İhmal Edilen Kahramanlar-3: #Assubaylar

İhmal edilen kahramanlarımızla ilgili seride, Güvenlik Korucusu ve Uzman Çavuşlarımızdan sonra Assubaylarımızı da yazmasam eksik kalırdı! Nitekim onlardan da böyle bir talep ve beklenti bilgisi gelince yazmam şart oldu.

Başlıktan itibaren neden astsubay değil de assubay yazdığıma gelince, aslında Türk Dili kurallarına göre zaten söylenmeyen ve asbaşkan, asteğmen kelimelerinde olduğu gibi düşmesi gereken t harfinin, 1983  yılında darbeci generallerin özel baskısı ile TDK sözlüğünde yer almaya başladığını öğrendikten sonra, zorbalara karşı bir tavır olarak assubay ifadesini kullanmayı tercih ettim.

Bu yazıyı hazırlarken önemli ölçüde faydalandığım emekliassubaylar.org sitesindeki yazı ve raporları okuyunca, assubayların yaşadığı sorunların Sağlık Bakanlığında çalışan Hekimler ve hekimler dışında kalan sağlık profesyonelleri arasındaki çarpık, dengesiz ve haksız modelle örtüştüğünü üzülerek gördüm. Emekli bir sağlık personeli olarak, yaşadığım ve gördüğüm asimetrik tavır ve dayatmaların benzerini, assubay kardeşlerimiz de Türk Silahlı Kuvvetleri ve Milli Savunma Bakanlığı içinde yaşıyorlar. Sağlık Bakanlığı doktor bakanlığı olarak görülür ve hissedilir. Demek ki Milli Savunma Bakanlığı da subay bakanlığı olarak yaşatılıyor mensuplarına.

Assubayların TSK içinde subaylara oranları yaklaşık 1’e 4’dür. Subayların 4 katı olan sayısal varlıkları kuru bir çoğunluk olmayıp; hava, deniz ve kara unsurlarımızda bütün sistemlerin ve askeri organizasyonların işletilmesinde ana omurga hükmündedir. Assubaylar olmadan uçaklarımızın bakım ve uçuş emniyeti, gemilerin işletilmesi, askeri lojistik ve karargah işlerinin yürütülmesi, emir komuta zincirinde er ve erbaşların sevk ve idaresi yapılamaz. Bu durum tıpkı yataklı sağlık hizmetlerinin tek başına hekim dostlarımızca verilemeyeceğine benzer. Ortalama 1500 kişilik bir hastanede yaklaşık 250 Hekim görev yapar. Geri kalan 1250 kişi 39 meslek ve branşa dağılan sağlık hizmetleri sınıfı profesyoneller ile idari ve destek personelleridir. Sağlık hizmetleri bir ekip çalışması ürünüdür. Hekim dostlarımızın varlığı ve değeri tartışılmaz olmakla birlikte, sağlık personelinin haksız uygulamalara maruz kalmalarına yeterli ve ahlaki bir dayanak değildir. TSK içindeki subaylarımızın durumu da buna benziyor. Çok önemliler ve sıralı düzende konumlarına uygun yapılanmaya gidilmesi gerekir. Ancak TSK’nın diğer asli unsurlarına karşı anormal bir ayrımcılık ve haksızlık nedeni olmamaları gerekir. Ölçü kaçınca adalet, iş ve iç huzuru, mesleki tatmin ve gelişme arzusu kaybolur gider. TSK gibi vatanı savunan, her an şehadet ve gazilik ihtimali ile hizmette bulunan kahramanlar topluluğunun her türlü fitne, ayrımcılık ve haksızlıktan uzak tutularak mükemmel şartlarda ve huzurla görev yapmalarını temin etmemiz gerekir.

Öyleyse assubay kahramanlarımız ne istiyor?

-En başta adeta Hindistan’daki kast sistemi gibi sınıfsal üstünlük ve ayrımcılık tavırlarından sadece muvazzaflar arasında değil, eş ve çocuklarının sosyal hayatına kadar uzanan etkilerinden de kurtulmak ve temel insani değerlere sahip olduklarını hissederek çalışmak istiyorlar. Hiyerarşik zincirin emir komuta disiplin gereğinin ötesinde, üstünlük ve tahakküm yaklaşımının düzelmesini bekliyorlar.

-Diğer kamu çalışanları gibi, emekleri ve fedakarlıkları dikkate alınarak layık görülen maaş, tazminat ve emekli aylıklarında, subaylar ile aralarında oluşan korkunç uçurumun daralmasını, makul seviyelere çekilmesini istiyorlar.

