde FETÖ gibi açık bir facia olmasına karşın, bundan ders almadığımız anlaşılıyor.  Halen cemaat veya tarikat referansı ile kurum ve Bakanlıklarda yer edinmeye ve kadrolaşmaya çalışanların etkisi devam ediyor.

Cinsiyet ayrımcılığı da bir hastalıktır.

Kadınlar ve erkekler, çalışma hayatı içinde karşılıklı ayrımcılığa ve baskıya maruz kalabiliyorlar. Kadınların yaşadıkları; ücret dengesizliği, cinsel ve psikolojik baskı konularında tavan yapıyor. Erkekler de kadın şiddetine maruz kalabiliyor. Dedikodu ve  haksız ithamlarla, rahatsız edici tavırlarla karşılaşabiliyorlar.

Kadınların en çok sömürüldüğü konu, cinsel cazibelerinin satış ve pazarlama aracı olarak kullanılmasıdır. Eğitim ve deneyimlerinden ziyade, fiziksel niteliklerine göre işe alınan, erkek müşteri veya karar vericilerin ikna edilmesi için, olabildiğince cesur ve girişken olmaya zorlanan kadınların hali içler acısıdır.

İşinde yükselebilmek için kadınlığını kullanan düşük seviyeliler olduğu gibi, kullanılmaya zorlanan mağdur ve mazlumlar da vardır.

Önceki yazılarımda da belirttiğim üzere, kadınlarımız çok çok değerli toplumsal kaynaklarımız ve geleceğimizin mimarlarıdır. Onlara, ancak gerekli oldukları meşru yerlerde ve haklarını eksiksiz vererek çalışma imkanı sağlamalıyız. Bütün kadınlarımızı iş hayatına sokarak erkeklerin sosyal rollerini çaldırıp mağdur etmekte, çalışan kadınları sonuna kadar sömürüp ucuz ve kolay iş gücü olarak kullanmakta birer sosyal cinayettir.

Hastalıklarımızın ilacı dinimizde var!

Bizleri en güzel surette yaratarak, dünyaya kulluk imtihanına gönderen Yüce Rabbimiz, maddi ve manevi tüm hastalıklarımızın şifasını da yaratarak bulmamız için yol göstermiştir. Bizi bizden çok daha iyi bildiği için, bunda şaşılacak bir durum yoktur.

Sözlerin en güzeli Kur’anı Kerim’in, Nisa Suresinin 58. Ayet-i Kerimesinde : “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” Buyrulmuştur.

Allah’ın Sevgili Kulu ve Elçisi Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz de, görevlendirmelerde bulunurken hep ehliyet ve liyakati esas almış, ehil ve layık gördüğü kişi azatlı bir köle bile olsa çekinmeden kararlarını uygulamıştır. Örneğin, Medine-i Münevvere’den sefer, hac ve umre gibi nedenlerle ayrılmak durumunda olduğunda, vekaletini liyakat ölçüsüne göre uygun gördüklerine bırakırdı. Vekilleri arasında Hz. Ebu Bekir gibi bilinen kişiler olabildiği gibi, Hz. Saib b.Osman b. Maz’un gibi Kureyşli, Hz. Sa’d b. Ubâde gibi Medineli, Hz. Zeyd b. Harise gibi azat edilmiş bir köle veya kimi  zaman da Hz. İbn Ümmü Mektûm gibi görme engelli bir sahabi olabiliyordu.

Emanet, ehliyet ve liyakat açısından yeterli görmediği Hz. Ebu Zer’in “Ya Rasulallah! Beni amil (zekat memuru) olarak görevlendirmiyor musun?” Şeklindeki sualine karşılık, onun yapısını çok yakından bilen Efendimiz elini omuzuna vurarak, “Ey Ebu Zer! Zayıf bir kimsesin. Bu görev ise bir emanettir. Layık olduğu için onu alan ve gereğini hakkıyla yerine getirenler dışında (bu tür görevler) kıyamet günü rezillik ve pişmanlıktır” (44 M4719 Müslim, İmâre, 16.) buyurmuştur.  Diğer zamanlarda da, bir makama gelmek için aşırı hırs gösterenleri özellikle kabul etmemiş ve “Vallahi biz, talep eden ve hırslı olan kimseye bu görevi vermiyoruz“(46 M4717 Müslim, İmâre, 14.) buyurmuştur.

Peygamber Aleyhisselamın “İş ehli olmayana verildiği zaman, kıyameti bekle.” (Buhârî, İlim 2) şeklindeki uyarısı, hepimiz için çalması gereken alarm zilleri olmalıdır. Toplumdaki huzursuzluk, gelir ve refah paylaşımındaki adaletsizlik, iş hayatındaki mutsuzluk ve isabetsizliklerin temelinde, yukarıda saydığım ve benzeri hastalıklarımızın yattığını görerek, Allah ve Resulünün emirleri doğrultusunda tedbirler almalıyız.
Çok geç olmadan, çok geç kalmadan…

 

 

KAYNAKLAR:

1-  Görselin alındığı yer

2- http://kuran.diyanet.gov.tr

3- http://hadislerleislam.diyanet.gov.tr/?p=kitap&i=7.0.219

4- http://hadislerleislam.diyanet.gov.tr/?p=kitap&i=7.0.217

 




Zoraki Kahramanlar: Çalışan Anneler

Kadınlar hakkındaki duygu ve düşüncelerimi daha önce bazı yazılarımda ifade etmeye çalışmıştım. Kadınların hayatımızdaki yeri ve önemi kutsal kaynaklar başta olmak üzere, her platformda dile getirilen saf bir gerçekliktir. Kadınlığın zirve noktası ve insanlığın bekasını sağlayan durumda anneliktir. Bir eş ve anne olarak üstlendikleri sorumlulukların dışında, ayrıca yaşam şartları ve diğer nedenlerden dolayı çalışma hayatında da yer almaları, onları inanılmaz bir yük ve stresin altına sokuyor. Üstelik, çalışan annelerden beklentilerimiz çalışmayanlardan farksız olunca, kaçınılmaz şekilde zoraki kahraman rolüne giriyorlar.

Çalışan anneler, bir kadın olarak, hemcinslerinin iş hayatında yaşadıkları bütün zorlukları doğrudan paylaşıyorlar. Annelikten kaynaklanan ek sorumlulukları ise, iş ve duygu yüklerini arttırdığı gibi; yoğunlaşan baskı ve dayatmalara karşı daha fazla sabır gösterip, ailelerinin hatırına katlanmak zorunda oldukları azapların içine sokabiliyor. Annelik ve kadınlık görevlerinin yanına, sorunlu bir iş ortamının da eklenmesiyle kadınların bedenen ve ruhen güçlü ve hızlı bir ivme ile yıprandıklarını rahatlıkla görebiliriz. Bazı kadınlar, zorlu ev ve annelik görevleri nedeniyle, nispeten rahat olan iş yerlerinde resmen dinlenircesine çalışırlar. Bu kadınlar şanslı sayılabilen gruptadır. Büyük bir çoğunluğu ise, ağır iş mesailerinden sonra tıpkı erkekler gibi dinlenebilecek bir ortam ve zaman bulamadan, 2. ve 3. mesailerini yapan işçiler gibi ev ve annelik görevlerine devam ederler.

İş hayatı ekonomi ile doğrudan ilgili olduğu için, özel sektörün ekonomik çıkarlarını zedeleyecek şekilde, çalışan annelere yönelik etkili koruma ve ayrıcalıklar göstermesini beklemek safdillik olur. Anne ve kadın dostu uygulamalar yapan ve bazen diğer firmaların çok önüne geçebilen firmalarda dahi, bu uygulamalar bir nevi sosyal sorumluluk ve marketing faaliyeti gibi üretildiğinden, sembolik ve kota limitleri içinde kalıyor. Piyasaların temel yönetmeni ve kural koyucusu olarak, kamu gücünü kullanan devletin ve devleti yöneten Hükumetin politik söylemleri ile pratik uygulamasının en kısa süre içinde örtüşmesi ve çalışan anneler özelinde hayata geçmesi sağlanmalıdır. Nüfus yapımızı korumak için her ailede  en az 3 çocuk hedefini fiilen gerçekleştirebilecek güven ve imkan ortamını hazırlama işi, büyük ölçüde devletimize düşüyor. Bu yazı ile bazı sorunlu noktalara dikkat çekerek, çözüme yönelik katkıda bulunmak istedim.

Yetersiz ücretler, kötü çalışma koşulları, nitelikli tatil yoksunluğu gibi genel sorunların dışında, çalışan anneler açısından iş yerleri ile ilgili temel sıkıntıları şöylece sıralayabiliriz:

  • Ev ve iş yerleri arasındaki mesafe ve ulaşım zorlukları,
  • Mesai saatleri ile okul saatleri arasındaki uyumsuzluk,
  • İş yerlerinde kreş olmaması, diğer kreşlerin uzak veya pahalı olması gibi sorunlar,
  • Mesai saatlerinin uzunluğu nedeniyle eş ve çocuklarına yeterince vakit ayıramamaları,

İş yerine yakın yerde ikamet etmek, esasen bütün çalışanlar için gerekli ve değerli bir kolaylık demektir. Söz konusu kadınlar ve çalışan anneler olunca, bu durum daha da kritik hale geliyor. Uzak yerde çalışan annelerin; erken kalkıp geç gelmesi gerektiği için, ailesinin günlük yaşantısından kopması, kendisine ve ailesine daha az vakit kalması, uzun yolculuklar nedeniyle daha çok yıpranması, gün içinde ailesi ile ilgili acil bir durum geliştiğinde hızlı şekilde yanlarına gidememesi gibi kronik sorunlara yol açıyor. İstanbul’un Anadolu yakasında oturup Avrupa yakasında çalıştığım dönemde, günlük ortalama 3 saatim yolda geçiyordu. Mesai sırasında ailemden birisinin acil ihtiyacı olduğunda, en erken 2-3 saatte ancak yanlarına gidebiliyordum. Bu durum bir baba olarak beni yıpratıp aileme karşı faydasız kaldığım duygularına neden oluyordu. Aynı şartlarda çalışan kadın iş arkadaşlarımızın ıstırabını da her zaman gözlemliyordum. Önerilerim: Başta kadınlar olmak üzere çalışanların iş yerlerine yakın oturabilmesi için teşvik ve kolaylıklar sağlanmalıdır. En azından aynı ilçe sınırları içinde ikamet edebilmeleri için; gerek tayin noktasında, gerekse yeni ev alımı gibi durumlarda teşvik edici kolaylıklar ve vergi indirimi gibi destekler verilmelidir.