-Çağın gereği olarak yükselen eğitim seviyeleri ve yetkinliklerinin askeri mevzuatta karşılık bulmasını, artık yüksek lisans ve doktora yapmanın neredeyse sıradanlaştığı bu devirde, halen 2 yıllık önlisans seviyesinden başlatılan kariyer hatlarının kısır ve yetersiz bırakılmasına net çözüm talep ediyorlar.

-Lojmanlar, orduevleri  ve sosyal tesislerden sayılarına uygun oranlarda yararlanma imkanlarının verilmesini, sayıca zaten az olan subaylara çok yüksek oranlar verilerek hemen hepsine kullanma şansı tanınırken, assubay ve diğer askeri personele sayılarına oranla çok yetersiz kullanım hakkı verilmesi gibi haksızlıkların giderilmesini istiyorlar.

-Milli Savunma Bakanlığının assubay kardeşlerimize de yeterince sahip çıkmasını, OYAK işletmelerinde ve yatırımlarında katkıları ölçüsünde görev ve yararlanma imkanı sağlanmasını bekliyorlar.

-Subaylığa geçiş ve diğer kariyer basamaklarının daha adil ve objektif kriterlerle sunulmasını, kişisel hırs ve ego tatmin aracına dönüşen disiplin yönetmelikleri ile cezalandırma sistemlerinin evrensel askeri hukuk standartlarına çıkarılmasını gerekli görüyorlar.

-Sağlam raporu alarak katıldıkları TSK içinde görevdeyken hastalık veya sakatlık gibi bir sorunda re’sen sağlık raporları ile emekli edilmeleri sürecinin zaten sıkıntılı olan hallerine ayrı bir eziyet katmadan, emsallerinin ulaşabildiği derece ve kıdem şartlarında işletilmesini istiyorlar.

Kısacası,

Assubay kardeşlerimiz de diğer kahramanlarımız gibi, ayrımcılığa ve haksızlığa maruz kalmadan huzurla görev yapmayı, eğitim ve liyakatlerini yükseltme azmiyle gösterdikleri çabalarına karşılık bulmayı istiyorlar. Makul gelen taleplerini desteklemek zorundayız. Çünkü onların her birisi merhum Ömer Halisdemir gibi birer kahraman ve şehit adaylarıdır! Şehitlerimizi ve emanetlerini incitmeyelim, Peygamber Ocağı bilinen kahraman ordumuzda birlik ve beraberliği adaletle, disiplinle yüceltelim olmaz mı?




İhmal Edilen Kahramanlar-2: #UzmanÇavuşlar

Askerlik, bu coğrafyada yaşayan milletimizin,  imanla perçinlenen vatan sevgisiyle yaptığı bir görev ve kadim yeteneğidir. Peygamber Ocağı bildiğimiz ordumuzda görev almak, her gencimiz için bir olgunlaşma ve evlilik gibi hayati sorumluluklar öncesinde esaslı bir eğitim fırsatıdır. Askerlik sırasında milli birlik ve beraberlik uygulaması fiilen yaşanır, çok farklı iklim ve yörelerden gelen gençlerimiz birbirlerini ve ülkemizin o köşelerini tanıma imkanı bulur.

Sevgili Babam askerliğini 24 ay yani tam 2 yıl yapmıştı. Ben de 2003 yılında asker iken 18 aydan 15 aya inmiş ve silahaltında bulunan bizler de 15. ayda ilk kez terhis edilmiştik. 2019 yılından itibaren zorunlu askerlik süresi 6 aya indirildi.

Askerlik süresinin kısaltılmasının elbette çok önemli nedenleri var. İnsan ve maddi kaynaklarda israfın önlenmesi, muharebe teknolojisindeki gelişmeler ve kalıcı uzmanlık ihtiyacı, vuruş gücü ve hareket kabiliyeti daha yüksek olan esnek ve dinamik profesyonel ordu yapısına geçilmesi gibi ana başlıklarda derleyebiliriz. Gerilla eğitimi alarak düzensiz ordu taktikleriyle terör faaliyetlerinde bulunan hainlerin karşısına, arazi ve çatışma deneyimi düşük, standart eğitimli erlerimizin çıkması içimizi dağlayan şehit ve gazi haberlerinin çok olmasına neden oluyordu. Bunlar için de sağlam tedbirler alınmalıydı.