Sabah saat 08:00‘de işe başlayan bir kadın çalışan, evinde kimsesi yok ise (artık hepten çekirdek aile yapısına döndüğümüz için, kentlerde geniş aileler yok denecek kadar azaldı) ilk öğretimde saat 08:50‘de dersi başlayan çocuğunu ne zaman ve nasıl okula götürecek? Servis tutsa bile servise kim teslim edecek? Daha da kötüsü, öğleden sonra saat 14:30‘da dersi biten çocuğunu kim alacak? Rica minnet etüd uygulaması yapan okullarda saat 16:00‘da biten etüd derslerinden sonra yine kim alacak çocukları? Mesai saat 17:00‘den önce bitmiyor çünkü. Önerilerim: Kadın çalışanların mesaileri ile okulların ders başlangıçları ortak şekilde dikkate alınarak düzenlenmelidir. Çocukların gelişim ve ihtiyaçları nedeniyle ders saatlerinin başlangıç ve bitişleri mesai saatlerine eşitlenemiyor ise çalışan annelerin ilk öğretim çağında çocukları olması halinde onlara özel mesai uygulaması yapılmalıdır. Devlet sadece süt bebekleri için günlük 1,5 saat izin vererek sorumluluğunu yerine getirmiş olamaz. Lise çağına kadar, çocuklu annelere özel imtiyazlar tanınması gerekir. Arada oluşan mesai kaybı, bütün toplumun karşılaması gereken bir bedeldir.

Çalışan kadınlar için, çocuk sahibi olmak katlanılamaz ölçüde zorlukların altına gönüllü girmek gibi, ağır bir duygudur. Bir yandan eşiyle birlikte evlat sahibi olmanın getireceği mutluluk ve tamamlanmış aile özlemi yaşanırken, diğer yandan hem çalışıp hemde çocuğun büyütülmesi sürecindeki zorluklar anne ve baba adaylarını yıldırıp bağırlarına taş bastırarak mecburi ertelemeye neden olmaktadır. Bu durumda; ya ileri yaşlarda çocuk sahibi olmayı ya da 1 veya en fazla 2 çocukla yetinmeyi mecbur görürler. Doğum sonrası memur veya işçi annelere verilen ücretli izin bir kaç aydan fazla değildir. İznin bitmesi ile ilk sıkıntılı karar verilir. Bebeği büyütebilmek için 1-2 yıllık ücretsiz izin alınır veya bebeği ücretli/ücretsiz bakabilecek birileri ayarlanarak işe başlanır. Bebeğini bırakıp işe giden annelerin her zaman bir kanadı kırık olur ve aklı bebeğinde kalır. Evde bakım aşaması bitince bu sefer kreş/çocuk yuvası koşturmacası yaşanır. Kreş fiyatlarının yüksekliği, çocuğu kreşe bırakıp mesaiye yetişmenin stresi, çocukların yaşadığı travmalar gibi etkenler bezginlik ve mutsuzluk kaynağıdır. Önerilerim: Okul öncesi yaşlarda çocukları olan kadın çalışanlar için, 0-6 yaş arası çocuklarını getirebilecekleri kreşlerin iş yerlerinin standart bir birimi olarak açılması gereklidir. Çocuklu anneler için kreş hazırlanması bir lütuf değil temel ihtiyaçları için gerekli bir durumdur. Çalışan kadınlara kendi iş yerlerindeki kreş hizmeti ücretsiz olmalıdır. Kreşin personel ve diğer giderleri çalıştığı kurumun döner sermayesi veya genel bütçesinden karşılanmalıdır. Özel kurumlarda kendi sermayelerinden karşılayarak işletme gideri şeklinde gösterebilmelidir. Çalışan annelerin günün belirli zamanlarında çocuklarını ziyaret edebilmelerine fırsat verilmelidir.

Kadınların mesaileri toplumun geleceği de dikkate alınarak özenle hesaplanmalıdır. Mutsuz kadınlar ve anneler; toplumun temel yapısı olan aile kurumunun temelden sarsılmasına, evliliklerin çabuk yıkılmasına, genç nüfusun yetersiz kalmasına ve var olan çocuklarında sağlıksız şartlarda verimsiz eğitimle büyüyüp toplumun geri kalmasına neden olacaktır. Kadınların ve özellikle çocuğu olan çalışan kadınların tam gün mesai yapmaları toplum kültürünün ve geleceğinin altına konulmuş dinamit gibi tehlikelidir. Önerilerim: Kadınlar çocuk sahibi olduktan sonra günlük en fazla 6 saat mesai yapmalıdır. Ayrıca evden çalışma ve yarı zamanlı çalışma halleri işlerin durumuna göre anneler için kolay uygulanabilir şekilde teşvik edilmelidir. Fazla mesaiye zorlayan kural ve yönetmelikler kanun gücüyle düzeltilmeli ve istismar edenler için kayda değer cezai yaptırımlar ön görülmelidir.

Bütün bu yorumlarımdan sonra denilebilir ki, kadınlar özellikle anne olanlar hiç mi çalışmasın? Bende diyorum ki; Kadınlar bizim rahatlıkla istismar edebileceğimiz ucuz iş gücü kaynağımız değildir. Toplumun temel yapı taşlarından ve en kıymetli değerlerimizdendir. Sağlıklı bir kadın ve anne ögesinin olmadığı toplumlar bozulmaya ve dağılmaya mahkumdur. Kadınların ve özellikle annelerin piyasada kuralsız ve kolayca istihdam edilmesi tıpkı likit para gibi geçici bir rahatlık ve refah etkisi yapabilir. Ancak kaynaklar sınırsız değildir. En değerli varlıklarımızı nakde çevirip, günü kurtarmak için harcadığımızda yerine koyamayacağımız kayıplar yaşayabiliriz. Kadınlara özel hizmetler veya kadınların yüksek değer katacağı meşru işler nedeniyle mutlaka kadın çalışanlara ihtiyaç duyuluyor ise bunun bedeli uygun şekilde ödenmeli ve toplumun geleceği açısından güçlü kurallar ile kadınlar ve anneler koruma altına alınmalıdır. Kadın emeği gibi değerli bir ürünü sağlamak isteyen kurum veya işletmeler hakkını vermeye de razı olmalıdır.

TÜİK’in 7 Mart 2016 tarihli “İstatistiklerle Kadın, 2015” Haber Bülteni çok önemli sorunlarımıza işaret ediyor. Okuma yazma bilmeyen kadın nüfus oranı erkeklerden 5 kat fazla! Kadınlar ortalama 24 yaşlarında evlenip, 35 yaşlarında boşanıyor. Kadınların eğitim oranı yükseldikçe çalışma oranı daha fazla artıyor ama her eğitim seviyesinde kadın çalışanlar erkeklerden daha az ücret alıyor. Yani açıkçası kadınlar halen sömürülüyor.

İdeal durum ile fiili durum arasında fersahlar boyu mesafe olduğunu görüyoruz. Öyleyse yapacak çok işimiz var. Zoraki Kahramanlarımıza sahip çıkmalı ve onlara layık oldukları değeri her açıdan göstermeliyiz. Neden bu kadar ilgiliyim? Bizim evde de harika bir zoraki kahraman var da ondan…

 

Kaynaklar:




Rızkımız Teminat Altında Değil mi?

BaleKoreografi terimini duymayan kalmamıştır her halde. Eski Yunan veya Latin kökenli bu terimin üzerinde anlaşma sağlanmış bulunan karşılığı “Adım Tasarımcılığı” veya “Dans Besteciliği”dir. Koreografisi düzgün yapılmamış her türlü dans vb etkinliğin başarılı olamayacağı ve beklenen sonuca götürmeyeceği açıktır. Koreograflar öncelikle mekânın boyutları ve sınırları başta olmak üzere, sesten ışığa kadar pek çok unsura dikkat ederek çalışırlar. Etkinliğin başlangıç ve sonunda olunacak noktalar mutlaka bellidir ve etkinliği icra edenler bu sanal veya fiziksel noktaları dikkate alarak hareket ederler. Günlük hayatımızda yaptığımız her şey aslında bir koreografi içinde gerçekleşir. Olayları ve karşılaştığımız yeni durumları mutlaka idrakimizde yer alan veriler ve deneyimlerle karşılaştırır ve bu şekilde anlık hükümler vererek ilerleriz. Yiyip içtiğimiz şeylerin tadından tutun, sıcaklığından sertlik derecesine kadar, her şey önceden oluşmuş bir koreografiye göre işlem görür. Sıcak bir çayı içerken veya dondurma yerken yaptıklarımız gibi. Genelde kendi deneyimlerimizle oluşan koreografilere göre davranmamız gayet doğal ve gereklidir. Ancak, tamamını ustaca bilmediğimiz dansları kafamıza göre yapamayacağımız için; belirlenmiş koreografileri öğrenmek ve uygulamaya çalışmak zorundayız. Nerede durup nerede hareket edeceğimizi buna göre belirleriz. Bazı kavramları tartışmak veya değerlendirmekte buna benzer bir yaklaşımı zorunlu kılar. En başta da dinle ilgili olanlar için. Dini konularda konuşup tartışmak veya fikir üretmek için durak noktalarımızı ve doğal sınırlarımızı bilmek zorundayız. Kaynağını dinin kendi temellerinden yani Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas hiyerarşisine uygun şekilde almayan her türlü görüş, ancak sahibini bağlar ve din adına ahkam kesme hakkını vermez. Kişisel görüşlerimizi dine mal etmeye kalkmak büyük bir cinayettir. Hayatı çepeçevre kuşatan İslam dini bize her konuda doğru sonuca götürebilecek unsurları barındırır. Yeter ki görmek isteyelim. Burada daha net bir ifade olarak Mihenk Taşı kullanabiliriz artık. İslam dini içinde özellikle “Kur’an-ı Kerim” ve onun hayata geçmiş halini ifade eden “Sünnet-i Seniyye” en temel mihenk taşlarımızdır. Bu mihenk taşlarına göre teneke çıkan şeyler için dünyalar dolusu altın ve gümüş olsa kıymeti yok; altın çıkan şeylerde en basit cam parçası olsa da değeri pek çoktur.

Gelin bir konuyu beraberce ele alalım. Dünyada nüfusun çoğalması ve beraberinde gelişen durumlar hakkında ne düşünüyoruz? Büyük oranda yönetiminde söz sahibi olamadığımız kamuoyu, medya ve uluslararası güçlerin yaklaşımı ve nefislerimizin neler düşündüğü aşağı yukarı belli. Bu konuda görüş beyan etmeye, yani dansa başlamadan önce sınırlarımızı belirleyelim ki dünyada ve ukbada rezil olanlar safına yazılmayalım.