Uzman Çavuşlar, Türk silahlı Kuvvetlerinin (TSK) profesyonel ordu yapısına geçmesinin en önemli aşamasını sağladılar. 3269 sayılı Uzman Erbaş Kanunu ile belirtilen şartları sağlayan adaylar arasından seçilen gençlerimiz, sözleşme imzalayarak “Uzman Çavuş” unvanı ile kahraman ordumuzda göreve başladılar. Bugün için sayılarının 75.000 civarında olduğu biliniyor. Askerliğini yapan veya terhis olanlardan, ilk beş yıl içinde 27 yaşını geçmeyenlerin arasından seçilerek, en az 2 en fazla 5 yıllık sözleşmeler ile 52 yaşına kadar sözleşmeli statüde hizmet verebiliyorlar.

Ordumuzda Uzman Çavuşların etkin olmasıyla çatışma bölgelerindeki can kayıplarımız azalmış, personel eğitim ve ikame maliyetimiz düşmüş, silah ve teçhizatların verimli kullanımı artmış, ordunun operasyonel yeteneği yükselmiştir. Her şeye rağmen, halen en fazla şehit veren, gazi olan kahraman ordu grubumuz Uzman Çavuşlardır. Çünkü onlar, bazen yanlarına katılan Güvenlik Korucuları ile birlikte en ön saflarda savaşan yiğitlerimizdir.

Ordumuz için bel kemiği gibi hayati bir görev üstlenen Uzman Çavuşların, oldukça zayıf ve eksik kaldığı için aleyhlerinde işletilen mevzuatı vardır. Kadrosuz görev almaktan kaynaklanan eksik özlük hakları nedeniyle genelde moralleri bozuk, huzursuz ve endişeli olduklarını sağır sultan bile duydu artık! Ben de sorunlarını dile getirmek ve çözümüne katkı vermek üzere, bu yazıyı yayınlamayı kahramanlarımıza karşı önemli bir borç bildim!

Uzman Çavuşların statüsünü tanımlayan hukuki zeminin zayıflığı, Ordu içinde maruz kaldıkları idari sıkıntıların temel dayanağıdır. Yaşadıkları kronik sorun ve dışlanmaların ana sebebi budur. O yüzden dertlerini ayrıntılı anlatmak yerine, yapılması gerekenleri sıralayarak mutlak ve kalıcı çözümü hızla tanımlamış olalım:

-3269 sayılı kanun adı ve içeriğiyle revizyona girmelidir. Uzman Çavuşlar için “erbaş” ifadesi kullanılmamalıdır. Kanunda 7.maddede geçen “Uzman erbaşlar istihdam edildikleri kadro görevleri ile beraber Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununda erbaşlar için belirtilen görevleri de yaparlar.” ibaresinin Uzman Çavuşları değil varsa sözleşmeli erbaşları kapsaması sağlanmalıdır. Bu maddeye dayanarak Uzman Çavuşların birliklerinde maruz kaldığı kötü muamele, mobbing vb. davranışların önüne geçilmelidir.

-Uzman Çavuşların görev, nöbet, sağlık, rütbe-kıdem, izin, lojmanlar, orduevi ve sosyal tesislerin kullanımı, kurs-ödül, disiplin, sicil, eğitim yönetmelikleri ya hiç yok veya oldukça eksik ve yetersiz maddelerden ibarettir. Bu durum Uzman Çavuşların her birlik ve komutanlıkta farklı ve keyfi davranışlara, Subay ve Astsubay ordu mensuplarına karşı bariz dışlanma ve ayrımcılığa maruz kalmalarına neden olmaktadır. Bu sorunların standart çözümü adil ve eksiksiz düzenlenmiş yönetmeliklerin hazırlanarak hızla yürürlüğe konulmasıdır.

-Esasen Uzman Çavuşlar sözleşmeli değil, TSK’nın temel personel gruplarından birisi olarak kadrolu istihdam edilmeli ve Devlet Memurluğunun getirdiği doğal hak ve yükümlülükler ile donanmalıdır. Kadrolu çalışma ile yukarıda sıralanan eksik ve sorunların büyük bir kısmı zaten giderilmiş olacaktır. En başta iş güvenliği ve sürekliliği, sağlık sorunları ile sahada aktif görev yapılamadığında, alternatif görev alanları ve Subay-Astsubay personelin idari görevlerine katılarak yüklerini hafifletme gibi faydaları olacaktır.