Yüce Rabbimiz Hud Suresinin 6. Ayetinde buyuruyor ki: “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de, (öldükten sonra) emaneten konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi açık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da yazılı)dır.”
Hz. Ayşe (R.A.) Validemizden rivayetle, Sevgili Peygamberimiz (S.A.S.) buyurdu ki: “Nikâh benim sünnetimdendir. Kim benim sünnetimle amel etmezse benden değildir. Evleniniz! Zira ben, diğer ümmetlere karşı siz(in çokluğunuz) ile iftihar edeceğim. Kimin maddi imkânı varsa hemen evlensin. Kim maddi imkân bulamazsa (nafile) oruç tutsun. Çünkü oruç, onun için şehveti kırıcıdır.

Demek ki;
1. Rabbimiz gelmiş ve gelecek her türlü canlının rızkına kefildir ve kefaletini her an yaratmaya devam ederek yerine getirendir.
2. Müslümanların evlenmesi ve çoğalması Sevgili Peygamberimizin (S.A.S.) emri ve sünnetidir.

Konuya ayrıntılı şekilde dalmadan önce, İslam’ın bir sistemler bütünü olduğunu ve kişi veya toplumlardan kaynaklanan eksikliklerin İslam’a mal edilemeyeceğini, bir referans zamanı ve kişileri vermek gerekirse en başta Sevgili Peygamberimizi (S.A.S.) ve yaşadığı Asr-ı Saadet içindeki Ehl-i Beyt ve Sahabe-i Kiramın örnek alınması gerektiğini ifade etmiş olalım. Çünkü İslam’ın diğer yaklaşımlarını dikkate almadan kuru bir nüfus çoğalmasını istediğini farz etmek büyük bir hata ve insafsızlık olur. Bugün dahi ulaşılamayan bir sosyal dayanışma ve kardeşlik şuurunu tanımlayan İslam yapısındaki nüfusun artması ancak hayırlı ve güzel sonuçlar doğurur. Yine de su-i zanda bulunanların vebali kendi üzerinedir.

 

ChipDünyanın en zengini kimdir diye sorsak hemen herkes düşünmeden cevap verebilir: Bill Gates! 79,2 Milyar Dolar’lık adam. Microsoft’un kurucu ortağı, ABD’li iş adamı. Aktif ticaretten ayrılmış ve sözüm ona hayır işlerine ağırlık vermeye başlamış. En büyük ideallerinden birisi de Dünya’da gittikçe artan nüfusu azaltmak ve modern teknolojilerin yardımıyla nüfus artışını kontrol altında tutmak! En güncel çalışmaları da uzaktan kontrol edilebilen, kadınların kalça veya kol gibi yerlerine yerleştirilebilen, geçici kısırlık sağlayan doğum kontrol çiplerini üretmek ve en geç 2018 yılında pazara yaymakmış. Allah bilir, sonrasında çocuk yapmayı bile lisansa bağlarlar(!). Halk arasında aşıların kısırlığa yol açtığı rivayeti öteden beri var olup, belirli zamanlarda resmi ve özel kampanyalarla yok öyle bir şey, cahillik etmeyin, aşılarınızı yaptırmazsanız çocuklarınız ölür denir ve bizde öyle bilip öyle davranırdık. Peki, aşıların doğum kontrolü için kullanıldığını açıkça itiraf eden ve bu konuda büyük kaynaklar harcayan Bill Gates olursa ne diyeceğiz? Aşağıda linkini verdiğim, önceleri açık olan fakat sonradan gizlenen 2010 yılındaki TED konuşmasının 2. dakikasında Bill Gates şöyle diyor: “The world today has 6.8 billion people. That`s heading up to about nine billion. Now if we do a really great job on new vaccines, health care, reproductive health services, we could lower that (number of 9 billion) by perhaps 10 or 15 percent. But there we see an increase of about 1.3 (billion)
Yani, “Dünyada bugün 6,8 milyar kişi var. Yaklaşık dokuz milyara doğru gidiyor. Şimdi bizler yeni aşılar, sağlık bakımı, üreme sağlığı hizmetlerinde gerçekten harika bir iş yaparsak belki de bu rakamı yüzde 10 ya da 15 oranında düşürebiliriz. Ama görüyoruz ki yaklaşık 1,3 milyar artış var.”  Açıkça anlaşıldığı gibi geleneksel ve modern nüfus planlama yöntemlerine artık aşılarda eklenmiş durumdadır. Bu durumda kendimizi ve neslimizi nasıl koruyabilir ve kontrol edemediğimiz aşı ve ilaçlara hatta, biyolojik silaha dönüştürülebilen gıdalara ne kadar güvenebiliriz?

Suttozu1950’li yıllarda Türkiye’de Marshall Planı çerçevesinde, güya yardım olarak dağıtılan ve çocuklarımıza ısrarla içirilen süttozlarından hemen sonra; 1960’lı yıllardan itibaren Anadolu’nun ücra yerlerinde dahi, o zamana kadar pek görülmemiş Çocuk Felci hastalığının salgınlar halinde çıkmasına tesadüf deyip geçebilir miyiz? Hastalığı ortaya çıkarıp sonra yıllar boyu sürecek aşılama hizmetleri için kendilerine bağımlı pazar sömürgesi kuranlar dostumuz olabilir mi?

Bill Gates gibi, özellikle Yahudi kökenli zenginlerin, öncelikli sosyal sorumluluk projelerinin nüfus planlaması (azaltılması) olduğuna dair pek çok örnek ve belge sunmak mümkün, ama meramımı arz edebildiğimi varsayarak uzatmıyorum. Farklı zamanlarda okuyup duyduğumuz bazı bilgileri kısaca hatırlatmak ve sonrasında, arka planda yattığına inandığım düşünceleri analiz ederek konuyu bağlamak isterim.

Dünya çapında nüfus azaltma çalışmaları yıllardan beri yapılırken; ABD’de nüfusun 200 Milyonu geçtiği anlaşıldığında şampanyalar patlatılarak kutlama yapıldığını, Danimarka’nın evli çiftlerin çocuk yapmaları için bedava tatil kampanyaları düzenlediğini, Avrupa’da bazı ilkokulların çocuk yokluğundan kapanmalarının söz konusu olduğunu ve bu yüzden çocuk yapmak için yeni teşvikler verilmeye başlandığını biliyor muyuz?

Yani ortada ters bir durum var. ABD ve Avrupa’da nüfusun azaltılması değil; bilakis genç nüfusun arttırılması için özel gayretler var. Bu sırada kimse Dünyada kaynaklar azalıyor, bu kadar insan nasıl beslenecek vb. sorunları hiç düşünmüyor. ABD ve Avrupa’da duyulmayan nüfus kaygısı diğer her yer için büyük bir felaket. Tabii hakkını vermeden geçmeyelim, birde İsrail var. Devlet terörünü yıllardan beri kurumsal olarak işleyen, yerli Arapları sistematik şekilde kâh öldürerek, kâh göçe zorlayarak yerinden edip kesintisiz işgal ile Yahudi nüfusunu hoyratça arttıran İsrail.

Temelini lain şeytanın kibrinden alan, gerçek anlamda ırkçı, sömürgeci ve acımasız batı medeniyeti ile, perde arkasında küresel yönetim organizasyonunu kuran siyonist zihniyete göre; Dünya üzerinde yaşayan diğer tüm insanlar aslında birer asalak hükmünde ve kontrolsüz şekilde artışlarını engellemek gerekiyor! Yoksa, sömürge düzeninde kendilerine düşen kaynaklarda, istenmeyen azalmalar ve tehlikeli paylaşımlar söz konusu olacak. Başta enerji kaynaklarını barındıran Ortadoğu olmak üzere, toplumların gelişmesi ve kendi imkânlarını özgürce kullanıp, insana yaraşır şekilde yaşamaya ve yönetilmeye başlamaları, onlar için kıyamete bedel bir son demektir.
Bu yüzden;
– Tatlı dilli yılanlarla ve bin bir çeşit bilimsel görüntülü yalanlarla, nüfusu azaltmak ve gençliği eritmek isterler.
– Aile ve toplumsal dayanışma kurumlarını yok etmek için, medya ile ahlaksızca saldırırlar, üretmeyi değil, köle misali tüketmeyi, düşünmeyi değil, mankurtçasına tabi olunmayı beklerler.
– İnsanları metalaştırmayı, kadınları analık makamından indirip, vücuduna ve güzelliğine köle olmuş, normal doğumu felaket görüp, sezaryene ancak razı olmuş tembel ve dayanıksız tiplere dönüşmesine çalışırlar.
– Dünya malı ve makamlarını yüceltip, ahireti unutturarak, rızık kaygısına düşürüp, çocuk sahibi olmayı ertelemeyi ve daha da acısı; kürtaj ile cinayet işlemeyi göze alacak kadar canavarlaşmış ve zayıf imanlı anne babaları severler.
– Zinayı alabildiğine yayıp kolaylaştırarak, evlenmeyi ve sorumluluk sahibi bir yaşantıya girmeyi öcü gösterirler.
– Bütün bunlar yetmez,  sonuca daha hızlı ulaşmak için, toplumlar arasında fitne çıkarırlar. Sağ-sol, alevi-sünni, Türk-Kürt gibi yumuşak karınları önce suni olarak oluşturur, sonra acımasızca kanatmak için deşip dururlar.
– Terörle insani ve maddi kaynaklarımızın tüketilmesini arzu ederler. Gözümüzün açılıp, etrafından haberdar ve mazlumun yanında olmamızı önlemeyi görev bilirler. Bu sıralarda yitip giden binlerce can ve harcanan para, onların başarı hanesine yazılacak değerlerdir.