Sonuç olarak, Uzman Çavuşlarımızın sorunları bir yazıya sığmayacak kadar geniş ve derindir ancak, sadece bu 3 çözüm ile dahi büyük bir kısmını gidermek mümkündür! Canlarını halkımız ve vatanımız için seve seve ortaya koyan bu kahramanlarımızı en temel insani ve çalışan haklarından mahrum bırakmak ne bizlere ne de Güçlü Devletimize yakışır! Devletimize kayda değer bir maliyeti bile olmayan bu tedbirleri almaya, huzurla ve güvenle görev yapmalarını sağlamaya değmez mi Dostlar?




Hain Darbe Teşebbüsünün Ardından…

Allah‘a şükürler olsun ki, büyük bir belayı bedeli ağır da olsa, aziz şehitlerimizin canları pahasına atlatmış bulunuyoruz. Vatanımızı korumak, Milletimizin tercihlerine sahip çıkmak için; Siyonistlerle Haçlılara hizmet ettiği açıkça görülen bu gözü dönmüş canilerin gasp ettiği tank ve uçaklara karşı, kendilerini korkusuzca siper eden Şehitlerimizin ruhları şad olsun. Cennet-i Ala’daki makamları yüce ve olabildiğince geniş olsun İnşallah. Gazilerimize şifalar, şehit ve gazi yakınlarına da sabırlar diliyoruz. Cumhurbaşkanımız meydanlar için ilk çağrıyı yaptığında; koşarak, bastonuyla tutunarak, arabasıyla, tek yada  ailesi ile birlikte, bende varım diyenlere selam olsun. İlklerden olmak ne güzel bir duygudur. Elhamdülillah oğlumla bana da nasip oldu. Yıllar sonra utanç duyup, keşke bende gitseydim diye hayıflanmak yerine, Yaradana sığınıp iman gücüyle meydanlara çıkmak lazımdı.

FETÖ meczuplarının bu ülkeye verdikleri zarar ve ziyan PKK‘dan çok daha fazla, İslam toplumuna ve duygusuna verdikleri hasar ise, DAEŞ alçaklarından fersahlarca ileridir. Çünkü; en başta emniyet, güven ve aile birliği duygularına saldırmış, İslam kardeşliğinde kapanmaz yaralar açmışlardır.

PKK gibi; üzerini biraz kazıyınca Marksist, Leninist, Zerdüşt özentili, ayrılıkçı Ermeni temelli çirkin yüzleri ortaya çıkan, kandırılmış veya hainliğe gönüllü olmuş zavallıların meydana getirdiği terör örgütleri sınırlı derecede etkide bulunabilirler. Arkalarındaki onca devletin ve gizli servislerin maddi ve lojistik desteğine rağmen, ancak bu kadar varlık gösterebiliyorlar. Halkımızın birliği ve Devletimizin güçlü kararlılığı sayesinde, aynı zihniyete sahip ve ortak efendilerine hizmet eden terör örgütlerinin sırtlanlar gibi birleşmek zorunda kaldıklarını da gördük çok şükür.

DAEŞ alçakları her ne kadar sözde İslam adına hareket ettiklerini ilan etseler de, dünya alem biliyor ki ancak siyonist efendilerine ve haçlı zihniyetine hizmet ediyorlar. Sadece masumlara, en çokta Müslümanlara zararları dokunuyor. ABD, İsrail ve İngiltere başta olmak üzere, kendilerini eğiten ve donatan efendilerinin tasmasıyla İslam diyarlarında kaos, kan ve gözyaşlarına sebep olurken, Avrupa‘da efendilerinin siparişleriyle yaptıkları aşağılık eylemleriyle İslamofobinin iyice yerleşmesine ve İslamın kalpleri huzura erdiren müjdeli genişlemesine engel olmaya çalışıyorlar. Saflarına katılan bazı akılsız ve ahlaksızlar dışında İslam toplumlarında kabul görmediler. Fitneleri ancak silah ve zorbalıklarıyla ayakta durabilen, gizli servislerin ve saydığımız devletlerin maşası olmaktan öteye gidememiş bir hale geldiler.