Türkiye içinde böyle olduğu gibi, Dünya’nın her yerinde benzer oyunlar döner durur. Özellikle İslam toplumlarını zayıflatmak ve sürekli sömürülecek kıvamda tutabilmek için, her türlü şeytanlığı ve vahşiliği yapmaktan geri durmazlar.
– İran ve Irak arasında suni savaş çıkartarak; yıllarca iki tarafa da silah satıp hem para kazandılar, hem petrollerini sömürdüler, hem de nüfuslarını azaltarak, bir taşla bir sürü kuş vurmuş oldular.
– Saddam’ı gaza getirip Kuveyt’e saldırtarak; sözde koruma ve kurtarma karşılığında hem Suud’ların haracını arttırıp kendi bütçelerini dengelediler, hem de kendi elleriyle King Kong yaptıkları Saddam’ı hizaya getirip, kontrolden çıkmasını engellediler.
– New York’ta nedense bütün Yahudilerin izinli olduğu bir günde, ikiz kuleleri vurdurup, bu bahane ile Afganistan’ı yıllarca işgal ederek, Irak ve Afganistan’da yüz-binlerce Müslümanı çoluk çocuk demeden, uzaktan bombalar ile katlettiler. Yetmedi, evleri işgal edip kadınların ve kızların namuslarını kirleterek, yaşlı genç ayırmadan kurşuna dizdiler.
– Afrika’da yeniden yeşermeye başlayan İslam filizlerini koparmak için, Boko Haram gibi suni ve İslam görünümlü İslam dışı örgütleri toplumlara musallat ettiler.
– Suriye’de ve Irak’ta kendi gizli servisleriyle DAEŞ vb. terör örgütlerini kurup, kendi çıkarlarına uygun şekilde kukla gibi yönettiler.
 Esed ve Sisi gibi İslam ve halk düşmanlarını iktidara taşıyarak veya koruyarak vahşi katliamlara imza attırdılar.

Dün Bosna’da, bugün Suriye’de, Myanmar’da, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Afrika’da kısaca Dünyanın her yerindeki savaş ve vahşet gösterilerinin senaristleri ve yönetmenleri hep aynı kişi, grup ve devletlerdir. Değişen sadece zavallı ve satılmış oyuncularla ahmak figüranlar olmuştur.  Bütün Dünya’da ölenlerin çoğunlukla Müslüman olduğunu, öldürenlerin de maalesef yine sözde Müslümanlar ve paralı askerler olduğunu görmeyecek kadar aciz miyiz? Yıllarca dostum dedikleri Kaddafi’ye petrol ve para kokusu aldıklarında aç sırtlanlar gibi bomba yağdıran Avrupalı liderler utanmadan ve kahramanca dolaşıyorlar. Paris’te öldürülen 12 gazeteci/dergici için bir araya gelen dünya liderleri, Türkiye’de öldürülen yüzlerce kişiler için, Suriye ve Gazze gibi savaş alanlarında hemen her gün öldürülen ve artık hesabı bile yapılamayan sayısız canlar için, 3 maymunu oynuyor. Çünkü onların canı ile diğer insanların ve özellikle Müslümanların canı aynı değerde değil. Bilakis, öldürülen her Müslüman dünya sofrasından eksilen bir boğaz olarak, onları mutlu ediyor. Bakmayın siz basın ve medyanın dünya dar geliyor temelli yalanlarına. Dar gelen ve rekabet riski doğan, onların doymak bilmez gözleri ve dünyaya tapan emelleridir.

Başlığımıza dönersek; – Madem Allah her canlının rızkına kefildir, Afrika gibi yerlerde açlıktan ölenler nasıl oluyor? Diye soranlar çıkabilir. Âcizane söylemek gerekirse: Açlıktan ölenler, aslında aç bırakılarak ölüme mahkûm edilen, cinayete kurban giden zavallılardır. Onların ölümleri hayatın normal akışı ile değil, sömürgeci alçakların yiyecek kaynaklarını veya yiyecek alabilecek zenginliklerini ellerinden gasp etmeleri sonucu, açlığa mahkûm edilmeleri ile meydana gelmektedir. Biz Müslüman geçinenlerse, bu zulümlere seyirci kaldığımız oranda suç ortağıyız! İslam sadece bireysel Osmanlideğil, sosyal sorumlulukları da getiren bir dindir. Ölen bir Müslümanın cenazesinin kaldırılması o bölgedeki tüm Müslümanların üzerine farz iken; Müslümanların ve masum insanların açlıktan ölmelerinden hesaba çekilmeyecek miyiz? Hepimiz verilen nimetler ve imkânlar ölçüsünde toplumsal olaylardan ve cinayetlerden sorumluyuz.  Cennet mekân, dualarla andığımız Osmanlı ceddimiz, Avrupa’daki Büyük Kıtlık sırasında 1847’de gemilerle İrlanda’ya yiyecek buğday göndermişlerdi. Bugün olsalardı Afrika’da masumların ölmesine izin verirler miydi?  Türkiye’ye saldırmak için yekvücut olan şer cephesi, neden bu kadar amansız ve aralıksız mücadele ediyor sanki? Çünkü, içimizdeki Osmanlı uyandı Elhamdülillah! Artık, Afrika’dan Amerikan yerlilerine kadar, Dünyadaki bütün mazlumların yanında olabilen bir Türkiye var. Sömürmek için değil, yeşertmek için, sulamak için, eğitmek için, üretmek için gidiyor. Karşılıksız insani yardımlarda Dünya liderliğine oynuyor. Suriyeli mazlumlar kapılarına dayanınca, dehşete düşen Avrupa’nın tamamında yer alan göçmenden çok daha fazlasını sadece İstanbul barındırıyor.

Geçmişte Bulgar zulmünden kaçan Türk kardeşlerimize, Saddam’ın kimyasal saldırılarından kaçan Kürt kardeşlerimize, Esad’ın tertiplediği katliamlardan kaçan Türkmen, Arap ve Kürt kardeşlerimize kucak açtık. Evet, biraz rahatımız bozuldu, istenmeyen olaylarda yaşadık ama bunlar olacak diye kardeşlerimizi ölüme terk etseydik halimiz ve ahiretimiz nice olurdu? İsmet-İnönü-ve-Ağlayan-VatandaşTek parti iktidarı sırasında, Rus zulmünden kaçıp bize sığınan 417 Azeri kardeşimizi, bütün yalvarmalarına rağmen aldırmayıp, Ruslara teslim eden ve Boraltan Köprüsünü geçince kurşuna dizilerek katledilmelerini seyrettiren İsmet İnönü’nün utancı sırtımızdayken, nasıl duyarsız kalabiliriz? Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla bu topraklarda yaşamanın huzur ve mutluluğunun yanı sıra bedel olarak sorumluluklarımızın olduğunu unutmamak lazımdır. Bizler ABD gibi köksüz ve yaklaşık 200 yıl önce toplanmış bir halka dayalı devlet değiliz. Anadolu’da 1.000 yıldır süre gelen kardeşlik ve dayanışma ile devletler geleneği oluşmuş, kadim bir medeniyetin temsilcileriyiz. Türkiye, Osmanlı’nın ve önceki İslam devletlerinin bakiyesidir. Borçlarını ödediği gibi, alacaklarını da tahsil etmekle yükümlüdür.

Dünya’da insan fazlalığı olduğu ve insanlığın geleceği için mutlaka radikal önlemler alınması gerektiği teorisini hayata geçiren yukarıda bahsettiğim zihniyet gerçekten yoğun bir şekilde her cepheden savaşıyor. Uyanık olmak ailemizi ve neslimizi bunların şerrinden korumak zorundayız. Daha önceki yazılarımda izah ettiğim gibi; alkol, uyuşturucu, zina, homoseksüellik, tanrısal güç ve kahramanlık vehimleri, kabbala öğretileri, büyücülük, vampirlik ve zombilik artık tüm batı kaynaklı sinema ve TV yapımlarının olağan unsurları haline geldi. Maalesef yerli yapımlarımızda artık onlardan geri kalmıyor. Gittikçe normalleştirmeye ve bu sapkınlıklar hakkında özellikle Müslümanları duyarsızlaştırmaya başladılar. Şimdi dikkatimi çeken başka bir konu da, nüfusun azaltılmasının ve toplu katliamların insanlığın geleceği için gerekli olduğu savını işlemeye yoğun şekilde başlamaları oldu. Yeni izlediğim bir Amerikan dizisinde, 2 bilim insanı, insanlığı kurtarmak için ani salgınlarla büyük ölümlere yol açacak biyolojik silahları yaymak için hayatlarını feda ettiler. Neredeyse bir kahramanlık destanı gibi katliam teşebbüsü sunumu yapıldı. Benzer yaklaşımları başka film ve dizilerde de görmeye başladım. AIDS ve Ebola gibi tehlikeli hastalıklarının sürekli yayılması, her sene mutasyon geçirmiş veya geçirtilmiş grip virüslerinin salgınlar yapması, geri kalmış toplumlarda bile kanserin olağan üstü yaygınlık göstermesi hiçte masum gelmemeli bizlere. Uyanık olmalı ve sadece oyun perdesine takılıp gerisinden bihaber kalmamalıyız.

Konuyu bağlayacak olursak, Allah-u Teâla bütün canlıların mevcut ve gelecekteki rızıklarını temin edecek kuvvete ve kudrete haizdir. Bizim imtihanımız ise, bu rızıkların adalet içinde meşru dairede dağılımını öncelikle kendi aramızda, sonra Dünya genelinde sağlamaya çalışmaktır. Sorun gelir ve kaynak eksikliği değil, gelir ve kaynaklarım dağılımı ve paylaşımıdır. Açgözlü domuz tabiatındaki kişi, grup ve devletlerin bitmek bilmeyen hırsları, zevk ve sefa düşkünlükleri insanların hayat standartları arasında derin uçurumları doğurmuştur. Zekat verilebilecek bir Müslümanın kalmadığı, Müslüman olmayanlarında ilahi adaletin tecellisinden etkilenip fevc fevc İslam’a katıldığı günleri görebilmemiz ümidi ve duasıyla, kalın sağlıcakla

Kaynaklar:

  1. http://www.megep.meb.gov.tr/mte_program_modul/moduller_pdf/Koreografi.pdf
  2. https://tr.wikipedia.org/wiki/Bill_Gates
  3. http://www.globalresearch.ca/bill-gates-temporary-sterilization-microchip-in-beta-female-testing-by-end-of-year
  4. http://news.thewindowsclub.com/bill-gates-foundation-working-birth-control-chip-78981/
  5. http://www.gatesfoundation.org/What-We-Do/Global-Development/Family-Planning
  6. http://www.gazetevatan.com/microsoft–un-kurucusu-bill-gates-cani-mi–521953-teknoloji/
  7. https://www.youtube.com/watch?v=6WQtRI7A064
  8. http://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/hasan-karakaya/abd-nufusu-200-milyon-olunca-sampanya-patlatmislardi-8960.html
  9. http://www.takvim.com.tr/yazarlar/ergundiler/2015/10/30/oyun-bitti
  10. https://tr.wikipedia.org/wiki/B%C3%BCy%C3%BCk_K%C4%B1tl%C4%B1k
  11. http://belgelerlegercektarih.com/2012/09/15/boraltan-katliami-belgelerle-ismet-inonu-azeri-kardeslerimizi-ruslara-teslim-etti/