FETÖ ise PKK‘dan ve DAEŞ‘ten çok daha derinde, içimizde yerleşip ciğerimizi yaktı. Hainlik seviyesini belki de bir daha kimselerin ulaşamayacağı kadar derin çukurlara indirdi. Bizlerin imkanlarını ve duygularını kullanarak başladı, gelişti ve bir kanser gibi yıkıcı ve öldürücü hamlelere girişti. PKK ve DAEŞ‘ten daha çok acıttı çünkü; inanmış ve gelişmeleri için devlet-millet hep birlikte maddi-manevi destek vermiştik. Dünyanın bir çok yerinde okullar açarak Türkiye‘nin sesi ve elçisi olmalarından bizde mesrur olmuştuk. Türkiye’de nitelikli ve iyi ahlaklı gençlerin yetişmelerine hizmet ettiklerini sanıyorduk. Bütün kamu kurumlarında, ve medya sektöründe bu kadar gizli/açık yayılmalarına rağmen tatmin olmayıp, Devlet yönetimine böylesine aşağılık bir yöntemle el koymaya cür’et edebileceklerini kimse düşünemezdi. 17-25 Aralık olayları ve benzerlerinde artık niyetleri anlaşıldığında bile 15 Temmuz gecesindeki vahşiliklerine ihtimal verilemezdi. Yüce Rabbimiz dünyada ve ahirette hesaplarını en güzel şekilde sorsun ve tekrar toparlanmalarına fırsat vermeyip şerlerinden bizleri emin eylesin.

Darbe ve darbeciler hakkındaki duygu ve düşüncelerimi kısaca ifade ettikten sonra, 2 konuda daha yazma ihtiyacı duyuyorum. Birincisi, demokrasi ve demokrasi şehitliği meselesi. Diğeri de; FETÖ gibi, sözde iyi niyetli başlayan örgütlerin, oluşup büyümesine neden ve fırsat veren sistemimizdeki sorunlardır.

Her şeyden önce, ben demokrasiye iman edenlerden değilim. İdeal bir yönetim sistemi olarak, Ehl-i Sünnet İslam uygulamasından daha iyi ve doğrusunu da bilmiyorum. Demokrasinin bir din gibi en mükemmel yaşam şekli olarak dayatılması, putlaştırılmasına karşıyım. Demokrasi şehitliği ifadesini de son derece tehlikeli görüyorum. Vatan ve Millet uğruna canını zalimlere siper edenlere demokrasi şehitleri denilmesi yanlış ve bozuk yollara götürür. Kahramanlarımızın hatırasına gölge düşürür. Yönetim şeklimiz demokrasi değilde, İngiltere‘deki gibi monarşi olsaydı isyancılara karşı gelenler neyin şehitleri olacaktı? Çanakkale‘de şehit olan ceddimizden Padişahlık Şehitleri olarak bahsedebilir miyiz? Demokrasi, eksikleri ve hastalıkları çok olan bir yönetim şeklidir. Ne var ki, bugünkü şartlarda kurulabilen düzenlerden kötünün iyisi olarak yaşadığımız bir gerçekliği gösterir. Demokrasi, halkın gerçek anlamda söz sahibi olmasına hiç bir zaman imkan vermemiştir. Demokrasilerinde arka planda gizli sahipleri, efendileri, görünmez kural koyucuları vardır. Genelde gizliden ve derinden, bazen de açıktan darbe gibi eylemlerle kendilerini belli ederler. Darbecileri efendi olarak gördüğümü sanmayın, onlarda zavallı birer piyon ve maşadan ibarettir. Örneğin; halkın büyük bir çoğunluğu yıllardır idamın gelmesini, Ayasofya‘nın açılmasını, zinanın yasaklanmasını, faizin kan damarlarımızdan çekilmesini ve daha nice yamuk işlerin düzelmesini ister, ama yapılamaz ve referandum konusu bile olamaz. Çünkü, demokrasimizin de sınırları ve engelleri vardır. Demokrasilerde meşru görülmesi zinayı, faizi, içkiyi, kumarı haramken helal kılamaz. Bütün bu yanlışları normal görmenin vebalinden de bizleri kurtaramaz. Artık, Müslümanlar arasında iyice kök salmış bulunan demokrasi seviciliği, bende Yüce Rabbimizin A’raf Suresi 148. ayetinde buyurduğu durumu çağrıştırıyor:

(Tûr´a giden) Musa´nın arkasından kavmi, zinet takımlarından, böğürebilen bir buzağı heykelini (tanrı) edindiler. Görmediler mi ki o, onlarla ne konuşuyor ne de onlara yol gösteriyor? Onu (tanrı olarak) benimsediler ve zalimler oldular.

Demokrasiyi putlaştırmak yerine hastalıklarını teşhis edip, tedavi yoluna gitmeliyiz. Bu vesile ile demokrasi kavramı ve yorumları üzerindeki şerhimi ifade ediyorum.

FETÖ gibi oluşumların doğmasına gerekçe olan, devlet sisteminin Müslümanları dışlayan yapısı normal hale getirilmelidir. Eşi veya anne babası başörtülü olduğundan veya içki içmeyip, namaz kılanlardan olduğu için, geçmişte düşman muamelesi görüp, ordudan atılan çok insanımız var. Asker oğlunun yemin törenine veya orduevindeki düğününe;  sakallı olduğu için katılamayan babalar, başörtülü olduğu için nizamiyede kalan anneler, bacılar oldu. Halkının çoğunluğu Müslüman olan ve üstelik ordusuna Peygamber Ocağı diyen bir toplumun gördüğü bu eziyetler, FETÖ gibi oluşumların takiyyelerine mazeret oldu. Kendilerini gizlemek için namazdan, oruçtan, tesettürden uzak durup, içki vb. haramları bilerek işleyenler; inandıkları gibi yaşamayınca, yaşadıkları gibi inanmaya başladılar. Peygamber (s.a.v.)’in hayattayken vermediği ruhsatları iftira ile O‘na mal edip her türlü melaneti meşru gösterdiler. İslama benzemeyen iki yüzlü yalanlarla bezenmiş hayatlarında, kendilerine tek kurtuluş yolu olarak gördükleri hocalarının ve abilerinin paçalarına ölesiye yapıştılar. Onlar hakkında söz söyletmeyip, gerekirse kendi ailelerine karşı geldiler. Çünkü, yaşadıkları garip hayat hiç bir meşru kalıba uymuyordu. Örgütün dünyevi hedefleri için, ahiretlerini bile bile riske soktular. Akıllarını ve imanlarını hocalarının ve onları yöneten abilerinin ceplerine koydular. Müslüman duruşu öne çıkan devlet adamlarına ve masum halka acımadan saldırdılar. Böylesine bir teslim oluş ve aldanış oldukça enderdir. Cumhurbaşkanımızın haşhaşi benzetmesinin ne kadar yerinde bir tespit olduğunu, gerçekten acı bir şekilde gördük. Ordumuzun; namaz, oruç ve tesettür gibi tabuları artık olmamalıdır. Ankara‘da askerlik yaparken, Mehmetçik Gazinosunun girişinde, ziyaretime gelen eşimin başörtüsünde iğne olup olmadığını kontrol eden nöbetçiler gördüm. İğne olursa içeri almıyorlardı. Artık, bu ve benzeri garipliklere son verilsin ki, FETÖ ve benzerleri bahane bulamasın.

Ordu için açıkladığım sıkıntılar, çoğu kere diğer kurumlar içinde geçerli olmuştur. Son zamanlarda başta başörtüsü olmak üzere, birçok konuda rahatlama sağlansa da, tamamen sona erdiği iddia edilemez. Yargı içinde belirli siyasal görüş ve mezhepçi yaklaşımların ağırlığından şikayet edip, çözüm üretmeye çalışılırken; FETÖ zihniyetinin sinsi örgütlenmesine fırsat verildi. Yangından kaçarken, doluya tutulmak gibi. Üniversitelerde de, belirli siyasi görüşlerin ve masonik yapılanmaların etkilerini sürekli yaşadık. Bunlara karşı özgür ve adil bir ortam sağlanamaması, yine FETÖ tipi gizli yapılanmalara, başta masum görülen sinsi amaçlı fırsatlar doğurdu. Kamu kurumu niteliğine haiz Türkiye Barolar Birliği, Türk Tabipler Birliği, TOBB gibi oluşumların, halkımızın yapısını ve görüşlerini homojen olarak yansıttığını kim iddia edebilir? Halkımıza ve değerlerimize, gerekirse açıktan cephe almaktan çekinmeyen bu oluşumlarında ıslah edilip, suistimale açık tekel niteliğindeki pozisyonları normal duruma getirilmelidir.

Sonuç olarak, FETÖ yü ortaya çıkaran nedenleri iyi analiz ederek, sivrisinek yerine bataklık mücadelesi gibi yapıcı kurumsal çözümler üretmek zorundayız. Devlet sistemi gerçek anlamda, Müslümanlar ile barışmalı ve tehdit unsuru olarak görmekten vazgeçmelidir. Yoksa, bugün FETÖ adıyla ortaya çıkan anarşi odakları ile, yarın başka isimler altında yüzleşmek zorunda kalabiliriz. Allah muhafaza etsin…